İnsanın kâinat üzerine düşünmesi pek çok nimetler barındırır. Evvela kendi acziyetini tanır, sadece kendisinin can taşımadığını fark eder, yeryüzündeki pek çok insanın içinde sürekli beslenmesi ve doldurulması gereken bir boşluk (maneviyat) olduğunu çözer. Bunlar ilk adımda olmasa da sonraki adımlarda ayan beyan ortaya çıkar. Kâinatın özü olan insan, yine kâinata dair düşlerinde ve fikirlerinde bir yardımcıya ihtiyaç duyacaktır. Bu elbette bir insan yahut insan elinden çıkmış başka şeyler olabilir. Bir tuvalden, ebru teknesinden, nefis bir hüsn-i hatla bezenmiş levhadan, aktığı günlere hasret kalan eski asırlara ait bir çeşmeden, bir mezar taşının sır gibi sakladığı sembollerinden olduğu gibi, bir enstrümandan da faydalanabilir insan, kâinatın sırlarını çözebilmek için.
Geçmişten günümüze kadar hukemâdan ulemaya, zahitlerden sûfilere pek çok topluluk, bilhassa zikrin ve mûsıkînin inanç dairesinde ne kadar kıymetli, ne kadar hassas olduğunu anlatabilmek için Kuran-ı Kerim’e, hususen de İsrâ suresinin 44. ayetine başvurmuştur. “Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinn, ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî…” buyruğuyla Mevlâ, kullarına bir bilgi verir: Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah´ı tesbih ederler. O´nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur… İnsanın bilgiyle ilk karşılaşma anı, o bilgiyi nasıl kullanıp yorumlayacağına dair de bir şeyler fısıldar. Bu ayeti okuyup hiçbir hayret, şaşkınlık belirtisi göstermeden devam etmek “okuyanların” bir alametidir şüphesiz. Ancak bu ayeti okur okumaz duran, gözbebekleri büyüyen, kulaklarındaki gaflet pamuğunun çıkış istikametine doğru sıvıştığını fark edenler için mesele başka. Hadi onları da “anlayanlar” yahut “anlamaya çalışanlar” diyerek tanımlayalım. İşte onları asıl harekete geçirecek bilgi, ayetin devamında, “ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum” olarak ikram ediliyor: “Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız.”
İrfan sahiplerine göre gözler ve kulaklar, hakikatin bedende kendine yer bulabildiği ve dolayısıyla hakikatin ruhu hakimiyeti altına aldığı en önemli uzuvlardır. İmâm Gazzâlî, “Göz ve kulak, kalbin yoludur” der. Bu yolda bariyer, emniyet şeridi, elektronik denetim sistemi yoktur. Her şey ilahî cezbenin etkisinde, dolayısıyla muhabbetli ve şiddetlidir. İşitme bahsinde bir misal olarak; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, semânın “Kainattaki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiğini, bütün bir ruhla işitmek” manasına geldiğini söylemiştir. Hak ve hakikat, gözlerden ve kulaklardan naklolarak ancak selim bir kalple anlaşılır. Bunun için İsrâ suresinde herkesin değil ancak idrak sahiplerinin bu anlayışa sahip olabileceği vurgulanmıştır. Bu da “okuyan” kuldan “anlayan” kula, oradan da “yaşayan” kula geçmekle mümkündür. Zaten semâ da ancak idrak sahibi kimselerin, kalbiyle akledebilenlerin, yani anlayıp yaşayanların ibadetidir. Diğer türlüsünün turistik, belki entelektüel bir faaliyet olduğu da bilhassa günümüzde apaçık ortadadır.
Mûsıkî, gördüğümüz/yaşadığımız dünya ile görünmeyen/yaşanmayan hakikat arasındaki dengeyi kurması sebebiyle, insanı ahenk noktasında bilinçlendirir. Bu kâinatın mükemmel bir ahengi olduğunu, insanın bu ahenge bütün ruhuyla, farkında olarak katıldığında, idrak sahibi olmaya bir adım daha yaklaştığını fark ettiren hem rehber hem de yoldaş bir sanattır mûsıkî. Bu yüksek sanatın hikmet sahibi (hukemâ) ve irfan sahibi (ârif) temsilcileri, hep bir noktaya dikkatleri çekmişlerdir: Kalple akletmek, duyularla idrak arasında sağlam bir köprü inşa eder. Göz her nereye baksa Allah’ı görür, kulak her neyi duysa Allah’ı işitir. Böylece “Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 115) ayetinin sırrını tadar, yaşar: “Doğu da Batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır.”
Yazdığı hemen her kitapta mûsıkî geçmişimize değinirken bu yüksek sanatın aynı zamanda kâinatı daha iyi anlamak, insanın sırını çözmek, yeryüzünde oluşumuza bir mana verebilmek açısından ne kadar zengin olduğunu anlatan Yalçın Çetinkaya’nın, Kasım 2022 itibariyle Ketebe Yayınları’ndan bir çalışması daha sunuldu: Kozmik Müzik. Bu çalışmasında Çetinkaya, hangi dinden ya da milletten olursa olsun insanlığın kadim bir tespite sahip olduğunu hatırlatıyor. Bu tespit, kâinatta eşsiz ve mükemmel bir ahengin, uyumun, harmoninin olmasıdır. Ahengin duyulmadığı için kabul edilmemesi, insanın, bilhassa da modern zamanların insanının sorunudur: “İnsan kulağının işitme kabiliyet ve kapasitesi ancak on altı ilâ yirmi hertz ile on altı bin ilâ yirmi bin hertz arasında sınırlı. İnsan bir sesi duyamıyor veya bir nesneyi göremiyor diye, duyamadığı sesin ve göremediği nesnenin olmadığını söyleyemeyiz. Fakat özellikle modern insan ve modern akıl için gerçeklik ölçüsü bir sesi duyuyor veya bir nesneyi görüyor olmakla ilgili. Dolayısıyla, Pythagoras gibi bir filozofun ‘Gezegenlerin dönerken nağmeler çıkardığını işitiyorum’ demesi başta Aristoteles olmak üzere bütün modern akılcılar için oldukça fantastik ve inanılması mümkün olmayan bir şey.”
Allah-âlem-insan arasında güçlü bir bağlantı kurabilmek, dolayısıyla varlığın, varoluşun manasını çözebilmek için Yalçın Çetinkaya pek çok isme ve kaynağa müracaat ediyor. Hermes (İdris), Pythagoras, Aziz Boethisus, Ya’kub el-Kındî, İbnü’l Heysem, Fârâbî, İhvân-ı Safâ, Copernicus, Kepler… Ona göre bugün insanların büyük kısmı hâlâ mûsıkînin mikrokozmik (insanî) görüntüsünü yakalamakla meşgul. Halbuki mûsıkînin bu görüntüsünün dışında çok daha güçlü, hikmetli, sırlı makrokozmik (evrensel) bir özellik gizli. Bu gizli hazineye işaret edenler ve bu gizli hazineden yararlananlar da ancak hikmet sahibi kimseler, yani hükemâ. Çünkü onlar, “Dünyaya nasıl geldim?” sorusundan ziyade “Dünyaya neden geldim?” sorusunun cevabına merak duymuşlar, böylece kendilerini aşmakla, sezgilerini güçlendirmekle meşgul olmuşlar. “Âleme yükseliş, insanın kendisine ait bilgiye vakıf olmasıyla gerçekleşebilir” diyor Çetinkaya ve “İnsanların kitap okumaları, mûsıkî dinlemeleri, eğlenmek istemenin ötesinde birtakım arayışlardan kaynaklanmaktadır.” sözüyle gözden kaçan hayati bir noktaya temas ederek Ernst Fischer’ın Sanatın Gerekliliği kitabından bir söze dikkat çekiyor: “Belki de kendini aşmak istiyor insan. Tüm bir insan olmak istiyor, istiyor ki ‘benliğinden’ ötede, kendi dışında ama gene de kendi için vazgeçilmez bir şeyin parçası olsun.”
Pek çok sufi, mûsıkiden bahsederken Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî‘nin Mesnevî’sindeki “Hikmet sahibi kimseler ‘Bu mûsıkî nağmelerini (makâmları) feleklerin (gezegenlerin) dönüşünden aldık’ derler. Halkın tanburla çaldığı, sesle söylediği ezgiler, gökyüzünün dönüşünün sesidir.” sözüne başvuruyor. Demek ki üzerinde durulması gereken esas mesele, Yalçın Çetinkaya’nın kitabında açıkladığı gibi evvela kâinatın bir zikri olduğuna inanmak, sonra da kâinatın mûsıkîsini işitmek.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder