Selahattin Yusuf, gündeme siyasetin egemen olduğu bir dönemde yeni romanı Umudun Göğe Yükselişi ile çıkageldi ve gelişiyle hanemize ferahlık getirdi. Kapı Yayınları tarafından neşredilen yeni eseri, tam olarak iki yüz kırk sayfa.
Kafası sivil çalışan biri için “askerlik” ilginç bir gösterinin başladığı panayır sayılabilir pekâlâ. Erkeklerin, gerçek dünyadan çok uzak bu iklimden bolca hikâyeyle dönmesine sebep bu olsa gerek. Zira gerçekliğin kolayca eğilip büküldüğü bu hayattan hatırı sayılır sayıda anıyla dönebiliyoruz. Çünkü bu similasyon(!) yaşantının kolayca deneyime dönebildiği bir iklim. Bu yanıyla cazibeli bile sayılabilir. Bu mecrada iki erkeğin Ayten için yani aşk için verdiği mücadele ise okunmayı hak ediyor. Aşk, niye var? Allah, aşk ile neyi kast etmiş olabilir?
İktidar sahibi bir erkin (subayın) aşk ile imtihanı ne derece kallavi olur tahmin edersiniz. Kalbi katılaşmış (katılaşmak zorunda kalmış) bir subayı belki de sadece aşk, çaresiz bırakabilir. Ve macera başlar. Çünkü biliriz ki bir kalbe girmek, bir ülkeyi fetihten çok daha zordur genelde. Düğümü çözecek unsur bir mektup ise işi kelimelerin sihirli dünyasına kalmış bir subaya kim yardım edebilir ki? Üstelik kalbi tutuşmuşken. Allah’ın sevdiği kuluysanız ve erlerinizden biri sivil hayatında yazar ise düğüm çözülebilir. Ya da işler iyice karışır.
Selahattin Yusuf, dikkatimizi naif bir aşk hikâyesine çekerken iktidar olmayı, sınırları belli edilmemiş bir gücün kurumsallaştığında paydaşlarını nasıl ruhsuz bir robota çevirdiğini ustalıkla ayan ediyor. Böyle bir düzlemde ince meseleler nasıl çetrefilleşiyor, şahit oluyoruz.
“Ruhum dümdüzdü artık, Beynimin edebiyat için ayrılmış kıvrımları emir-komuta zinciriyle ütülenip düzeltilmiş bulunuyordu. Lafı dolayıma sokamıyordum." Buzatti ’den de öğrendiğimiz üzere askerlik ruhu kemiren bir şeydi. Lakin daha evvel üniformanın bireyler üzerindeki etkisi Umudun Göğe Yükselişindeki kadar güzel anlatılmamıştı. Bu zor meseleler roman konusu olduğunda bir muamma da açığa çıkıyor gibi geliyor bana. İnsanın en çıplak haliyle resmedilmesi ne şahane bir şey. “Akşama kadar emir komuta zinciriyle biricikliği yıkılıp tabana inen asker, akşam seri numaralı battaniyesinin altına girdiğinde ruhunu geçmiş yardımıyla kendine yeniden ispat etmek zorundadır da ondan. Yoksa uyuyamayacaktır. Rakam uyuyamaz. Makine dişlisi uyanamaz ve uyuyamaz.”
“Erkek habitatının uyku çöplükleri geceleri hatıra aranmaya çıkmış canlılarla dolar taşar… Ta eskilerden kalmış bir mahalle arkadaşına dadanır zihni. Bacı kardeş gibi olduğu bir uzak akraba kızını bir de alfa dişisi olarak hayal etmeye kalkar filan. Hiç mi bir şey bulamadı, dolap kapağındaki yıldız fotoğrafıyla senli benli olur, ruhsal tefeciliğe başlar. Ruhsal iflasın dehşetini aşabilmek ve ruhla dünya arasında bağlantı kurabilmek için bir pürüz-yani temas noktası-bulur, buluşturur.”
Roman ilerledikçe Teğmen ile Erin gerilimli ortaklığı merak unsurunu had safhaya taşırken Ayten’e dair malumatlarımız da çoğalıyor. Bu gerilim sadece bir rütbeli ile rütbesizin yan yana gelmesinden kaynaklanmıyor sadece. Teğmen’in aşk mektubu ile aşkın kendisini karıştırmasından da kaynaklanıyor. Naif duyguların dünyasına olan yabaniliği de işin cabası. Böylece bu seyirlik panayır, gerilim filmlerini aratmıyor. İşin içine bir de Teğmen’in yersiz kıskançlığı ve gururu girince demeyin keyfimize. Yine de bir süre sonra Seyit komutanı tanıdıkça onunla empati yapar hale geliyoruz ve zamanla bir bağ kurmayı başarabiliyoruz. Nam-ı diğer Seyko’nun sevgi acemisi olmasının tek nedeninin askerlik olmadığını öğreniyoruz çünkü. Sevgiyle arasında gittikçe açılan mesafenin çocukluktan geldiğini öğrenince yelkenleri suya indiriyoruz. Gerilimin son ana kadar eksik olmadığı eserde okuyucu daha net bir finalle tatmin edilse daha mı iyi olurdu emin değilim. Ancak insan ruhunun karanlık derinliklerinde bir gezintiye çıktığımız bu serüvende her haliyle mevcut son için bir sürpriz diyebiliriz.
Selahattin Yusuf roman boyunca elimizden tutup insan denen belirsize ışık tutuyor. Oldukça samimi ilerleyen bu yolda hoş sohbet bir tanıdığın sözleri kendimizi görmemizi sağlıyor. Bu yanıyla bir önceki romanı Eve Dönemezsin ile kıyaslanabilir diye düşünüyorum.
Nihayetinde dilde kendini bulmuş bir yazarın bize dair, insana dair bir hikâyesinden gelip soluklanıyoruz. Bu coğrafyanın insanı tanıyan, onun hikâyesini yazan bir kalemin söyledikleri kalıyor geriye.
Kenan Yusuf
twitter.com/knnysf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder