Yalçın Çetinkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yalçın Çetinkaya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mart 2023 Pazartesi

Kâinatın zikrinden kâinatın müziğine

İnsanın kâinat üzerine düşünmesi pek çok nimetler barındırır. Evvela kendi acziyetini tanır, sadece kendisinin can taşımadığını fark eder, yeryüzündeki pek çok insanın içinde sürekli beslenmesi ve doldurulması gereken bir boşluk (maneviyat) olduğunu çözer. Bunlar ilk adımda olmasa da sonraki adımlarda ayan beyan ortaya çıkar. Kâinatın özü olan insan, yine kâinata dair düşlerinde ve fikirlerinde bir yardımcıya ihtiyaç duyacaktır. Bu elbette bir insan yahut insan elinden çıkmış başka şeyler olabilir. Bir tuvalden, ebru teknesinden, nefis bir hüsn-i hatla bezenmiş levhadan, aktığı günlere hasret kalan eski asırlara ait bir çeşmeden, bir mezar taşının sır gibi sakladığı sembollerinden olduğu gibi, bir enstrümandan da faydalanabilir insan, kâinatın sırlarını çözebilmek için.

Geçmişten günümüze kadar hukemâdan ulemaya, zahitlerden sûfilere pek çok topluluk, bilhassa zikrin ve mûsıkînin inanç dairesinde ne kadar kıymetli, ne kadar hassas olduğunu anlatabilmek için Kuran-ı Kerim’e, hususen de İsrâ suresinin 44. ayetine başvurmuştur. “Tusebbihu lehus semâvâtus seb’u vel ardu ve men fîhinn, ve in min şey’in illâ yusebbihu bi hamdihî…” buyruğuyla Mevlâ, kullarına bir bilgi verir: Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah´ı tesbih ederler. O´nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur… İnsanın bilgiyle ilk karşılaşma anı, o bilgiyi nasıl kullanıp yorumlayacağına dair de bir şeyler fısıldar. Bu ayeti okuyup hiçbir hayret, şaşkınlık belirtisi göstermeden devam etmek “okuyanların” bir alametidir şüphesiz. Ancak bu ayeti okur okumaz duran, gözbebekleri büyüyen, kulaklarındaki gaflet pamuğunun çıkış istikametine doğru sıvıştığını fark edenler için mesele başka. Hadi onları da “anlayanlar” yahut “anlamaya çalışanlar” diyerek tanımlayalım. İşte onları asıl harekete geçirecek bilgi, ayetin devamında, “ve lâkin lâ tefkahûne tesbîhahum” olarak ikram ediliyor: “Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız.

İrfan sahiplerine göre gözler ve kulaklar, hakikatin bedende kendine yer bulabildiği ve dolayısıyla hakikatin ruhu hakimiyeti altına aldığı en önemli uzuvlardır. İmâm Gazzâlî, “Göz ve kulak, kalbin yoludur” der. Bu yolda bariyer, emniyet şeridi, elektronik denetim sistemi yoktur. Her şey ilahî cezbenin etkisinde, dolayısıyla muhabbetli ve şiddetlidir. İşitme bahsinde bir misal olarak; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, semânın “Kainattaki bütün varlıkların Allah’ı tesbih ettiğini, bütün bir ruhla işitmek” manasına geldiğini söylemiştir. Hak ve hakikat, gözlerden ve kulaklardan naklolarak ancak selim bir kalple anlaşılır. Bunun için İsrâ suresinde herkesin değil ancak idrak sahiplerinin bu anlayışa sahip olabileceği vurgulanmıştır. Bu da “okuyan” kuldan “anlayan” kula, oradan da “yaşayan” kula geçmekle mümkündür. Zaten semâ da ancak idrak sahibi kimselerin, kalbiyle akledebilenlerin, yani anlayıp yaşayanların ibadetidir. Diğer türlüsünün turistik, belki entelektüel bir faaliyet olduğu da bilhassa günümüzde apaçık ortadadır.

Mûsıkî, gördüğümüz/yaşadığımız dünya ile görünmeyen/yaşanmayan hakikat arasındaki dengeyi kurması sebebiyle, insanı ahenk noktasında bilinçlendirir. Bu kâinatın mükemmel bir ahengi olduğunu, insanın bu ahenge bütün ruhuyla, farkında olarak katıldığında, idrak sahibi olmaya bir adım daha yaklaştığını fark ettiren hem rehber hem de yoldaş bir sanattır mûsıkî. Bu yüksek sanatın hikmet sahibi (hukemâ) ve irfan sahibi (ârif) temsilcileri, hep bir noktaya dikkatleri çekmişlerdir: Kalple akletmek, duyularla idrak arasında sağlam bir köprü inşa eder. Göz her nereye baksa Allah’ı görür, kulak her neyi duysa Allah’ı işitir. Böylece “Ve lillâhil meşriku vel magribu fe eynemâ tuvellû fe semme vechullâh” (Bakara, 115) ayetinin sırrını tadar, yaşar: “Doğu da Batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü işte oradadır.

Yazdığı hemen her kitapta mûsıkî geçmişimize değinirken bu yüksek sanatın aynı zamanda kâinatı daha iyi anlamak, insanın sırını çözmek, yeryüzünde oluşumuza bir mana verebilmek açısından ne kadar zengin olduğunu anlatan Yalçın Çetinkaya’nın, Kasım 2022 itibariyle Ketebe Yayınları’ndan bir çalışması daha sunuldu: Kozmik Müzik. Bu çalışmasında Çetinkaya, hangi dinden ya da milletten olursa olsun insanlığın kadim bir tespite sahip olduğunu hatırlatıyor. Bu tespit, kâinatta eşsiz ve mükemmel bir ahengin, uyumun, harmoninin olmasıdır. Ahengin duyulmadığı için kabul edilmemesi, insanın, bilhassa da modern zamanların insanının sorunudur: “İnsan kulağının işitme kabiliyet ve kapasitesi ancak on altı ilâ yirmi hertz ile on altı bin ilâ yirmi bin hertz arasında sınırlı. İnsan bir sesi duyamıyor veya bir nesneyi göremiyor diye, duyamadığı sesin ve göremediği nesnenin olmadığını söyleyemeyiz. Fakat özellikle modern insan ve modern akıl için gerçeklik ölçüsü bir sesi duyuyor veya bir nesneyi görüyor olmakla ilgili. Dolayısıyla, Pythagoras gibi bir filozofun ‘Gezegenlerin dönerken nağmeler çıkardığını işitiyorum’ demesi başta Aristoteles olmak üzere bütün modern akılcılar için oldukça fantastik ve inanılması mümkün olmayan bir şey.

Allah-âlem-insan arasında güçlü bir bağlantı kurabilmek, dolayısıyla varlığın, varoluşun manasını çözebilmek için Yalçın Çetinkaya pek çok isme ve kaynağa müracaat ediyor. Hermes (İdris), Pythagoras, Aziz Boethisus, Ya’kub el-Kındî, İbnü’l Heysem, Fârâbî, İhvân-ı Safâ, Copernicus, Kepler… Ona göre bugün insanların büyük kısmı hâlâ mûsıkînin mikrokozmik (insanî) görüntüsünü yakalamakla meşgul. Halbuki mûsıkînin bu görüntüsünün dışında çok daha güçlü, hikmetli, sırlı makrokozmik (evrensel) bir özellik gizli. Bu gizli hazineye işaret edenler ve bu gizli hazineden yararlananlar da ancak hikmet sahibi kimseler, yani hükemâ. Çünkü onlar, “Dünyaya nasıl geldim?” sorusundan ziyade “Dünyaya neden geldim?” sorusunun cevabına merak duymuşlar, böylece kendilerini aşmakla, sezgilerini güçlendirmekle meşgul olmuşlar. “Âleme yükseliş, insanın kendisine ait bilgiye vakıf olmasıyla gerçekleşebilir” diyor Çetinkaya ve “İnsanların kitap okumaları, mûsıkî dinlemeleri, eğlenmek istemenin ötesinde birtakım arayışlardan kaynaklanmaktadır.” sözüyle gözden kaçan hayati bir noktaya temas ederek Ernst Fischer’ın Sanatın Gerekliliği kitabından bir söze dikkat çekiyor: “Belki de kendini aşmak istiyor insan. Tüm bir insan olmak istiyor, istiyor ki ‘benliğinden’ ötede, kendi dışında ama gene de kendi için vazgeçilmez bir şeyin parçası olsun.

Pek çok sufi, mûsıkiden bahsederken Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî‘nin Mesnevî’sindeki “Hikmet sahibi kimseler ‘Bu mûsıkî nağmelerini (makâmları) feleklerin (gezegenlerin) dönüşünden aldık’ derler. Halkın tanburla çaldığı, sesle söylediği ezgiler, gökyüzünün dönüşünün sesidir.” sözüne başvuruyor. Demek ki üzerinde durulması gereken esas mesele, Yalçın Çetinkaya’nın kitabında açıkladığı gibi evvela kâinatın bir zikri olduğuna inanmak, sonra da kâinatın mûsıkîsini işitmek.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

16 Ocak 2022 Pazar

Müziği anlayan, bütün varlık âlemini anlar

Ülkemizde müzik üzerine düşünenlerin, yazanların sayısı bir elin parmaklarını geçmediği gibi aslında müzikle yaşamayı, müzikle düşünmeyi de meşk kültürünün kaybıyla birlikte unuttuk dersek abartmış olmayız. Fem-i muhsin denen o güzide zincirin ilk halkaları şüphesiz toprak oldular. Fakat onların talebeleri silsileler hâlinde yayıldı, asırlık topraklarımızda şiir, mûsıkî ve mimarî arasında kopmaz bir bağ kurdu. "Bizim medeniyetimiz; Süleymaniye'de kubbe, Itri'de nağme, Baki'de şiirdir" derken Cemil Meriç esasen bunu özetler. Mûsıkîmiz ve fem-i muhsin ağızlarımız, hüznüyle neşesiyle nice nesillerin başvurduğu bitmez bir kaynaktı ve lakin şimdilerde o kaynaktan yararlanılmıyor. Bu da kaynağın kuruduğunu zannetmek gibi geri dönülmez bir hataya sebebiyet veriyor.

Kadim mûsıkî kaynağımızın kuruma sebeplerinin ve canlandırılması düşüncesinin yeniden konuşulması, yazılması, söylenmesi gerekiyor. Ülkemizde müzik üzerine yazdığı düşünce yazılarıyla Yalçın Çetinkaya bu görevi kendince, elinden geldiğince üstleniyor. Öğrencilik hayatında unutulmaz hocalardan eğitim almış olan Yalçın Çetinkaya, yazdığı yazılarla 7'den 70'e aslında gönüllü müzik dersi veriyor. Üstelik bu derste nota yok, meşk var. "Aşk olmadan meşk olmaz" demişler. Emin Işık hocanın da bir kitabının adıydı, aşkı meşk etmek. Dolayısıyla evvela müziği sevmek, sevmek, sevmek... Sonra dinlemek ve düşünmek. Dinlerken düşünmek, düşünürken dinlemek. Müziğimizin, bu ulvî sanatımızın kökleriyle buluşmalıyız. O zaman şiir ve mimarî de bizimle olacak ve aslî vazifelerini ifa edeceklerdir. Bizi daha iyi insan, içindeki anlamı bulmaya çalışan insanlar hâline getireceklerdir. Bu dünyaya neden geldik? İçimizdekini bulmaya. Kendini bilen Rabb'ini bilir denmemiş boşuna...

Prof. Dr. Selâhaddin İçli, İnci Çayırlı, Nîdâ Tüfekçi, Prof. Dr. Nevzat Atlığ, Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Prof. Dr. Bekir Karlığa, Bekir Sıdkı Sezgin, Süleyman Erguner, Cinuçen Tanrıkorur gibi büyük isimlerden çeşitli eğitimler almış olan Yalçın Çetinkaya, dergilerde ve gazetelerde mûsıkî sanatının incelikleriyle dolu nice yazılar yazdı. Yeni Şafak gazetesinde yazdığı yazılar, ona 2015 yılında ESKADER'den "2015 Yılı Müzik Ödülü" kazandırdı. Öte yandan TRT İstanbul Radyosu'nda ve TRT Müzik kanalında hazırladığı programlarla da müziğe hizmet etti, hâlâ da aşkla, şevkle ediyor. Bu aşk ve şevk çoğu zaman Yalçın hocanın yazılarında, halkın göremediği sorunları sık sık vurgulamasına imkân sağlıyor. Günümüzde her peş peşe eser çalınınca fasıl, her gürültüyü müzik, her enstrüman çalanı da müzisyen zannetmemizin sebeplerini birer birer irdeliyor.

Müzik felsefesi, müzik sosyolojisi, müzik estetiği, tasavvuf ve Türk mûsıkîsi ilişkisi, Türk mûsıkîsi tarihi, Batı müziği tarihi, medeniyet ve müzik ilişkisi, müzik üzerinden medeniyet okumaları, din ve müzik, kutsal ve müzik, kadim müzik teorileri, uzak doğu geleneksel müzikleri, yeni müzik biçimleri ve düşünceleri gibi alanlarda dersler veren, araştırmalar yapan Yalçın Çetinkaya'nın Müziği Düşünmek adlı kitabı, Büyüyenay Yayınları tarafından Haziran 2016'da yayımlandı. Kitap, Çetinkaya'nın gazete yazılarını bir araya getiriyor ve böylece hem toplu okuma yapma imkânı sunuyor hem de müzikle düşünme yeteneği kazandırmak için el altında duracak bir yardımcı kitap görevi üstleniyor. Kitap, müziğin sadece belirli bir konu ya da konuları üzerine değil, Batıdan da Doğudan da birçok karşılaştırmayla birlikte tarih, coğrafya, ahenk, estetik, ritim gibi birbiriyle ilgili birçok meseleyi okuyucuya aynı anda verip, tüm kirliliklerin arasından güzel olanı daha kolay seçip alabilmenin bazı yollarını gösteriyor. Müziği Düşünmek, geçmiş yıllardan itibaren ülkemizde yaşanan sanat facialarıyla beraber, sanatçı profillerinin de gözden geçirilmesini sağlıyor, bu özelliğiyle aynı zamanda bir tenkit kitabı olarak da görülebilir.

Çetinkaya, ahenk kelimesi üzerinde ısrarla duruyor ki müzikte olduğu kadar şiirde ve mimarîde de ahenk vazgeçilmez bir yer tutar. Kainatın kusursuz sistemi, doğanın ekolojik sistemi, insanın sindirim sistemi, çiçeklerin fotosentez sistemi, hayvanlardaki üreme sistemi hep bir ahenk üzeredir. Yazar bu konudaki çıkış noktasını "Kâinattaki âheng ve varlığın âhengi ile bu âheng neticesinde çıkan zikrin, -âdeta- bir ilâhî nağme hoşluğunda çıktığını düşünebiliriz. Bu nağmeler de bütün varlık gibi Allah'ın 'Kûn' emrinin neticesidir. Kâinattaki âheng, 'Lâ İlâhe İllallah'ın açık göstergesidir. Müzikteki âheng, Pythagoras'ın dediği gibi kâinattaki âhengin yansımasıdır." diyerek belirliyor ve dolayısıyla müziğin hellalliği-haramlığı hususuna da temas ederek şu yorumu yapıyor: "Müziği gerçek anlamda anlayan, kâinatı ve bütün varlık âlemini anlar. Bunları anlayan da, Allah'ı bilir. Müzik, doğru ve hakkını vererek kullanan için Allah'tan uzaklaştırıcı değil, Allah'a yaklaştırıcı bir vesîle olabilir."

Müziği Düşünmek, tasavvufî geleneğin müzik yorumunu da derinleştiren bir kitap. Şüphesiz ki müzik, müzisyenin içinde var olan aşkın enstrümanıyla ortaya çıktığı, belirli kurallar ve ölçüler içinde dengeli olan bir sistem. Yani aşk, burada olmazsa olmaz bir değeri haiz. Çetinkaya'nın bu konudaki bir yorumu ise şöyle: "Aşk, tasavvuf ehli nazarında önemli bir mertebedir. Tasavvuf ehli, hakikatin peşinde koşan, onu arayan ve bulmaya çalışan kimsedir. Bu aşk, kuşkusuz ilahî aşktır. Bu nevi ilahi aşk, tasavvuf tarihinin bütün devirleriyle ortaya çıkmış ve -Gazalî'nin ifade ettiğine göre- 'bu hali yakalayan, keşif ve ilhamdan nasibini alan her sûfi bu konu üzerinde bir şeyler söylemiştir.' Aşk, nihai hakikat olan Allah'ın mâhiyetinin daha temel bir sıfatıdır. Aşk, Rahmet'ten zuhur eder; Rab, aşktan dolayı besleyip kuvvet verir. Rahîm, aşktan dolayı bağışlar. Gerçekte Rumî'nin ve sûfilerin yaptığı şey, aşkı sadece dine ve ahlâkî hayata mahsus kılmadan, anlamını genişleterek bütün mahlukata ve evrimci bir saik olarak aşka evrensel (cosmic) bir önem vermektir. Kur'ân-ı Kerîm'de Allah kendisinin Rahmân olduğunu ve Rahmân'ın da her şeyi kuşattığını söyler. Aşkı bir de Mevlânâ'dan sormak gerekir ama o da sorana 'ol ki bil' demiştir."

Kadim medeniyetimizde taşların bile sesi olduğu ve bunu duyabilen, dinleyebilen mimarların kalıcı eserler bırakabildiği vurgulanır. Goethe mimari için “Dondurulmuş müziktir” der. Dolayısıyla müziğin aslında o medeniyetin kalitesini, seviyesini, var oluşunu ortaya koyan en önemli sanat olduğunu söyleyebiliriz. Müziği Düşünmek'le birlikte hem Batıdan hem Doğudan bu yönde karşılaştırmalı okumalar yapmak ve el altında birçok bilgiye kavuşmak mümkün oluyor. Batı müziğinin dikey, Doğu müziğinin yatay olduğunu, bu sebeple de Doğu müziğinin insanı sınırlandıran değil özgürleştiren tonlara sahip olduğunu belirten Yalçın Çetinkaya hoca, mûsıkî hareketini şöyle açıklıyor: "Mûsıkînin dairevî hareketi, makamın, icrânın veya nağmenin başladığı yere dönmesi ve orada nihayete ermesi mânâsına gelmektedir. Varlığın ve bilhassa mûsıkînin dairevî hareketi, yani başladığı yere dönüş ve orada bitiş de bize şunu anlatır: İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn. Yani: Hiç şüphesiz Allah'tan geldik ve Allah'a döneceğiz."

Kitapta tüm bunlarla beraber Osmanlı baroku, kilise müziği, dînî-lâdînî mûsıkî, enstrüman ve kadın sesi, Fârâbi ve mûsıkî, gelenek, ezgiler, Itrî, Mevlânâ'da mânâ, Leningrad ekolü, seslerin mimârîsi, hikmet ehlinin mûsıkî tercihi, makamsal yapılar, müzik şehri İstanbul, müzik ve düşünen toplum, müzik ve Türk modernleşmesi, nefs ve sevgiliyi hatırlatan nağmeler, ney ve insan-ı kâmil, Osmanlı İstanbul'unun müziği, Osmanlı mûsıkîsi, sâzende ve virtüoz, sesin varoluş gerçeği, cumhuriyetin müzik devrimi, piyano ve tampere sistem, ud'un ontolojisi ve ud nağmeleri ile tedavi, ulus devletin tek tip kimliği ve tek tip müziği, Urmevî, Zarlino, vahy ve mûsıkî gibi son derece önemli bilgilere ulaşmak mümkün.

Kitaptan, güncele yakın bir tespit ve çözüm önerisi de şöyle: “Bugün kaliteli müzisyen yok. Kimse güzel müzik yapamıyor. Güzel besteler çıkıyor fakat bakıyorsunuz ya içi boş ya taklit. Hâlâ 400 yıl önceki müzikleri dinliyoruz. Bugün hâlâ çıkıp adamın biri allı turnam diye türkü yapıyor. Allı turna çok güzel bir semboldü ama geride kaldı. Biz birçok değeri kaybettik. Müziğimizin ve sanatımızın Kur'an'a ihtiyacı var. Kendimizi yeniden Kur'an'la akort etmeliyiz.

Yalçın Çetinkaya'nın Yenişafak Gazetesi'nde 2009 yılı sonlarından itibaren yaklaşık beş yıl boyunca aralıksız yazdığı yazıları kitap hâline getiren Büyüyenay Yayınları, bu kitapla birlikte kültür dünyamıza kalıcı bir eser daha bırakmış oluyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Temmuz 2016 Salı

Bir üstün eğitim olarak müzik

Müzik nedir, ne değildir diye tartışılabilir. Pek çok tanıma rastlayabiliriz müziğe dair. Sokrates, “Müzik eğitimlerin en üstünüdür.” diyor. Yalçın Çetinkaya ise müziği, “Müzisyenin içinde olanın, yavaş yavaş enstrümanın lisanıyla ifade edilmeye başlandığı andır o temas anı” olarak tanımlarken, müziğin ruhuna, bize neler kattığına dair bilgiler veriyor: “Biraz daha ileri giderek söyleyeyim; fiziksel açıdan iki bedenin “tek beden” hâline geldiği hatta iki ruhun müzisyenin ve enstrümanın ruhlarının kaynaştığı andır.

İşaret ettiği müzik tanımının çok yönlü olduğu görülüyor. Enstrümanın bir kişiliği olduğunun, temsil ettiği kültür ve medeniyetin derinliğinin altını çizerken, “ses aralıklarına ve bunların kullanımına dâir bazı şifreleri içinde barındırır” olduğu gerçeğini zihinlerimize kazıyor adeta. Enstrüman “ait olduğu kültür ve medeniyetin ruhu ve ses cevherini gizleyen” bir öğedir yazara göre. Müzisyenle enstrüman arasında yaşananlar dinleyene aynı hızla tesir eder bu durumda.

Müzikteki Şeytan” ya da “Şeytan Aralığı”na dair merakını gidermek isteyenler için, bu “Gotik Dönemi” sorgulayan, inceleyen yazarın ışık tutacağı aşikâr. “Her sanatın aynı zamanda bir matematiksel derinliği olduğu elbette söylenebilir; ama sözgelimi müziğin sanatçının iç dünyasındaki sınırsızlığı ifade eden bir araç olmaktan çıkıp, kurallarla onu sınırlayan ve “yaratıcılığını” zorlayan bir bilimsel dile dönüşmesi müziğin gücünü ve güzellik boyutunu da olumsuz etkileyen bir gelişmedir.” diyen yazarın, bir dönem Yeni Şafak Gazetesi’ndeki uzun soluklu yazılarını okurun istifadesine sunacak şekilde kitaplaştırdığını biliyoruz. Müzikle ilgili pek çok araştırması bulunan yazarın, bu alanda ders verdiği biliniyor. Eser hakkında kitabın önsözünde, “iddiasızlığını yansıtan” derken aslında ne kadar “iddialı bir eser” olduğunu dikkatlice okuduğunuzda anlayabilirsiniz. “Kadim düşünce geleneği”nin birleştirici, yapıcı ortak paydası altında akademik kaynakçaları bir yana koyarak orijinal bir eser meydana getirmiş Çetinkaya.

Mimarinin de “taşların mûsîkîsi” olduğunu ifade eden yazar, Goethe’nin “Mimarî, dondurulmuş müziktir.” sözüne atıfta bulunuyor. Yazar “Müzik, kesinlikle insan ve toplumun kalitesini ortaya koyan en önemli alanlardan bir tanesidir” derken, İslam medeniyet bilgi ve referansının gücüne ve yeterliliğine fazlasıyla inanıyor. Müzik ve düşünce ilişkisi de Çetinkaya’nın üzerinde önemle durduğu konulardan. “Âheng” kelimesinin değerini ifade ederken, “kâinatı tutan var eden şey ile mûsikîyi var eden şey aynı” diyor Yalçın Çetinkaya. Müslüman sanatçıların kendi egolarına hizmet etmediklerini, Batılı sanatçılarla kıyaslanamayacağını, dolayısıyla “tanrılaştırma” düşüncesinin İslam medeniyetinde yer almadığını çeşitli örneklerle vurguluyor. Farabî’nin iyi ud çaldığını, müzik konusunda “uzman bir teorisyen” olduğunu, ortaçağ müziğine dair çok önemli bir kaynak eser bıraktığını, kitabın sayfaları arasında gezinirken öğreniyoruz.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz