"Dağlar var dağlardan yüce
Dağ mı dayanır bu güce
Derdimi üç gün üç gece
Söylerim bitmez yalınız."
İstanbul'da doğup büyümüş arkadaşlarla bir araya geldiğimizde hep yakınırız, "gidecek bir köyümüz bile yok" diye. Bilesi fazla. Biz büyükşehir doğumluların gidecek bir köyü, ayağını sokacağı bir deresi, çıkmaya niyet edeceği bir dağı yok. Derdimize çare kitaplar oluyor. Ama her kitap değil. Gittiği ve gördüğü ve ünsiyet kurduğu yerleri kendine dert edinmiş, bu derdi sanatın türlü yollarıyla -yazı, müzik, fotoğraf- aktarmış kimselerin yazdıkları insanı hiç değilse teskin ediyor. Âkif Emre'nin Mekânı Paranteze Almadan kitabını okurken, hep bu duygu hâkimdi. "Oraları gidip görseydim, muhtemelen böyle düşünürdüm" dediğim ne varsa bulabilmiştim sayfalarda. "Dağ düşüncesine dair söylenebilecek en çarpıcı tespitlerden birini Dursun Çiçek dile getirdi: Tabiatta insana dağ kadar yakın hiçbir mahluk yoktur. Tüm peygamberlerin dağla bir ilişkisi olmuştur." diye yazmıştı merhum Âkif Emre. Sonra kitap bitti ve Dursun Çiçek'in Muhit Kitap'ın deneme serisinin ilk eseri olan Benim Dağlarım'a geldi sıra. Sayfaları çevirmeye başlarken bir ithafla karşılaştım. Sanırım, bir önceki kitapta coşkuyla hissedeceğim benzer duyguları yine hissedecektim: "Âkif Emre'nin aziz hatırasına..."
Erciyes Dağı'nı bütün duygularıyla -bir dağın da duyguları vardır- fotoğraflamış, kimi zaman bir halk ozanı kimi zamansa senarist maharetiyle yazılar yazmış bir yürekten, dağlara doğru giden, gitmediği zamanlarda da o dağı düşünen bir kitabı anlatmak güç. Herhangi bir dağa çıkmayı göze almışlığım yok. Ancak şunu samimiyetle ifade etmeliyim; tasavvufla tanıştığımdan beri dağlara farklı bir gözle bakar oldum. Özellikle geceleri bir dağa dair düşünürken aklıma gayb erenleri gelir, Mevlâ'nın Karîb ismiyle kendine doğru çektiği kimseler, azizler, veliler, yüce gönüllüler... Zaten yüceleri düşünüp de dağları düşlememek mümkün mü? Sonra biraz daha derinlere dalıp, Ahzâb suresindeki "Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir." hikmeti düşünmeye koyulunca, korkuyor insan.
Dursun Çiçek, çektiği fotoğraflarla zenginleştirdiği kitabında kendi dağlarını sıralıyor. Elbette o dağlara giden yolları da. Çiçek Dağı, Erciyes, Aladağlar, Demirkazık, Hasan Dağı, Bolkar Dağları, Toroslar, Dedebeli, Tahtalı Dağları, Bakır Dağı, Honaz Dağı, Nemrut Dağı, Bozdağ, Köroğlu ve İsfendiyar Dağları, Yılanlı Dağı, Ali Dağı... Okudukça ve fotoğrafları seyre koyuldukça, bir insanın dağlarla olan irtibatı okur olarak beni büyüledi diyebilirim. Çiçekdağı'nda doğan ve Erciyes'in duldasında yaşayan, soran olursa dağdan dağa yürüyorum diyen bir yazar var karşımızda. Gözünün ve gönlünün gördüğünü hem fotoğraflara hem de kelimelere sığdırmaya çalışmış. Bir dağı bir kâğıda yahut kareye sığdırmak kim bilir ne kadar güçtür. Marifet güçlüğü değil, sıra dışı olanın sıradanlığını aktarmakta belki de: "Dağda olmak fıtrata dönmek demektir. Emanetin insandan önce dağa teklif edilmesinin anlamı da budur. Dağın bilinci ve iradesi vardır, çağrısı vardır. İnsan dağa gittiğinde kendini daha insan, daha gür ve daha huzurlu hisseder. Yücelik Allah'tan başka genel anlamda dağlar için kullanılıştır. Çünkü dağ müteal olanın tecelligâhıdır. Bundan dolayıdır ki yüce ve kutsaldır. Dağlar insanların ana rahmidir. Kendini arayışta, kendine gelişte ve yeniden oluşta barınaktır insanoğlu için. Dağlarda dağlanmak hakikatte yeniden olmaktır. Kendine gelmek, kendini bulmaktır. Dağda dağı seyreden hakikatte kendini seyretmektedir. Dağda kaybolmak için gidenler yeniden doğuşun, 've’l-ba‘sü ba‘de’l-mevt'in bilincinde olanlardır."
Zirvelere meraklı olan insanları iki kısma ayırıyor Çiçek. İlk kısım, dağı fethetmeye gidenler. Onlar daha çok işin 'turistik' tarafındalar. Dolayısıyla ne kadar zirve yaparlarsa yapsınlar dağı tanıyamazlar, anlayamazlar, göremezler ve bilemezler. Çıktıkları her zirve kendi benliklerini büyütmeye yarar. İkinci kısım dağ tarafından fethedilmeye, 'dağlaşmaya'a gidenler. Onlar dağda kaybolanlar. Her zirve yapışlarında bir sevgiliye kavuşur gibi vuslat duygusunu tadanlar, benliğini yok etmek için gayrette olanlar, dağlaşanlar. Nedir dağlaşmak? Yücelmektir, insan olduğunu anlamaktır, dağ üzerinden tabiat ve yaratıcı ile olan aidiyeti bilmektir Çiçek'e göre. "Nedir bu zirve merakı?" diye soracak olanlara meselenin hikmetini şöyle açıklanıyor kitapta: "Bir dağın zirvesine çıkmak, insanın kendi içindeki yolculuğa benzer. Dağlar da insanın içindeki iniş çıkışlardan farklı değildir. Hatta insanın içindeki uçurum mu derindir yoksa dağlarda karşılaştığımız uçurumlar mı diye bir soru sorulduğunda, muhtemelen insanın içindeki uçurumlar daha derin ve büyük deriz. Çünkü insanın ne olduğunu bilmeyen, insanın içindeki dağı, gönül dağını fark edemeyen, herhangi bir dağa çıkmaz, çıkamaz. Zirvesinde oturduğunda bile o, dağın çukurunda sayılır. Dolayısıyla dağı tırmanmak, dağın zirvesine çıkmak; insanın bir iç yolculuğudur. Kendini anlamak için insan çıkar dağa. Kendini bilmek, kendini bulmak, eşya ve hadiselerin hakikatini idrak etmek için çıkar. Dağ ile kendi arasında fıtri yakınlığı anlamak için çıkar."
Frederic Gros, nefis kitabı Yürümenin Felsefesi'nde "Bazı kitaplar dağların keskin ışığını veya denizin güneşli pırıltılarını yansıtır" der. Benim Dağlarım'daki metinleri dolanırken okur birçok şeye heves edecektir. Hem bir dağın yamacından yeryüzünü seyre dalmanın hem de bir dağa uzaktan bakmanın insana sunacağı lezzetler, yaşatacağı duygular nelerdir kim bilir? Çünkü biz dağları pek önemsemedik, kimse de bize dağları pek anlatmadı. Birçoğumuz hâlâ dağlar konusunda coğrafya derslerinden kalma. Yani hevessiz, meraksız. Tutku zaten yola çıkana, dağlara varana. Oysa dağlar, hele ki bu coğrafyanın insanlarına çok şey çağrıştırmalı. Aklıma geldi şimdi, Dinler Tarihine Giriş'te Mircea Eliade dağlara hususiyetle dikkat çeker: "Her mitolojide kutsal bir dağ vardır. Tüm gök tanrılarının, yüksekte özel bir tapınma yeri bulunur. Dağların taşıdığı dinsel ve simgesel değerler çok fazladır. Dağ, genelde, gökle yerin birleştiği yer olarak kabul edilir; böylece bir merkeze dönüşür."
Benim Dağlarım'ı bitirdikten sonra aklıma hemen Ahmed Amiş Efendi'nin o meşhur sözü geldi. "Dağı dağ, taşı taş olarak gördüğün sürece mürşide muhtaçsın" demiş hazret. Doğanın, eşyanın, insanın hakikatine dair düşünmek için doğayla, eşyayla, insanla samimi bir irtibat kurmak lâzım. Böylece gönül dağı harekete geçer elbet, tecelliler marifete dönüşür, insan hakiki bir insan olur, âşık olur. Artık ölmez. Hayvan ölür, insan ölür mü?
Dağlar insanları çağırır; manzarasına, pınarına, yollarına. Dursun Çiçek'ten öğreniyoruz ki en çok da insanın kendisine gelmesi için çağrışıyormuş dağlar. Bir dağa doğru yürümek, insanın kendi içine doğru yürümesiymiş aslında...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Gönlünüze kaleminize sağlık...
YanıtlaSil