"Babalar paltolardır; gri, yeşil, lacivert
Her pederin pederi kendi yüreğine dert."
- Hüsrev Hatemi, Postnişin
Ağustos 2008. "Mustafa Kutlu'nun yeni hikâyesi Huzursuz Bacak çıktı" haberi üzerine soluğu kitapçıda almış, iki gün içinde de hikâyeyi bitirmiştim. 5 yıla yakın bir zaman geçti üzerinden, kitap ekim 2011'de 7. baskısını yaptı. Geçtiğimiz gün tekrar okumak istedim, bu kez bir gün içinde bitirdim. Son sayfayı bitirdiğimde ağzımdan yine aynı söz çıktı: yıllar geçer, biz sadece iç çekeriz.
Plazalar, gökdelenler, "tabutluk" asansörler, beyaz yakalılar, kırmızı etekliler, yeşil gözlüklüler veya her neyse. Modern yaşamla gelenekler arasındaki dalgalar o kadar yüksektir ki, ya sörf yapma macerasını göze alıp boğulursunuz ya da bir kaptan-ı derya eşliğinde sağlam bir gemiyle yol alırsınız. Türk hikâyeciliğinin kaptan-ı deryâsı Mustafa Kutlu, kapitalist sistemin kendine has bir kalıba sokma gayretinde olduğu muhafazakarlık ve modernleşme arasındaki her şeyi bir hikâyeye sıkıştırıyor, iz bırakan bir üslupla olanı olduğu gibi anlatıyor.
“Biz eskiden duvarlarla konuşurduk. Duvarlar anlatırdı memlekette olup bitenleri. Güç kavgası onların üzerinden yapılırdı. Onların rengi yansırdı insanların yüzlerine.
Duvarları yıkmışlar… Tarihin sonu."
Henüz yaşım 78 değil ama ben yine zihnimde yıllar öncesine geri dönüyorum. Bir toplantı, 6-7 kişiyiz. Bir ara dalıyorum, masanın kenarına doğru bakıyorum. Hemen hemen herkesin bacakları oynuyor. Huzursuzca atıyor. Titriyor. Hikâye aklıma geliyor, gülüyorum. Patron "neye gülüyorsun?" diyor. "Halimize" diyorum. O da gülüyor. Hep gülerler.
"Ee, sen neler yapıyorsun? Hâlâ aynı fikirlerde misin?
Hiç duraksamadım:
Evet. Hâla zenginlerin servetinden fakirlerin hakkını nasıl alabiliriz, bunun formülünü arıyorum."
Bir zamanlar sürekli memleketini ve memleketinin insanını düşünen adamlar varmış. O adamlar malum vaziyetlerden soluğu Avrupada yahut Amerika'da almış. Akademisyen olup geri dönmüş. İdealleri hiç değişmemiş. Ama o adamlarla birlikte bir dönem ideal sahibi olanların her şeyleri değişmiş, neredeyse sadece isimleri aynı kalmış. Hikâye bu kadar değil, tüm bu durumun günlük hayata, iş yaşamına, ahlak ve geleneklere olan bağlılığı da sorgulanıyor. "Daha ne olsun" dedirtiyor. Arada çok güzel anektodlar da veriyor.
"Onu biraz Ahmet Hamdi Tanpınar’a benzetiyorum. Lakabını biliyorsunuz: Kırtıpil"dir. Devrinde kıymeti bilinmemiş olsa da, sonradan ülkenin en parlak edebiyat adamı diye kabul edildi. Kendi isteği dışında Edebiyatçılar Birliği Başkanı seçmişler, galiba yurtdışındaymış kendisi, "Dönünce ilk işim istifa etmek olacak" diyor hatıralarında."
Bu hikâye, bir mahalle çocuğunun maç esnasında annesinin "Oğlum eve gel!" seslenişi gibi. Okuyoruz ve evimize dönüyoruz, kalbimize.
Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder