2 Eylül 2022 Cuma

Tekne bir tecelligâh-ı ilâhîdir

Yaz mevsiminin kendine mahsus bir okuma ritmi var. Kimileri roman, kimileri de felsefe okumak için yazı bekleyebilir. Yaz mevsimi özellikle dönem ve portre okumaları yapmayı sevenler için de beklenen bir mevsimdir. Aşırı sıcak, nem ve kalabalık, kafayı yormaktansa gönlü o diyardan öbür diyara gezdirecek kitaplara yönelme imkânı sunabilir. Bu sebeple anı, hatıra ve gezi kitapları okuyanlar da boldur yaz günlerinde. Bendeniz, mayıs ayı biter bitmez bir okuma planı yaparak özellikle portre kitaplarından oluşan bir liste çıkardım önüme. Hayatın sürprizlerini unutmadan elbette. Hiç olmadık zamanda bir şey patlayabiliyor ve okuma planınız değişebiliyor, çok şükür şimdilik değişmedi. Ahmed Güner Sayar, Ahmed Yüksel Özemre, Haluk Dursun, S. Burhanettin Kapusuzoğlu ile süren pek zevkli okumalarım, Alparslan Babaoğlu’nun hocası Mustafa Düzgünman’ı anlattığı kitabıyla zirveye ulaştı. Ömrümde hiçbir yaz bu kadar verimli bir okuma temposuyla geçmemişti. Bu vesileyle ismi geçen büyüklerimizden yaşayanlara afiyet, göçenlere rahmet niyaz ederim.

Albaraka Yayınları tarafından Aralık 2020’de son derece titiz bir baskıyla sunulan Hocam Mustafa Düzgünman (1920-1990), günümüzde hasret duyulan pek çok meseleyi yeniden hatırlatıyor. Alparslan Babaoğlu hocasını yâd ederken bizlere ebru sanatının inceliklerini, hoca-talebe ilişkisinin kritik evrelerini, dönemin imkânlarını ve sıkıntılarını, günümüzde tekne başında fotoğraf çektiren hemen herkesin kendini “ebrucu” olarak göstermesini ve başkalarına da bol kepçeden icazet vermesini, yine sosyal medya vesilesiyle pek çok yerde karşımıza çıkan “ebruzen” kelimesinin hikmetini(!) anlatıyor. Oldukça samimi ve yalın bir üslupla kaleme alınan bu çok önemli çalışmanın içinde tahmin edebileceğiniz üzere pek güzel ebrular, hat örnekleri ve geçmişin insan güzellerinden fotoğraflar da yer alıyor. Hatta kitabın henüz başında, Alparslan Babaoğlu’nun teknesinden çıkan ve altında numarası da yazan bir ebru sizi karşılıyor. Ciddi bir okur bu sayfayı hemen geçmeyip üzerine tefekkür etmeli diye düşünüyorum. Her şeye en kolay ve en hızlı yoldan ulaşmaya o kadar alıştık ki böyle incelikler karşısında şaşkına dönmemiz gerekiyor. Eğer dönemiyorsak, bari kendimize dönelim. Neleri kaybettiğimizi hatırlayalım.

Tanıyan herkesin çok rahatlıkla ifade edeceği gibi Mustafa Düzgünman yalnızca ebrucu değildi. Kendisini yakından tanıyabilmek için onun manevi dünyasını yakından bilmek, sahip olduğu ehl-i beyt muhabbetini onun gibi hissetmek, gönülden bağlandığı ve yirmi altı sene türbedarlığını yaparak hizmetinde bulunduğu Hz. Hüdayi’yi de anlamak gerektiğine inanıyorum” diyor kitabının önsözünde Babaoğlu. Tam burada bir hatırlatma yapmak boynumun borcu: Lütfen merhum insan güzeli Ahmed Yüksel Özemre’nin Üsküdar’ın Üç Sırlısı ve Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı kitaplarını okuyunuz. Ömrünüzün farklı demlerinde tekrar okuyunuz. Böylece kıymetli Alparslan Babaoğlu’nun kimlere hocam dediğini, o hocaların kimleri gördüğünü, o görünenlerin başka kimleri gördüğünü düşünüp büyük şevk duyabilirsiniz. Vaktiyle bir büyüğüm söylemişti ki Hakk sofrasının gülleri olan bu insanlar, dünyaya tahammül edebilmek için bu sanatlara can u gönülden tutunmuşlar, bu sanatla başkalarını da tutuşturmuşlar ve böylece dünya hayatı bir miktar daha çekilebilir olmuş. Neticede sanatın bizim medeniyetimizdeki karşılığı dünyayı güzelleştirmektir. Kimileri mûsıkî ve mimarîyle, kimileri hat ve şiirle, kimileri de tezhip ve ebru ile dünyayı güzelleştirmiş, bir insan güzeli oluvermiş, böylece başka insan güzellerinin de yetiştirmiş. Hiç değilse okuyup bilelim, vefa borcu hissedelim, başkalarının onları bilmelerine vesile olalım.

Ebru sanatkârı, teknesinin başına geçer ve teknik donanımını gönlündekilerle buluşturup bizlere bir sanat eseri doğurur. Bu kadar basit anlatabilir miyiz ebruyu? Elbette değil. Babaoğlu hem hocasının manevi yaşantısını hem de ebru sanatını manevi yapısını şu cümlelerle cem ediyor: “Hocamın tasavvufa olan ilgisi ve ebrunun da tasavvufi bir yönü olduğu herkesin malumudur. Ebru, tasavvufta küllî irade ve cüz'î irade bahsi anlatılırken misal gösterilen bir sanattır. Ebrucu teknesinin kıvamının, boyalarının öd ve su ayarlarını kendi cüz'î iradesi dâhilinde yapar. İstediği boyaya istediği kadar öd, istediği kadar su ekler. Hangi boyayı önce, hangi boyayı sonra, hangi boyayı ince fırçayla, hangi boyayı daha kalın fırçayla serpeceğine, her boyanın fırçasını sıkarak fırçada ne kadar boya bırakacağına yine kendisi karar verir. Ancak fırçayı parmağına vurduğu andan itibaren hangi damlanın ne büyüklükte ve nereye düşeceğine kendisi karar veremez; burada küllî irade devreye girer. Onun ebruyu bu kadar sevmesinin sebebi, muhtemelen ebrunun tasavvufla olan bu ilişkisidir ya da ebruyu çok sevdiğinden tasavvufa bu kadar ilgi duymuştur kim bilir... Hoca'nın inancına göre tekne bir tecelligâh-ı ilâhîdir.

Meşgalesi olan ve bu meşgalesinde derinleşmeyi kendisine vazife bilmiş bir okur, Mustafa Düzgünman’ın hayatından pek çok ders çıkaracaktır. Bu derslerden en önemlisi de hocaya, ustaya mutlak sadakattir hiç şüphesiz. Hocanın söylediği belki bugün bir anlam ifade etmeyebilir ama seneler geçtikten sonra, talebenin de hocalık yolunda ilerlediği bir dönemde o söz, anlamını ortaya koyacaktır. Bu satırları yazarken aklıma başka bir insan güzeli Süheyl Ünver’in Amiş Efendi’den naklettiği “Allah indinde talebe, hocadan büyüktür” sözü geldi. Gelmişken cümlenin ne ifade ettiğini de açmaya çalışayım: Pek çok hoca, bir noktaya geldiğinde durur ve tıpkı beden sağlığı gibi artık bazı hünerleri, meziyetleri hafif seyretmeye başlar. Bunlar arasında hayret, gayret, merak ve sabır gibi mühim duygular vardır. Talebe ise yola çıktığı andan itibaren bu duygularında samimi olduğu müddetçe asla durmaz. Hocanın şaşırmadığına kendi şaşırır, hocanın gayretten düştüğü bir anda o gayrete sarılır. Esas olan da budur; talebenin hocayı geçmesi. Ne yazık ki bu mesele bizim ülkemizde çok farklı anlaşılıyor, sırf bu yüzden talebeler hiçbir şey talep etmeyen öğrencilere dönüşüyor. Konuyu daha fazla derinleştirmeden kitaptan Babaoğlu’nun anısını aktarmak isterim: “Bir gün cevabını en çok merak ettiğim ve ebrunun püf noktası olduğunu düşündüğüm ‘Hocam bir kavanozda bir parmak boya varsa, buna ne kadar su, ne kadar öd eklemek lazım?’ sorusunu sordum. Hoca’nın cevabı hiç beklediğim gibi değildi. ‘Onu tekne söyler…’ Biraz sükût-u hayale uğradığımı itiraf etmem lazım; çünkü ben daha somut, ölçülebilir -iki parmak su, yirmi damla öd gibi- bir cevap bekliyordum. Hoca’nın bazı şeyleri söylemek istemediği vehmine kapılmıştım. O gün eve döndüğümde eşime bundan söz edip ‘Hocaya bir soru sordum, sanki beni başından savdı, ‘onu tekne söyler’ dedi’ diye serzenişte bulunduğumu hatırlıyorum. Ancak Hocamın sorumu böyle cevaplamakta ne kadar haklı olduğunu, tekneni ebrucuya her şeyi söylediğini seneler geçtikten sonra, Hocam artık hayatta değilken idrak edebildim.

Alparslan Babaoğlu’nun hocasından aldığı icazetin hikâyesi ne kadar tebessüm doğuruyorsa, hocasının henüz yaşarken vefat ilanını talebesinin vermesini vasiyet etmesi de o kadar hüzün doğuruyor. Velhasıl kelam; bir tarafta ebrular, sohbetler, tespihler, diğer tarafta Edhem Efendi’ler, Necmeddin Okyay’lar, Niyazi Sayın’lar derken muhabbetin, sanatın, vefanın kâğıtlardan taşıp gönüllere konduğu bir kitabı bitirmiş oluyoruz. Aşk ile bir dahi: Göçenlere rahmet, kalanlara afiyet.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit'in 32. sayısında yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder