7 Mayıs 2023 Pazar

İnsana insanlığını hatırlatan tabiat

Ya Hiç Karşılaşmasaydık kitabında, hem Sartre’a nazire yaparcasına hem de Anadolu bilgeliğine göz kırparcasına başkasının, ötekinin insan için önemini anlatmıştı Tuğçe Isıyel. Başka insanlar ve başka hayatlar vardı. Onlara tartışmak, onlarla anlaşmak, hayatın içinde olması gereken bir akıştı. Bu akışta yaralanmak da vardı, yara sarmak da. Bir başkası bize dert getirebilir, diğer başkası dermanı yanında taşıyabilirdi. “Karşılaşmalar hep sürer. Bir şeyle karşılaşmamızın bittiğini sandığımızda bile artık o şeyin yokluğuyla karşılaşırız. Hem iç, hem de dış dünyamızda... Bu karşılaşmalarla dönüşür, birleşir, ayrılır; hayatımızı da bu karşılaşmalardan inşa ederiz.” demişti Isıyel. Dolayısıyla ilk kitap, yazarın da okurun da hayatı insan odaklı anlama girişiminin bir parçası, belki yoldaşıydı. Parçalı Bulutlu ise tüm dünyayı etkileyen salgınla birlikte yaşanan ruh daralmasını da düşünerek; gökyüzüne, ağaçlara, dallara, meyvelere, hayvanlara, taşa, toprağa bakarak bir yön bulma, bir merkeze kavuşma umudu veriyor.

Bir ruh daralması yaşadığımız ortada. Bu daralma insanları farklı yerlere götürüyor. Herkes, göğsündeki eksik olan ‘puzzle’ parçasını bulabilme umuduyla oradan oraya savruluyor, zikzaklar çiziyor, belki de kendi kurduğu labirentin içinde bir ışık arıyor. Bu olumsuz gibi görünen tablonun içinden her geçen gün yeni olumlu işaretler, güzergahlar çıkıyor. İşte, birbirimizin hayatına bakıp görebiliyoruz: Bedenlerimiz pandemiyle birlikte birbirine daha çok yaklaştı ve mizaçlar, huylar, tabiatlar çarpışmaya başladı. İnandığımız değerleri yeniden sorgularken, bazı alışkanlıklarımızın nasıl da bizi kendilerine esir ettiği ortaya çıktı. İnsanlar bu durum karşısında bir mahremiyete, hatta mahrumiyete ihtiyaç duydu. Kendine bir kuytu köşe bulmanın, kendine ait bir oda inşa etmenin, kendiyle baş başa kalmanın paha biçilemez önemi yeniden gülümsedi herkese. Tabiat, buruk bir tebessümle insana “Ben her zaman buradaydım fakat siz görmek, yaşamak yerine beni örselemeyi tercih ettiniz” dedi. Bir kırgınlık oluştuğu, aramıza doğayla ciddi mesafelerin girdiği muhakkak. Bunu biz yaptık ve hiç utanmadık. Nihayet, bütün şehirli tarafımız yıldı, yoruldu. Ne zamandır köyüne, kenarına, kuytusuna dönmek isteyenler durumu yeniden gözden geçirdi. Temelli olmasa da ara ara, belki de sıklıkla sessizliğe, tabiata gömülmenin ihtiyacı iyice berraklaştı. Isıyel de hem kendinin farklı halleriyle tanışma tecrübesi, hem de tabiatın rehberliğinde hayatı başka bir gözle görebilme, anlama, idrak etme çabası yaşamak için Bozcaada’da yazdı kitabını. Bir başka yere yerleşme, tam olarak yerleşememe, kendini yeniden inşa etmeye çalışırken pek çok şeyi devirip yıkmak zorunda kalma, avaz avaz gözyaşı dökme, doya doya gülme gibi eylemler, şairin dediği gibi “mevsimlerin insanlara yaptığı fenalıklar” gün yüzüne çıkmış oldu böylece. Tüm bunlar düşünüldüğünde kitabın ismi fevkalade yerinde. Her şey yerli yerinde gibi görünse de insan, tıpkı gökyüzü gibi aslında; parçalı bulutlu. Üstelik yağmurdan kaçarken de pek farkında olmadan başka şeylere tutulma derdinde. Yazar da bunu gayet açık bir şekilde söylüyor: “Şehirli tarafımın iç sesi ‘Ben buraya sığındım mı?’ sorusunu çok soruyor adaya yerleşmeye çalışan tarafıma. Bir adaya ancak ve sadece sığınılırmış gibi… O ses aynı zamanda hiçbir şeyi oluruna bırakamayan telaşlı yanım. Mutlaka bir cevap arıyor. Sezginin değil, bilmenin gücüne inanan çömezliğim. Ardından şöyle bir cevap geliyor içime, bir şeyden kaçan insan bir yere sığınır, ben kaçmaktan ziyade bir şeye yakalanmak ister gibiyim. Belki de bunun cevabını bulmak için buradayım.

Bir okur, elindeki kitabın “kurda, kuşa, aşa” ithaf edildiğini görür görmez içi ısınır. Okuyacağı sayfaların kendisini hiç yormayacağını, derin sancıların ve dile gelmeyen travmaların değil; nicedir bakışlarını kaçırdığı tabiatın ona yeniden kucak açacağını tahmin edebilir. Bu tahmininde haklı çıkacak, orası kesin. Tabiat demek eski insanların, eski mekânların, eski zamanların yaşayışını yeniden çağırmak demek. O yaşayış, bir yerlerde duruyor ve daima duracak. Çünkü kök salmış, ünsiyet kurmuş, yaşama yakışmış bir hâl bu. Yazar da bundan besleniyor tabiatı seyrederken: “İzlediğim bir belgeselde Himba kadınlarının yeni doğan her bebeğin bir şarkısının olduğuna inandıkları ve annelerinin daha bebek doğmadan şarkıyı rüyasında duyduklarını anlatıyordu. Şarkı çocuğa hayatı boyunca eşlik ediyormuş. Bu yüzden Himbalar, birinin yaşını doğduğu güne göre değil, şarkının rüyada duyulduğu güne göre hesaplarmış. Ben de bir şarkı görmek istiyorum rüyamda, şarkımı görmek istiyorum, ben susayım o mırıldansın içimde…

Parçalı Bulutlu’yu okurken, yani tabiatın sunduğu ince şifrelere bir başkasının kaleminden, anlayışından bakmaya çalışırken ‘yol’ kavramı yeniden beliriyor zihinde. Yol’a yeni bir anlam aramıyorsunuz, o hakiki anlamını tekrar dile getiriyor. Diyor ki ben varım çünkü sen varsın, sen varsın çünkü ben varım. Birbirimizden ayrılmamız mümkün değil, birbirimize nefes aldırmamız mümkün. Buna sen mola dersin, ben yoldan çıktın derim. Oysa ne sen benden çıkabilirsin ne de ben sana uzak düşebilirim. Hayatın yumağı bizimle birlikte çözülebilir ancak, yolla ve insanla. Bir istikamet tutturmak, bir merkeze sahip olmak, bir anlam dairesi geliştirmek insanı yol boyunca, yani ömür boyunca berhudar etmeye yeter. Demek ki yol, hayatımız. Biz hayatı dikkate aldıkça, hayatımızı önemsedikçe yolun kendisiyiz. Felsefenin, psikolojinin, tasavvufun zaman zaman, hatta görmek isteyen için çoğu zaman ‘bir’lendiği o nokta, yazarı da ‘kendinden kendine’ götürüp getiriyor: “Tüm inançlar ‘bir’ oluşa götürmez mi insanı. Tevhid. İnsan kendisini parçalanmışlıklarıyla, aydınlığı ve karanlığıyla, iyiliği ve kötülüğüyle bir bütün olarak kabul ettiğinde özsaadeti yakalamaz mı? İlişkilerde, olduğumuz halimizle öteki tarafından kabul görme arzumuz, aslında bütün olarak kabullenilmeye eşdeğer değil mi? Bu gezegenin içinde birçok varlıkla birlikte soluk alıp vermek, doğanın yani bütünün bir parçası olduğumuzu hissetme halimiz, hep kendi içimizde ve dışımızda bir olmaya duyduğumuz özlemin tezahürü gibi gelir bana.

Bir yerden bir yere gitmek, o yerde kalmak, sonra o yerden geri dönmek, insanla eşyanın arasındaki ilişkinin derinleşmesi demek aynı zamanda. Kimileri kendinden geriye bir iz kalsın istemez, kimi her nereye gitse mutlaka bir şeylerini götürür ve orada bırakır. Kimi, kaldığı yerdeki eşyaları tamir ederek pek çok duygusal ihtiyacını gidermiş olur. Tam da burada; edebiyattan, felsefeden bol bol beslenen yazar, sinemanın hayatı ve insanı anlama çabasından da okura önemli işaretler fısıldıyor: “Aklıma Kim Ki Duk’un çok sevdiğim Boş Ev filmi geliyor. Ev sahiplerinin evde olmadığı zamanlarda gizlice çeşitli evlere giren ve orada bir veya birden fazla gece kalan bir adamın öyküsünü anlatıyor. Adamın kaldığı evlerde bozulmuş eşyaları tamir etmesi, hem başkasının evinde kalışının bir bedeli gibi, hem de ona ait olmayan eşyaları tamir ederek iç dünyasında ötekine dair bir şeyleri onardığını düşündürüyor bana.

Çok tadında, çok yerinde yazılmış bir kitap Parçalı Bulutlu. Hayatın bunca tatsızlığında, insanın bunca yersizliğinde bir durup dinlenme alanı açıyor. İnsana soluk aldırırken, hayata tabiatın izinde yeni bakışlar atmak gerektiğini hatırlatıyor. Çünkü tabiat, insana insanlığını hatırlatmaya her an hazır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder