Toplum olarak geçen her gün biraz daha ayrıştığımız ve nefret dili içeren söylemlerimizin kutuplaşmayı daha da arttırdığı dillendiriliyor. Hemen arkasından değerlerimizden hangi ara bu kadar uzaklaştığımız soruluyor? Romantizmi ve nostalji perestliği bir kenara bırakırsak yakın tarihimiz hiç de öyle demiyor. Kırk yıl önce aynı sokakta oturanların birbirini boğazladığı toplum başkasıymış ya da altmış beş yıl önce mülkleri gasp edilen gayrimüslimler yabancı bir memleketteymiş gibi davranmayı bırakalım. Örnekler çoğaltılabilir fakat ideolojik eğilimler konuyu sündürmesin diye bunlarla yetineyim. Zaten teki bile meramımı anlatmaya yeter de artar. Mevzuya dönersek, eskiden daha ılımlı, daha hoşgörülü, daha sağduyulu hatta daha nezaketli imişiz! Evet, hepimiz yalıda neşvünema etmiş İstanbul beyefendisiydik, sonra olanlar oldu. Kahrolsun bi’şeyler! Farklı sınıf ve katmanlar arasındaki toplumsal etkileşimin sıfıra yakın olduğu, konjonktürden sıfır oranında haberdar olan, modernizmden sıfır derecesinde etkilenen bir sosyolojik ortamda kültürel, etnik, dini, ideolojik çatışma mı bekleniyor? Kaldı ki, Anadolu’daki sosyal yapıya azıcık aşina olanlar köyünden şehrine nasıl bir ‘feodal’ düzen olduğunu bilir. Hâl böyleyken her yeni jenerasyonun yozlaştığı ve toplumun kadim değerlerini kaybettiği söylemi sığ bir analiz olmaktan öteye gidemiyor. Bu arada eski kuşağın yeni nesli yozlaşmayla tenkidi de yeni bir şey değil. Yaşlıların gençleri suçlaması Antik Yunan’dan Çin’e kadim bir gelenek. İnsanlığın giderek yozlaştığı, evveliyatında daha insancıl olduğu vesvesesi de bu kadim geleneğin bir süreği. Zira her dönem felaket tellalları çıkmıştır. İddia edildiği gibi olmuş olsaydı bunca yazılan kıyamet senaryosu fantezisi hayal olurdu.
Yukarıda söylenenler tüm farklılıklarına rağmen bir arada yaşayabilmeyi düşünebilen insanların varlığına binaen yazıldı. Bu konuyu ele alan kitaplar da bulunuyor elbette. Örneğin Timaş Yayınları’nın neşrettiği İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma birlikte yaşama kültürünün imkanını irdeliyor. Sümeyye Kavuncu’nun çevirisini yaptığı yüz yirmi dört sayfalık kitap, iki Cezayir doğumlu entelektüelin İslam ve Batı üzerine yapılan bir kolokyumdaki (bilimsel tartışma) konuşmalarının kitaplaştırılmasıyla oluşturulmuş. O entelektüellerden biri kitabı da yayına hazırlayan Mustafa Şerif (1950). Şerif, akademisyenliğinin yanında devletin (Cezayir) çeşitli kademelerinde görev almış bürokrat siyasetçidir. Diğeri ise yirminci yüzyılın en fazla tartışılan düşünürlerinden Jacques Derrida (1930-2004). Kimilerince heyecan verici bir keşif olarak değerlendirilen dekonstrüksiyonun mucidi Derrida, kimilerince felsefe yerine anlaşılmayan gevezelik yapmakla itham edilmiş biridir. Her ne yapmışsa felsefe tarihine ismini onu eleştirenlerin önüne yazdırdığı muhakkak.
Derrida, Cezayir’de içine doğduğu ortam nedeniyle ötekilik olgusunu derinden yaşamış ve içselleştirmiş bir karakterdir. Zira köken olarak Sefarad Yahudisi, Katolik Hıristiyan Fransa devletinin vatandaşı ve bir anlamda Müslümanların yaşadığı coğrafyada sömürgeci konumundadır. Her ne kadar Yahudi asıllı olsa da dinsel eğilimleri yoktur ve fakat II. Dünya Savaşı sürecinde ırkçı ideolojilerin Yahudi karşıtlığından hissesini alarak okuldan uzaklaştırılmış, toplumdan dışlanmış hatta vatandaşlıktan çıkarılmıştır. Öteki olmayı derinden yaşamış ve zorluklarını görmüş olan Derrida her zaman evrensel ölçülerde insani değerler ile eşitlikçi ve demokratik toplumu savunmuştur. Bu kitapta da yine aynı tavrı sergiliyor.
Kitap, Derrida ölmeden kısa süre önce (2003) yapılan kolokyum notlarının o öldükten sonra bir araya getirilmesiyle meydana getirilmiş. Metnin büyük kısmını Mustafa Şerif’in değerlendirmeleri oluşturuyor. Derrida soruları cevaplayan olarak kısmi ama önemli bir katkı sunmuş diyebiliriz. Eser öncelikle Batı’nın hegamonik tavrının diğer toplumlara nasıl yansıdığını göstermeye çalışıyor. Mustafa Şerif’in konuyu Batı’nın İslam’a karşı olumsuz tutumuna odaklamasına karşın Derrida daha genel bir çerçeve çizerek Batı-merkezci anlayıştan tüm toplum ve kültürleri kapsayan çoğulcu bir anlayışa geçilmesinin gerekliliği vurguluyor. Derrida’nın altını çizdiği konular arasında demokrasi ve yeni bir uluslararası hukuk düzenlemesinin gerekliliği öne çıkıyor. Demokrasiyi ‘her daim beklenen gelecek’ kavramıyla tanımlayan Derrida, evrensel bir demokrasi reçetesi yazmanın imkânsız olduğunu fakat karşılıklı saygı ve anlama çabasının sorunları çözmeye yönelik bir başlangıç olacağını belirtiyor. Ona göre demokrasinin dayatılarak kurumsallaştırılmaya çalışılması büyük bir hatadır.
Mustafa Şerif’in değerlendirmelerinde iki şeyin öne çıktığı söylenebilir. İlk olarak sık sık Batı’daki entelektüel kesime karşı serzenişte bulunuyor ve İslam’ın anladıkları gibi olmadığını anlatmaya çalışıyor. Ayrıca İslam toplumunun olumsuz imajında Batı kadar olmasa da Müslümanların katkısının olduğunun altını çiziyor. İkinci olarak da Fransa ve Fransızlar ile ilgili yakınlık kurmaya yönelik bir tavır takındığı görülüyor. Şerif’in bu tavrı örtük bir hayranlığın tezahürü olduğunu düşündürdü bana. Bir anlamda bilinçaltındaki Fransız öykünmeciliğinin yansıması diyebiliriz. Şerif’in İslam ve Batı ayrımını yaparken kullandığı kavramlar da benzer bir intiba uyandırıyor. Cezayir özelinde Mağrip bölgesinin hâlihazırda Batı olduğunu söyleyerek tanımlamayı kıyının (Akdeniz’in) kuzeyi ve güneyi şeklinde yapıyor. Burada her iki toplumun ortak noktası Akdeniz olarak beliriyor ve Fransa ile bir ünsiyet bağı kuruluyor. Bu arada, aynı tavrı birçok Mağripli yazarda görüyor olmamız dikkate değer bir detay.
Her iki katılımcı da Müslümanların Batı’nın yanlı ve çifte standartlı politikalarına karşı reaksiyonel tutumlarının sorunu çözmediğini belirtiyor. Derrida, Batı’nın farklılıkları kabul etmesinin bir zorunluluk olduğunu, medeniyet ve cemaatleşmenin farklılıklar üzerine inşa edilebileceğini savunuyor. Mustafa Şerif ise akla ve Vahye vurgu yapıyor ve makul çözümler üretilerek meselenin Batı’ya anlatılmasının gerektiğini söylüyor. Derrida konulara teorik açıdan yaklaşarak çözümlemenin yollarını arıyor ve meseleyi ‘İslamcılığın İslam olmadığı’ söylemi üzerinden temellendiriyor. Aşırı tutumları konusunda Şerif’in de aynı fikri benimsediği görülüyor. Onlara göre radikal tepkiler her iki tarafa da yarar sağlamamakta hatta zararın fazlasını Müslümanlara vermektedir. Derrida çözüm önerisi olarak mevcut seküler anlayışın geçmişten gelen teokratik devlet anlayışından kurtulması gerektiği fikrini öne sürüyor. Ona göre bugün seküler denen Batı dünyası gerektiği kadar din ve siyaset olgusun ayırabilmiş değildir. Demokrasi öncesi yapının etkileri hâlâ sürmekte ve Avrupa’da bu durum biraz daha rayına oturmuş olmasına rağmen ABD’de teokratik anlayışın şekillendirdiği devlet olgusu tüm katılığıyla devam etmektedir. Mustafa Şerif sekülarizm konusunda Batı’nın Müslümanlarla ayrıştığını belirtiyor ve Batı felsefesinde gerek hikmet gerekse dünya-ahiret olgularının karşılığının bulunmadığını savunuyor. Bu yanıyla doğal olarak iki toplum ve kültür arasına mesafe girmektedir.
Derrida’nın da Şerif’in de İslam’ın ve Batı’nın çoklu görünümleri ve temsilleri konusunda hemfikir olduğu görülüyor. Bu bağlamda iki tarafında olumlu yaklaşan örneklerini dikkate almak gerekir deniliyor. Bunun dışında radikal hareket eden Müslümanlar ve bilimcilik yapan Batı’nın tavrının sorgulanmasının zorunlu olduğu savunuluyor. Bugünün Batı toplumunda bilgide ilerlenmiştir fakat ahlaki yön eksik bırakıldığından “dehumanization” (insanlık-dışılaşma) meydana gelmiştir. Batı’nın peşine takılan Müslümanları da aynı tehlike beklemektedir. Batı’yı reddeden radikaller bile Batı’nın yöntemlerini kullanmaktadır. Bu sorun çözmeyi düşünen insanlık, bilgiyle donanırken ahlaki ilkeleri gözetmek durumundadır.
İslam ve Batı Üzerine Bir Konuşma iki tarafın da birbirini algılama sürecini açıklamaya çalışan kapsamlı bir kitap. Diğer bir yönüyle Müslümanları ve Batılı toplumları ortak paydada buluşturmaya yönelik bir medeniyet tasavvurunun romantik bir izdüşümü de diyebiliriz. Metinde ele alınan konular, yapılan tespit ve açılımlar oldukça değerli fakat gerçeklik açışından fiili karşılığının olmadığı/olamayacağı kanaatindeyim. Buna rağmen yine de Doğu ve Batı’nın düşünsel kökenlerine eleştirel bakmanın ipuçlarını veriyor. Özellikle Batı felsefesine nasıl baktığını eserlerinden bildiğimiz Derrida’nın Cezayir, İslam ve Müslümanlara yaklaşımının önemli olduğunu düşünüyorum. Çok fazla teknik detay ve felsefi sorgulamanın yer aldığı kitap birlikte yaşama olgusuna iki farklı kültürün bakış açısının müspet bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.
Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder