16 Şubat 2021 Salı

Esas mesele kaldığın yerden devam etmek

"Ben kurulmak için kırılmaya razıyım."

İnsan, hayatın ritmini yakalamaya çalışırken neler kaçırır? Zaman, geniş bir vakit değil de unutulması güç bir an mıdır? Bir saatin mekanizması üzerine düşünürsek nelere ulaşırız? Kol saatleri, duvar saatleri, masa saatleri, cep saatleri; zamanın kıymetini bilmek için insanın dört bir yanını çevirmek yahut kollamak için mi üretilir? Kaçan akrep midir yoksa yelkovan mı? İnsanlar ve saatler arasında nasıl benzerlikler vardır? Neden saat tamircilerinden sakin bir tavır, mütebessim bir çehre ve safalı bir gönül beklenir?

Dedemden geriye kalan bozuk Seiko 5'i tamir ettirmeyi uzun zamandır düşünüyordum. Günümüzde 'helal süt emmiş' diye tabir edilen insaflı esnaf yahut işinin ehli bir saat ustası bulmak gittikçe güçleştiği için bu zaman hep uzadı. Bir türlü tamir ettiremedim. Kol saatimi değiştirmek için saat kutumu her seferinde başka bir saati takmak için açtım ama önce hep ona baktım. Sanki ondan destur alıyordum saatimi değiştirirken. "Seni de bir türlü yaptıramadık, hakkını helal et" der gibi bir mahcubiyet de vardır elbette hâlimde. Sonra, bizim salonda yine rahmetli dedemden kalan bir duvar saati de gözüme çarpıyordu paslanmış aksanı ve donuk, durmuş cismiyle. Ruhu yok muydu? Bal gibi vardı. Yoksa tek bir bakışla hatırlatmazdı tüm anıları yeniden. Ruh dediğimiz şey hatırlamıyorsa eksiktir. İlk hatırlaması gereken de nereden kopup geldiğidir.

Bu duyuşlar ve düşünüşler içinde, evin -pandemi sebebiyle- ruhumu çökertmeye hazır yanlarıyla sarıldım Kuğu Boynu'na. Alt başlığında "kusursuz yenilgiler ilmihali" yazması endişe yerine huzur verdi diyebilirim. Çünkü kalemin sahibini biliyorum. O, okurunun elinden tutar, yolun sonunda dek bırakmaz. Beraber kaybedilir. Beraber mağlup olunur. Üzüntüler beraber yaşanılar. Evet, kazanca dair bir şey yazmadığımın farkındayım. Yenilginin kusursuzu çok güzeldir ama. Ne lütuflar vardır orada, ne hikâyeler, ne anlamlar... Okurun ve yazarın dışında kimler var hikâyede? Maden kazasında babasının vefat etmesinden sonra İstanbul'a yerleşen Mualla var. "Bugün pansuman edilen, sağaltılan yara, geçmişte çekilen acıyı niye yok etmiyor sizce? Çünkü her zaman dilimine, bir parçamızı koyarak ilerliyoruz. Bir parçamız burada iyileşse bile, başka bir parçamız orada kanamaya devam ediyor" diyen Mualla. Her şeyin farkında olup hiçbir şey yapamayacak kadar mağlup Mualla. Birçoğumuzun iç sesi, iç kanaması... Mualla'yı babasının bir emaneti olarak kabul eden ve gözeten eski bir mühendis, Atilla var. "Aramak mı, bulmak mı? Hangisidir bizi biz yapan? Avlanan kadar avlayan da sürüye dâhil demişler. Aramak kadar bulmak da paradoksa dâhil... Bulup yitirmek, yitirmek ve geri bulmak!" diyen Atilla. Sorularını sorunlara dönüştüren, sevilirken nefret ettirmeye çalışan, sadece mesleki anlamda değil birçok yönden yerin dibine girmenin yollarını bulabilen Atilla. Sonra, antika bir saatin peşine düşen Metin var. Hikâyenin gölge karakteri. Varlığı ve yokluğu bir, bu yüzden olmazsa olmaz belki de. Sanki okuru temsil ediyor biraz, kurgunun sadığı. Bülent var, her şeyin altında bir şey arayanlardan nefret eden ama duvarın içinden gelen tik tak seslerinin peşinden gidip her şeyi arayan. Dolayısıyla ince, hassas, kırılgan. "Cuma hutbesinde dinlemiştim. Onlar dünyaya yeniden bizi döndür de iyi şeyler yapalım derler, Rabbimiz ise 'bu boş bir sözdür artık' der ayetinde. İnsan dünyada da ahirette de boş boş konuşuyor demek ki" diyen. Son derece celalli bir saatçi var bir de. Ruhsal olarak değil de maddesel olarak kurtuluşa erenlerden olmak isteyen. Hızır'ı bekleyenlere nazire yapar gibi kendisini o sefil hayatından çekip çıkaracak derin, meraklı ve mutlaka zengin kimseyi bekleyen. Her kendi kendine söylendiğinde kendini bulabilen ve bu sebeple "saat kurulunca, insan kırılınca yerinde duramaz artık" diyebilen... Murat Usta var, Mualla'nın çok sevdiği babası, Atilla'nın yanında vakit geçirmeyi sevdiği tek kişi. Vaktiyle öğretmeninin, işaret ve orta parmağını birleştirip göğsüne iki kez vurarak ve ardından "burası temiz olacak evladım önce" deyişini rehber edinmiş Murat Usta. Yerin yüz kat altını bile gül bahçesine çevirebilecek düşü kurabilen. Hayri İrdal'ı da unutmamak lâzım. Kendi ruhunu keşfe çıkmış bir seyyah, münevver bir saatçi Hayri İrdal. Evet, evet. Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nden...

"Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır... Buda gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!" diye yazmıştı Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde, Tanpınar. "Zaman bir asansör gibi ya indirir insanın ruhunu ya da çıkarır. Ama asla istediği katta durmaz." diye yazan da Ayşegül Genç, Kuğu Boynu'nda. Dolayısıyla hikâyenin baş kahramanı zaman. Yeryüzüne ve insana hiç acımayan tarafıyla, merhametini ve şefkatini hazır tutan yönüyle, derdi ve neşeyi harmanlayan becerisiyle zaman. Ayşegül Genç, bir saatin mekanizmasından kuvvet alarak kurmuş hikâyesini. Böylece zamanın ne yöne aktığını da keşfetmesi gerekiyor okuyucunun. Bu keşfi hayatımıza doğru tutarsak eğer şunu görebiliriz: Her şey bitti denilen yerde başka bir şey başlıyor. O hâlde başlamak nedir, bitmek nedir? Fakir burada, Fütûhât-ı Mekkiyye'de karşılaştığımda tüylerimi diken diken eden bir söze başvurmak isterim. Şöyle demiş İbn Arabî sultan: "Bilmelisin ki Âlem küre şeklinde olduğu için insan sonundayken başlangıcına özlem duyar. Yokluktan varlığa çıkmamız O'nunla gerçekleştiği gibi yine O'na döneriz. Her iş ve her mevcut, kendisinden var olduğu başlangıca dönen bir dairedir."

Kuğu Boynu'nda da bunu görüyoruz aslında. Sevdiklerimizi toprağa gömsek de onlarla ve hatta onların meseleleriyle yaşamaya devam ediyoruz. Ölen kim oluyor bu durumda? Hatta kim değil, ölen ne? Ceset ölüyor, beden ölüyor. Ruh olduğu gibi duruyor. "İnsan ölür ama (u)ruhu ölmez" demiş türküde. Demek ki insan için yürünecek yollar bitmiyor. Öyküde, "kendi içine doğru yürüyene yoldan bol ne var?" diye sorulması bundan. İstisnasız bütün karakterler hikâye boyunca kendi içlerine doğru yürüyorlar aslında. Kimi orada kibrini görüyor, kimi merhametini. Bir dönüşümün gerçekleşip gerçekleşmemesi hikâyeyi ilgilendirmiyor. Tam orada okura düşen "acaba ne olacak?" diye sormak değil bu yüzden, "yaşamak kadar çürümek de bir hayat belirtisidir" diyebilmek. Ne güzel bir hatırlatma: bir yerde bazı eşyalar çürümüşse, paslanmışsa ve hatta yanmışsa, orada oksijen vardır ya hu. Hayat vardır. Hayat varsa her şey vardır. Dolayısıyla mesele insanın koşacağı yeri bilmesidir, kendini bilmesidir. Hikâyeden dinleyelim: "Bir hadis duymuştum rahmetli ustamdan. Rabbimiz demiş ki kul bir adım atarsa ben ona koşarım. Her şeyden münezzeh olan bir yaratıcının koşması mümkün müydü? Sonradan anladım ki koşmaktan kasıt koşturmak, yani Rabbimiz kul bir adım atsın diye dünyadaki tüm nimetleri onun emrinde koştururum demek istiyordu belki de. Zamanı, mekanı, diğer insanları, hayvanları... Bu yüzden koşar zaman. Bizim için koşar. Yelkovanın koşuşunun tek sebebi akrep bir adım atsın içindir. Ey insanoğlu bak akrebe benzeyen bir yönün daha çıktı."

Çürümenin Kitabı'nda Cioran'ın söylediği gibi; zamanın sınırsızlığı fazlasıyla acımasızdır. Her saniye dayanılmaz bir azaba dönüşebilir, her an bir darağacına çevrilebilir. Ama zaman teselli eder. Üretimin en büyük kaynağı olan sıkıntı, zamanın bir hediyesidir. Çaresizlik kamçılandıkça zaman ihlal edilmiş olur. Hayat ancak zamanın ihlâl edilmesiyle bir anlama kavuşur. Bu ihlâl için sormak, sormak, sormak gerekiyor. Ayşegül Genç, bilincin en affı olmayan yanına, hatıralara işaret ediyor. Kuğu Boynu'nda birini hatırlamakla göçük altında kalmak neredeyse aynı anlama geliyor.

Kaldığın yerden devam etmek. Belki de tüm mesele bu. Çünkü: "Sadece yeniden başlamaya niyet edenlerin yüzü gerçektir."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder