“Bir aynaya yansıyan ayna ne gösterir?”
Bitmeyecek Öykü’de, Michael Ende böyle bir soru atar ortaya. Ayna, karşısındakine göre konumlandırır kendini. Doğrudan bir varlığı hem vardır hem yoktur. Ayna, karşılıklı ilişki içindedir. Gösterdiği ile var olur. Kendi varlığı, eğer karşısında bir görünen yoksa esasında pek de önemli değildir. Ancak karşısında bir görünen olduğunda onu gösterebilmesi için de kendine ait bir varlığa sahip olmak zorundadır. Ayna, berraktır. Görüneni, olduğu gibi gösterir. Bazen farklı şekiller alabilir ama yine de özü hırpalamaz. Hırpalanan olacak mıdır? Belki bakan!
Kürşat Çelik, Kara Hikâye’de okuyucusuna ayna işlevi yapmıyor, bize hayatı doğrudan göstermiyor. Kara Hikâye, aynanın karşısında yer alan ayna olarak çıkıyor karşımıza. Görüneni gösteren aynaya, kendine has tarzıyla, yeniden ayna oluyor ve biz görüneni, yazarın gördüğü açıdan görüyoruz. Hırpalanan var mıdır? Okuyucu elbette ancak yazarın hiç hırpalanmadığını kim iddia edebilir?
Çelik’in öyküleri bir hastanın odasına da sızsa, bir dergâha da sızsa, hiç gelmeyen rüyalara da sızsa başından sonuna, parçadan bütüne insanın bitimsiz derdini, dert denen olguyu, bekleyişi, tedirginliği anlatıyor. Bazen sarpa sarmış, bazen ise aşikâr bir tedirginlik. O yüzden Çelik’in öykülerinde bir ses çekip gidebilir, bir insan çığlık olabilir, bir elma alınmadan da yaratılış başlayabilir…
Çünkü insan bir öykü kahramanı değildir, bizatihi öyküdür.
Evet, insan, yaşar ve ölür. Arasında geçen zamana yaşam denir. Yaşam kimilerine göre son derece keskin bir gerçektir, bıçağın sivri ucudur, kıldan ince kılıçtan keskindir; kimilerine göre ise rüyadır, gerçek değildir ve rüyanın doğru tabir edilmesi gerekmektedir. Kürşat Çelik gerçeği tahlil ederken, rüyayı tabir ediyor, aynı zamanda da okuyucuya tahlil/tabir payı bırakıyor. İnsan, yaşar ve ölür. Acı hep yanı başındadır. İnsan doğar, emekler, yürür, (belki yürüyemez, aklı zayıfçadır, olmadık yerlere pisler), konuşur, (belki kendi kendine, belki giden/ölen birinin ardından), yazar, bekler, sevinir, üzülür, heyecanlanır, korkar, yanılır, zanneder, ferahlar, yanar (bazen ateşle kucaklaşır, bazen bile isteye yanar, bazen de ateşi, alevi deniz sanır, su sanır), koşar, yorulur, ölerek dinlenir. Acı hep yanı başındadır. Acı hep oralardadır. Acı sayfanın bir yerlerinde kendini göstermek için beklemektedir. Kalem istese de istemese de, acı kendini gösterecektir.
Bizim maksadımız yazarın ne anlattığı değildir. Biz yazarın nasıl anlattığıyla ilgileniyoruz. (Hep öyle yaptık.) O yüzden de aynadan geçemiyoruz. Nedir bir ayna ile ayna karşısındaki aynanın farkı? İnsan, yaşar ve ölür. Ayna, insanın arkasından sela okunduğunu gösterir. Aynanın karşısındaki ayna ise o selanın tam üç kez okunduğunu gösterir. Katletmenin büyüsünü pekâlâ bir ayna yansıtabilir ama “çok nazikçe katledildiğini” birinin ancak aynanın karşısındaki ayna ile görebiliriz.
Görebiliriz diyoruz çünkü yazarın görevi görüneni göstermek değildir, görmek okuyucunun işidir. Yazar soluğunda bile soru barındıran, yaşamın ne olduğunun peşinde koşarken kendi yaşamını bazen ıskalayan kişidir ve o okuyucuya acının ne olduğunu veya nasıl geçeceğini göstermez, acıyı gösterir sadece. Acıyı görmek okuyucunun görevidir. Yazar, okuyucunun kendine sormaktan kaçındığı soruları sorabilen kişidir. Ancak eser, yazarı öldürür. Okuyucu eser ile baş başadır, yazar ile bir hesabı kalmamıştır. Yazar da böyle olması için çabalamıştır. Yazarın gösterdiği kendisi değildir çünkü başlı başına yaşamdır. Açığa çıkmaz. Cevapları sunmaz. (Belki kendi de bilmez!) “Çünkü cevap vermek açığa çıkmaktır.”
Acı hep oradadır ve insan sıklıkla yüzleşmek istemez, kaçar acıdan. Karşısına bir ayna çıkacak ve kaçtıklarına ona gösterecek diye korkar. Belki de aynadan kaçmanın bir yolu da aynanın karşısına başka bir ayna ile çıkmaktır. Kürşat Çelik’in dediği gibi: “İnsan kendisini boşluğa bırakınca, boşluğa düşmekten kurtulabilir.”
Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder