"Aramızdakinin ne olduğunu anladık, bu aşktı."
Simone de Beauvoir’ın, yirmi yılı aşkın bir süre birlikte olduğu Amerikalı sevgilisi Nelson Algren’e yazdığı mektuplar sadece ikilinin aşkını değil, aynı zamanda bir dönemin edebi, sanatsal ve kültürel hayatını da gözler önüne seriyor. Üç yüz dört mektuptan oluşan derleme, Tülay Evler ve Pınar Öztamur çevirisiyle Alfa Yayınevi tarafından yayımlandı. Nelson Algren’in yayınevi ve ajansları tarafından konulan yayın yasağından dolayı sadece Simone de Beauvoir’ın mektuplarına yer verilen kitapta; neredeyse çeyrek asıra yayılmış bir aşkı tek taraflı okuyabiliyoruz. Beauvoir’ın manevi kızı Sylvie Le Bon de Beauvoir tarafından kaleme alınan önsözde; ikilinin yaşadığı fırtınalı aşka ve mektupların akıbetine değiniliyor. Algren’in ölümünden sonra ortaya çıkan bu mektuplara Beauvoir’ın ne kadar şaşırdığını, Algren’in münzevi yaşamı ve yalnız ölümünü, cesedine kimsenin sahip çıkmayışını ve çoğunlukla ismi Sartre’la yaşadığı ölümsüz aşkıyla anılan (hatta Sartre’la yan yana mezarlarda yatan) Beauvoir’ın Algren’in yüzüğüyle gömüldüğünü öğreniyoruz. Yine kitabın başına eklenmiş ve 1908’den 1986’ya kadar uzanan kronolojideyse ikilinin buluşma tarihleri not edilmiş.
Fransa’da feminist hareketi başlatan, kadın hakları savunucusu, aktivist, yazar ve Sartre’la yaşadığı aşkla bilinen Beauvoir; 1947’de yaptığı Amerika seyahatinde Nelson Algren’le tanışır ama ne yazık ki ikili birbirinden ayrılmak zorundadır çünkü farklı kıtalarda yaşamaktadırlar. 1947 şubatında başlayan mektuplarda aşk, tutku ve coşku öyle derinleşir ve özlem öyle fazlalaşır ki Beauvoir dayanamayıp yeniden Amerika seyahati yapar. Yirmi yıl boyunca sürecek ve birbirlerinin kıtalarına adım attıkları kısıtlı vakitlerde ilişkilerini doya doya yaşayan çiftin aşkı süregider. Beauvoir, mektuplarının tamamında özleminden, birlikte geçirdikleri vakitten, sonsuza dek Algren’in karısı ve aşığı olarak kalmak istediğinden bahseder. Sartre’la özgürlükçü bir aşk anlaşması yapan Beauvoir’ın, Algren’e bağlılığı okuyanları şaşırtır. Yoğun aidiyet ve sığınma duygusuyla dolu mektuplar sadece ikilinin aşkını anlatmaz, ülkelerinin politik durumundan sosyo-kültürel yaşamına kadar bir çok şeye değinir.
Örneğin 13 Haziran 1947 tarihli mektubunda, Beauvoir, Amerikalı sevgilisine Albert Camus isimli arkadaşının Yabancı isimli kitabından sonra Almanların Paris işgalini alegorik olarak anlattığı Veba isimli bir kitap yayımladığını haber vermektedir. St Germain semtindeki ünlü Cafe de Flore’a “bu bizim varoluşçu kafemiz, aşağıda bir sürü insan var ama ben birinci katında tek başıma çalışıyorum,” der, St Germain semtindeki ağaçları seyrederek “bir kadın romanı yazıyorum,” der. Paris’teki entelektüel yaşamı, Sartre’ı, Gide’i, Camus’yü anlatır. Marcel Proust’un da yayımcısı olan ünlü Galimard Yayınevi'nde katıldığı kokteyllerden birine gelen John Steinbeck’ten bahseder.
İkili birbirlerinin ülkelerinin literatürünü okur, aynı zamanda birbirlerinin kitaplarının çevrilmesine destek olurlar. Simone “Moby Dick’i okudum, çok beğendim,” der. Mark Twain’i okuduğunu, Henry James’in en çok Yürek Burgusu’nu sevdiğini anlatır. Bir Avrupalının gözünden Amerikan Edebiyatını görürüz. Bize Goncourt ödülünü, Sartre’la konuşmalarını ve hatta Kopenhag, İsveç, Londra gibi seyahatlerini detaylarıyla anlatır.
Edebiyatçıların gizli çekmecelerini karıştırıyormuşum hissi verse de aşk mektuplarını okumayı çok seviyorum. Bu mektuplarda da onların sadece aşklarına değil, aynı zamanda bir dönemin kültürel yapısına hakim olup, sosyolojik yapısını inceleme fırsatı bulurken, entelijansiyanın yaşamlarına da konuk oldum. Aşk mektubu seven, okuyan, yazan herkese tavsiyemdir…
İrem Uzunhasanoğlu
twitter.com/irem_uz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder