"Ama arkadaşlar iyidir."
- Tabutta Rövaşata (1996)
Elde tutulmuş bir bavul. Nasıl bir el? Biraz yorgun fakat umutlu. Yola çıkmaya gücü yok belki ama yola çıkmadan da yapamıyor. Yaşamın değişen ve değişmeyen tüm yanlarını, ceketinin omzundaki tozu savurur gibi savurmaya hazır olabiliyor aniden. Kimi zaman da ceketi bir köşeye asıp dinlenmeye ihtiyaç duyuyor. Nefeslenmeye.
Peki nasıl nefeslenmeli? Edebiyatla, sinemayla, yazarak. Dolayısıyla okuyup izleyerek. Sadece yaşayıp gitmek vardır elbet, onun öncesine işte bu anlamlı eylemler geldi mi o yaşayıp gitmenin de seyri değişir, tadı değişir. "Yaşadım çok şükür" dedirtir insana yaptıkları. Ama bu kadar değil, bir şey daha var.
Ercan Kesal, biliyoruz ki okumayı yazmaktan daha çok seviyor. Zaten yazmasının sebebi de okuduğu ve etkilendiği meseleleri insanlarla paylaşmak. Böylece acı da sevinç de konacağı yeri buluyor. Yani işin özünde insan var. Bir de "arkadaş" var. Gün geçtikçe yitip giden arkadaşlığa bir ağıt gibi yazıyor bu kez Kesal. Velhasıl'ı işte böyle okudum. Arkadaşlığın hayatımızın ulaşılamayacak köşelerine çekilişini sadece seyretmekle yetinmek belki de kederi getirdi okurken gönlüme. "Kendinizi arkadaşınıza olduğunuz gibi gösterin. Sizin gelgitlerinizi bilmesi gerektiği kadar fırtınalarınızı da bilmelidir" diyor Halil Cibran. "Bir adamı tanımak için, düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım hiç değilse" diyor Cemil Meriç. Velhasıl işte bu iki cümle arasında gidip geliyor. Hem Kesal'ın yaşamındaki gelgitleri, fırtınaları hem de tanıdığı insanların acılarını, heyecanlarını anlatıyor. Peri Gazozu'nda, Cin Aynası'nda, kendi trajik hikâyesinden çıkan Nasipse Adayız'da da böyle bir tablo görmüştük aslında. Oradan anlıyoruz yazarın kalabalıklar arasında akıp giderken çarpıp geçmekle kalmadığını. Muhakkak anlatıyor. Şu insan benim hayatıma şöyle şöyle dokundu, bu insanın hayatına ben şöyle dokundum misali. Metin Erksan'ı özel olarak anlatmak isteyişi (Kendi Işığında Yanan Adam) de bundan değil mi? Bu insanlar arası irtibatı düşünüp de dünyayı daha güzel, daha iyi anlamak için türküye yanaşmamak olmaz. Âşık Daimî diyor çünkü: "Kainatın aynasıyım, madem ki ben bir insanım..."
Tanımak isteyip de gerek yaş gerekse şehir sebebiyle tanıyamadığınız şairler, yazarlar muhakkak vardır. Bunlardan özellikle bazılarına dair metinler okurken duygulanırız. Hiçbir şey düşlemeden, hiçbir kaygı gütmeden duygulanırız. Belki onun yaşamıyla kendi yaşamımız arasındaki benzerlik, belki yazdığı bir cümlenin, dizenin hatrı. Mesela benim için Ahmet Erhan öyle. Onu Ercan Kesal'dan okumak, samimiyetle ifade edebilirim ki içimi sarsıyor. Çok isterdim şaire özel bir kitap yazmasını, ne kadar olursa o kadar. Çünkü 'hikâye'de çok şey var: "Sisin içinde kaybolmuş bir fener gibi, dünya derdinin içinde kaybolmuş birisiydi. Öylesine kaybolmuştu ki kendi siluetini dahi seçemez olmuştuk. J. Steinbeck'in Bitmeyen Kavga'sında roman kahramanı, ölen yoldaşının toplanan kalabalığın önünde şu cümleyle uğurlar ve bu kitabın son cümlesidir: "O, kendisi için hiçbir şey istemedi yoldaşlar, hiçbir şey istemedi!". Ahmet Erhan, bu dünyada, kendisi için hiçbir şey istemeden yaşadı ve öylece öldü. Ben şahidim."
Velhasıl'da çarpıcı olan bir konu, şiirin hem Ercan Kesal'ın hem de çevresinin ne kadar önem verdiği bir sanat oluşu. Her an her yerde konuşulan şiire mutlak sadakatle bağlı bir hâl varmış herkeste. Bu durum olan biten her şeye şair nazarından bakmayı da beraberinde getiriyor. Böylece insanın hikâyesi ortaya çıkıyor. Hikâye olmadan hayatın tadı çıkmıyor, elemiyle neşesiyle yaşanamıyor, sadece geçip giden bir ömür için ah vah ediliyor. Hikâyesi olan insanlar, hikâyesi olan filmler Kesal için büyük bir önem taşıyor. Kemal Tahir'i de böyle anıyor, karısı Fatma İrfan'a cezaevinden yazdığı mektubu hatırlatıyor: "İnsanlar bizim günlerimizden daha kötülerini masal yapmasını bildiler. Kuvvetlerimizi felakete karşı deneme fırsatı bulduk. En tatlısı, 'Hey canına, biz neler çektik,' diye söze başlayabilmektir. Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim..."
Edebiyatın cephanelik olma vasfını sevdiği yazarların, şairlerin ve hatta yönetmenlerin düşünce dünyalarından cümlelerle, fikirlerle aktarıyor Kesal. Ama annesiyle ve babasıyla geçirdiği zamanlar, kelimelerin ne işe yaradığı noktasında apayrı bir yerde duruyor. Burada âdetler, gelenekler, mektuplar, fotoğraflar ve yaşamın içinden süzülen davranışlar kelimelere ne kadar ihtiyacımız olduğunu ortaya koyuyor. "Gezegenin ortasında yapayalnız kalmış gibi yaşayan kız kardeşlerimin ve anaların arzuhalcisi, sesi olmayanların sesi olmaktır edebiyat. Bu yüzden kelimeler, mazlumların yaralarını serinleten merhemlere benzer" diyor.
Eduardo Galeano da var Velhasıl'da, Andrey Tarkovski de. Biri edebiyatın gerçekçi boyutunu engin bilgisi ve yaşam görgüsüyle harmanlıyor, diğeri ise gözlerini bir namlu gibi kullanmasıyla hayatı yorumluyor. Buna benzer olarak, Ahmet Hamdi Tanpınar'la Krzysztof Kieslowski arasında kurduğu ilişki de insanı farklı okumalar ve izlemeler yapmaya sevk ediyor. Yine, Tarkovski'yle yaptığı hayali fakat her yönüyle gerçek röportaj; insanın kendisini kandırmasının nasıl bir felaket olduğunu, sanatın insanı manevi bir varlık olarak her zaman kuvvetlendirebileceğini, 'sevme'nin insan hayatına anlam katabilecek yegane yetenek olduğunu hatırlatıyor. Laf dönüp dolaşıp Kesal'ın babasının sözünde -ve elbette boğazımızda- düğümleniyor: "Zengin olsan ne, fakir olsan ne? Yeter ki yüzün yere eğilmesin."
Kitaptaki metinlerden biri de Bozkırda Futbol Hikâyeleri başlığını taşıyor. Benim gibi hem futbola hem edebiyata tutkun olanların -maalesef ki ilki giderek değerini kaybediyor- kitaptaki gözdesi olacaktır. Hayatın fena hâlde futbola benzer olmasını anlatmak belki zordur, ancak insanın doğallığında ve doğanın insana sunduklarında neler olduğu düşlenirse futbolun da kendini anlatmak, paylaşmak ve yardımlaşmak noktasında 'aslında' ne kadar kıymetli olduğu görülebilir. Üstelik hem eğlenceli hem de kıymetli. Demek ki endüstriyel futbol bir şey ifade etmiyor. Formalar birer reklam panosuna döndüğünden beri "gol!" diye ayağa kalkmak bile 'tehlikeli' görülüyor.
Önemsediğimiz fakat dünyanın uğultusundan bir kenara çekilmek zorunda kalan duyguları yeniden hatırlatacak kadar kuvvetli bir kitap Velhasıl. İnsanı bir saz olarak düşünürsek, herkese farklı telinden dokunabilir. Bana en çok arkadaşlık telinden dokundu. Ercan Kesal'a gönülden teşekkür etmek için Ahmet Erhan'ın dizelerinden yararlanmak ve öyle bitirmek isterim: "Severim Doktor Ercan'ı, kendi çapında yüz yataklı dahiliye koğuşudur."
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Teşekkürler
YanıtlaSil