Yalnız, yorgun, mağlup, mağrur ve mahzun hikâyeleri var Anadolu’nun. Kara ve kavruk yüzlü… İçinden hüzün katarları geçen, özlem ve hasret yüklü hikâyeler. Her biri acıdan mütevellit… Bir de bu hikâyelerin anlatıcıları… Anlatmaktan ziyade gerçekten yaşayanlar ve bizlere bütün olan biteni satırlarda da olsa yaşatanlar… Hüzünlü menkıbelerin, yürek burkan destanların, yaşanmaktan öte mazereti olmayan hikâyelerin anlatıcıları.
Anadolu’nun yorgun, yalnız, hüzünlü hikâyelerini anlatan anlatıcılar… Uçsuz bucaksız bozkır gecelerinde yıldızlardan hüzün damıtanlar… Duyguların damarlarda dörtnal koştuğu, merhameti şaha kaldıran yürekler… Cömert ve dervişane yaşayanlar…
Abbas Sayar yukarıda bahsi geçen anlatıcılardan biri. Anadolu’yu gerçekten yaşayan, Anadolu’da yaşayan şair ve romancılarımızdan. Şairdir en hasından ama romancılığı şairliğinin önüne geçmiş. Yazdığı her satır bir şairin ruhundan sayfalara akan iksir gibi. Romanları, hikâyeleri şiirine düşülmüş birer dipnot adeta. Çamlığın başında tüten dumanın korlarıdır sayfalara düşen, sayfalara düşürülen. Uçsuz bucaksız bozkır akşamlarında insanın yüreğine ay damlayan cümleler… İflah olmaz bir hassasiyet. “Yozgat’ın ortası Saat Kulesi / Bilesi de benim derdim bilesi / Ben olmuşum Çırçır Pınar lülesi / Helke testi ne var ise doldurun / Ziya’m yaşasın da beni öldürün” diyerek gösterir sancısını, hüznünü…
Yozgatlıdır Abbas Sayar. Yoklukların, yoksunlukların, yitiklerin, çaresizliklerin sarıp sarmaladığı bir Anadolu şehrinden… Yozgat’ın Çatak Mahallesinde doğar. Babası Mehmet Abdüllatif Sayar Bey, annesi İkbal Sayar Hanım’dır. Babası Mehmet Abdullatif Bey, Düyun-ı Umumiye’den emekli bir memurdur. Ortaokul ve lise yıllarında gittiği Yozgat Halkevi, hayatında ve edebî şahsiyetinde etkili olur.
O, Anadolu’yu en güzel, en gerçekçi biçimde anlattı ama Onun hakkında bilebildiklerimiz sınırlı. Hakkında söylenen birçok şey gerçeği yansıtmıyor. Uzun bir süre Anadolu köylülerini ve sorunlarını anlatması dolayısıyla belli bir ideolojik çerçevenin içine hapsedildi. Bu çerçeve sol, Marksist bir çerçeveydi. Oğlu Ahmet Güner Sayar, Mehmet Nuri Yardım’la yaptığı söyleşide bir çok noktayı açıklığa kavuşturuyor. Eserlerini yazarken herhangi bir ideolojinin etkisinde olmadığını, neyi gördüyse, nasıl hissettiyse onu yazdığını belirtiyor. Sayar hakkında bilinmeyen bir önemli nokta daha var: ailesinin tasavvufla olan bağı. Abbas Sayar’ın babası Yozgat’ta bir Melami tekkesine devam etmiş biridir. Hatta ilk eşinin babası, kayınpederi Yusuf Bahri Nefesli derin Melami anlayışına sahip bir mutasavvıf. Yozgat’ta bulunan tekkenin çarkı Abbas Sayar’ın ilk eşinin dedesinden kalan mirasla çevriliyor. Bu tekkede Yozgatlı gençler ilim, irfan öğreniyor. Sayar babası hakkında başka bir söyleşide şunları söyler: “1940’larda Anadolu’da, Yozgat gibi bir beldede, bir insanın fikrî dünyasının inşasında dinî amillerin reddedilemeyecek bir gücü vardır. Dolayısıyla, Abbas Sayar’ın bu çizgide etkilenişinin en önemli kaynağı, babası Mehmed Latif Efendi [1883-1952] olmuştur. Latif Efendi, ehl-i tarik bir dervişti ve Yozgat’ta, 1900’lerin başında Halveti tarikatının Şabanî koluna mensup Yozgatlı Şeyh Hasan Muhiddin Efendi’ye [1850-1909] intisabı vardı. Babasından, bir dizi hagiografi dediğimiz tasavvufi evliya menkıbeleri dinliyor ve kafası ilk gençlik yıllarından itibaren bu bilgilerle mayalanıyor. Özellikle şiirlerine taşıdığı Hz. Muhammed’e ve kutsal gönüllü velilere, Mevlana’ya, Yunus Emre’ye ya da daha sonraki yıllarda, gazellerini tanzir ettiği Niyazi-i Mısrî ve Kuşadalı İbrahim Efendi’ye olan sevgisi ve yakınlığı bu günlerin bir uzantısıdır. Bu tomurcuklanma, zaman içerisinde tasavvufi şiirlerine yansıyacaktır. Demek ki, insan-Allah ilişkisine duyarsız ve yabancı değil. Bu yakınlığı biraz daha açarak söylersek, irrasyonel – metafizik alanla temasına babasından duydukları esaslı bir zemin teşkil ediyor ve son devir Yozgat evliyalarından Şeyh Hacı Ahmed Efendi ve oğlu Şeyh Hasan Muhyiddin Efendi’yi – ki, bu zat babasının şeyhi, benim de anne tarafından büyük babamdır-babasından duyduklarının aydınlığında yakından tanıyor. Abbas Sayar, yaradılışı itibarıyla, fıtraten hassas bir yapıya sahiptir ve hakikaten şair ruhludur. Şair-i mâderzâddır. İlk gençlik yıllarına ulaştığı günlerde annesinin vefatı ruh dünyası üzerinde derin etkiler bırakıyor. Başlangıcı itibarıyla fikir dünyasını besleyen kanal, dünyevi sıkıntıları çözecek bilgi arayışları değil, fizikötesi alandır. Bunun izlerini ilk şiirlerinde görebiliyoruz.
…
Annemle gerçekleşen evliliği önüne çok farklı bir pencere açıyor; çevreden [Yozgat] merkeze [İstanbul] geçiyor. Ummadığı bir ikramla karşılaşıyor, ona fıtratına denk düşen bir ortamda hareket etmesini sağlıyor ve hayat üslubunun temellerini burada tezyin ediyor. İstanbul’da, bu büyük şehirde, Osmanlı monarşi ve medeniyetinin muhassalası olan muhteşem bir kültürle tanışıyor. O kültürü Cumhuriyetli kuşaklara taşıyan son devir Osmanlı münevverleri ile tanışıyor; ayrıca İstanbul’un sinesinde saklı zengin fakat birbiriyle çelişkili dünyalarla temasa geçiyor. Hülasa, kaderinin sürükleyişi, ona Fatih ve Beyoğlu gibi zıt ve çelişkili insan ilişkilerini gösteriyor ama bu büyük kültür şehri onun gözlerini hayata, yaşamaya ve maddeyletemasına müthiş bir imkân veriyor. Abbas Sayar’ın evliliği, iradesi dışında gerçekleşiyor. Kayınpederi, Yozgatlı Yusuf Bahri Efendi (1882-1959) de Yozgat’ta iken, babamın babası gibi aynı şeyhden el almış bir kimse. Dolayısıyla annem ve babam, iki pirdaşın evlatları olarak görücü usulü ile evleniyorlar. Bu evliliğin tek mahsulü, benim bu dünyaya gelişim olmuştur.”
Sayar’ın böyle bir manevi iklimi soluduğu gerçeğine maalesef onu anlatan birçok kaynakta rastlayamıyoruz. Sayar’ın bir diğer önemli hasleti şairliği. Maalesef şairliği romanlarının gölgesinde kalmış. Oysa dile hâkimiyeti, halk şiirini bilmesi, aileden tevarüs eden tasavvuf kültürü, Osmanlıca ve Farsçayı öğrenmesi şiirine çok şey katmış. Aruzla, vezinle, serbest ölçüyle rahatlıkla şiirler yazmış.
Abbas Sayar için Anadolu’nun en iyi anlatıcılarından demiştik. Çok içli, içten… Anadolu’yu en güzel anlatan romanları yazdı. Edebiyat tarihimizde 1930-1980 yılları arası dönemde adına toplumcu gerçekçilik, gerçekçi edebiyat, köy edebiyatı adı verilen akım söz konusu olmuştu. Yazarlar, çizerler şiirleriyle, romanlarıyla, yazdıklarıyla köye, Anadolu’ya yönelmişlerdi. Birçoğu yöneldikleri bu yerleri tanımıyordu aslında. Moda bir akım çerçevesinde bakılıyordu meselelere. Ya da ideolojik tabular baskındı. Abbas Sayar bu akımın, modanın tam karşısında yer alır. Bizzat orada olan biri. O, katıksız, katışıksız bir biçimde anlattı Anadolu’yu. İdeolojilerin kıvrımlarında yitmeden, herhangi bir jargona teslim olmadan. Neyi gördüyse, nasıl hissettiyse…
Abbas Sayar köyü kartpostallardan, resimlerden, ideolojik metinlerden, hapishanelerden tanıyan biri değildi. O yüzden sahici oldu. Sahici olanı anlattı. Anadolu’nun zor coğrafyasında insanların ve diğer canlıların yaşadıkları zorlukları bir arada anlattı. Özellikle Yılkı Atı romanındaki işlenen konu… Yazın çalıştırılıp kışın yeminden kurtulmak için doğaya bırakılan atların serencamı… Yılkı Atı, atların ve insanların kaybedişlerinin cem edildiği bir roman. Orada anlatılan sadece bir atın hayatı değildi. Terk edilmiş atların mahzunluğu, Anadolu insanının mahzunluğu. Atların buruk hikâyelerini okurken içimize dört nal bir hüzün boşalır. Anadolu insanının unutulmuşluğu, dertleri…
Sayar elleri nasırlı, toprak kokulu, çile dolu insanımızı anlattı. Kahır dolu insanımızı… Rahmet olsun Sayar’a…
Muaz Ergü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder