Serçe Risalesi, Akif Hasan Kaya’nın beşinci öykü kitabı. Editörlüğünü yaptığı Çizgi ile Yazgı kitabıyla beraber saydığımızda Akif Hasan Kaya altıncı kez selamlıyor okurunu: Altıncı kez ‘öyküleşiyor’ okuruyla.
Serçe Risalesi bir serçe kırgınlığında öykülerden oluşuyor. Sert ama olabildiğine hassas. Bir küfrün ardından çıkan savurgan ıslık sesi. En olmayacak yerde kesilen müzik. Yankısı ciğeri delen bir çığlık. Alın teriyle kanın karıştığı kutsal toprak. O hep orada olan, kaybolmayan melun düşmana karşı nöbeti kendine görev bilmiş asker/bekçi. Kalemin bekçisi. Umudun. Diri bir umut.
Belirsizliğin kıyısında dolaşıyor Kaya’nın ışık tuttuğu karakterler. Ne olduğunu anlayamadan, olup bitmiş imtihanlarla mücadele ediyorlar. Kaderin sorduğu soruyu cevaplayamıyorlar ama sınava giren, soruya maruz kalmış tek kişi de onlar sanki. İsyanın kenarından bedel ödeyerek kurtuluyorlar, isyana düşmüyorlar ama kadere aba altından sopa göstermekten de geri kalmıyorlar.
Ana odak acı olunca gerçek ile olağanüstülük de birbirine karışıyor. Hayal ile hakikat, somut ile soyut, keskin ile şeffaf iç içe. Öyle ki futbol oynayan çocukların topunu kaybetmeme uğraşını okurken bir anda daha önce kimsenin yemediği, kökünü kopmuş bir parmağa borçlu olan lezzet abidesi bir meyve ile karşılaşıyoruz. Ya da hayata tutunmaya çalışırken ezilmişlikle iffetin mağlup kollarında bocalayan kadının gözyaşına mendil uzatacağımız esnada, ejderha eti yiyen adamın ölümsüzlük sınavına tanık oluyoruz.
Dipsiz sokaklarda, köhne duvarların önünde gezinsek de güneş hep tepede, doğmuş veya doğacak. Akif Hasan Kaya bize umutsuzluk tablosu çizmiyor. Dünyanın/yaşamın umutsuzluğu itelese de önümüze, tutunacak bir dalın her zaman olduğunu; karanlığın ardından aydınlığın her sabah tekrar tekrar doğduğunu haber veriyor.
Umut ile umutsuzluk mücadelesi bu. Rahmani ve şeytani bir kavga. Kaya, kainatın esasında Allah’ın “celal” ve “cemal” sıfatının kavgası olduğunu, her zaman “rahmani” noktanın “şeytani” noktaya ağır basacağını sezdirmeden fısıldıyor kulağımıza. “Ateşin içinde su, bu acının içinde ilaç, bu ekmeğin yanında külfet, bu cennet, bu güneş, bu vaha, bu tuba, bu nimet, aş, ekmek; bu, bu, bu…”
Kaya’nın bizi karşıladığı “esnek hikâyede” dahi “taş olsa erirdi bu yaşadıklarımdan” nidası çevreliyor zihnimizi. Ama işte taş olsa da erimeyecekti çünkü umut var. Ölümsüzlüğü yakalamış birinin ölmeyi başardığı anda belki. Belki de aklın kaybedilip deliliğe ulaşıldığı mertebede. Ama umut var. Oralarda bir yerde. Hem uzak hem yakın. Bazen gözün göremeyeceği uzaklıkta, ötelerde; bazense hemen önümüzde, yolumuzun üstünde, mesele görebilmek, ezip de geçmemek, ayağımızın altına almamak, bilakis başımızın üstünde ağırlamak.
Korkunun gölgesini kovalayan satırlar aslında korkunun hükmünün dahi bizim elimizde olduğunu anlatıyor. Düşman var ama korktuğun kadar tehlikeli değil. Güçlüsün, umuda sahipsin, duaya. Umudun yenemeyeceği düşman yok. Allah’tan umudu ancak kafirler keser. Görmekten korktuğun düşmanı gördüğünde, gözlerinden korku silindiğinde, o senden korkar hale gelecektir. Başka ihtimal yok. Rüyanda dahi avlayabilirsin düşmanı. Yeter ki korkma. İnsan olarak vasfının sırrına er, kendini tanı. Bil. Farkında ol.
Çünkü kendini tanımadan “karanlığa çizik atamazsın”. Ziya bunu bilmiyordu. Ziya bunu bilmediği için karanlığa çizik atamıyordu. Karanlığa çizik kılıçla atılmazdı. Nefsini bilen, Rabbi’ni bilir. Kendini bilen, nefsini bilir. Rabbi’ni bilen kendini bilir. Kılıç, hınç getiriyordu. Öfke. Öfke, nefistendir. Nefsinin esiri olan, kendini bilemez. Kendini bilemeyen Rabbi’ni bilemez. Nefsini bilmek için nefsinden azat etmen gerekir kendini. Özgür olman. Masumlaşman. Bir çocuk masumiyeti. Henüz bilinç sahibi olmamış çocuk, nefsinden bihaberdir ve kendisiyledir. Kendisiyle olduğu için Rabbi’yledir de. Bu nedenle ancak bir çocuk zorlanmadan karanlığa çizik atabilir. Çocuklar, bazen bizden çok daha güçlüdür. Belki de esas güçlü olan çocuklardır.
Ziya’nın bilmediğini Akif Hasan Kaya biliyordu. Ve kalemi bu yüzden karanlığa çizik atabiliyordu. Ziya’nın atamadığı çizik, Akif Hasan Kaya’nın kaleminden sadır oluyordu.
Esasında biz, kaleminden sadır olan o çiziğin öykülerini okuyoruz. O çiziğin peşinde sürdürüyoruz okuyuculuğumuzu, yolculuğumuzu.
Yaktığın sigaranın dumanın avlunun köşesine gramla düştüğünü görsen de güneşin, başını gökyüzüne kaldırabildiğin müddetçe umut var demektir ve dilin “elbet bir gün” zikrini devam ettirebilir. Bu umut, bu zikir; karanlığa çizik atmanın bekleyişidir. Avlunun içinde, demir parmaklıklarla çevrili, dışarıyla irtibatı koparılmış bir halde de olsan; gökyüzünden güneş aydınlığın habercisi olmaya devam etmektedir, öyle ki ona adım atarsan avluna gram dahi olsa aydınlığını yansıtacaktır. Aydınlık yansımadan karanlığa çizik atamayacaksındır.
Akif Hasan Kaya’nın öyküleri dünyanın bozuk düzenine sallanmış bir yumruk. Bir yumrukla dünyanın bozuk düzeni değişir mi? Değişmez elbet. Dünyanın yaradılışı bu fıtrat üzere. Ama bir yumruk sallayarak biz değişebiliriz. Biz, bir an önceki halimizden farklı oluruz. İnsan olarak farklı oluruz. O yumruğu sallamak zorundayız. Firavun’a taş atmak zorundayız. Bu taş bazen sapanla atılır bazen kalemle. Kaya, kalemle atıyor. Dünyayla, zalimle, sistemle, sistemin çarkıyla, felekle, acıyla dövüşüyor. Durmadan. Durmadan dövüşüyor. Yenmek için, dövüşmek için. Kazanmak için değil, kaybetmemek için. Çünkü ara ara şu gerçek de yokluyor kulağımızı: Çivi, çiviyi söker. Deliliğin akıldan kurtulmak olduğunu unutmadan, delinin dediğini hatırlayalım tam burada: “Ejderha eti yemiş birini ancak ejderha eti yemiş bir başka kişi öldürebilir!”
Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder