Pierre Bourdieu, bireylerin sosyalleşme süreçleri içinde bazen bilinçli bazen de bilinçsiz olarak içselleştirip eyleme dönüştürdükleri şablonları habitus olarak açıklar. Bu şablonlar çoğu zaman geçmişten gelen hikâyeyle (kültür) yürür. Modernleşme ekseninde kentleşmenin de işe tüm kuvvetiyle dahil olması, habitusu bir çözüm üretme mekanizması hâline de getirmiştir. Dolayısıyla habitusun hem tarihsel hem de dinamik bir özelliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak kitabında merhum Erol Güngör, habitus kavramını bize en yakın formda açıklar: "Başlangıçta büyüklerimizi memnun etmek veya onların hoşnutsuzluğunu uyandırmamak için yaptığımız davranışlar zamanla şahsiyetimizin bir parçası haline gelir, sadece öyle yapılması gerektiğine değil, öyle yapmanın 'doğru' olduğuna inanırız."
Bir konuyu değerlendirirken, bilhassa bizim toplumumuzda dışarının yorumu muhakkak mevzuya dahil olur. Ev ararken karşılaşılan "Ev sahibi bir aileye vermek istiyor, sen bekar mısın?" ya da iş ararken "Daha önceki işinizden hangi sebeple ayrıldınız?" türü sorular dahi habitusu yansıtmaktadır. Philippe Riutort, Sosyolojiye Giriş Dersleri'nde bu uzun konuyu "Kişisel zannettiğimiz eylemler ve düşünceler bize toplum tarafından önceden aktarılmışlardır." diyerek özetler. İstanbul'da yaşanan ve yaşanmakta olan kentleşme faaliyetlerine çoğu zaman modernleşme, teknoloji, gösteriş, dönüşüm, rant pencerelerinden bakıldı. İslamî habitusun içine derinlemesine dalan ve İstanbul'un neredeyse birbirine alternatif olmuş iki semtini ele alan bir çalışmayla karşılaşmamız Mart 2019'da mümkün oldu. İrfan Özet, yıllar süren çalışması karşılığında bu konuda meraklı olan okurlara son derece önemli bir kitap sundu: Fatih-Başakşehir.
"Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus" alt başlığını taşıyan bu çalışma, İslami habitusun içinde yaşanan gerek sosyal gerek iktisadi ayrışmalardan sonra Fatih ve Başakşehir semtlerine yeniden bakıyor. Sosyal sermaye, dini grup ve sivil toplum kuruluşu ağlarının değişimiyle birlikte ortaya çıkan dinamik, Fatih'in de Başakşehir'in de kendi içinde türlü ayrışmalar yaşadığını gözler önüne seriyor. Kitabın giriş bölümünde araştırmacının amacı tüm boyutlarıyla izah ediliyor. İkinci bölümde mekânsal temsillerle birlikte araştırmaya katılanların yorumlarıyla karşılaşmaya başlıyoruz. Özellikle üç ağ söz konusu: politik, dini, iktisadi. Bunların yanında sosyal sermaye ağları da 'ağır toplar' olarak meydan: kökene dayalı ağlar, cami cemaatleri. Geçmişten gelen yurt ağları ve gençlik hareketleri de kimi zaman Fatih'in 'pek bozulmayan' taraflarına omuz vermeyi sürdürüyor.
Üçüncü bölümde Fatih semtinde dışlamanın 'madun' adresleriyle birlikte habitusun nasıl dönüştüğünü okuyoruz. Bireysel inisiyatifler, iktidar aygıtına dönüşen STK ağları ve dini grup ağları bu anlamda önem kazanıyor. Sonrasında dışlama temsillerini irdeliyor İrfan Özet. Zorunlu göç mirasıyla yüzleşen Kürtler, Romanlar, mülteciler ve sıklıkla kullanılan 'Gayrimüslim ajanda' dışlamanın yöneldiği kolektif grupları oluşturuyor. Bir de güven(siz)lik, göç ve kentsel dönüşüm eğimleri gibi dışlamanın mekânsal boyutları var. Mesela gayrimüslimlerle bir arada yaşarken her şeyin 'güllük gülistanlık' olduğunu ancak siyasi faktörlerin yanına rantın çekiciliği de eklenince 'gelenin gideni fazlasıyla arattığı'nı gün yüzüne çıkaran bir örnekte Karagümrük'te yaşayan İhsan şöyle diyor: "Burası gayrimüslimerin olduğu zaman çok güzeldi... Sonra sonra biz bu insanları buradan uzaklaştırdık. Kavgalarla, dövüşlerle... O güzel insanlar buradan gidince, yerine çirkinler geldi. Çirkinler de buradaki bizim gibi yerlileri bezdirdi. Biz nasıl gayrimüslimllere kötü davrandıysak, bu sefer o insanlardan sonra gelenler, bizi rahatsız etmeye başladılar. Demek ki yüce Allah bu işe karıştı."
Bu anlatımdaki bazı ögeler dikkat çekici. Biz-siz, güzel-çirkin ve İlahi adaletin tecelli edişi Türk insanın tüm olan biten dönüşüm karşısında aslında sorgulama sisteminin de çalıştığını gösteriyor. Şu anki rahatsızlığın temelinde, bilhassa Fatih ekseninde mülteciler yatıyor. Mülteciler hem emlak piyasasını alt üst etmiş durumda hem de mahallenin yaşam alanına daire temizliğinden apartmandaki edep erkâna varıncaya dek göze batıyor. İrfan Özet burada mahallenin siyasi figürlerine de ulaşmış. Özellikle parti yönetimlerinde bulunan insanlar arasında belirgin bir mutabakat yok. Kimileri iktidarı sorgusuz sualsiz yapılan bu dönüşüm nedeniyle eleştirirken kimileri de devletin sunduğu nimetlerin görülmediğinden ve nankörlük yapıldığından dem vuruyor. THK Fatih şube başkanı olan Necmi'nin gördüğü ise günümüzdeki siyasi rant tartışmalarının özeti gibi: "Fatih'teki THK şubesinde tüzüğe göre yönetim kurulu beş kişi olmak zorunda. Bu beş kişiyi bulmak için gittiğimde, herkes öncelikle imkânlarını soruyor: "Acaba bize bir faydası olacak mı?" diye. Başka yerlerde de böyle artık. Ben dava adamı arıyorum. Onlar ise "İmkânlarım ne olacak?" diyor."
Nostaljik özlemler Fatih gibi kadim semtlerde ciddi bir ömür geçiren insanların zihninden çıkmıyor. 50 yıl önceki vaziyetle şimdiki akıbet arasında kalanların genel yorumu artık mahallenin, mahallelinin kalmadığı yönünde. Bu da İslâm'da oldukça kritik bir öneme sahip cemiyet-cemaat kavramını dönüştürüyor. Artık bir cemaatin 'merkez üssü' belli bir mahalle olsa bile hem İstanbul'un hem de ülkenin birçok yerinde 'daire görünümlü şubeler' açabiliyor. Semt tercihinde birçok sebep var ancak İsmailağa'ya hicret eden Kadir'in öyküsünü okurken okuyucuyu oldukça etkilenecektir. Ermeni bir aileye mensup Kadir, Müslüman olduktan sonra bilhassa babasının ve çevresinin gadrine uğruyor. Cüppesi, takkesi denize atılıyor. En sonunda dayanamıyor ve kendi tabiriyle İsmailağa'ya hicret ediyor, orada 'abiler' tarafından evlendiriliyor, kendisine daire ve mobilyalar bulunuyor. O da şükrediyor, huzuru bulduğunu söylüyor. Diğer tarafta, tam da nostaljik özlemlere uygun bir mesaj var. Konya göçmeni olarak hikâyesine yer verilen Halil, camilerin sembolik değerini anlatırken geçmişin büyüklerinden ve onların çevresinde oluşan cemaatlerden şu şekilde bahsediyor: "O yıllarda İstanbul'da meşhur bir laf vardı: Pazar günü sabah namazını Çarşamba semtindeki camide kılıp Mahmut Efendi'nin sohbetini dinleyeceksin. Öğlen namazında Erenköy Zihnipaşa Camii'nden Sami Efendi'yi dinleyeceksin. İkindi namazında da İskenderpaşa Camii'ne gelip Mehmet Zahid Kotku'yu dinleyeceksin, derlerdi. Biz de böyle yapardık."
Elbette olduğu gibi kalan, kalmaya çalışan sokakları, mahalleleri hâlâ var Fatih'in. Çapa, Şehremini tarafı her ne kadar Beyaz Türk olarak sınıflandırılsa da 'karşı yaka'da durum farklı. Çarşamba'nın da Balat'ın da Karagümrük'ün de kendine has bir yapısı var. Bu yapı bazılarında kalıntı olarak var, bazılarında gayet güncel ve etkili. Ancak yine de kendi içinde çelişkili. Mültecilerden rahatsız olan, din bahsinde mahalle baskısından yakınan da var, bunların 'doğal korunma yöntemleri' olduğunu savunanlar da var. "Türk dilenciyi özledik!" diyeni de var, "Bir Kürt çocuk gol atınca üzülen Türk görmedim!" diyeni de. Elbette bir de Sulukule var ancak Romanların son yıllarda yaşadıkları drama Fatih'te çok farklı gözlerle bakan insanlar mevcut. Kimileri devletin onlara sunduğu yeni yerleşim yerinin (Taşoluk, Arnavutköy) nimet oluşundan bahsediyor, kimileri ise Romanların orada barınmasının mümkün olmayacağını ve dolayısıyla Fatih'in çeşitli mahallelerine dağılmış vaziyette yaşamaya devam ettiklerinden bahsediyor. Bu konuda Derya Koptekin'in dikkat çekici çalışması olan Biz Romanlar Siz Gacolar'ı öneririm. Bu çalışmayla Çingene/Roman çocukları üzerindeki dolaylı-dolaysız kimlik inşasını okumak, kentsel dönüşümün hiç de göründüğü gibi olmadığını anlamak mümkün... Sulukule meselesinde, partinin mahalle başkanı Ayhan'ın 'hâkim hava'dan etkilenerek dışlayıcı yorumlarda bulunsa da merhamet-vicdan-adalet üçgeninin yarattığı 'arafta kalmışlığı' dikkat çekici: "Ya abla niçin geri geldiniz? Orada seksen metrekare evler verdiler size. Bahçeleri, yeşil alanları, tertemiz havası vardı, dedim. "Biz yaşayamayız orada" dedi. "Neden?" diye sordum. "Yani biz şimdi alışmışız. Elimize beş lira aldığımız zaman burada bakkala gidip iki liralık peynir kestirip, üç tane yumurta, bir liralık zeytin, yarım margarin ve bir önceki günden kalmış ucuz ekmek alabiliyorduk yani. Ama orada bu imkânları nasıl bulalım?" dedi. Yine o abla "Kocam bir parfüm veya mont satmak için oradan taa kırk elli km yol geliyor. Arabamız yok. Otobüs de ancak sabah ve akşam saatlerinde birer tane var. İşte burada günlük otuz kırk lira kazanırsa, onunla tekrar o yoldan eve geri gelecek" dedi. Hakikaten Taşoluk onlar için yaşanılmaz bir yerdi."
Fatih'in Cerrahpaşa semtinde doğup büyümüş biri olarak semtin geldiği hâlin orada yaşayan ve oralı herhangi birini yaralamaması mümkün değil. Birçok insan bu dönüşümü önceden görüp tası tarağı topladı, gitti. Diğer insanlar da zamanla değişen dinamiklerin ve habitusun etkisiyle parça parça semti terk etti. Nereye gittiler diye uzun zaman düşündüğüm olmuştur ve genelde cevaplar hep farklı semtlere çıkmıştır. İşte tam da burada İrfan Özet bizi Başakşehir gerçeğiyle tanıştırıyor. Başakşehir nasıl oluştu, nasıl gelişti, kimler buraya oturmayı tercih etti, kendi içinde (etaplar) nasıl bir dağılımı var, siyaset sahnesindeki tansiyondan nasıl etkilendi, STK'lar ve cemaatler orada nasıl konumlandı gibi birçok önemli soru kitabın geriye kalan sayfalarında cevap buluyor.
Başakşehir'in kuruluş döneminde daha önce hiç duymadığım bir Selametköy hikâyesi var ki özellikle Milli Görüşçüleri çok eskilere götürecektir. Siyasi sahnenin el değiştirmesiyle duran Selametköy projesinden sonra merhum Erbakan'a küsenler dahi olmuş. Ancak bu küskünlük; zamanında projeye dahil olup arsa(lar) satın alan insanların günümüzde Başakşehir'in nasıl bir rant odağı olduğunu görmesi/yaşaması ile rahmet dualarına dönüşmüş. Belediye nezdinde değişen yönetimler ve araya giren Onurkent ile Oyakkent örnekleriyle dışlama sembolleri oluşmaya başlamış Başakşehir'de. Muhafazakâr semtlerden buraya gelen insanların tercih sebepleri, zengin kesimin farklı etaplarda konuşlanması, bazı etapların bilhassa uyuşturucu ve terör faaliyetleriyle bilinmesi, yeni açılan mağazalar, değişen tüketim alışkanlıkları ve çocuk yetiştirirken yaşanan kaygılar adeta şekillendirmiş Başakşehir'i.
Semti şekillendiren bir grup, köyden kente gelen zenginler. Bunlar özellikle muhafazakâr seçkinler bloğunun temelini oluşturuyor. Bir STK platformunun ilk başkanı olan İshak'ın anlatımı durumu özetleyecektir: "Bundan otuz kırk sene önce zengin de olsanız, fakir de olsanız ortalama bir yaşam standardında yaşıyordunuz. Giydiğiniz kumaş, bindiğiniz araba, alışveriş yaptığınız mekânlar ve en önemlisi yaşadığınız alanlar hemen hemen aynıydı. Şu anda her yönüyle, yoksullarla aramızda bir mesafe oluştu. Şimdi benim bir arkadaşım var, Kırşehirli. Maddi düzeyi, Kırşehir'i çok çok aştı. Ara sıra konuşmalarımızda "Oğlum artık Kırşehir'den çık. Kalırsan zarar görürsün. Çünkü oranın üzerine çıkmışsın" dedim... Şimdi ekonomik geliri belli bir düzeye gelen insanlar, daha önce aynı düzeydeki çevresinden sıyrılıp yükselince, orada bir çekememezlik olur. Ben açıkça söyleyeyim, Range Rover cip kullanan birisiyim. Ama eşime-dostuma, akrabalarıma giderken başka bir arabayla gidiyorum. Yani eşimin arabasıyla gidiyorum. Neden? Çünkü bundan rahatsız olabilirler. "Nedir bu? Yedi yüz bin liralık arabayla geliyor. Hava mı atıyor bize?" şeklinde düşünebilirler."
Başakşehir'de ultra lüks yaşamı kendine seçen bir muhafazakâr kitle de var. Bu kitleye uygun mağazalar işletmenin (tutunmanın) bir yolu da pahalı ve en önemlisi de yeni ürünlerle dolu bir 'moda' mağazası oluşturmak. Lem'a, Lady Şah, Butik Hare, Elvan Botique, Al-Marwah, Masqa, Ebrar's, Limante bunlardan sadece bazıları. İsimleriyle de ahvalini az çok anlatan bu mağazalardan birinin işleten Meryem'in yorumları, bize habitusun dönüşümünü hem toplumsal hem de iktisadi boyutta çok net anlatıyor: "Ben mağazayı ilk açtığımda, orta karar ürünler getirdim. Daha böyle normal markalar ve standart fiyatlar olan ürünlerdi. O kadar büyük tepkiler aldım ki! Ama ne tepkiler: "Bu kadar şık bir mağazaya bu ürünler mi gelir!" falan... Hakikaten neredeyse küfretmedikleri kaldı. O derece yani... Ben de bunun üstüne hemen standartları değiştirdim. Ne yaptım? İşte müşterilerin üzerinde gördüğüm kıyafetler, giyim tarzları... Bunları bir ay boyunca inceledim. Sonunda da buranın şeklini değiştirdim. Çok hızlı bir tüketim var. İhtiyaç dahilinde değil alışverişleri. Her hafta gelip alanlar var. "Yeni bir kıyafet gelsin. Kimsenin üzerinde olmasın. Farklı olsun...". Talepler bu doğrultuda. Standartlarını yeni bulmuş, ama nasıl yaşaması gerektiğini bilmiyor. Bakıyor ki, o standartlarda yaşayan insanlar bu şekilde yaşıyor, giyiniyor, altındaki arabanın modeli-markası şu... O da hemen buna bürünüyor. Dedim ya, parayı sonradan bulanlar çok fazla. Ne yapıyor? İşte A kişisi öyle giyiniyorsa... Hani "ikoncan" denir ya, işte bizim kesimin de artık ikonları var. O, öyle giyiniyorsa, bunlar da aynı tarz giyinmek istiyor."
Aslında burada bırakacaktım alıntı yapmayı ama ayrı bir paragrafa şurayı da almasam olmazdı: "Ben kendimi bile bazen sorguluyorum. Tesettürlü kesimde çok büyük bir dejenerasyon var. Artık İslâmi standartlardan çok fazlasıyla çıktık. Bakıyorum, moda adı altında bazıları dejenere oldu. "Acaba ben de bunun içinde miyim?" diye düşünmeden edemiyorum. Nihayetinde ben de ürünleri sergiliyorum. Eskiden dar pantolon yoktu. Şu an dar pantolon giyen epey müşterim var. Mesela sekiz yüz liraya kadar eşarp satabiliyorsunuz. İthal eşarplara talep var, ama hâlâ getirtmeye çekiniyorum. Bakıyorsunuz tesettürlü kesime, Burberry eşarp takıyor, Chanel giyiyor. Bin lira mesela bir eşarp. Ben getirtmiyorum. Gidiyorlar İstinye Park'dan alıyorlar. Baktığınız zaman tekstil piyasası şu an tamamen tesettüre çalışıyor. Mesela Osmanbey ve Bomonti'deki piyasaların hepsini tanıyorum ve gidiyorum. %80'i şu an tesettür yapıyor. Çünkü para tesettürde şu an!"
Dönüşüm sadece tüketim alanında değil sosyal aktivitelerde de gerçekleşiyor. Metrokent'te yaşayan Kemal yaşadığı binanın asansörlerinde yılbaşında yapılacak bir etkinliğe davet afişi görüyor. Afişte "Dj Fatma Civelek sizi yılbaşını çılgınca yaşamak için coşkulu bir partiye davet ediyor" şeklinde bir ifade yazıyor. Özellikle çılgın eğlence, parti, yılbaşı gibi kavramlar Kemal'i rahatsız ediyor. 'Halka'daki gençlere hemen "Şu ilanın üzerine, bu Hadis-i Şerifleri asın!" diyor ve 'müdahale'den sonra reklamlar da ortadan kayboluyor. Muhafazakâr hassasiyetlerin baskı ve kaygı unsuruna dönüştüğü bir ortam da var Başakşehir'de. Çocuklar arasındaki iletişimde rahatlıkla görülebileceği gibi artık çocuklar birbirine küsmüyor, haklarının helal etmiyorlar. Ebeveynlerinden öğrendikleri kavramları, anlamlarını derinlemesine bilmemelerine rağmen kullanıyorlar. Diğer yandan dört-beş yaşlarındaki bir kız çocuğunun alışveriş sepetinde eteklerinin açılmasıyla market görevlilerinden birinin kızın babasına yaptığı "hemen kapatın kızınızın bacaklarını!" uyarısı elbette şiddetli bir karşılık buluyor.
İrfan Özet bizlere bu çalışmayla "habitus"un bilhassa kentli muhafazakârların yapısal dönüşümlerini anlamada ne kadar ciddi bir referans olduğunu da göstermiş oluyor ve şöyle diyor: "Bireyler ve geniş sosyal gruplar habitusları aracılığıyla sosyal dünyaya ve olgulara seslenir. Bu açıdan habitus, erken yaşlardaki sosyalleşme deneyimlerinden hareketle toplumsal dünyayı görme, algılama ve yorumlama düzeyimizi doğrudan biçimlendiren bir arka plandadır."
Duyguların, hassasiyetlerin, kavramların iç içe geçtiği iki semt. Dışlanmanın, baskının, sosyalleşmenin farklı şekillerde tezahür ettiği iki semt. Aynı düşüncelere sahip eylemlerden farklı çıktıların üretilebildiği iki semt. Fatih-Başakşehir; son dönemde şehir düşüncesi üzerine yayınlanmış en dikkat çekici çalışma...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder