Türk tasavvuf tarihi için en nadide bilgiler, hiç şüphe yok ki hatıraların arasında gizlidir. Mana sultanlarını daha yakından tanımak adına eşsiz birer imkân olan hatıra kitapları; onların yetiştikleri muhiti, dönemin manevi iklimini, toplumun düşünce dünyasını ve hatta siyasi tansiyonu öğrenmek adına da pek kıymetlidir. Okuduğum müddet boyunca her sayfasında ayrı lezzet almam münasebetiyle fakire belgesel zevki yaşatmış bir kitaptan söz açmak istiyorum: Şefik Can Hatıralar. Hazret-i Pîr Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin âşığı, ömrünü Mesnevî çalışmalarına ve bu çalışmaları insanlığa sunmaya adamış, sertarîk mesnevîhan Şefik Can Dede’nin uzun yıllar hizmetinde bulunmuş sevgili Hayat Nur Artıran hocamızın hazırladığı bu hatırat; muhibbân-ı kütüb için bulunmaz bir ilaç.
Vaktiyle Hayat Nur hoca, yedi yıl boyunca gece-gündüz dizinin dibinde olduğu hocasını iki kelimeyle anlatmıştı: tevazu ve mahviyet. Günümüz toplumunda, bilhassa gençlerin ciddi bir anlam arayışı içinde olduğunu gözlemliyoruz. Hayatını adayacak bir şey bulamamanın neticesinin hüsran olduğunu büyükler bizlere daima öğütlemiştir. İşte, “Bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusuna bir cevap olarak Şefik Can Dede’nin bereketli ömrü şimdi sayfalara dizilmiş bir hâlde önümüzde duruyor. Ne görüyoruz bu ömürde? Evvela yüksek bir ilim aşkı. Her türlü zarurete rağmen öğrenmenin, öğrendiğini derinleştirmenin, bu derinliği giderek özümsemenin ve dolayısıyla başkalarına da “rol model” olmanın hikâyesini görüyoruz. Kuleli Askeri Lisesi, Pangaltı Harp Okulu ve Kara Levazım Okulu sonrasında uzun askerlik yılları boyunca Şefik Can Dede her ne olursa olsun insanlık yolunun adımlarını takip etmiş. Elbette bu yol, tek başına yürünmesi mümkün olmayan, muhakkak bir rehberin gözetiminde sürdürülmesi gereken bir yol. Dedemizin rehberi ise Tâhirü’l Mevlevî Efendi. Peki tanış olma hadisesi nasıl gerçekleşiyor? Şefik Can Dede, Süleyman Nazif Bey’in Bataryayla Ateş kitabını okuyor ve Şeyh Şamil hakkında yazılmış olan iki buçuk sayfalık yazı vesilesiyle büyüleniyor. Şeyh Şamil’i daha yakından tanımak için sahhaflara gidiyor. Kitapçı Hulusi Efendi, “Tâhirü’l Mevlevî hazretleri, Şeyh Şamil hakkında bir eser yazdı fakat o eser Enver Paşa tarafından toplatılıp Kafkasya’ya gönderildi. Kitapçılarda bulamazsın. Sen bu eseri git Tâhirü’l Mevlevî’den iste, ancak kendisinde vardır” diyor. Dedemiz sora sora evi buluyor ve Tâhirü’l Mevlevî’de kitabın bir nüshası olduğunu öğreniyor. Hatta Tâhirü’l Mevlevî, “Yukarı çıkıp okuyabilirsin” diyor. Bunun üzerine Şefik Can Dede ta Çengelköy’den geldiğini, yatılı bir talebe olduğunu, vaktinde okula dönmesi gerektiğini söyleyerek kitabı bir haftalığına rica ediyor. Tâhirü’l Mevlevî’nin cevabı “Oğlum, kusura bakma, ben kimseye kitap veremem. İstiyorsan gelir yukarda okursun” olunca, oradan kırgın olarak ayrılıyor.
Aradan yıllar geçiyor, 1935 senesinde Kuleli’ye öğretmen olarak tayin ediliyor Şefik Can Dede ve staj görmesi için Tâhirü’l Mevlevî’nin himayesine veriliyor. Canı sıkılıyor bu duruma; küçücük bir kitabı bile kendisine güvenip vermeyen bu kişi ona öğretmenlik yapabilir belgesi nasıl verecektir? Şefik Can Dede’nin Farsçaya ve Hz. Mevlânâ’nın şiirlerine olan merakı, hocasına saygılı davranışları, nöbetlerini tutuşu ve onu daima rahat ettirmeye çalışması Tâhirü’l Mevlevî tarafından sevilmesine vesile oluyor. Sonradan evine gittiğinde, ilk tanışma hadisesini anlattığında Tâhirü’l Mevlevî şaşırıp, “Sen o muydun?” diyor ve bu hadiseden dolayı yaşanan hüznü ortadan kaldıracak bir işaret veriyor. Bu işaret, Tâhirü’l Mevlevî’nin kütüphanesinde, kitapların üzerinde büyükçe bir kartona yazılmış Arapça bir beyti gösteriyor. Türkçe meali “Benim dünyadaki sevgilim kitaplardır. İnsan sevgilisini, bir zaman için bile olsa, başka birine verebilir mi?” olan bu beyti okuduktan sonra “Çok haklısınız” diyor Şefik Can Dede ve hocasının elini öpüyor, daha sonra ise kendisinden el alarak manevî talebesi oluyor. “Onunla geçirdiğim her zaman ibadet gibidir” diyor ve şunları ekliyor: “Allah’ın en büyük lütfu, keremi olarak maddi ve manevi öğretmenlik icazetimi Tâhirü’l Mevlevî gibi büyük bir velinin elinden almak bu naçiz kula nasip oldu.”
Şefik Can Dede’nin babası, son nefesini verirken bile kitaplarını düşünen, oğlunun rüyalarına girip kitap hususunda telkinde bulunacak kadar kuvvetli bir kitap sevdalısı. Burada bir anı var: Şefik Can Dede, babasından kendisine kalan kıymetli bir yazma eseri, ehil gördüğü bir kimseye hediye ediyor. O gece babası rüyasına giriyor ve kitabı yanlış kişiye verdiğini söylüyor. Böylece anı içinde bir anı daha açılıyor: Şefik Can Dede’nin babası da bir Hz. Mevlânâ ve Tâhirü’l Mevlevî hayranı. “Kendisi müftü idi, din adamıydı ama sanat, tarih, edebiyat ve şiire çok meraklıydı. Daha küçük bir çocukken bana Mevlânâ’dan, Hâfız’dan, Sadi’den şiirler öğretirdi. Özellikle Tâhirü’l Mevlevî’nin yazılarını ve şiirlerini yakından takip ederdi.” diyerek belki de “evlat babanın sırrıdır” sözüne tarihi bir vesika sunmuş oluyor.
“Ben her zaman nerede bir Allah dostunun ismini duysam hep gidip kendileriyle tanışmak dualarına nail olmak isterdim.” diyen Şefik Can Dede, bizlerin ancak kitaplardan isimlerini ve hayatlarının küçük bir bölümünü öğrenebileceğimiz nice mana sultanıyla tanış olmuş. Midhat Bahârî, Ahmed Avni Konuk, Osman Kemalî Efendi, Abdülaziz Mecdi Tolun, Yaman Dede, Ahmed Remzi Akyürek, Mahmud Sadettin Bilginer, Hasan Lütfi Şuşut, Mahmut Sami Ramazanoğlu, Ladikli Ahmet Ağa, Muhammed Raşit Erol… Bendeniz bu zenginlik içinden bir hatıra aktarmak zorunda olduğumun farkındayım. Hem bu yazıyı yazdığım gece vuslat sene-i devriyeleri olması hem de teferruatı fakirde olan hususi muhabbetim sebebiyle, Muzaffer Ozak Efendi’yle Şefik Can Dede arasındaki pek güzel hatıralardan bir bölüm nakletmek isterim: “Kitap sevgisi, beni her hafta Sahhaflara uğratırdı. Eskiden Cuma günleri tatildi. Böylelikle her Cuma günü büyük bir camiye giderdim. Bazen Sultanahmet’e, bazen Ayasofya’ya, bazen Süleymaniye’ye, bazen de Fatih’e… Fatih Camii’ne gittiğim zamanlar, oradaki merdivenden camiye çıkarken, merdivenlerin kenarında, yerlere dizilmiş kitaplar görür ve gayriihtiyarî bakardım. Kimi zaman da bu kitaplar musalla taşının üzerinde sergilenirdi. Bazen arzu ettiğim dinî içerikli kitaplar olurdu ve onlardan alırdım. Orayla çok genç, zayıfça, temiz yüzlü bir delikanlı ilgilenirdi. İşte bu genç Muzaffer Bey’di… Kuleli’de öğrenci iken tanıştığım Muzaffer Ozak Efendiyle albay emeklisi olduğum zaman bile görüşüyorduk, birbirimizi hiç bırakmadık. Dükkânına gittiğim zamanlarda, bana layık olmadığım itibarı, sevgiyi, ilgiyi gösterirdi. Bir gün bana; Hz. Mevlânâ’ya çok şeyler borçlu olduğunu, onun Mesnevî’sini okuyarak manen çok dereceler aldığını ve böylelikle gönlünün açıldığını söyledi… Bendeniz Tâhirü’l Mevlevî’nin Mesnevî’nin eksik kalan ciltlerini tamamlamaya çalıştığım sıralarda, Hacı Muzaffer Bey Amerika’ya gitmişti. Oradan dahi bana telefon edip bu şerhi tamamlamamı ısrarla beyan ederek söz konusu çalışmanın Tâhirü’l Mevlevî tarafından Türkçeye yapılan şerhini tamamlayacak çok mübarek bir kitap olacağını söyledi… Birkaç ömre sığdırılacak şeyleri kısa sayılabilecek mübarek hayatına sığdırmıştı.”
23 Ocak 2005’te âlem-i cemâle doğdu Şefik Can Dede. Şişli Camii'nde kılınan cenaze namazının ardından gazetecilerin “Hocanız hakkında ne söylemek istersiniz?” sualine Hayat Nur Artıran şu cevabı vermişti: “Benim hocam bir hiçti”… Şefik Can Hatıralar, hiçliğe adanmış aziz bir ömrün vesikası olarak yalnız kütüphanelerimizde değil, gönüllerimizde de çok ayrı bir yerde bulunacak.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Muhit dergisinin 28. sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder