Geçtiğimiz aylarda “Emine” Sevgi Özdamar'ın daha önce
yayımlanmış iki kitabı Hayat Bir Kervansaray ve devamı niteliğindeki Haliçli
Köprü, İletişim Yayınları'ndan tekrar yayımlandı ve sessiz sedasız
vitrindeki yerini aldı. Kitaplığa yerleştireceğim zaman “acaba nereye
koymalıyım ya da kimin yanında durmalı?” diyeceğim kitaplardan Hayat Bir
Kervansaray ve Haliçli Köprü. Sonra kitapçıları düşündüm; acaba
onlar tam olarak nereye koyuyorlardı bu kitapları? Otobiyografi mi, roman mı, Türkçe edebiyat
mı, Dünya edebiyatı mı? Tam olarak neydi? Çağdaş Türkçe Edebiyat dizisinden
çıkmıştı kitaplar. Bütün bunları düşünürken zaman zaman alevlenen anadili
olmayan, sonradan kazanılmış -öğrenilmiş- dilde yazılan roman hangi dile
aittir, tartışmasında söylenenlerin yanlış olmasa bile yanlı ve çokça eksik
olduğunu düşündüm...
Kitapları
nereye koyacağıma, anlattıklarıyla karar verecek olursam “Emine” Sevgi Özdamar
benim hikâyemi anlatıyor, derdim. Peki benim hikâyem hangi dile aitti? Kitapla
tanışır tanışmaz, daha kitaplığımda kendisine yer hazırlarken yüzleştiğim bu
aidiyet sıkıntısı işin içine giriyorsa okunduğunda kim bilir neler olacaktı.
Pekâlâ “Göçmen Edebiyatı” deyip işin içinden de çıkabilirdim velhasıl kelam
Almanya'da “Göçmen”liğe bağlantılanan edebiyat burada nereye konulurdu? Bu
tartışmayı bu yazıda derinleştirmeden bir virgül koyarak bu yazının yazılmasına
sebep olan konuya, eserlerin içeriğine rotayı çevirmek istiyorum.
Birinci
kitap diye bahsedeceğim Hayat Bir Kervansaray anlatıcının cenin olarak,
doğumundan önceki, anne karnındaki macerasını dile getirerek başlıyor. Seneler
geçtikçe çocuk ve genç kız olarak devam ediyor ama tonu hiç değişikliğe uğramadan,
saflığını ve samimiyetini koruyor. Özdamar'ın hayatıyla kesişen bir hayli olay
olması esere “otobiyografik” özellikler kazandırıyor ama “otobiyografi” deyip
geçmek büyük bir haksızlıktan başka bir şey olmuyor bana göre. Anlatıcının
roman boyunca “büyüyüp” didaktikleşmemesi, kör göze parmak hesabıyla çıkarılan
derslerin analizine girişmemesi, okuru özgür bırakması, Hasan Ali Toptaş'ın çok
haklı olarak, roman için söylediği “okura, okuma serüveni boyunca, kafasında
yazma alanı” bırakması Özdamar'ın üslubunun gücünü artırırken, araya yazarın
girmediği kitapta okur, yalnız başına bir serüvene çıkıyor. Devamı
niteliğindeki Haliçli Köprü'den bağımsız düşündüğümüzde bildungsroman
olarak da değerlendiremiyorum Hayat Bir Kervansaray'ı ve elbette yepyeni
bir şey okumanın heyecanıyla postmodern romanın yükselişine şahit olduğumu
hissediyorum.
Bu iki kitabı geç okuduğum için kendime kızgınlığım,
kitaplarda ilerledikçe artıyor. Hem heyecanı hem de kızgınlığı artıran başka
bir konu daha, bir süre önce bilinç akışı tekniğini kullanmak için seçilen en
uygun anlatıcı üzerine kafa yorarken tam da -Hayat Bir Kervansaray'da ya
da Tristram Shandy Beyefendi'nin Hayatı ve
Görüşleri'nde olduğu gibi-
çocuk anlatıcının bu teknik için biçilmiş kaftan olduğuna kanaat etmem. -Ben
buna kafa yorarken, henüz Hayat Bir
Kervansaray'la yollarımız kesişmemişti.- Çünkü çocuk zihni ve anlatısı konular arası
bağlantıları şaşılacak kadar hızlı ve “saçma” kurabilirdi. Bu da anlatıdaki ve
kurgudaki samimiyetin yakalanmasını sağlardı. Peki, sırf samimiyet uğruna çocuk
anlatıcı seçmek kolaycılık mıydı? Bence değildi, hem örnekleri azdı hem de
büyümenin makbul olduğu günümüz dünyasında düşüncedeki saflığı korumak ve
oradan kağıda dökmek zoru seçmekti. Öncelikle büyüklerin dünyasında kendini dinletmeyi
başarabilmek vardı. Bu kadarla da kalmıyordu üstelik, yazar diyelim dinletmeyi
başardı çocuğu, onu hem tekrarlardan ve uçlara dalgalanmadan koruyacak hem de
saflığını kaybetmemesini sağlayacak. Çocuk “papyonlu cümleler” kurmayacak ama
edebiyatın söz söyleme sanatı olduğunu da unutmayacak...
Birinci kitabın anlatıcısı,
etrafında kurulan “İnandığım insanlar beni anlamıyorlar, ama insanlara inanmak
iyidir,” cümlesinde gözleri buğulanacak kadar olgun; “eğer nar yerken tek bir
taneyi bile yere düşürmezsen cennete gidersin,” diyene de inanıp nar yerken
cenneti düşleyecek kadar saf; yatağına yatar yatmaz uyuyana kadar, hayatı
boyunca tanıdığı tanımadığı, yanında adı geçen gerçek mi uydurma mı olduğu bile
belirsiz ölülere tek tek dua okuyacak kadar kederli oyunlar oynayan bir çocuk.
Hayatta
bir türlü dikiş tutturamayan duygusal babanın peşinden, şehir şehir dolaşan bir
ailenin en büyük kızının gözünden hem hayat bir kervansaray hem de mucizeler
yumağı. Gündelik telaşlardan unuttuğumuz ya da göz ardı ettiğimiz sıradan,
günlük mucizeler, her komşuyla birlikte kitaba giren yeni bir renk, “o
apartmanı, o yokuşu tanıyorum!” dedirten içtenlikle anlatılan odalar, evler,
şehirler, sokaklar, insanlar, aileler... Hayat bin bir kapısı olan bir
kervansaray, üstelik bunu bu dünyaya fırlatılmış ve adeta neye uğradığını
şaşırmış birinin; ceninin, çocuğun, kadının kelimelerinden okuyunca daha da iyi
görüyorum.
İkinci
kitap Haliçli Köprü, Hayat Bir
Kervansaray'ın bittiği yerden devam ediyor; zira hem bağımsız iki kitap hem
bir bütün olarak değerlendirmek mümkün. İsmini bilmediğimiz anlatıcımıza kendi
“kervansaray”ında rastlaştığı insanlar ilk kez isim veriyorlar. Kendisini
keşfeden, büyümeye zorlanan bir kadınla aynı yolu yürüyoruz sayfalar
ilerledikçe. Bir kadın olarak, göçmen olarak, solcu olarak, işçi olarak,
tiyatrocu olarak yine aynı samimiyetle, aynı hayat acemisi haliyle yaşarken
anlatıyor bize... Geçmişte olanı değil de o anı anlatıyor, bizimle öğreniyor,
bizimle “ben şimdi ne yapacağım?” soruyor kendisine. Okura kadın olmayı, göçmen
olmayı, solcu olmayı, işçi olmayı, tiyatrocu olmayı öğretmiyor; kendisi
öğrenmeye çalışıyor bu esnada, tam da bize anlatırken yapıyor bunu. Olduğu ya
da olamadığı hiçbir şeyden utanmıyor anlatıcı, “elmasını kaybetmek” de “saklamak”
da savruluşunun, varolma şeklinin bir parçası. Ve ismini bilmediğimiz belki
kendi ismimizle belki de en sevdiğimiz isimle zihnimizde canlandırdığımız
anlatıcı iki kitabın sonunda bizi bildiğimiz sokaklarda gezdirip, tanıdığımız
insanlarla karşılaştırıp, onları hiç bakmadığımız taraflarıyla görmemizi
sağlıyor. Bana kalırsa Özdamar'ın bu iki romanını okuma listesine almayan
kalmamalı; bir yandan herkesi okuma serüveninde kendi keşfiyle baş başa
bırakmak istesem de öte taraftan bir müjde verir gibi herkese bu iki kitabın
artık baskısının olduğunu ilan etmek istiyorum.
Son
olarak, bir grup feminist kadının okuma gruplarında Haliçli Köprü
okuduklarını öğrendim. Sosyoloji, özellikle göçmen sosyolojisi ya da teori
kitaplarının arasına gömülerek siyaset bilimi çalışan grupların
ya da kişilerin de Özdamar'ın göçmenlik ve sınıflı toplumu anlattığı bu
kitapları okuması gerektiğini düşünüyorum.
Benim
“kitapları kitaplıkta nereye koyacağım?” soruma gelince; bunu düşünmeye devam
edeceğim, zira kitaplar ben bitirir bitirmez başka insanların okuması için
dolaşmaya başladı. Eğer geri dönerlerse nereye, kimlerin yanına ve neden
koyduğumu da yazarım.
Ayla Duru Karadağ
'Emine' Sevgi Özdamar'ın kitaplarında anlattığı hayatın köşeleri yoktur. Anlatıcının da, okuyanın da köşebaşında başına ne geleceğini kestirmek güçtür. Çünkü bunlar planlı bir yaşamın anlatısı değil birer savruluş hikayesidir. Bir başkası anlatsa abartı sayılacak, kimi zaman da sıradanlaşacak her şey, Özdamar'ın dilinde tadına doyulmaz bir büyüye dönüşür. Onun yaşamı bir başarı hikayesi değildir ki göç sosyologlarına malzeme çıksın. Bu kitaplar bir deli kızın Haliç kıyısında, bol mezeli bir rakı sofrasında anlattıklarıdır olsa olsa. O coşar, gürler, parlar, sen hayran bakarsın. Hem güler, hem ağlarsın.
YanıtlaSil