"Her bitki kendi kökünden beslenir; sanat da böyledir. Başkalarının hazmettiği gıda ile biz beslenemeyiz."
- Eero Saarinen, Mimar
"Sadece çıplak melodi açısından kıyaslandığında, Itrî'nin bulduğu müzik cümleleri, çağdaşı Bach'ın bulduğu müzik cümlelerinden çok daha üstündür. Sırf bize benzemek için Türk mûsikisini çokseslendirmeye çalışmak, mûsikînize yapacağınız en büyük kötülük olur."
- Joseph Marx, Viyana Müzik Akademisi Müdürü, 1932
"Batı bizim seslerimizdeki hassasiyet ve derinliği 500 sene sonra belki anlayabilir."
- Emin Işık
Mûsikişinaslarımız arasından maalesef ki anılarını, yaşadıklarını, tespitlerini yahut tenkitlerini yazan çok az isim çıkmıştır. Merhum Cinuçen Tanrıkorur, bir ud virtüozu ve bestekâr olmanın yanısıra; mızrabını hakkaniyetle söze döken, fikirleriyle ve hatta muhayyilesiyle insanın dimağını genişleten, haklıya karşı nezâketini haksıza karşı ise öfkesini asla gizlemeyen, ilmi ve sanatıyla daima müziğimiz içinde adı yaşayacak nadide bir isim. Bilhassa müziğimizin gözle görülür hâlde katledildiği yılların arasında, yani zor zamanda yazdıklarıyla ne kadar mûsikişinas ise o kadar fikir adamı olduğunu da ispatlamıştır. Güzel sanatların mimarlık bölümünden mezundur, müthiş bir tarih okuyucusu ve şiir meraklısıdır. Bu da onun müziğimize olan hâkimiyetini kuvvetlendirmiş, yazıya dökerken de pırıl pırıl bir Türkçe ile gerek edebiyat gerek müzik camiasında aksülamel uyandırmıştır. 14 yaşındayken ferahnâk saz semaisi ve Fuzûlî'ye ait "Menem ki kafile sâlâr-i kârbân-i gamem" şiirini şevkefzâ makamında bestelemek takdir edilmeli ki herkese nasip olacak bir şey değil. Türk milliyetçisidir, İstiklâl Marşı'nın üzerine hassasiyet gösterir ve bestesine yönelik tenkitlerini her seferinde yineler, marşımız için yaptığı bir beste olduğunu biliyoruz. Eserlerini bestelediği isimler arasında kimlerin olduğunu sayarsam belki şahsiyeti hakkında daha derin bilgi vermiş olurum: Yûnûs Emre, Azîz Mahmûd Hüdâî Hazretleri, Bâkî, Fuzûlî, Şâir Eşref, Necmettin Okyay, Neyzen Tevfik Kolaylı, Cenap Şahâbettin, Güngör Fahri Tüzün, Mustafa Nâfiz Irmak, Fâruk Nâfiz Çamlıbel, Hâlit Fahri Ozansoy, Yahyâ Kemâl Beyatlı, Nâzım Hikmet Ran...
Dergâh Yayınları tarafından yayımlanan "Müzik Kültür Dil" kitabı, merhum Tanrıkorur'un Aksiyon dergisinde 1997 yılından 1999'da Kanada'ya tedavi için gitmesine kadar yazdıklarından müteşekkil. "Osmanlı Dönemi Türk Mûsikîsi", "Türk Müzik Kimliği" ve hatıralarından oluşan "Saz ü Söz Arasında" ise diğer kitapları. "Müzik Kültür Dil", adından da anlaşılacağı gibi üç bölümden oluşuyor. Kitabın hazırlanmasına vesile olan İsmail Kara, sunuş yazısında bir Cinuçen Tanrıkorur'la bir anısından bahseder: "Hastahanede yanında refakatçi kaldığım gecenin ilerlemiş "uzun" saatlerinde ağrı ve ızdıraplarının nisbeten hafiflediği bir sırada ellerini kaldırarak ağlamaklı bir sesle "İsmailciğim ben dua edeyim sen de âmin de" diyerek "Ya Rabbi! Bana sıhhat ver, beni ayağa kaldır, biraz daha çalışayım... Kendim için istemediğimi biliyorsun, şu sahipsiz ve kimsesiz garip memleketim için biraz daha çalışayım.... "Yeter" diyorsan Sen bilirsin ya Rabbi... Daha ne yaptım ki! Süheyl Ünver'lere göre, Ekrem Hakkı Ayverdi'lere göre yaptıklarım ne ki?!" niyazı hâlâ kulaklarımdadır."
İlk bölüm olan "Müzik"te, Tanrıkorur birçok konuyu okuyucunun gündemine sokar. Bu tabiri özellikle kullandım zira kimsenin umurunda olmayan müziğimizin asaletini unutturmamak için elinden geleni yapar. "Alaturka"nın Türk mûsikîsinin adının olmadığı, Alaturka'nın aslının ne olduğu, müziğimizin teksesli olup olmadığı, sanat müziğiyle halk müziğinin köklerinin ayrı olup olmadığı, mûsikî öğretmenin şerefi, müzik ve politika, müzikte evrensellik, görgüsüz TRT, papyonlu folklor, koro, konservatuar, gerçek yobazlık, Tanburî Cemil, Zekâî Dede, Mevlânâ, İngiliz'in Mevlevi âyini, teşhir, makam, mûsikîmizde usûl, perde, ney(zen), tanbur(î), kanun(î), kemençe(vî), ud(î) ve davul bazı konu başlıkları. "Okullarda Türk müziği derslerinin konma aşamasına gelinmiş olması irticanın sarıksız olarak geri dönmesi" olarak görülen dönemleri yazar Tanrıkorur. İstiklâl Marşımızın bozuk müziğinin bestecisi Z. Üngör'ün öğrencilerine "Siz benim mikroplarımsınız, Türkiye'ye Batı müziğini siz yayacaksınız" demesinden bahseder. Tanrıkorur adeta Alâeddin Yavaşça'nın "Sanat halkın zevkine inen değil, o zevki yükseltendir" sözünün takipçisi olarak Türk müziğinin ne olduğunu anlatma davasının bekçisi olmuştur. "Müziğimiz Teksesli Mi?" başlıklı serisinin ikinci yazısında şu muazzam açıklamaları dikkate değerdir:
"120 kişilik senfoni orkestrası, Şevkefza makamında taksim yapan bir ney'in önünde aciz, yapayalnız, çırılçıplaktır. Senfoni orkestrası, Şevkefza makamında taksim niye yapsın ki diyeceksiniz. Teşekkür ederim; yazının bir amacı da buydu zaten. O niye ben olmaya çalışsın? Ben niye o olmaya çalışayım? Onun dili (müzik her kültürün kendi mantık, estetik ve semantiği içinde konuştuğu bir dildir) ona güzeldir, çünkü onun tarih, inanç ve geleneklerini anlatır. Benim dilimse bana güzeldir, çünkü benim tarihi, inanç ve geleneklerimi anlatır. Bütün insanların anladığı ortak bir dil olmadığı gibi, bütün insanların aynı şekilde anlayıp duygulandığı ortak bir müzik de yoktur. Yalnız bir tek şey vardır; öbür güzel sanat dallarında da olduğu gibi birçok insanın, hangi kültürden olursa olsun, yakın duygu ve zevkler alabileceği, kültürlerüstü ortak konuları işleyen üstün müzik eserleri olabilir. O da sadece Batı sanat ve sanatkarlarına özgü değildir: Bach'ın Brandenburg konçertolarıyla, Vivaldi'nin Mevsimler'i ne kadar evrenselse, Itri'nin Segah Ayini'yle, Tanburi Cemil'in Gülizar Taksimi de o kadar evrenseldir."
İkinci bölüm olan "Kültür"e Tanrıkorur "Batıyı Anlamak" dizisiyle başlar. Bizlere dayatılan Amerikan kültürünün ne olduğunu, batıyı anlamanın başka, batıda ne varsa almanın başka bir şey olduğunu güzel izahlarla anlatır. Fast food müziği, başörtülü futbolcu, doğu ile batı, Rektör Alemdaroğlu'na başlıklı iki mektup, kanaat ve ölüm, rikkatin ölümü, sen seni bil, teslimiyyet, "Beslenme Üzerine" dizisi bu bölümün en hassas yazıları. Buraya sadece Rikkatin Ölümü başlıklı yazısından bir bölümü alıyorum:
"Bin yıldır birlikte yaşadığı, hüznünü-sevincini paylaştığı insanların konuştuğu dilin; İsmail Dede merhumun bırakıp kaçmak zorunda kaldığı II.Mahmud sarayı gibi yabancılaştığını, soğuk ve duygusuz hale geldiğini gören Türkçe’nin, o dili kaderine terk edip uzlet köşesine çekilmiş olmasından daha tabii ne olabilir? Yüzüyle gücünün güzelliğini, dininin nuru, feyzi ve tertemiz ahlakı ile birleştirip zarafet, tevazu ve teslimiyetin zirvelerine çıkmış olan bir zamanki Türk, çocuklarına Emine, Hatice, Ayşe, Fatıma, Zehra, Fahrünnisa, Mihri, Zeynep, Makbule, Lütfiye, Mümine, Atıyye, Leyla, Feride, Cemile, Şükran gibi isimler koyardı. Cumhuriyet bunlara Adalet, Müsavat, Uhuvvet gibi Fransız ihtilalinden aktarma isimleri ekledi. Sonra Melahat, Mübahat, Saffet, Hamiyet, Nedret, Rikkat gibi kavramlar isim olarak kondu. Ve nihayet, Aylin, Funda, Fidan, Filiz, Çiğdem, Çağla, Lale, Banu, Şebnem, Emel, Müge, Arzu, Ahu ve Figen’lerle, Yunancadan alınma Sibel’ler, Melisa’lar ve çağdaş Amerikan kültürümüzün meyvesi Melodi’ler çağı geldi. Kızların Elif, Elifgül, Gülşah, Meleknur vb. en güzel Müslüman-Türk isimlerini veren müzisyen aileleri azınlıkta. 21.yüzyılın müzisyenleri çocuklarına belki de Tamtam, Gümgüm, Cıstak gibi gayet müzikal isimler de verebilirler!..."
Son bölüm olan "Dil"de Tanrıkorur, sevdiği şairlerden, şiirlerden, Türkçe'mizin güzelliklerinden, eski(mez) yazımızın derinliklerinden kısacası dilimize dair neyin ne olduğundan bahseder. Güngör Fahri Tüzün, Memduh Cumhur, Mehmet Turan Yarar, Harun Öğmüş gibi şairler ilk sayfaların misafirleri oluyor bu bölümde. Devamında "Tanrı Değil, Öğretmen Bey!", zavallı Türkçe, isme özen, harika görünüyorsun, "Musikişinas!", Fuzuli ve bir vali, telefon, "Sevgili Gençler" dizisi, sözlük ve aruz yazılarının akabinde 15 Nisan 2000'de yazdığı veda yazısıyla okuyucuya elveda der Tanrıkorur. "Harika Görünüyorsun" başlıklı yazısından bir paragraf nakledeyim:
"Bir insana ‘Harika görünüyorsun’ veya Berbat görünüyorsun’ demek Anglo-sakson kültüründe normal olabilir. Ama bizim sosyal yapımızın sonucu olan hitap şekillerimiz ve bunları kelimelerle ifadesi bambaşkadır. Biz ‘Maşallah, bu ne güzellik!’ deriz. Muhatabımız hastalıktan kurtulmuş biri ise ‘Şükürler olsun, seni /sizi çok iyi gördüm’ deriz. Karşımızdaki erkekse ‘Bütün yakışıklılığın üstünde!’, kızsa ‘Çok şık ve zarifsin, elbisen çok yakışmış, kıyafetin pek güzel’, genç bir çocuksa ‘Aslan oğlum, kocaman olmuş maşallah!’, bir kızsa ‘Leyla da artık genç kız olmuş maşallah!’ deriz. Karşımızdakinin durumunu beğenmemişsek, ‘Ne oldu sana, bu ne hal böyle?’, ‘Hayırdır, pek bitkin / keyifsiz görünüyorsun; canını sıkan bir şey mi oldu?’ filan deriz. Ama Amerikan kabalığıyla ‘Berbat görünüyorsun!’ demek, her şeyden önce bizim edebimize sığmaz. Bu pis Türkçeyi TV’den duyan çocuk da tabii ki bu dille konuşacaktır."
Kendi adı ve soyadıyla dalga geçebilecek kadar yüksek mizah anlayışına da sahip olan Cinuçen Tanrıkorur'un vücudunda, yaşamının ortalarından sonuna kadar birçok hastalık vuku bulmuştur ve peş peşe birçok ameliyat olmuştur. Yazılarını "Bu köşedeki son yazıları dahi büyük zahmetle yazdım. Ne elimde kalem tutacak güç, ne dilimde söyleyeceklerimi yazdıracak enerji var." ve "Allah’ın inayeti, Peygamberimizin şefaati, Evliyalullah Hazeratının himmeti ve dostların duaları sayesinde sizlerle yeniden kalem sohbetleri yapabilecek sağlığa kavuşana kadar" diyerek sonlandırmıştır. Bu vedasından iki ay sonra da Hakk'a yürümüştür. Mezarı Ümraniye Kocatepe'dedir. Mezar taşında kendisine ait şu beyit yazmaktadır: "Kapılır sûziş-i gönlüm bu tahassür seline / yüreğimden gelir âhım sazımın her teline."
Müziğe (müziğimize), kültüre (kültürümüze) ve dile (dilimize) hassasiyetle yaklaşan, alaka duyan ve hatta araştırmalar yapmak isteyen herkes Cinuçen Tanrıkorur'un kitaplarından, makalelerinden, internete düşmüş video kayıtlarından ve elbette güftelerinden, bestelerinden istifade edecektir. İnsanın şifasını nerede bulacağı belli olmaz lakin bu topraklar asırlarca şiir ve musiki ile şifasını bulmuştur.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder