“Şeriat, tarikat yoldur varana
Hakikat, marifet andan içeru.”- Yûnus Emre
Ne olduğu kadar, ne olmadığı da önemlidir bazı şeylerin. Her yolun kendince yolcuları olduğu gibi yol kesicileri de vardır. Bu nedenle yolun ve yolcuların doğru tarif edilmesi gerekir ki yolda rastlanılan yol kesicilere aldanılmasın. Tasavvuf; insanın Allah’la ilişkisini düzenlemenin yanında insanlar arası sosyal ilişkileri de düzenleyen, toplumsal barışa katkı sağlayan, kişinin ruhsal huzura erdiren bir yol olması nedeniyle oldukça ilgi gören bir yoldur ve bu yolun da yol kesicileri elbette olmuştur. Pek çok kişi, kurum hatta devlet, bu yol aracılığıyla kötü emellerine masum insanları alet etmek istemişlerdir. Nasıl ki eşkıyaların kestiği yolu kaldırıp atmak yerine yoldaki eşkıyaları tepelemek gerekirse tasavvufu kendi çıkarlarına alet eden maneviyat eşkıyaları yüzünden bu yolu kapatmak yerine yolun ve yolcuların selameti için yol güvenliği alınmalı ve yol eşkıyalardan temizlenmelidir. Yolun temizlenebilmesi için de yolu bilenlerden istifade edilmelidir. Süleyman Uludağ, yolu bilenlerden olması itibariyle uzun yıllar üniversitelerde tasavvuf dersleri vermiş ve tasavvuf ve sufiler hakkında ilmî çalışmalar yapmış bir isim. Hocamızın Tasavvuf Dersleri adıyla yayımlanan kitabı da yine üniversitelerde okuttuğu ders notlarının toplamından müteşekkil kıymetli bilgiler içeriyor. Aynı alanın bir diğer kıymetli ismi Mustafa Kara’nın, Süleyman Uludağ’a dair söylediği şu sözler hocamızın çalışmasının kıymetini ifade etmesi açısından oldukça güze: “Süleyman Uludağ’ın yazdığı ve konuştuklarının temel özelliği bütün İslamî ilimlerden beslenen geniş bir ufuktur. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, İslam tarihi gibi ilimlerin verilerine vukufu sebebiyle meselelere daha geniş açıdan bakar…”
Tasavvuf tarihinin konusunu şu şekilde açıklıyor hocamız: “… sufiyane hayatın menşeini, zuhurunu ve tekâmülünü tarihî seyri içinde incelemek, tasavvufun sistemli bir düşünüş şekli haline gelişini göstermek, büyük mutasavvıfları, bunların fikirlerini, tarikat kurucularını ve tesis ettikleri tarikatların özelliklerini tetkik etmektir.” Her şeyden önce tasavvufa, “eskinin masalları” gözüyle bakmanın ya da tasavvufu sırf menkıbe ve keramet eksenli düşünmenin yanlışlığını göstermesi açısından bu tarif mühim. Tasavvufun ne olduğuna dair ileri sürülen bir kavram da “İslamî felsefi” ifadesidir. Hocamız felsefe ve iman arasındaki şu farkı izah ederken aslında tasavvufla felsefe arasındaki farkı da göstermiş oluyor: “Dinde düşünmek imana, felsefede iman düşünceye tabidir. Dindar evvela inanır, sonra düşünür. Filozof evvela düşünür, sonra inanır.” Bu karşılaştırmadan farklı değerlendirmeler çıkarabiliyoruz. Mü’min için inanmak esas olmakla birlikte tahkik edilmemiş bir imanın da pek faydası yoktur. Mü’min inandığı şeylere dair tefekkür ederek ibadetlerinin gerisindeki hakikati idrak edebilir ve varlığının sırrına erebilir. Bu nedenle düşünmeyen Mü’min makul değildir. Öbür taraftan düşünmek kişiyi imana götürmüyorsa o düşünce de o düşünür de makbul değildir. Düşünme yoluyla inanma eylemi tümevarımdır; parçalardan bütüne, sebeplerden müsebbibe ulaşmaya çalışılır. Bütün parçalar bulunamazsa ya da bütün sebepler fark edilemezse bütün görülemez, müsebbip bulunamaz ya da yanlış bulunur. İnandıktan sonra düşünmekse tümdengelimdir. Hakikat zaten verilidir, şifre anahtarı kişinin elindedir. Ancak anahtar tek başına kişiyi odaya sokmaz, kilidi bulmalı ve kilidin adabını da bilmelidir. En nihayetinde her kilit her kapıyı açmayacağı gibi kilidin ağzına doğru yerleştirilmeyen anahtar da kilidi açmaz. Kapı size açılmış olsa da içeri girmenize izin verilmeyebilir, içeride olmanın da bir adabı vardır. İşte tasavvuf, içeride olmanın adaplarının sistematiğini verir kişiye. Süleyman Uludağ, diğer İslami ilimlerle tasavvufu kıyaslarken şöyle söylüyor: “Kelam ve fıkıhta dinin zahiri ahkâmının üstünlüğü, tasavvufta ise batıni ahkâmının üstünlüğü kabul edilmiştir. Tasavvuf, dini his, vicdan ve ahlak olarak ele almış; onun içtimai ve dünyevi yönü ile hiç meşgul olmamış veya pek az meşgul olmuştur.” Mutasavvıflar “Din güzel ahlaktır.” mealindeki hadisi referans almışlar; dünyaya meyletmemişler, mal mülk ve evlat sevgisine düşmemişler, makam, mevki ve şöhretten kaçmışlar, bulduklarını bölüşmüşler, bulmayınca sabretmişler, insanla beraber diğer canlılara da merhamet etmişler ve ibadetlerin zahiri yönüyle birlikte batıni boyutunu da öncelemişlerdir.
Tasavvufun halk eğitiminde de önemli bir işlevi vardır. “Tekke, asılardır Müslümanların ve özellikle her yaştaki Türklerin terbiye gördüğü yerdi. Halk tarafından ve halk için kurulmuş manevi ve ahlaki terbiye sahalarında faydalı hizmetler ifa etmişlerdi…” diyerek bu kurumların halkın eğitilmesinde taşıdığı rolü de gösteriyor Süleyman Uludağ. Tasavvufi hayatın mahiyetine dair bilgi almak isteyenler genellikle kitaplara başvurur ama kitaplarla öğrenilecek bir bilgi değildir bu. Ömründe hiç kar görmemiş bir Afrikalı çocuğa kardan adam yapmanın zevkini anlatamazsınız. Hocamız bu durumu şu sözlerle anlatıyor: “Tasavvuf bir yaşama şekli ve hayat tarzıdır. Bu öyle bir yaşama şeklidir ki dışarıdan bakmakla bilinemez ve dışarıda olanlara tanıtılamaz. Tasavvufi hayatı yaşayanlarla bu hayatın haricinde bulunan kimseler arasında kalın bir perde çekilmiştir. Bu perdenin tarifle ortadan kalkmasına imkân ve ihtimal yoktur.” Tasavvufun ne olduğuna dair yapılan tanımların birbirinden farklı olması tanımların mahiyetleriyle ilgilidir. Genellikle sufiler kendi kemal derecelerine göre tanımlar yaparken bazen de muhatabın sorusuna ve ihtiyacına yönelik tarifler de yapılmıştır. Her ne kadar giydikleri “suf” adı verilen yün giysilerden ötürü sufi olarak nitelendirilseler de bu kişiler tasavvufu şekilden ziyade gönül saflığı olarak tanımlamışlardır. Yûnus Emre “Dervişlik dedikleri hırka ile tac değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil” bu durumu ifade etmiştir.
Tarikat ve şeriatın birbirine düşman olduğuna dair yanlış bir kanı bulunmasına rağmen bunlar birbirini besleyen unsurlar olarak İslam toplumunu teşkil etmişlerdir. Süleyman Uludağ “İslam toplumunun aklı kelam, kalbi ise tasavvuf olmuştur. Kelâmsız İslam cemiyeti akılsız, tasavvufsuz İslam cemiyeti kalpsiz ve ruhsuz fertlerden müteşekkil demektir.” diyerek bu durumu izah eder. Tasavvufun menşeine dair yapılan değerlendirmeleri de ele alan Uludağ, Hristiyanlık, Budizm ve Hint dinlerinin etkilerini tek tek ele aldıktan sonra tasavvufun bunların herhangi birinden etkilenmek suretiyle ortaya çıkmış olmaktan ziyade Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (sav) hadisleri ve Kur’an ayetlerinin yorumlanması suretiyle oluşturulan İslam ahlakının toplumsal hayattaki karşılığı şeklinde oluştuğunu belirtir. Uludağ, tasavvufun tanımı, menşei, tarihi gelişimi ve yansımalarını verdikten sonra zühd kavramına dair Hasan Basri ve Rabia el Adeviyye’den örnekler veriyor. Hasan Basri’deki zühtün Allah korkusuna, Rabia el Adeviyye’deki zühtün ise Allah sevgisine dayandığını ifade ediyor. Rabia el Adeviyye’nin şu duası Allah sevgisini ifade etmesi açısından ne güzel bir örnek: “İlâhî! Eğer ben sana cehennem korkusuyla ibadet ediyorsam beni cehennem ateşinde yak! Eğer cennet ümidiyle sana kullukta bulunuyorsam beni ondan mahrum et! Eğer sana olan sevgimden dolayı sana ibadet ediyorsam o zaman senin ezelî cemâlinden beni mahrum etme!”
Allah insana akıl vermiş ve insan aklını kullanmak suretiyle Allah’a giden yolu bulabilir. Bu değerlendirmeden yola çıkılarak tasavvufa dair yapılan en mühim eleştiri insanın aklını bir başkasına ipotek ettiği yönündedir. Oysa Ebu Dekkak bu eleştiri şu şekilde cevaplıyor: “Bir kimse tarafından yetiştirilmeyen ve kendi kendine biten ağaçlar yaprak açar lakin meyve vermez. Tıpkı bunun gibi kendisinden edep ve terbiye öğrenilen bir üstada sahip olmayan bir müritten de hayır gelmez.”
Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder