"Bu beşer nefsin elinden kurtaramazsın özün
Bir velinin gönlüne gir mekteb-i irfân ara
Hem büyük put benliğindir kesemezsin başını
Pire teslim et özün bir mürşid-i bûrhân ara."
- Sâlih Baba
Böyle bir alıntıyla başlamama sebep, aslında bendeki kitap okuma sevgisine vesile olanlardır. Onların hiçbiri hayatta değil. Ölmüş de değiller üstelik çünkü "Onlar Hayy'dır", her an aramızdadır hepsi. Buna inanmakla başlar birçok yolculuk. Kaliforniyalı Michael Sugich'in, Müslüman olduktan sonraki adıyla Harun'un da böyle başlıyor yolculuğu. 1972'de oldukça köklü bir tarikata bağlanıyor ve hayatındaki bu dönüşümü daha da anlamlandıracak, taçlandıracak izlerin peşine düşüyor. Allah adamlarının peşine. Hem ilim hem de irfan ehlinin peşine. İşte Gai Eaton'ın hatırasına ithaf edilen Ufuklardaki Ayetler, bu ilim ve irfan ehliyle yaşanan hatıralardan oluşuyor.
Kadim tasavvuf yollarından biri olan Şazeliyye'nin Fas'taki şubesi Darkaviyye kolunun piri Şeyh el-Arabi ed-Darkavî'den bizlere kalan nefis bir kitap vardır: Bir Mürşidin Mektupları. İşte bu kitaptan "Hikmet-i ilâhi asla kurumaz" cümlesiyle başlıyor Sugich. Sanki tüm anlattıkları, şeyhin bu sözüne somut misaller getirmek için yazılmış... Sıradan gibi görünenin ardındaki hakikati işaret ediyor, bunu yaparken de öğüt vermiyor. Bu aslında bir şeylere karar vermiş ve akabinde seçmiş, bilinçli insanın üslubudur. Bambaşka bir coğrafyada doğmuş, bambaşka bir iklimde yetişmiş, çevresinin gözünde mesleğinin en parlak isimlerinden biri olacakken hayatını bitirmiş(?) Sugich, öyle bir aşkla ve öyle bir istekle dalıyor ki ummana, hem kayboluyor hem de arıyor. Yaşadığı lezzeti yazdıklarından tahmin etmek az-çok mümkün. Bir tekkenin sıradan muhafızı yahut dervişi gibi görünse de olağanüstü hâlleri olanlar, bir taşı andıran sertlikteki heybesinin içine şeker gibi yüreğini gizleyenler, sesiyle cezbe taşıran müezzinler, nazarlarından kelamlarına dek insanı sürekli zikir hâlinde tutan şeyhler ve elbette tüm bunları 'yaşayan' insanların kesinlikle, evet kesinlikle insan olduğu. Çünkü tasavvufu reddetme gafletine düşenlerin en çok başvurduğu mevzu, insanın abartılması. Kaldı ki seven insanın abartmasından daha doğalı var mıdır? "Sevdiğimi söylemez isem / sevmek derdi boğar beni" diyen Yunus'u olanlar bu abartıyı çok iyi anlarlar şüphesiz. Zaten her şey O'ndan değil mi? Güzel sözler, güzel sözler, güzel hâller. Hepsi ondan değil mi? 'Allah adam'larının alışverişi, bu pazar hep O'nun değil mi? Bu hususta sözü, er olanlara bırakmak gerek. Anadolu'nun fütüvvet sultanı Ebu'l Hasan Harakânî, "Perdenin gerisinde seni beni bir konuşturan var / perde kalkarsa ne sen kalırsın ne de ben" dedi ve bundan neredeyse bin sene evvel göçtü. Göçtü ama gitmedi. Çünkü onlar Hayy'dır, daima aramızdadır. Göçerler ama gitmezler.
Velîlerin içinden seslenen Sugich okura onların varlıklı-yoksul, muhabbetli-sessiz, neşeli-gamlı olabileceğini hatırlatıyor. Her birinin meşrebine göre başka birilerine ikramda bulunduğunu söylüyor. İşte bu ikramlar Hakk'tandır. Tıpkı varlık gibi, gam gibi. "Velayet bu dünyada sıkıntısız bir hayat sürmenin garantisi değildir. Velayet, ahirette sıkıntısız bir hayat sürmenin ve bu dünya hayatını yaşarken imtihanları adam gibi taşıyabilmek için gereken irfana sahip olmanın garantisidir." diyor Sugich ve 1972'de âlem-i bekâya göçen Darkavî-Habîbî şeyhi Muhammed İbnü'l-Habîb'in dîvanından şu sözü önümüze koyuyor: "Onlar bir şey yapacakları zaman hiç şüphe yok ki Hükm-i İlâhî tarafından evrilip çevrilen birer alet gibidirler."
Fas ve civar coğrafyalarda geçirdiği tüm zamanı ehl-i irfanın peşinden giderek doldurmaya çalışır Sugich. Böylece zaman, gelip geçici bir şey olmaktan çıkıp varlığın anlam bulduğu bir kaba dönüşür. Bu kap, velilerin sözleriyle ve dervişlerin hâlleriyle dolar da dolar. Tefekkür, bu doluluğu hazmedip özümsemek için bire birdir. Nitekim ism-i Celâl'i binlerce kez zikreden çöldeki bir topluluğun, çölden topladıkları taşlarla zikirlerini sayıp daha sonra her bir taşı çömleğe attıklarını görür. Bir şey sormadan bekler. Bu taşların zamanla çömleği doldurduğunu ve her dolu çömleğin bir mezar taşına döndüğünü hayretle izler. Bu esnada şeyhin oğlu, dünyanın cazibesinin günümüz insanına üstün geldiğini, özellikle genç erkeklerin şehirlere gitmesindeki en büyük sebebin bu cazibe ve konfor olduğunu söyler. Sahip olmadığı -ve aslında hiçbir zaman olamayacağı- her şeyi romantikleştiren modern insan fânilik hissinden de uzaktır. Tam da bunu tefekküre dalar Sugich: "Etrafımı çölün aldığı, arka planda kerpiçten kale kasabasını gördüğüm o dakikalarda, dünyanın geçiciliğiyle ilgili tefekküre daldım. Her şey geçip gidiyordu işte... O geçip giden şeylerden biri de bendim. Âdeta bu dünyadan olmayan bu topluluk da, içinde yaşadıkları kum ve çamurdan kasaba da geçip gitmekteydi. Bunları düşünürken inanılmaz kuvvette bir fânilik hissi kapladı bütün benliğimi." (Burada Salih Baba Divanı'ndan bir şiir düştü aklıma: Her kim ki tuttu destini / soyundu varlık postunu / buldu hakîkat dostunu / bildi bu dünya fânîdir."
Kitabın görüntüler bölümünde olduğu gibi nûra erenler ve aşk bölümlerinde, Sugich'in hayatına doğrudan temas eden Allah adamlarını, fotoğraflarıyla birlikte görüyoruz. Mulay Ebu'l-Kâsım ve Sî Fudûl el-Havâriyyü's-Sûfî gibi isimlerin yanı sıra Fas'ın en büyük velilerinden biri olarak kabul edilen Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de Sugich'in tanıdıklarından. Sîdî Muhammed, Şeyh Muhammed İbnü'l-Habîb'in taht-ı terbiyesinden ve irşadından geçmiş bir zat. Hem zahir hem de batın ilimlerine vâkıf, büyük bir mürşidin rahle-i tedrisinden geçmiş olsa da, şeyhinin vefatından sonra kendisinin irşad makamına geçmesi gerektiğini söyleyenlere "Ben şeyh meyh değilim! Ben bir hiçim!" demiş. Ancak tam da burada, el-Arabi ed-Darkavî'nin başından geçen ve akabinde her okuyanın dahi gönül kuşunu hareketlendiren sözleri tecelli etmiş: "Kardeşlerimizden birisi (Allah razı olsun onlardan) bana şöyle dedi: Ben hiçbir şeyim... Ona dedim ki: Ben hiçbir şeyim deme; ben bir şeyim de deme; beni bir şey meşgul ediyor deme; beni hiçbir şey meşgul etmiyor da deme. "Allah" de, harikulade şeyler göreceksin.". Sugich, Sîdî Muhammed'i anlatırken bir örnek veriyor: "Hz. Pîr Ebu'l-Hasen Aliyyü'ş-Şâzelî'ye neden kitap yazmadığı sorulunca, "Yol kardeşlerim benim kitaplarımdır" diye cevap vermiş. Bu anlamda, Sîdî Muhammed Bi'l-Kurşî de şeyhi tarafından 'yazılmış' bir kitaptı."
Ufuklardaki Ayetler, mürşid-mürid ilişkisine dair yaşanmış birçok anıyı ve sohbeti barındırmasıyla da ayrıca önemli bir kitap. Burada mürşidlerin sıklıkla başvurduğu nasihatlerden bahsetmek gerekiyor.
Nitekim "Benim katımda en çok sevdiğim ibadet nasihattir" hadis-i kudsisi de hatırlatılıyor. Mürşidlerin en önemli nasihatleri zikir. Müridin her fırsatta, halk içinde veya yalnızken, daima zikir içinde olması gerektiğini anlıyoruz bir kez daha. İşte güçte, evde dışarıda, çarşıda pazarda, akraba ziyaretinde zikir içinde olan bir dil ve kalp, şüphesiz ki beladan uzak olacağı kadar Rabb'iyle arasındaki perdeleri de ortadan kaldıracaktır. Ondan sonra attığı her adım, söylediği her söz Hakk üzere olacaktır. Şeyh Muhammed İbnü'l-Habib, divanında "sen işini zikrullah eyle" demiş ki dervişlerine en mühim nasihati olarak kabul edilmiş. Resul-i Ekrem'in bir hadisinde "Allah'ı zikredenle zikretmeyenin arasındaki fark diriyle ölünün arasındaki fark gibidir" buyurduğunu da söylemek gerekiyor. Diğer bir nasihat yediğinde içtiğinde ve kazandığında haramdan uzak olmak. Mümkün mertebe ticaretle uğraşmak. Özellikle nakşibendiyye yolunun nasihatlerinden biri olan nazar ber kadem, Fas'ta da karşımıza çıkıyor. Neye nazar edildiği önemli olduğu kadar, nelerden nazar alındığı da önemli. Habîb Ahmed Meşhûr el-Haddâd şöyle söylemiş: "İnsanlar kem nazardan bahseder ama unuturlar; bir de safa nazar vardır. İyi nazar vardır. Tıpkı kem nazar sahibinin bir bakışla hasta edebileceği gibi, safa nazar sahibi de bir bakışla iyi eder."
Türk okurların özellikle "Yirminci Yüzyılda Bir Veli: Şeyh Ahmed el-Alavî" eseriyle tanıdığı Martin Lings de kitapta kendine yer bulmuş. Müslüman ismi Ebubekir Sirâceddin olan Lings ile ilgili şeyhiyle bir sohbetini şöyle aktarıyor Sugich: "Bir keresinde şeyhim Seyyid Ömer Abdullah Efendi'ye "Batılı sufiler arasında hakikaten marifete kim ermiştir?" diye sordum. Hiç tereddütsüz ve beni şaşırtan bir şekilde, "O kişi olsa olsa Martin Lings'tir" dedi. Dr. Lings'i Londra'daki Şarkiyat ve Afrika Çalışmaları Okudulu'ndaki öğrencilik yıllarından beri tanırmış. Kendisine bunun nedenini sorduğumda şöyle dedi: "Zikrullahı hayatının önceliği kılmış ve hayatını tamamen Allah'ı zikir ve tefekkür ve O'na kulluk etmek etrafında organize etmiş bir insandır o."
Ufuklardaki Ayetler; dünyaya eyvallahı olmayan, nasıl yaşıyorsa öyle konuşan, nazarıyla-sözüyle her daim kuşatan ehl-i irfana dair okumayı sevenler için kıymetli bir kitap. Dünyanın bambaşka bir coğrafyasında doğmuş ve dünyanın bambaşka bir yerindeki aşka tutulmuş, o lezzeti yaşamış bir kulun hikâyesi...
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder