“Terleyecek kan yürek kağıda boncuk boncuk,
Ve şiir bitince rahme düşen her çocuk
şair olacak!"
- Süleyman Çobanoğlu, Şiirler Çağla
Bir şiir kitabını alıp baştan sona okumayalı on yılı geçmiştir. Bir dönem sadece şiirle hemhâl olan biri için pek anlaşılabilir bir durum değil. Kendi adıma edebiyatı şiirle sınırlandırdığım o dönemler mısraların ciddi manada heyecanlandırdığı demlerdi. Dünyanın gerçekten değiştirilebileceği düşüncesinin sihrine bugün bile şaşırıyorum. Sonraları şiir adasından uzaklaştığımı fark eden bir ahbabım bunun sebebini sorduğunda -kısaca- ‘şiirin gerçeklikle örtüşmeyişi’ demiştim. Şiirin, idealden avuntuya dönüşmesi hâlâ düşündüğüm meselelerden. Öyle ki şiir hayat içerisinde nerede duruyor sorusu havada asılı duruyor. Mevzuyu Adornovari (T. W. Adorno, 1903-1969) bir abartıya bulayıp kişisel kaygıyla meşrebime yontarak mağduriyet hıncı devşirecek değilim fakat şiir bir şey vaat ediyorsa o şeyin ne realizmle ne de rasyonalizmle alakasının olmadığını açıkça söyleyebilirim. Dahası, ‘barbarlık’ şiire gelinceye kadar insanlığı kaç infaza uğratıyor saymak abes olur.
Bir yandan salt ütopya olduğunu düşündüğüm şiirin hayatın gerçekleriyle örtüşmediği hissine her gün biraz daha kâni olurken öte yandan şiir konusunda Cemil Meriç (1916-1987) kadar da katı düşünmüyorum. Sadece şiirin özü itibariyle hakikatin nabzını tutabilme ihtimalini zayıf görüyorum. Moderniteyle birlikte hayatın değişen dinamiklerinin bunun başlıca nedeni olabileceğine dair düşüncem elbette tartışmaya açık.
Cemil Meriç şiire meyilli toplumların duyguya ağırlık verdiklerini ve düşünmeyi gerektiren felsefe alanında yetersiz kaldıklarını iddia ediyor. Ona göre felsefe yani düşünce yerine hisse yönelik bu durum ilerlemeyi engelleyen ortamı doğuruyor. Doğu toplumlarında pek rastlanmayan (epistemolojik) ‘düşünme’ ilerlemenin temel dinamiğidir ve felsefeye yatkınlık Batı dünyasının başarısının neredeyse temel özelliğidir. Bu görüşün kökeni Antik Yunan felsefesine kadar gidiyor. Örneğin Platon, şairlerin mimesis (taklit) yoluyla gerçeği perdelediğini ileri sürüyor. Platoncu görüş, sanıyorum, romantizm temsilcileri dışında tüm zamanlarda destekçi bulmuştur. Bunun en bariz göstergesi, Platon’un (MÖ 4 veya 5. yy) şiir ve şair hakkındaki görüşlerinin benzerini Rousseau’ya ve (1712-1778) Hegel’e (1770-1831) kadar uzanan bir yol çizmesi diyebiliriz. Bu düşünceye göre şair gerçeği anlatmaz, kurgucudur. Okuma müptelası Cemil Meriç’in zihin dünyasının şekillenmesinde özellikle ilk dönem için Batılı filozofların ve dolayısıyla Batı felsefesinin payı büyük. Şiir ve şair ile ilgili kanaatinde bunun etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yazının başına dönersek, uzun yıllar sonra baştan sona okuduğum şiir kitabı Süleyman Çobanoğlu’nun geçen yıl Ötüken Neşriyat’tan çıkan Tamgalar’ı oldu. Çobanoğlu’nun Şiirler Çağla ile hafızamda ‘özge’ bir yeri var. Unutmak adlı şiirindeki “Hafıza mı, ölüm mü, hangisi daha kolay?” dizesi ara ara yankılanır zihnimde. Sadece anlamsal uzamı değil tınısı da içimi yumuşatır. Şiirin yapabileceği en uç noktanın bu olacağı kanaatindeyim. Şiir, hissi estetize edebilir en fazla, gerisi yanılsama.
Tamgalar, Süleyman Çobanoğlu’nun üçüncü şiir kitabı. Ötüken Neşriyat bir güzellik yapıp 2009’da yayınlanan Hudayinabit ve ilk baskısı 1997’de yapılan Şiirler Çağla’yı da Tamgalar ile birlikte edebiyat dünyasının sularına bırakmış oldu. Şair ve yayıncı üzerine düşeni yaptığına göre eğer yolu varsa, şiir yola buradan sonra okurla devam edecek denebilir.
Süleyman Çobanoğlu okuyucusu onun iki konuda hassas davrandığını ‘hassaten’ bilir. Bunlardan biri Türkçe yani dil, diğeri İslam yani dindir. Şair, Tamgalar ile bu ikiliye üçüncü bir halka eklemiş görünüyor. Anane, kültür ya da gelenek diyebileceğimiz bu olguyu en ‘öz’ anlatan kelime ‘töre’ olabilir. Buradaki üçüncü halkanın Çobanoğlu için yeni bir şey olmadığının da altını çizmek gerekiyor elbette. Önceki çalışmalarında bunun göstergeleri fazlasıyla mevcut. Yalnız, Tamgalar’da bu özellik biraz daha öne çıkmış izlenimi verdi bana. Bu sebepten Tamgalar’daki vurguyu ‘Türklük’ şeklinde yorumlayanlar da çıkabilir lakin bu tavrın anlamı daraltmaktan başka bir işe yaramayacağı kanaatindeyim. Tüm ‘özcü’ duruş sergileyen şairlerde olduğu gibi, aşırı yoruma maruz bırakıp kısıtlamak şiiri şiir olarak değerlendirmeye engel olacaktır.
Şiir konusunda teknik detaylara girmek niyetinde değilim. Zira vardığı nokta şiir bitti/bitmedi şeklinde kısır bir yer oluyor. Onun yerine gerçek şiir kendini her şartta belli eder deyip Tamgalar’da dikkatimi çeken birkaç noktaya temas etmek istiyorum. Yukarıda değindiğim gibi, şair iki konuyu; dil ve dini şiirinin omurgası yapıyor. Önceki eserlerinde de bu durum göze çarpıyordu fakat Çobanoğlu’nun Tamgalar’da kullandığı dile ayrı bir özen gösterdiği hemen belli oluyor. Bugün günlük dilde pek yer bulamayan sözcükler bir hayli fazla. Türkçenin etkilendiği diller bir yana, öz varlığından örnekler bulunduğundan okurun eli iki de bir sözlüğe kayıyor. Eserdeki üslup gereği öncekileri göre anlatım epey kısaltmış fakat bu yönelim anlamı daraltmayarak derinleştirmiş diyebiliriz. Dilin yanı sıra ‘töre’ (gelenek, kültür) fazlaca yer alıyor şiirlerde. Bu bağlamda şair yörüklüğünün de verdiği ayrıcalığı ziyadesiyle kullanıyor. Eserde yer alan dinsel ögelerde efsane, destan, mitoloji ve pagan detaylar epeyce mevcut fakat ana damarı ilim ve irfanı bir araya getiren rivayete dayalı geleneksel İslam inancı oluşturuyor.
Tamgalar’ı okurken en çok hissettiğim şey yaşanmadan yazılamayacak ifadeler oldu. İsyan da şükür de, tıpkı insanın zatında olduğu gibi bir arada hatta aynı anda bulunuyor. Kimi politik tepki kimi ahlaki duyarlılık taşıyan öfke yüklü sözler satıhtan zihne çarparak dağılıyor. Yerleşik hayatın hayatı dumura uğratışı, kaybedilen değerlerin telafisizliğinin keyfiyeti düşüncelere salıyor okuru. Süleyman Çobanoğlu Tamgalar’la kadim bir kültürün içinden topladığı düş(ünce)lerden aidiyetini belli eden bir ‘iz’ bırakıyor okurun zihnine.
*Tamgalar, T. S. Eliot’tan (1888-1965) yapılan bu alıntıyla başlıyor.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Acziyetname.. Ve dahası.. Şiir aynadır
YanıtlaSil