6 Ekim 2013 Pazar

Kararsızlığına mazeret arayanlara

"Başkasını Seviyorum" gazeteci-yazar Ömer Özgüner’in Doğan Kitap'tan çıkan ve 11 baskıya dek ulaşan ilk kitabı. Yazar kitabın anti kahramanı Yavuz Erden üzerinden günümüz erkek ve kadınının ilişki anlayışına ışık tutarken toplum doneleri, kişisel arzular, hırs, öfke, aşk ve yalan gibi alt metinlere de parantez açıyor.

Kitabın ana karakteri ve birincil anlatıcısı olan Yavuz, prestijli bir reklam şirketinde üst konumda çalışmakta olan, beş yıllık bir evliliği bulunan, özgürlüğüne düşkün, pek çok yaşıtının sahip olamadıklarına 41 yaşında sahip olmuş, bakımlı, marka düşkünü, estetik sahibi bir bir adam.

Olaylar Yavuz karakterinin hayatı, içsel dünyası ve çevresinde meydana gelen olaylara verdiği tepkilerin oluşturduğu geri dönüşler şeklinde ilerlerken sondan başa doğru, ortayı anlatma yöntemi seçilerek okura aktarılıyor. Yani okuyucu kitabın ilk beş sayfasında hikayenin sonucunu öğrenmiş oluyor.

Bu noktada yazarın büyük bir cesaret örneği sergilediğini söylemek mümkün. Zira bu tutum beğenen okusun beğenmeyen bıraksın mesajı veriyor. Genelinde rahat bir anlatımın, halk dilinde yer alan argo kelimelerin hakim olduğu ‘’Başkasını Seviyorum’’ bunu ilk sayfalarından itibaren belli etmeyi tercih eden kitaplar arasında.

237 sayfalık roman iki bölümden oluşuyor. Kitabın yüzde doksanlık kısmını kapsayan ilk bölüm yine kendi içerisinde bölümcüklere ayrılmış durumda. Yavuz karakterinin kadınları olarak adlandırabileceğimiz ilk bölümde başarılı reklamcının hayatından geçmiş olan kadınlarla yaşadıkları, onlardan öğrendikleri, sevinç ve hüzünlerini görmek mümkün. Özgüner’in özellikle bu bölümde güçlü durum tespitleri,sağlam nokta atışları ve iniş çıkışlı anlatımıyla yakaladığı denge göze çarpıyor. Kadın erkek ilişkilerindeki "modern çağ kadın erkeği" temasını deşeleyen yazar önemli buluntular ortaya çıkarmayı başarıyor. Yine bu bölümde yazar okuruna Yavuz karakterinin doğuşunu, kimliğinin yoğruluşunu, taşra hayatında yaşadıklarını, sahip olduğu konuma ulaşmak için feda etmek zorunda kaldıklarını Yavuzun kadınlarının hikayeleri içerisinden sunuyor.

Kitaptaki olayların asıl başlangıç noktası ve okurun karmaşık bir ormana sokulduğu bölüm ise "Aylin Duru" isimli bölüm. Bu bölümde Yavuz eşi Hande'yle beş yılın sonunda monotonlaşan evliliğini kurtarma ve renklendirme çabaları ararken genç, güzel ve ihtişamlı televizyon yıldızı Aylin Duru'yla tanışıyor ve hayatında önemli bir virajı kestirmeden almaya çalışırken yaşadıklarını okurla paylaşmaya başlıyor.

Öncesinde hayatına pek çok kadın girip çıkmış olan, iki evlilik yorgunu, yirmili yaşlarında uğradığı ihanetle kadınlara karşı bakış açısı kesinleşmiş olan Yavuz kitabın son bölümlerinde kendisiyle hesaplaşmaya başlıyor ve bu noktadan itibaren roman bir durum tespit-dönem analiz aracı halini alıyor. Burada Yavuz’un yaptığı pek çok tespit içeren cümle çalışma masasının duvarına asılacak nitelikte yetkin cümleler.

Kitap anlattığı öykü bakımından içinde bulunduğumuz zamanda hemen hemen herkesin başına gelebilecek olan olayları ele alıyor. Kalbin başkasına atması, sevilen kişinin maskesi, karar verme güçlüğü, hepsini birden ve aynı anda isteme duygusu, daha iyi yaşama arzusu ve klasik insan içgüdüleri.

Tüm bunlar hassas zıtlıklara da değinilerek günümüz İstanbul unun ışıltılı kent dokusunda ele alınıyor.

21. yüzyıl insanının kendi kendisine yarattığı çıkmazlarda boğulma noktasına gelişi üzerine de güzel şeyler söyleyen Özgüner in kitabı sadece sevgide ve aşkta değil hayatın her alanında karar vermekte zorlananlara ve kararlarına türlü bahaneler uyduranlara yazılmış gibi...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

1 Ekim 2013 Salı

İçindekini bir türlü dışarı çıkaramayanlara

"Kuyuya bir taş düşmüştü. Kuyu da körpe ruhumdu benim..."

"Demian"da Emil Sinclair isimli bir gencin 20. y.y. dünyasında kendi yaşamını açığa çıkarışının ve gençliğin sorunlarına ayna tutuluşunun hikâyesi kendi ağzından anlatılır. İyi, doğru, ahlak, din kavramlarıyla yetişmiş bir çocuğun öğrencilik döneminde ruhundaki yasak duyguları keşfetmeye başlaması ve varoluşsal kıvranışının hikâyesidir.

"Ruhumda temel bir içgüdünün yaşadığını ve bunun o yasak sayılmayan aydınlık dünyada bir köşeye çekilerek kendini gözlerden saklaması gerektiğini yeniden keşfettiğim yıllar çıkagelmişti."

Muhafazakar ailesinin yarattığı geleneksel ve ahlakçı temiz dünyadan sonra kapının ardında kalan, yalanlarla yozluklarla dolu karanlık dünyayla yüzleşen Sinclair, bu ikircikli yeryüzünde iki farklı dünyanın yaşamını kuşattığını fark eder. O hayatı siyah ya da beyaz olarak ikiye ayırmıştır. Griye yer yoktur dünyasında. Bunun sebebi de ahlâki dogmalar ve normlar üzerine doğmuş olmasıdır. Günahkârlık, suçluluk, iyilik, kötülük kavramları kuşatır ruhunu ve zihnini.

"İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı; ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca. Neden böylesine güçtü bu?.."

Sinclair'in iyilik kavramından anladığı, ailesinin din algısının, günah sınırlarının dışına çıkmamak ve otoritelerine karşı gelmemektir. Kötülük ise tüm bunların tersi bir olgudur. Fakat arkadaşı Demian'ın aykırı kişiliğiyle üçüncü bir dünyayı keşfeder. Demian'dan dinlediği Habil ve Kâbil hikâyesi iyilik ve kötülük arasındaki keskin ayrımı ortadan kaldırır. Kendi bakış açısıyla iyi ile kötünün birbirine karşıt değerler yerine, bütünleşerek hayatın iki önemli simgesi olduğu bilgisine ulaşır. Demian karakteri Hesse'nin yaşama bütünsel bakışının metamorfik bir simgesidir.

"Kör kalbimin sesine uyarak anne ve babama, sevdiğim eski "aydınlık" dünyaya bağımlılığı seçmiştim; oysa bu dünyanın biricik dünya sayılamayacağın biliyordum artık."

Hermann Hesse yazın hayatı boyunca yaşamın hızla değişen döngüsünde bireylerin hayatlarına dokunur. İnsanın yazgısının maddi olgular, gelişmelerle biçimlenmemesi gerektiğini savunmuştur. Birey yazgısını kendi çabalarıyla özerk bir niteliğe kavuşturabilmeli ve kaderciliğe teslim olmamalıdır. Nietzsche ve Schopenhauer hayranı olan Hesse'ye göre insanlığın oluş süreci başlı başına bir sorunsaldır. "Demian"da da eğitimin ve eğitimle şekillenen bireyin gelişiminin önemine atıfta bulunur.

Hesse, savaş karşıtı tutumuyla Almanya'da tepkiyle karşılanmasına rağmen, metinlerinde siyasi ve politik unsurlara yer vermekten sürekli kaçınmış; uygarlığın yıkıcı etkilerine karşı, kişinin özbenliğini savunmuştur. Fakat tüm sakınmasına rağmen savaşın etkilerini alt metinlerde, karakterlerin bunalımlarında görmek mümkündür.

Yazar, Emil Sinclair'in yaşadıkları doğrultusunda Alman toplumunun aile, ahlâk, gelenek anlayışının, bireyin kendini bulması sürecinde olumsuz bir etkisi olduğunu eleştirir. Ona göre sadece iyinin anlatılması gençleri hayata karşı savunmasız bırakır. Bağnaz ahlakçılık sebebiyle gençler karakter yoksunu olarak yetişir, karar verme mekanizmaları gelişmez. Sürü psikolojisiyle yaşayan bireyler olmaya mahkumdurlar. Hermann Hesse'nin amacı dünyayı bütünlük içerisinde görmeyi öğrenmektir.

"Bizim ödev diye benimseyip yazgı diye baktığımız tek şey vardı: İnsanın tamamen kendi kendisi olması, doğanın kendi içindeki etkin özüne uygun davranması ve onun isteminden dışarı çıkmamasıdır."

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

27 Eylül 2013 Cuma

Erkek çocuk manifestosu

"Acılar hatıralaşınca güzelleşir."
- Cemil Meriç, Jurnal Cilt 1

"Beş yaş, insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar."
- Alper Canıgüz, Oğullar ve Rencide Ruhlar

Bir kadın olarak hakkında yazmaya en çok zorlandığım kitaplardan biri sanırım Erken Kaybedenler. Okurken, babamın çocukluğunu hayal ettim, abimi ve ergenlik dönemine denk geldiğim çatışmalarını düşündüm, ilkokul aşkımı, sokak arkadaşlarımı hatırladım. Emrah Serbes, Erken Kaybedenler ile aslında en yakınımızda olan erkeklerin dünyasına bir ışık tutmuş. Ancak anlattığı karakterler hep karanlıklardan.

Anlatı, dram ve mizah öğeleri arasında en uçtan diğer bir uca kadar sallanan bir salıncak sanki. Üslup, son derece eğlenceli fakat anlatılanlar, alıp da o çocuk karakterleri bağrımıza basma isteği uyandırabilecek kadar duygusal. Sekiz öyküden oluşan kitapta, çocuklar bazen babalarını, bazen sevdikleri kadınları, bazen akrabalarını ama en çok da kendilerini kaybediyorlar ve okuyucu olarak bizler erkek dünyasında bir kaybetmenin hangi anlamlara geldiğini ve nasıl yıkıcı olabileceğini görüyoruz. Kitapta dikkat çeken konulardan biri dil meselesi. Çocukların diyalogları ve içsesleri, bana Alper Canıgüz’ün beş yaşındaki bir karakteri son derece olgun ve bir o kadar da bilinçli bir üslupla konuşturduğu Oğullar ve Rencide Ruhlar ile Alper Kamu Cehennem Çiçeği eserlerini hatırlattı. Erken Kaybedenler’de de karakterler 8-15 yaş arasında erkek çocuklar ve aynı Alper Kamu gibi hayatın anlamını çözmüş, her şeyin farkında ve kabullenmiş birer dile sahipler.

Bir başkaldırı bu kitap. Erkek çocukların ironi ile yayınladıkları bir manifesto. Kahramanlar “Ben hiçbir zaman merkezi bir partiye oy vermem, verdirmem, duygusal ve romantik bir insanım, beş yaşından beri şairim ve muhafazakar olduğum kadar da radikalim, her türlü ortamda kişiliğimi belli ederim.” (Anneannemin Son Ölümü, s.10) diyebilecek kadar marjinal tiplemeler. Diğer yandan “Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkum olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum.” (Denizin Çağrısı, s. 63) diye düşünecek kadar da duygusal. Kitapta geçen diyaloglardan biri, toplumumuzun erkek çocuklara yüklediği güçlü, duygusallıktan uzak durma vb. davranış modellerini tescilliyor. “’Peki ben ağlarsam Semih,” dedim, “sana bunları yapanlar sevinmez mi?’. Bir üniversite öğrencisi olan Semih’in verdiği cevap öykülerdeki karakterlerin duruşunu özetler nitelikte: “’Boşver onları kardeşim.,” dedi. “’Kimin umurunda ki…’” (Üst Kattaki Terörist, s.99)

Öne çıktım, ‘Göz yaşartıcı gaz sıkmana gerek yok,’ dedim. ‘Arkadaşlar zaten yeterince duygusal insanlar.’” (Üst Kattaki Terörist, s.98) Sahiden, göz yaşartıcı spreye gerek yok, öyküler ağlama garantili; ama acıdan ama gülmekten…

Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas

25 Eylül 2013 Çarşamba

Gönül eri gârib olmaz

"Güzel, senin bende gönlün yok ise
Sen bana kardaş de ben sana bacı."

- Türkü (Sivas, Divriği)

Söze "tarihte bugün" ile başlamaktan başka çâre olmuyor bazen. Çünkü bir gönül dağından bahsetmek, ciddi bir gönül işidir. Allah utandırmasın... 1938'de Kırşehir'in Çiçekdağı'nda yeşeren "Bozkırın Tezenesi", geçtiğimiz yıl bugün; 25 Eylül 2012'de İzmir'de dünyaya veda etmişti. Büyük Türk ozanı Neşet Ertaş'ın hayatta etkilendiği tek insan babası Muharrem Ertaş'tır, kendisi de "Babamla ben aynı ruhun insanlarıyız" diyerek bunu tasdik etmiştir. Yola ruhtan çıktık, çünkü Neşet Ertaş'ın ruhu bu toprakların ruhu idi. Anadolu'nun ruhu idi. Bunu geç gören gözlere kendisinin seslendirdiği muazzam türkü, her şeyi ifade ediyor aslında: "Bunca erler evliyalar / türkü sever türkü söyler / görür gözlü enbiyalar / türkü sever türkü söyler, Türk'üm diyen."

Öyle bir isimden bahsediyoruz ki, Süleyman Demirel dönemine dönersek hemen hatırlayalım. Kendisine "devlet sanatçısı" unvanı verilmek istenmiş fakat hakiki bir "Baba" olan Neşet Ertaş bunu kabul etmemiştir. "Biz hepimiz bu devletin sanatçısıyız" demiştir. Sadece TBMM tarafından verilen "Üstün Hizmet Ödülü"nü kabul etmiştir, onu da "bu kültüre hizmet eden ecdadımız adına aldım" diyerek. Bugün redd-i miras etmek için her yolu deneyenlerin, kendi kültürlerinden ne kadar kopuk olduklarını öğrenmeleri için tarih kitaplarına ihtiyaçları hiç yok. Kendi müziklerini dinleseler, anlayabilecekler. Siyasete girmeden, traktörümün direksiyonunu kırıp kitaba yöneliyorum.

"Dost elinden gel olmazsa varılmaz
Rızasız bahçenin gülü derilmez
Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez
Gönülden gönüle gider, yol gizli gizli."
- Gönül Dağı

Haşim Akman'ın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasından 2006 yılında çıkan Neşet Ertaş Kitabı'nı yanılmıyorsam 2008'de edinmiştim. O yıla kadar da hafızamda en fazla 20-30 türkü vardı. Kitaptan sonra bol bol türkü ezberlemeye, incelemeye ve hatta klarnetimle üflemeye gayret ettim. Türkülerin üzerine gittikçe, toprağı nasıl da sevdiğimi fark ettim: Esen rüzgârı, batan güneşi, yağmuru ve sevmeyi. 300'ü aşkın sayfa boyunca Haşim Akman, Neşet "Baba" Ertaş'ın hayatını inceliyor, onunla yaptığı söyleşileri çocukluğundan başlatarak bize bir belgesel izlettiriyor. Bu belgeselde şu görülüyor: Her ruh hâlinin bir Neşet Ertaş'ı var. Hazret ne diyordu hatırlayalım:

"İnsanın derdi ne kadar büyük olursa gülüşü o kadar sıcak olurmuş, o dert güzelleştirirmiş onun yüreğini. Öyle derler, bizim buralarda. O derdin büyüklüğü neye göre ölçülür biçilir bilmem ben. Fakat birinin gülüşünün sıcaklığını hissettim mi, anlıyorum ki derdi çok. Güzelleşmiş derdiyle."

Dünyevi mevzulardan yorulunca "Yalan Dünya"yı, hasrete düşünce "Neredesin Sen"i, kırılınca "Ahirim Sensin"i, olanlara yandıkça "Kendim Ettim Kendim Buldum"u, sevmekten vazgeçmedikçe "Gönül Dağı"nı, aşktan keyiflenince "Tatlı Dile Güler Yüze"yi veya sessizliğe çekilince "Neden Garip Garip Ötersin Bülbül"ü kim dinlememiştir ki? Neşet Ertaş, tüm sözlerinde bestelerinde gönlünü ortaya koymuş ve ruh olmuştur. Kitapta da bunu okuyor, bir ruh okuması, bir gönül incelemesi yapıyor okuyucu.

"Bu derdin elinde kaldım biçare
Aradım derdime bulmadım çare
Yüreğimde vardır bilinmez yare
Sen de yüreğinden yaralı mısın?"

- Neden Garip Garip Ötersin Bülbül

Evet, "Gönülden gönüle bir yol vardır, görülmez" demiş Neşet Baba. Açtığı yolda bize, kendimizi bulma imkânı sağlamış ve asırlarca da sağlayacaktır şüphe yok ki. Çünkü gönül eri gârib olmaz. "Herkesin bir Zahide'si vardır" diyen Neşet Ertaş'ın şu sözü de hep hatırlanmalıdır: "Gönlünün eşini bulan gârib değildir."

Soru: "Babanız yoksulluktan şikayet eder miydi?"
Neşet Ertaş: "Biz doğduğumuzdan beri yoksulduk, varlığını görmedik ki yoksulluktan şikâyet edelim."

Kendisine Allah'tan rahmet diliyor, bu kitap önerisiyle birlikte şükranla yâd ediyor, kulaklarımda yankılanan "Ben De Şaştım Bu Gönlümün Elinden" adlı Sivas türküsüyle Neşet Baba'yı anıyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

21 Eylül 2013 Cumartesi

Ucu açık kalan meseleleri sorgulayanlara

İpek ve Bakır, Tomris Uyar’ın ilk kitabı. 1965-70 yılları arasında kaleme aldığı öykülerinin kendi seçtikleri arasından oluşturduğu bir derleme. Yazarın parçalarını diğerlerinden farklı kılan, ikili bir anlatım tercih edilerek kaleme alınmış olmaları. Olaya hakim anlatıcının gözünden anlatılan öykülerin gerekli görülen yerlerinde karakterlerin iç sesleri ve duygu durumlarının da dahil edilmiş olması. Bir diğer önemli ayrım noktası ise Uyar’ın metinlerinin yoğun bir biçimde alt ve orta tabakanın sesini aktarıyor olması. Bunu yaparken sırıtmayan, yormayan ve üzerinde çok düşündürmeden anlatılmak istenilenin başarılı bir şekilde anlatılabiliyor oluşu.

Genel olarak her hikayesini tek bir karakter ve onun etrafında gerçekleşen olaylar üzerine kuran yazar, kişisel perdesinin aralığından sızan ışığın el verdiğince ince ince aydınlatıyor okurunu.

Tomris Uyar’ın her hikayesi tek okunuşta anlaşılabilecek özellikte metinler değil. His ve empati gerektiriyor. Kitabın yirmi sayfası boyunca kendini olaylara kaptıran okur kalan elli sayfa boyunca derin duygusal tahliller ve kişiler üzerinden sorgulanan toplum meselelerine maruz kalabiliyor.

Yazar hikayelerinde özellikle ucu açık kalmış meselelere tuz basıyor ve bu durum okuyana yazanın yaşamından izler taşıyormuş izlenimi veriyor.

Bu özellikleri ile Uyar’ın öyküleri keskin virajlı bazen çıkmaz sokaklı bir yolda ilerliyor. Okura düşen farlarını sürekli açık tutmak ve kendisini en güvende hissettiği anda bile sürprizlere hazırlıklı bir biçimde Uyar’ın hikayelerinin direksiyonunu sağlam kavramak.

İki bölümden oluşan Kitap’ın ilk bölümünde yedi hikaye yer alırken ‘’Mazi Kalbimde Bir Yaradır’’ başlığını taşıyan ikinci bölümün ilk dört hikayesi birbiriyle bağlantılı bir biçimde gelişiyor. Geriye kalan altı hikayede ise yazarın yoğun olarak kişilere eğildiği görülüyor.

İlk bölümün dikkat çeken hikayeleri arasında "Çiçek Dirilticileri" ve "Kuytuda" isimli hikayeler yer alıyor. Uyar "Çiçek Dirilticileri" hikayesinde küçük karakteri Şükrüye üzerinden kırgınlıklar ve dargınlıklara, aile içi zıtlıklara göndermelerde bulunurken çocuk masumiyetimizi nasıl kaybettiğimize de ustaca değiniyor ve soruyor "Ne gereği var?", "Kuytuda" ismini taşıyan hikayede ise yaşlı bir kadının dünyasına kapı aralıyor yazar. Ömrünün son demlerinde evinden pek çıkmayan hala çocuklarının mutluluğunu kendi mutluluğundan önce tutan bir annenin hikayesini anlatıyor. Dünyaya ve değişimine hayret ederken balkondan gördükleri ile içinde bulunduğu zamanı tahlil etmeye çalışan bu yaşlı hanımı sevmemek zor gibi. İkinci bölümde öne çıkan hikayelerin başında ise "Yürek Hakkı" yer alıyor. İstanbul’dan Anadolu’nun bir köyüne gelin giden şehirli bir kadın ve ona hayran görümcesi üzerinden kent kır çatışması, toplumsal değerler, kişisel beğeniler, arzu ve istekler kurcalanıyor.

"Sarmaşık Gülleri" ise kitabın son hikayesi. Bekar bir annen ’in küçük kızıyla sorunlarını eski kocasına anlattığı bir mektup aslında bu hikaye. Yalnızlık, bıkkınlık, pişmanlık ve beklentiler üzerine güzel bir son söz niyetine.

İpek ve Bakır yumuşak ve sert hikayelerden oluşmuş adını layıkıyla taşıyan bir kitap. Ani açılış ve kapanışları var. Ama bu anilik rahatsızlık vermeyen, okuyucusunu üzmeyen bir anilik. Ucu açık kalmış meseleleri tamamlamak arzusunda olanların ilgisine…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

19 Eylül 2013 Perşembe

Şairler kadar cesur olmayanlara

"Şiire yorgun olarak başladım. Şiir şiirimdi. Yorgun olarak başladığım şey şiirimdi... Göz önüne gelmeliydim. Şiirim dediğim şey diğer insanların da şiir dedikleri şey olmalıydı. Aranabilecek başarı buradaydı."
- İsmet Özel, Küfrün İhsanı Olmaz, 8 Haziran 2013

İbrahim Tüzer, 2003 yılında başlamış olduğu "İsmet Özel’in Şiirleri Üzerine Bir İnceleme" adlı doktora tezini 2007 yılında bitirdi. Bu tezi, 2008 yılının başlarında Dergâh Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Açılışta bizi İsmet Özel'in bir takrizi karşılıyor. Ardındansa, şairin şiirle damıtılmış hayatında derinlemesine bir yolculuğa çıkıyoruz.

Dört bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde İsmet Özel'in hayatı, edebi görüşleri ve yayın faaliyetleri inceleniyor. Aile çevresi, doğumu, bilgilenme süreci, tavırları, kaygıları ve yolculukları bu bölümde dikkatle okunması gerekiyor şairin daha iyi anlaşılabilmesi için. Çünkü sonrasında poetik yolculuk başlıyor, şairliği ve sanatı irdeleniyor. Bölümün sonunda elbette Halkın Dostları dergisi de kendine yer buluyor, oldukça önemli.

"Ölüler beni serinliğe yakıştırmaz
çünkü hiç kimse çıkmak istemez bu mevsimden dışarı
çünkü bitkinliklerini günden saklar ekinler
ekinler çocukların en rahat uykuları."

- Yorgun (1962)

İkinci bölümde şiir kerim denilerek şiir - hayat birlikteliği ve İsmet Özel şiirinin safhaları, bazı şiirlerin eşliğinde inceleniyor. 1954'ten 2006'ya kadar "Geceleyin Bir Koşu", "Evet, İsyan", "Cinayetler Kitabı", "Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar", "Bir Yusuf Masalı", "Of Not Being A Jew" izahlarıyla adeta okuyucu şiire, sanata doyuyor. Bir yandan da şairin nasıl bir mesai harcadığını önce gözleriyle görüyor, sonra da gönlüyle inanıyor.

"Yüzüme bak
ve yüzümü hırpala
yüzümü değiştir, dağlı bir anlatım bırak
sen
her hafta oğlunu leğende yıkayan hayat
yaban, diri memelerinden ısırmak
dudaklarındaki tuzu dudaklarıma almak için
çok oldu tepelere vurdum kendimi
bulutlara karıştım ve karanlık kahvelerde
tıraşı uzamış adamlardan
huylarını öğrendim senin."

- Sevgilim Hayat (1968)

Üçüncü bölümde artık teknikle buluşuyor okuyucu. İsmet Özel şiirlerinin tema, içerik ve yapı bakımından incelenmeleri bu bölümde yer alıyor. Çocukluk, cinsellik, ölüm, şahsi olandan toplumsal olana yöneliş, yalnızlık, arayış ve devam eden devrimci duyarlılıkla birlikte insanın yabancılaşması, şehrin eleştirilmesi deşifre ediliyor İbrahim Tüzer tarafından. Sonrasında yapı bakımından tahlillere geçiliyor ve nazım birimi ve nazım şekilleri elden geçiriliyor. Burası işçiliğin en ağır noktası. Muazzam bir işçilik var bu işin içinde. İş öyle bir iş ki, şairi şiir gibi anlatıyor. Güzel bir iş, son derece içten ve ciddi.

"Benim gövdem yıllar boyu sevmekle tarazlandı
öyle bir çalımlarla gecenin çitlerinden atlardım
bir güneş sayardım kendimi denizin karşısında
çünkü çam kokularına sürtünüp ağırlaşan ruhların
inanmazdım dosyalara sığacağına

gittikçe ışıldardım dükkanlar kararırken
hüznün o beyaz etrafına sakallarım batardı."

- Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak (1972)

Son bölümde İsmet Özel'in şiirlerindeki dil ve üslûp gayet titiz bir biçimde ve derinlemesine aktarılıyor diris bir akıcılıkla. Bu bölümün üzerine, şiire mesai harcayan herkes özel vakit ayırmalı ve çalışmalı. Köşe bucak şiir, enine boyuna dize. Şair, şiir ve sanat perdeyi öyle bir kapatıyor ki, eliniz kağıda kaleme sarılmak istiyor ama buna cesaret edemiyor aklınız. Vicdanınız ise susuyor, bu büyük şairin karşısında. Ceketinizi ilikliyorsunuz etkisinden çıkana kadar.

İbrahim Tüzer yüzlerce kaynak tarayarak hazırladığı bu eşsiz kitabında, "Şair, sosyalist çevreden kopup Müslüman dünya görüşüne bağlandıktan sonra da varlıkla ilgili problemini halleden bir ben'in sahibi olarak söz konusu 'sahicilik' için 'antikonformist' tavrını devam ettirir. Gerek bireysel gerekse toplumsal kaynaklı olarak devam eden bu tavır, şairin tüm şiir evreninde bir tür şiir yazma dürtüsü olarak belirmektedir. Nitekim bu durum, bugün de içinde bulunduğumuz zaman diliminde şiir yazmaya devam eden şaire kaynaklık etmektir." der. Bu cümleler aslında kitabın yol kılavuzu. Daha önce İsmet Özel okumamış bir kimse için de harita belki de.

"Varsın bende biriksin
durgun suyun sayhası
yumuşatmayı bilen ateş
öğüt sahibi toprak
nasıl olsa geri verecek

benim kılıcımı."
- Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar (1984)

Şiir cesarettir, peki şairler cesur mudur? Kaç şair hayatını şiire damıtmıştır? Okuyalım ve cesaret kazanalım.

*Bu kitap önerimi miladi takvime göre yazdığım tarih 19 Eylül. Bundan tam 69 yıl önce İsmet Özel dünyaya gelmişti. Kendisine tüm gönlümle Allah'tan uzun, sağlıklı ve hayırlı bir ömür diliyorum. 

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

14 Eylül 2013 Cumartesi

Aşkta ve savaşta

Bazuka: isim, askerlik Fransızca bazooka
Öz itmeli mermi atan, genellikle zırhlı araçlara karşı yakın savaş sırasında kullanılan hafif silah, roketatar.
- Türk Dil Kurumu

Üniversitede, kulakları çınlasın Türk Edebiyatı’nda Araştırma Metotları dersimizin kıymetli hocası Yard. Doç. Dr. Köksal Seyhan, edebiyatın, tabir-i caizse, kendini satması için hiç eskimeyen iki konusu vardır; biri savaş diğeri aşk, derdi. Uyurkulak’ın Metis’ten Nisan 2011’de çıkan öykü kitabı Bazuka, içinde yer alan dokuz öyküsüyle dokuz savaş sahnesini, dekorunda aşkı da eksik bırakmadan okuyucuyla buluşturuyor.

Aşk, yalnızlık ve şiddete dair hikâyeler” yazıyor kitabın kapağında ve bu üç kelime öykülerin duygusunu çok iyi bir şekilde özetlemeye yetiyor.

Ben de şiddeti, onu serinkanlı bir pervasızlıkla, sadece estetize etmekle yetinip çıplak haliyle anlatamayacak kadar yakından tanıdım sanırım. Öyle her tarafından irin ve kan fışkıran, insanların birbirlerinin gözünü oyduğu, feryat figanla dolu bir hayattan söz etmiyorum elbet. Ama gördüklerim bana yetti.” diyor Murat Uyurkulak Radikal Kitap’ta yayınlanan bir röportajında.

Hep bir kazanan ve kaybeden var bu dokuz anlatıda, tıpkı savaşlarda olduğu gibi ve biz okurken bakış açımız daima mazlumdan yana, onunla eş ve eşit hislerimiz. Söylendiği gibi, öykülerde bombalar patlamıyor, kimsenin kimseye silah doğrulttuğu yok, kan kırmızıya boyanmıyor sayfalar. Ancak savaşın en tehlikelisi var, hissettirmeden olanı, isimle cisim bulmayanı, seslendirmeden inkâr edileni, aşk için ve aşk ile yapılanı.

İlk öykü Tutkular Kitabı’nda kaliteli ancak hak ettiği değeri görememiş edebiyatın aşkı uğruna yapılan savaşı, okurun bu aşk ile kendini var etme çabasını görüyoruz. Öykülerin birçoğunda ise kadınlık ve erkeklik kavramları, beraberinde cinsel tercihlerin sorgulanmasını getiriyor ve aşkın engel tanımayacağını okuyucunun gözüne gözüne sokuyor. Kitaba ismini veren öykülerden biri olan Aşk, Yalnızlık ve Bazuka’da da yine kadın bedeni üzerinden edebi yollu bir siyasetin tartışıldığına şahit oluyoruz. Sadece bir meta olduğunda hakkında her türlü söylevi verebileceğimiz kadının kalbe dokunduğunda nasıl uğruna savaşılacak bir kutsal olduğunu görüyoruz.

Bazuka, inandıklarımızın, inandırıldıklarımızın, önyargılarımızın, kimliklerimizin, doğru bildiklerimizin, farkında olmadıklarımızın vücuda getirdiği dünyada yine bu yapı taşlarına karşı açılmış bir savaşın anlatısı, kılıcı da aşkla bilenmiş. O vakit, gazamız mübarek olsun.

Feyza Gönüler
twitter.com/FeyzaGonuler

Aitsiz Bir Kimlik: Zenime Hanım

Leylâ Erbil’in herhangi bir kitabını okuduktan sonra her okur “dili çok iyi kullanıyor” diyecektir. Bu nedenle Cüce romanı için aynı şeyi söylemekle yetinmeyeceğim. Bu romanda neredeyse dil devrimi yapmış, deyim yerindeyse dili kontrolden çıkarmış yazar. Kitabı çok kısa sürede (neredeyse bir oturuşta) bitiriyorsunuz, çünkü bırakırsanız bir şeyleri kaçırıyor hissine kapılıyorsunuz.

Yazarın diğer kitaplarında olduğu gibi bu kitap da eleştirilerle işlenerek yazılmış. Diğerlerinden farkı eleştirirken daha göstermeci bir anlatımı tercih etmesi. Tüketici toplumundan medyaya, insanların bakış açılarından siyasete kadar bizi rahatsız eden ne varsa eleştiriyor Erbil. Üstelik komşusu Zenime’nin kalemini kullanarak.

Yazarın Notu”  bölümüyle başlayan kitapta önce Zenime’nin kim olduğunu, nasıl biri olduğunu, kitabı intiharı üzerine onun yazdıklarını birleştirerek oluşturduğunu söylüyor Leylâ Erbil. Daha sonra da başlıyor hikâyesini anlatmaya.

Bir gazeteciyi bekliyor Zenime Hanım. Okur da bu bekleyişte Zenime’nin zihninin işleyişini izliyor. Yaşadığı sisteme ait olmadığını hisseden, onu eleştiren bir kadın olsa da “sevgili okurlar” ını önemsiyor, öyle bir kitle sürekli onu takip etsin istiyor.

Zenime’nin karışık zihninin yanında, Leylâ Erbil’in zaman zaman şiirsel, zaman zaman tekerlemeyi andıran üslubu bir cümleyi birkaç kere okumanıza neden oluyor. Ama kitabı bitirince biraz dinlendirdikten sonra o cümlelere dönerseniz anlamlarını da, tüm kitap boyunca Zenime’nin evinde ve dolayısıyla sayfalarda yürüyen karıncaların neyi simgelediğini de daha iyi anlıyorsunuz.

Mustafa Horasan’ın çizimlerinin de yer aldığı kitap yalnızca bir şeyler anlatmıyor aynı zamanda bir deneyim yaşatıyor okura. Yaşadığı sistemin içinde boğulduğu halde onun bir parçası olmak zorunda kalanlar kendilerine bir ayna arıyorlarsa Leylâ Erbil’in kelimelerine sığınabilirler.

Ümran Kio

12 Eylül 2013 Perşembe

"O adam"ı bekleyenlere

"Şehrin en uzak ucundan bir adam koşarak geldi ve 'Ey kavmim!' dedi, 'Bu elçilere uyun! Sizden hiçbir karşılık beklemeyen ve kendileri doğru yolda olan bu kimselere uyun!'"
- Yâsin Suresi, 20-21

Cemil Meriç, "Tek hürmet ettiğim adamdır. Kaybedilmiş bir davanın bu kadar fedakar kahramanı olabilir. Öyle görmek ve inandırmak ihtiyacında." diyordu Don Kişot’un arkasından.

Bir an duralım! Kısa bir an sadece…

Gündelik telaşlarımızın bizi nasıl sistematize ettiğini ve ilişkilerimizin, iletişimimizin nasıl yapaylaştığını düşünelim.

Sabah erken saatte günün ilk darbesini dijital çalar saatlerimizden yiyoruz. Eğer hala bizi öperek uyandıran bir annemiz, eşimiz, çocuğumuz, hatta kurmalı bir saatimiz bile varsa şükretmeliyiz. Ardından bir koşturmaca ile evden çıkarak kalabalık toplu taşıma araçlarında birbirimize son derece tahammülsüz bir şekilde yollara düşüyoruz biraz daha çalışmak, kazanmak, yükselmek, sonra yine kazanmak ve hep kazanmak için. Kulaklıklarımızı takıyoruz hemen; iç çekenleri, öksürenleri, içli içli ağlayanları, en insancıl, en kısık sesleri duymak istemediğimizden. Ardından toplantılar, deadline’ı yaklaşan projeler, ay sonu raporları… Gözümüz saatlere takılıyor durmadan, zaman hızla geçiyor bizi kendine katmadan. Son bir gayretle ya eş dosta vakit ayırıyoruz ay yükselirken gecede ya da evimize atıyoruz kendimizi, içinde yer aldığımız gerçeklikleri görmezden gelip televizyon karşısında adeta bir katarsis ruhuyla hayatı suni bir ekranda yaşayabilmek adına... Oysa neler kaçırıyoruz olağanüstü bir gerçeklikle yanımızdan geçip giden hayatta?

Belki hep geçtiğimiz cadde üzerinde, kim bilir birkaç kere vitrinine baktığımız, alışveriş yaptığımız bir mağaza “Kapanış nedeniyle zararına satışlar!” yapıyor. “Şu mağaza kapanmasaydı, iyiydi.” diye düşünüp, içeri girip de “Hayırdır abi?” demek geldi mi aklımıza?

Belki mahallemizde bir çocuk, yürüyemediği için sokakta oynayan akranlarına uzaktan bakıyor, işten dönüş saatimize denk geldiğinde gidip de başını okşadık mı?

Peki, mahalle bakkalımıza ne zaman tembihlemiştik “Bizim ufaklığa giderken harçlığını sen ver, dönüşte biz hallederiz.” diye? En son bizim kuşağa yetişti galiba bu gelenek.

Bir pazar yerinde, tezgâhlar kalktıktan sonra sokaklarda dolaşıp yere atılan sebze ve meyvelerden toplayan kadınlarla zaten yüz yüze gelmiyoruz alışverişimizi hafta sonları süpermarketlerden yaptığımız için.

Filistin’de, Myanmar’da, Suriye’de, Mısır’da… Dünyanın dört bir yanında ölen masumlar için son zamanların trendi, tweet göndermekten başka bir vicdan muhasebesine giriyor mu yüreklerimiz?

Ezber cümlelerin, ezber duyguların içinde aktığını varsayarken, gerçekte sevgilinin kalbine dokunmayı unutanlardan mı olduk?

Aldığımız eşyaların kıymetinin ertesi güne kalmadığı, her gün doymazlıkla yenilerini alıp eskilerinin değerini sıfırladığımız bir döngü içinde girdik duygusuzca.

İşte tüm bu şehrin kıyısında köşesinde kalmış insanlara, geleneklere, mekanlara, ruhlara, kısacası ötekileştirdiğimiz ne varsa, onlara ışık tutuyor “Bir Adam Girdi Şehre Koşarak”. Tarık Tufan, koşarak şehre giren bu karakter tahayyülüyle, her şeyin son derece hızlı ilerlediği dünyamızda hepimizi gelip omuzlarımızdan sarsıyor birbirimize dönmemiz için.

İyi de yapıyor!

Feyza Andaş
twitter.com/feyzandas

11 Eylül 2013 Çarşamba

Şaşırmayı, haylazlığı ve neşeyi sevenlere

"Bu kitap birbirine sadık kalan insanlara ithaf edilmiştir" girişiyle başlayan tamda birbirine ve meselelerine sadık kalan insanların anlatıldığı bir roman "Kozmik Haydutlar."

Kendisi hakkında pek bir şeylerin bilinmemesi taraftarı olduğunun sık sık altını çizen yazar A.C Weisbecker, "Kozmik Haydutlar" sayesinde okura bol felsefe, farklı dünya görüşleri ve keyifli bir aksiyon sunuyor.

Oldukça eğlenceli ve farklı karakteri bir araya getiren kitapta olaylar: bir uyuşturucu kaçakçısının gasp ettikleri eşyaları karıştırırken arasından çıkan kuantum fiziği ve atom altı parçacığı kitaplarına merak sarması ve bir anda değişen hayata bakış açısı etrafında şekil alıyor.

Müşkülpesent köpeği High Pockets, en yakın haydut arkadaşı Jose ve çetenin diğer üyelerinin de ara ara olaylara dahil olmalarıyla, işsiz uyuşturucu kaçakçısı bir anda dünyanın varoluş sırlarının peşinde oradan oraya sürüklenen bir kaşife dönüşüveriyor.

Yazar kitap boyunca olayları birinci ağzı ana karakter üzerinden aktarıyor, ancak karakterin ismine yer vermiyor. Olaylara hakim gözlemci olarak bakan karakter hikayesi boyunca okuyucuya bol bol dipnot veriyor. Kitap genel olarak iki bölüm halinde ilerliyor. İşsizliği dolayısıyla fiziğe merak saran karakterin değişen görüşlerinin ve dönüşüme uğrayan tutumunun anlatıldığı birinci bölüm ve tüm öğrendiklerinden yola çıkarak okuduklarını yazan fizik profesörünü aramaya karar verişinden sonra gelişen olayların anlatıldığı aksiyon dozu yüksek ikinci bölüm. Hikaye başlarda karmaşık ve sıkıcı gibi görünse de ilk elli sayfadan sonra kendisini açıyor. Yazar zen öğretisi, atom parçacığı teorisi, büyük patlama, kuantum mekaniği, çeşitli fizik ve varoluş kuramları üzerine eğlenceli ve her yaştan okurun rahatlıkla anlayabileceği bir felsefe sunuyor.

Tüm bunları yaparken bilim ve öğrenme tutkusu birleştiğinde insanların nasıl değişimlerden geçebileceklerini sorgulatıyor. Bilimin etkisi herkes üzerinde aynı mıdır? sorusu ise ilerleyen sayfalarda kitabın ana sorunlarından birisi halini alıyor. Okuyucusundan, önce Kara düşünce, tek bakış açısı, boş yaşam, boş insan, kaybeden... gibi önyargılarla soğuttuğu karakterlerini "Vay be!" nidaları arasında sevdirmeyi başarıyor. Bu başarısını önyargıların geçersizliği fikrini kanıtlayarak ise ikiye katlıyor.

Hikaye, temposu hiç düşmezken sıkılan kurşunlar arasına düşünce kırıntıları serpiştiriyor. Kırılan kapıların ardından o kapılara karşı masa başında yapılan derin sohbetlere geçebiliyor. Okur "Tamam, şimdi bitti!" derken kurnaz haydutlar bir kez daha şaşırtmayı başarabiliyor.

Kozmik Haydutlar hava, kara, deniz dinlemeden kıtalar arası seyahat eden uçarı bir macera. Haydutların her durağı ise apayrı bir felsefe. Kendince varlık nedenlerini arayan bir grup amaçsızın amaçlı hale dönen yaşamlarından 194 sayfalık bir izlek. Çok kültürlü dokusu, kutuplaşan dünyaya yönelttiği ince hicvi, çılgınlıkta sınır tanımayan karakterleri ve boğmadan anlatmaya çalıştıkları ile okuyanın yanına kar kalacak bir kitap Kozmik Haydutlar. ilgilisine…

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

9 Eylül 2013 Pazartesi

İlişkiler bir cinayet midir?

Şimdi arkanıza yaslanın ve beni iyi dinleyin size harika bir roman hakkında berbat cümleler kuracağım.

Malina, ya da Günlük Cinayetlerin Romanı” tanımı ile başlıyor kitap.

Malina, Bachmann'ın 'Ölüm Türleri' ana başlığı altında yazmayı düşündüğü bir dizi romanın da tamamlanabilmiş ilk ve tek bölümüdür. 1971 yılında yayınlanmıştır. Romanın yayınlanmasından 2 yıl sonra Roma’daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybeder. Tamamlanmamış kitaplar, düşler içinde yitip gitmiş hayatlar beni her zaman derinden etkiler, üzer, tıpkı Oğuz Atay’ın Türkiye’nin Ruhu’nu yarım bırakıp gitmesi gibi.

Yazıldığı dönemde büyük ses getirir edebiyat dünyasına. Ve edebiyat çevrelerinde uzunca bir süre tartışılır. Ben, bu roman ile neden bu kadar geç tanıştım bilmiyorum. Sanırım o da benim eksikliğim.

Kitabın ilk bölümü 'İvan'la mutluluk', ikinci bölümü 'Üçüncü adam', üçüncü bölüm 'Son şeyler üzerine' başlığını taşıyor. Kitapta bir olay örgüsü yoktur, baştan sonra bilinç akışı tekniği ile yazılmış bir romandır. Okurken , “gerçekten Malina var mıdır, yok mudur, bir hâyâl ürünü müdür, yoksa yazarın aklında yaşattığı bir ideal karakter midir, yani başka bir deyişle bir alter-ego durumu mu vardır” diye düşündürür. Ama bununla fazlaca oyalanmaya vakit bırakmaz, kelimelerin içinde kaybolup gidersiniz.

"Yaşayacak bir niçin'i bulunan, hemen her nasıla dayanabilir."

"Tarih öğretir, ama öğrencileri yoktur."

"Çevremdeki bu koşuşturmanın ortasında kendimi herhangi bir işle oyalamam kesinlikle olanaksız, eminim siz de görüyorsunuzdur dünyadaki bu delice koşuşturmayı ve ondan kaynaklanan cehennem, gürültüyü duyuyorsunuzdur. Yapabilseydim eğer işlerle uğraşılmasını yasaklardım, ama onları yalnız kendime yasaklayabilirdim."

Romanda “ben” konuşur ve “ben” bir kadındır. Birinci tekil kişinin ağzından dinleriz her şeyi. Kederlerine bir isim koyma çabasına gitmeden tüm acılarını, ciddi çırpınışlarını, tutkularını, en realist hâli anlatır “ben” ve hiçbir kaygı gütmeden. Özgür ve acı çeken insanı.

Ben faşizmi en güzel onun kaleminden okudum, "Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar… ve ben anlatmak istedim ki, savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır."

Kitap, ne kadar bireysel bir roman gibi görünse de, bütününe bakıldığında tamamen toplumsal gerçekçilik ile yazılmıştır.

"Ben, mutlak nitelikteki ilk israfın simgesiyim, kendimi esrikliğe kaptırmışım, dünyadan akıllı bir biçimde yararlanabilme yeteneğim yok, ve adına toplum denen maskeli baloda boy gösterebilirim, ama gelmeyebilirim de; engeli çıkmış biri gibi, ya da kendine maske yapmayı unutmuş, ihmali yüzünden kostümünü artık bulamayan ve bundan ötürü de günün birinde artık davet edilmeyen biri gibi. Belki de birisiyle sözleşmiş olduğum için, Viyana'da, bana henüz yabancı olmayan bir ev kapısı önünde durduğumda, aklıma son anda kapıda yanılmış ya da günü ve saati şaşırmış olabileceğim geliyor; o zaman dönüyorum ve çok çabuk yorulmuş, içim çok fazla kuşkuyla dolu olarak, Macar Sokağı'na koşuyorum."

“İvan'ı düşünüyorum. Aşkı düşünüyorum. Damardan verilen gerçeği ve bunun etkisinin ne kadar kısa sürdüğünü. Bir sonraki, daha yüksek dozu.”

Beceriksiz, başarısız sevgiliyi de şöyle anlatır; “Erkek için kadınları az düşünmek kolaydır, çünkü hastalıklı sistemi, hiç aksamayan bir sistemdir; erkek kendi kendini yineler, yinelemiştir, yineleyecektir. Kadınların ayaklarını öpmekten hoşlanıyorsa eğer, daha belki de elli kadının ayaklarını öpecektir, o halde o anda ayaklarını öptürmekten hoşlanan bir yaratığı düşünmesine, onun yüzünden düşüncelere dalmasına gerek yoktur, o erkek böyle düşünecektir. Oysa, bir kadın şimdi sıranın kendi ayaklarına geldiği gerçeğiyle hesaplaşmak zorundadır (...) Birini gerçek anlamda bir mutsuzluğa sürüklediysen eğer, o zaman o da seni düşünecektir. Genelde ise erkeklerin çoğu kadınları mutsuz kılar ve bunda bir karşılıklılık yoktur, çünkü başımıza gelen doğal bir yıkımdır, erkeklerin hastalığından kaynaklanan, engellenmesi olanaksız doğal bir yıkım.

Bachmann’a göre İkinci Dünya Savaşı’nı izlemiş olan “savaş sonrası” dönemi artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların iç dünyasındadır. Yıkım ve cinayetler, artık tarihin belli dönemlerinde değil, günlük yaşamımızda yer alır. Bu yüzden roman “bir cinayet romanı“ tanımlamasını alır. Sevginin ve diğer güzel şeylerin en önemlisi kadının ve ilişkilerin cinayeti. Diğer 2 bölüm de tamamlansaydı neler anlatacaktı kim bilir?

Romanda 'Bir gün gelecek' diye bir ütopyadan da bahsedilir; “Bir gün gelecek, insanlar savanları ve bozkırları yeniden keşfedecekler, uçsuz bucaksıza açılıp köleliklerine bir son verecekler, hayvanlar yükseklerdeki güneşin altında insanlara, artık özgür olan insanlara yaklaşacaklar ve dev kaplumbağalar, filler, bizonlar birlik içersinde yaşayacaklar, ormanların ve çöllerin kralları, özgürlüklerine kavuşmuş insanlarla birleşecekler, aynı kaynaktan su içecekler, arınmış havayı soluyacaklar, birbirlerini parçalamayacaklar, bu, başlangıç olacak; bütün bir yaşamın başlangıcı.”. Ancak daha sonra o günün de 'aslında gelmeyeceği'ni ilan eder. Çünkü Bachmann kendisiyle yapılan bir söyleşide 'Gelmeyecek ama yine de inanıyorum. Çünkü inanmazsam eğer, artık yazmam da olanaksızlaşır' der.

Gerçekten iki insanın birbirini sevmesi mümkün müdür? Dengesizlikler ve çırpınışlar, dibe vuruşlar nereden sonra başlar? Kadın iki kişilik ilişkilerde ne kadar kadın? Aslında sadece bir cinayet mi ilişkiler, hem kendimizi hem onu mu öldürüyoruz her gün, her an?

Tutarsızlıklar, umursamazlıklar, dengesizlikler, iç çatışmalar, kör inançlar, düğümler, kördüğümler, hiç çözülemeyecekler. İlişkiler, ilişkiler…

“Aslında kötü bir alışkanlıktır okumak, öteki bütün kötü alışkanlıkların yerini tutabilecek ya da onların yerine herkesi daha bir yoğun biçimde yaşamaya itebilecek bir alışkanlıktır, delicesine bir yaşam biçimidir, insanı yiyip bitiren bir tutkudur. Hayır, uyuşturucu kullanmıyorum, kitapları kullanıyorum…”

İyi bir roman hakkında iyi cümleler kurmak çok zor. “Ne söylense hakkını bulur, ne desem yerine oturur?” diye düşünmekten alıkoyamaz kendini insan. Ben okurken bitmesini istemedim kitabın, kitapseverler nadir yakalar bu duyguyu.

Diyeceğim şudur ki; okumadan ölmeyin. Belki de Malina, Olric’in çift yumurta ikiz kardeşidir.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

6 Eylül 2013 Cuma

Çareyi uzaklaşmakta bulanlara

Dolambaç, Hollandalı yazar Gerbrand Bakker’in son romanı.

Ayrılmanın,bırakabilmenin ve kabuğundan çıkıp uçabilmenin anlatısı. Okuru yetişkin bir kadının labirentlerine sokup kitabın son sayfasına dek orada sessizce dolaştıran yazar, abartısız anlatımı ve süssüz diliyle yormadan, sıkmadan derdini anlatmayı başarıyor.

İsminin Emilie olduğunu söyleyen Hollandalı akademisyen bir kadının yaptığı bir hata yüzünden işini ailesini ve kocasını bırakıp Galler’in kuzeyindeki eski bir çiftlik evine taşınması kitabın temel meselesi olarak veriliyor. Ancak bu kadının kim olduğu, isminin gerçekten Emilie olup olmadığı, kimseye haber vermeden gelip yerleştiği dağ başındaki bir çiftlik evinde bulunma sebepleri kitap boyunca yavaş yavaş sallamak suretiyle ince bir elekten geçiriliyor.

Bakker’ın metni için bu eleğin üstünde kalanlar ve altına dökülenler diyebiliriz. Zira okura çift taraflı bakış açısı yürütme şansını veren yazar roman boyunca takip ettiği izlek sayesinde bunu olayların içine başarılı bir şekilde yedirmeyi başarmış. Kitabın aralık ayına dek süren ilk bölümü boyunca Emilie’nin kendiyle hesaplaşması yavaş yavaş ortaya çıkan küçük sırlarıyla birlikte ait olduğu şeylerden kırılıp kopması ve savruluşunu inceliyor yazar. Kır hayatına yabancı olan karakterin aidiyetsizlik duygusu üzerinden ünlü şair Emily Dickinson ile aralarında ustaca paralellikler kuruyor. Romanın geneli boyunca Emilie’nin Dickinson dizelerine tutunarak içini kendisine açması, tutunacak hiçbir şeyi kalmayan kentli bireyin kendi gibi olana yönelişini gözler önüne seriyor.Tüm bunların yanı sıra roman şiir’i yüceltmesi bakımından da büyük önem arz ediyor.

Kitabın Aralık ayı bölümünden sonrasında ise çiftliğe tıpkı Emilie gibi bir anda yolu düşen,onun gibi ruhsal kayıpları olan Bradwen Jones isimli 20 yaşındaki genç erkek damgasını vuruyor. Başta yalnızlığına gölge düşüren bu genç adamdan korkan Emilie sonraları bir anda kendisini Bradwen ile yaralarını sararken buluyor. Emilie iyileşirken yazar okur’u kadının kocası ve ailesiyle tanıştırıyor. Eksik kalan parçaları yine gürültüsüz bir şekilde fark ettirmeden yerine oturtuyor. Emilie kendi sırlarından arınırken onların kirinden bir türlü kurtulamıyor…

Yazar Bradwen karakterini öyküye tam da Emilie’nin yalnızlığa alışmak üzere olduğu bir noktada dahil ediyor ve bu yolla kentli bireyin yalnızlığa olan özlemini ilginç bir şekilde baltalıyor. Emilie yalnız kalamayacağını,yalnız yapamayacağını anladıkça yazar amacına hizmet etmeyi başarıyor.

Öykü Emilie’nin bahçesinden birbir eksilen kazlar, göl ve porsuk imgeleri,kasaba doktoru ve çiftliğin eski sahibesinin yaşamı gibi küçük yan öykücüklere sahip. Bakker bu yan olayları yine ana hikayenin belli başlı noktalarına başarılı bir şekilde ilmeklemiş ve her küçük olaycık içinde ana karakterin ruhsal hayatını anlamayı daha da kolaylaştıracak büyük dipnotlar sunmuş. Dolambaç çareyi uzaklaşmakta arayan bir kadının, sorunlarından yalnızlıkla kurtulacağına inanan kalabalıktan sıkılmış insanın romanı. Neden ve sonuçları çok kesmeyen bir metin. Zaten farkında olunan şeylerin tozunu attıran bir rehber. Sessiz hüznüyle ince ince şipleyen türden bir öykü.

Hafif bir jazz müzik, battaniye, kahve ve şömine eşliğinde şehrin kalabalığından ustaca uzaklaştıran bir sonbahar romanı ilgililerine...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

2 Eylül 2013 Pazartesi

Şiirin içine şairin dışarıdan bakışı

"Genç şair! Karıştır, oku bu kitabı! Sonra da, işte zaman silgisi, kurşunkalemle yazılmıştır, aklından sil çıkar ki, ben işine karışmış olmayayım, sen gene bildiğin gibi yaz, bildiğini oku!"
- Behçet Necatigil

İşte böyle yüce gönüllüdür şair Behçet Necatigil ve bu yüzden hocadır. Söyler ve kenara çekilir. Hayatına dair yazılan yazıları ve sevgili kızı Ayşe Sarısayın'ın hatıralarını okuduğumuzda da bunları görebiliriz.

Şiir okumak başka, şiir üzerine yazılar okumak ise bambaşkadır. İkisi arasında gerçek olan bir şey varsa o da şiir okumanın daha kolay olduğudur. Belki de değildir. Kim bilir? İşte bilmek için bir kitap, üstelik Türk şiirinin en büyük isimlerinden: Behçet Necatigil. Şiirle öyle veya böyle ilgilenen herkes için Behçet Necatigil ayrı bir yerdedir. Somutlaştırayım: Gün içinde yoğun olarak ev, sevgi ve sessizlik üzerine konuşuldu mu akla tek bir şair gelmelidir. O da Behçet Necatigil'dir.

"Hayat bölünmez, sağlam bir akış olmaktan çıktı, bir mozaik halini aldı: İçinde cam kırıkları, taş parçaları, döküntüler, her şey var."

Yaptığım alıntıdan görüldüğü gibi saf şiir üzerine kurulan bir kitap olmaktan öte, hakiki şiir üzerine kurulan bir kitap Bile/Yazdı. Hakiki şiirde hayat vardır. Bundan dolayı da ilk baskısını Ada Yayınları'ndan 1979 yılında yapmış olan kitap aradan 33 yıl geçti ve YKY'den toplamda 4. baskısına ulaştı. Üç bölümden oluşuyor: Şiircikler, şiir uçları ilk bölüm. Şiir tanım ve gözlemleri ikinci bölüm. Üçüncü bölümde ise şiir üzerine çokça yazı var. Kitap biterken Necatigil'in dünden bugüne konuşmaları mevcut. Hepi topu 104 sayfa olsa da gerek ilham gerekse poetik anlamda bolca malzeme görüyorsunuz, incelikle inşa edilen.

"Şiir bir çıkartmadır, uyuyan topraklara
uyumayışlardan."

"Şiir ısrarlı bir telkindir, ama tekin olmayabilir
bazı telkinler gibi."

"Şiir yazılamaz olunca mı anlaşılır nasıl yazılacağı?"


Şiirle uğraşın veya uğraşmayın. Bırakın hoca konuşsun, sonra siz nasıl olsa iyi şiiri daha iyi göreceksiniz ve belki de yazacaksınız.

"İki tür şair sevilmez: Ya sızlanan ya da
bitpazarında hurdacı dükkânı açmış."


Şiir hakkında her şeyi, şairinden okumak isteyenlere diyelim...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

31 Ağustos 2013 Cumartesi

İsimlere takılmayanlara

"Barış Adlı Çocuk", Sevgi Soysal’ın 1976 yılında yayınlanmış ve kendi seçtiği on üç öyküsünden oluşan kitabıdır. Soysal’ın Kitabını pek çok diğerinden farklı kılan ise anlatımda tercih ettiği tutum ve dönemdaşı Tezer Özlü’yü anımsatan karamsar sert ve acı bir hissiyatla donatılmış olmasıdır.

Kitap yazarın ölümünden önce yayınlanmış son eseridir. Ayrıca kendisinin son dönemlerini aydınlatan bir kaynak olması bakımından da önem arz etmektedir. Kitapta yer alan ilk yedi hikaye yazarın yaşantısından bağımsızmış gibi görünen kurmacalar olarak dikkat çekmektedir.

Bu yedi hikayenin genelinde Soysal bireyin toplum karşısındaki çekingenliğini, ötelenen insanın ruhsal tedirginliklerini aktarırken imgeler üzerinden sağladığı bir toplum, kurum ve olgular eleştirisi yapmaktadır. "Cellat Fuchs, Kent Halkına Nasıl Karıştı?" başlıklı hikayede şehrin dışında yaşamaya mahkum edilmiş bir cellat’ın düzeni kırıp insan arasına karışma arzusunu ince bir lirizm ve hassas dokundurmalarla ustaca anlatırken "Ay’ı Boyamak"ta ise amaçsızlığına son vermek için bir türlü sonuç vermeyen bir döngü içerisine atılan Hasan Özçakar isimli karakter üzerinden insanın bir şeylere tutunma arzusunu,amaçsızlığın getirdiği yalnızlığın ruhta yarattığı tahribatları ve boşluğa düşen bireyin çıkmazlarını okuruna hissettirmektedir.

Hissettirmektedir, kitabın geneli için kullanılabilecek bir sözcük, çünkü Soysal metninin hiçbir noktasında kesin bir biçimde ideoloji sunumu yapmamakta, başarılı bir biçimde hissettirmektedir. Bu hissettirmenin ardında ise okura "Benim için görüşüme katılıp katılmamanızın önemi yok,ondan kendinize hangi parçaları alabildiğinizin önemi var" mesajının verildiği de söylenebilir. Sevgi Soysal 12 Mart dönemini iliklerine kadar hissetmiş olan bu yüzden eserleri toplatılmış ötekileştirilmiş ağır eleştirilere maruz kalmış ve hapis cezası almış bir yazardır. Kuşkusuz ki tüm bunlar "Barış Adlı Çocuk"ta yer alan ve kitabın en uzun hikayeleri olarak göze çarpan hapishane hikayelerinin şekillenmesinde baş aktör konumunda bulunan ögelerdir.

Bu hikayelerde yazarın güçlü gözlem yeteneği ve argoya olan hakimiyetine şahitlik ederken O dönemin siyasal yapılanması, toplumsal düzenin işleyişi, hapishane bürokrasisi ve ilişkileri üzerine de sağlam çıkarımlarda bulunmak mümkün.

Kitaba adını veren "Barış Adlı Çocuk" öyküsü belkide eserin içinde barındırdığı tüm hikayelerin bir özeti ve ana teması niteliğinde. Barış ve faşizm, barış ve savaş.. Barış ve umutsuzluk… Barış ve umut… En nihayetinde ise barış ve Sevgi Soysal... Yazar olgulara, isimlere, kavram ve karmaşalara takılanların dünyasından "Takılmayın" öğüdünde bulunuyor bu öyküde. Soysal’ın hikayeleri acımasız gerçeklerle örülü, merhamet duygusuna çok az yer var, beklenmedik anda beklenmedik birinden gelen bir tokat etkisi yaratıyorlar adeta. Yazarın karakteristik kodları ve kalp dünyasının birer dökümü hepsi. Bu dökümün en karanlık sayfalarını ise kitabın sonlarında yer alan hastahane hikayeleri oluşturmakta.

Sevgi Soysal 1975’te göğüs kanseri teşhisiyle tedavi görmeye başlamasının ardından 1976 yılında bir memesinin alınmasından sonraki dönemde hastahane odalarında doktorlar, ilaçlar, hastalar ve hastalığı ile yüzleşme sürecini anlatıyor bu parçalarda. Bu hikayeleri okurken Tezer Özlü ve onun hastanelerinin etkisini başka başka biçimlerde izlemek mümkün. Yazarların birbirlerinden etkilenmiş oldukları kesin olmakla beraber hangisinin bir diğerine daha ağır bastığı okuyucunun takdirine kalmış. Soysal "Barış Adlı Çocuk" yayınlandıktan sonra yaşamını henüz kırk yaşındayken kaybetmiştir. Farklı ruh hali, imgelere olan hakmiyeti, dil’in sınırlarını zorlamadaki başarısı ve kaygısız tavrıyla Türk Edebiyatı'nın önemli değerleri arasında yerini almıştır.

"Barış Adlı Çocuk" Sevgi Soysal'ı ve onun dünyasını tanımak isteyenler için isimlere ve ardında sakladıklarına takılmamayı öğreten güzel bir eser. İlgililerine...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

29 Ağustos 2013 Perşembe

Büyük şairler, yeniden keşfedilmeyi bekler

"Büyük mütefekkirler kendi dönemlerinin tercümanlarıdır. Akif de bunlardan biridir. Hatta döneminin en büyüğüdür."
- Prof. Dr. İsmail Kara

İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Âkif Ersoy'un yaşamı üzerine ciddiyetli bir çalışma maalesef ki yapılmamıştı.

Sempozyumlar, makaleler, konferanslar ne kadar bolsa, içi o kadar koftu. Anma merasimlerinden öteye geçmiş, Mehmet Âkif'in milletimiz ve topraklarımız için neler ifade edebileceği üzerine kafa yorulmamıştı. İlginçtir ki eserleri üzerine de hâlâ ortada bir şey olduğu söylenemez. Eleştiriyi çok seven bir milletiz, her şeyi eleştiririz ama bir şeyleri tahlil veya izah etmekten de koşa koşa kaçarız. Oysa ki vatan şairimizi gayet iyi tanımamız, eserleriyle "şöyle böyle" değil "ciddi ciddi" ilgilenmemiz gerekiyor. Sadece Safahat'ı bilmek yerine, Süleymaniye Kürsüsünde, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım ve Gölgeler gibi çok önemli eserleri de bilmeli, okumalı ve idrak edebilmeliyiz. En azından buna gayret göstermeliyiz.

Elbette bunları yapanlar vardır, Prof. Dr. İsmail Kara ve öğrencisi Fulya İbanoğlu da muhtemelen öncelikle bu hassasiyetleri barındıranlar için harikulade bir çalışmaya imza atmışlar. Elemim Bir Yüreğin Kârı Değil / Mehmet Âkif Albümü; kapağını kaldırır kaldırmaz sizi içine hapsediyor. Çünkü orada bir dava yatıyor, bir mücadele barınıyor ve bir çile çekiliyor...

"Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım:
Ne yapıp ye'simi kahreyleyeyim bilmem ki?
Öyle dehşetli muhîtimde dönen mâtem ki!..
Ah! karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi... Nasıl yerlere geçmez insan?
Şu mezarlar ki, uzanmış gidiyor, ey yolcu,
Nereden başladı yükselmeye, bak, nerede ucu!
Bu ne hicrân-ı müebbed, bu ne hüsrân-ı mübîn...
Ezilir rûh-i semâ, parçalanır kalb-i zemin!"

Mehmet Âkif'in "Gitme ey yolcu" adlı bu şiiri, bence vatan şairimizin hayatının özeti. Çocukluğu, aile hayatı, eğitimi, arkadaşlıkları, ahlâk anlayışı, milli iradesi, vatan sevgisi, her şey bu şiirde. Naçizane böyle düşünüyorum. Titizlikle hazırlanmış albümde, albüm denmesinin sebebi bu olsa gerek; bol miktarda fotoğraf içeriyor. Sanki bir belgesel izliyorsunuz okurken, metinler yormuyor. Metinde okuduğunuzu kafanızda canlandırma zahmetine girmenize bile gerek kalmıyor, çünkü hemen yanındaki fotoğrafta her şeyi görüyorsunuz.

12 Mart 1921'de kabul edildi İstiklâl Marşımız. Yani cumhuriyetin ilanından önce. Demek ki Türk milletinin tarihe damgasını yeniden vurmasına vesile olmuştur İstiklâl Marşı. Buradan yola çıkarak da Mehmet Âkif'i de anlamaya çabalayabiliriz. Bu minvalde İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı şair İsmet Özel şöyle der: "Türk milleti tarihe damgasını İstiklâl Harbi ile vurdu. İstiklâl Harbi İstiklâl Marşı’nın temin ettiği mantık ve iradeyle kazanıldı. Millet hayatının sukut etmesi bu mantığın terk edilmesi, bu iradeye yabancı kalınmasından başka bir şey değildir. Kim millet hayatının yükselmesini istiyorsa, o kişi üzerine, şimdiye kadar ihmal edilmiş bir görev almış olur.". Demek ki görevimiz İstiklâl Marşı'nın da ötesinde. İşte vatan şairimizi anlamaya çabalarken kendimizden, kendi tarihimizden başlamamız gerektiğinin göstergesi. Bunun önemini ise daha fazla okudukça ve iştahla, daha fazla araştırarak elde edebiliriz.

Birçok çileye göğüs germiş, Cumhuriyet Türkiye'sinden monarşik idare ile yönetilen Mısır'a “Ben vatan haini miyim ki, peşime polis takıyorlar...” diye diye ve elemle giden fakat buna rağmen "Doğacaktır sana va'dettiği günler Hak'kın" dizesiyle bize büyük bir umut zerk eden büyük şairimizi daha yakından tanımak hepimizin üzerine vazifedir. Vazifeleri keyfimiz râzı geldiğinde değil, geç kalmadan gerçekleştirmeliyiz.

Timaş Yayınları'ndan haziran 2013'te yayımlanan ciltli ve şömizli 136 sayfalık bu kıymetli çalışma, Mehmet Âkif'i yeniden keşfetmek isteyenler için önem arz ediyor. Gelecekte Mehmet Âkif üzerine yapılacak ciddiyetli çalışmaların artmasına vesile olacaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Ağustos 2013 Perşembe

Umudunu hep içinde taşıyanlara

Beyaz Şah, Romanyalı yazar György Dragoman'ın 2005 tarihli "Sandor Marai" Roman ödülüne layık görülmüş olan kitabı. Hikaye 1980'li yıllar Romanya'sında geçiyor. Ağır bir rejim ve polis baskısı altında dünyayı anlamaya çalışan 11 yaşındaki Cata’nın gözlerinden bakıyor okur olaylara. Babası gizli polis örgütü tarafından sebebini bilmedikleri bir biçimde tutuklanan ve Tuna kanalına sürgün edilen Cata’nın bir anda annesiyle birlikte hayata göğüs germek zorunda kalışı kitabın ana meselesini oluşturuyor. 200 sayfalık kitap 18 küçük alt başlıktan oluşuyor. Her alt başlıkta daha da zalimleşen gündelik hayat,acımasız sıradanlık ve değişen toplumsal çehre yazarın başarılı anlatımıyla oldukça güzel işleniyor.

Cata, çocuk aklı ve kendi kalp penceresinden baktığı olayların kısa vadede yaşamı üzerinde yarattığı etkiyi birinci ağızdan anlatırken, okurda hikayenin başından sonuna eksik olmayan bir sıcaklık duygusu uyandırıyor. Dragoman’ın yersiz söz sanatlarıyla boğmadığı karakterin analtımı samimiyeti yakalamayı başarıyor.

Kitap ilerledikçe okur okuduğu her başlığın altına konumlandırılmış olan olay ve olaycıkların aslında bir umudu besleyen ve hikayeyi sona götürecek olan yapboz parçacıkları olduğunu anlıyor. Bu yönüyle yazar okurunda abartısız bir heyecan yaratmış oluyor.

Hikayenin denizinde rahatça yüzen okur ani dalgalardan korkmadan yavaş yavaş ve tadına vararak ulaşmak istediği noktaya varabiliyor. Edebiyatın mücevharatından nasibini almayan Dragoman’ın metni etkisini sessizliği ve sakinliğinden alan bir anlatı.Olayların içine çıkılmaz hallere sokulmadan da gayet güzel bir biçimde aktarılabileceğini kanıtlayan yazar hikayesinde vermek istediği mesajları küçük bir çocuğun ağzından egosuz,engelsiz ve saf bir biçimde aktarma yolunu seçmesi bakımından da fark yaratıyor.

Tüm bunların yanı sıra Roman beslendiği 80’ler dokusunu ve bu yıllara ait imgeleri de kusursuz bir şekilde sunuyor.

Okur küçük bir çocuğun ruhunda baba figürü’nün yerini,bu çocuğun öfke, mutluluk ve çaresizliklerini izlerken umud etmenin bazen insanın tek sığınağı olabileceğinin de farkına varıyor.

Kitap gerek yan karakterleri, gerek olay örgüsü ve varmak istediği noktaya okuru ulaştırma biçimiyle umudun gücü adına bir şeyler okumak isteyen, süsten uzak edebiyatı tercih edenlerin ilgisine layık.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

20 Ağustos 2013 Salı

Hayattan netice alabilmek için yürümeyi tercih etmek

"Hey hey, yürü dilber yürü ömrümün varı,
Eridi kalmadı dağların karı vay vay."
- Hicâz türkü, Ankara koşması

"Yürüyüşçü, yürüyüş sırasında dünyaya bakışını derinleştirir, bedenini yeni koşulların içine sokar."
- Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik - Yürümek

Toprakla aramıza giren teknoloji, başımıza ve ayaklarımıza da çokça işler açmıştır. Teknoloji bize türlü türlü yollar sunmuştur. Tali yol, paralı yol, yan yol. Otomobil, minibüs, kamyon, biiip. Peki yürümek vardı ne oldu ona? "Yürüyelim arkadaşlar" diye bağırıyorduk mesela yüce Avrupa'nın en büyük futbol organizasyonu olan Şampiyonlar Ligi maçlarında. Modernizmin her şeyine inat: Toparlanın, yürüyoruz.

Ocak 2004'te Sel Yayıncılık etiketiyle raflarda yerini alan "Yürümeye Övgü", büyük kitap dervişi Ali Çolak sayesinde keşfettiğim bir kitaptır. "Yürüyüş dünyaya açılmadır!" cümlesiyle başlayan bu David Le Breton kitabı, okuyucuyu yürüşe teşvik etmekten çok yürüyüşün derinliklerine dalıyor. Yürüyerek neleri elde edebileceğimizi ve yürümeyerek neleri kaybedebileceğimizi izah ediyor. Okurken oturmak serbest, ama kitap bittikten sonra lütfen yürüyünüz. Merdiven de çıkıp inebilirsiniz. Yürüyen merdiven ve asansörlerle de aranıza mesafe koyun, onlar birer ömür tüketicileridir.

"Günümüzde yürüyüşçü kişisel bir tinselliğin hacısıdır, yürürken derin düşüncelere dalar, alçakgönüllü, sabırlı olmayı öğrenir, yürüme bir tür gezici ibadet biçimidir, gezilen dolaşılan yerlerde hiçbir kısıtlama söz konusu değildir yürüyüşçü için, yürüyüşçünün çevresinde muazzam bir dünya vardır."

Yürüyerek yorulmak diye bir şey vardır ki keyfi anlatılamaz. Yürüdükten sonra yemek yiyen, kitap okuyan, müzik dinleyen, arkadaşlarıyla sohbet eden yahut uyumaya çekilen birinin yaşadığı tadı hiçbir şey anlatamaz. Yürümek keyfî bir şey olduğu kadar sıhhîdir de. Her ikisini de sağladığını düşünürsek yürümek, insan olmaktır. İnsan olduğumuzu hissetmek ve insan kalabilmek adına yürümeliyiz. Bu yürüyüşler bol dedikodulu ve çekirdekli bir akşam gezintisinden çok, bir keşif yürüyüşü olmalı. Kendimizi keşfe çıkmalıyız yürüyüşle.

"Yürümek keyiflidir, çünkü öncelikle insanı gündelik yaşamın zorlamalarından geçici olarak da olsa kurtarır. Yürümek stresi, aceleyi, üretme zorunluluğunu yok eder. Yürümek, asılnda yaşamın o kendine özgü zamanını yeniden bulmaktır. Yürürken yorulduğumuzda çimenlere oturmak, bir ağacın gölgesinde uyumak, bir ırmakta yüzmek yaşamın tadına varmamızı sağlar."

Kitapta altı çizilecek aforizmalar bulabilirsiniz ama bu sizi yine yürümekten alıkoymasın. Çizin ve yürüyün. Yürümeye başlayın. Çünkü yazarın dediği gibi "Yaşamımızda yapmayı düşündüğümüz değişikliklerle ilgili en önemli kararları yürürken ve dinlenirken veririz" hepimiz. Sevdiğimize kızdığımız zaman soluğu yürüyüşte alır derin derin düşünürüz. Sevmediğimiz bir şey bizi üzdüğünde de sokağa atarız kendimizi, stres atmak için yürümek imdadımıza yetişir.

İzci Marşı'nda "Yollar uzun dikenli olsa da / bastığın yer üzüntülerle dolsa da / sel çığ ateş önünde her ne olsa da / izci gülerek yürür" diye bağırılır. Yürümek, güldürür.

Bu kitap en çok yazarı David Le Breton, Jean-Jacques RousseauRobert Louis Stevenson ve Henry David Thoreau gibi yalnız yürümekten yana olanların kitabı aslında. Yürümek yalın bir şeydir. Yani ne kadar gösterişsiz, süssüz ve sade olursa o kadar netice verecektir. Hayattan bir netice alabilmek için yürüyün.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

15 Ağustos 2013 Perşembe

Vicdanının sesini dinleyenlere

"Heba" Hasan Ali Toptaş'ın son romanı. Derinlikli, ince işlenmiş, kendisini kolay açmayan bir metin. 308 sayfada noktalanan 7 bölümden oluşan bir iç muhasebenin kitabı. Ana Karakter Ziya’nın 42 yıl önce öldürdüğü küçük bir kuş yüzünden çektiği vicdan azabı etrafında şekillenen ve yer yer geçmiş, yer yer günümüze dönük anlatılan hikayesi. Kitap; şehir ve kır yaşantısının çıkmazlarına dokunurken, Suriye sınırında büyük fedakarlıklar ve zorluklarla geçirilmiş bir askerlik ve burada ölümsüzleşen bir dostluğun öyküsü aynı zamanda.

Toptaş bu noktadan bakıldığında karakter sahibi bir eser ortaya koymuş, zira her bir bölümde anlatılan olayların kendi içinde bir duruşu ve tavrı var. Olaylar geçmiş, bugün ve gelecek zinciriyle birbirine başarılı bir şekilde bağlanmış. Bölümlere kısaca değinmek gerekirse: Toptaş okuyucuyu "Anahtar" başlıklı bölümle karşılıyor. Bu bölümde Ana karakter Ziya’nın şehir hayatı karşısındaki isyanına, bıkmışlığına, ayrılma arzusuna şahitlik ederken ev sahibesi Binnaz Hanım’ın hikayelerini okuyup yazarın okura verdiği anahtarla metnin gizleri kurcalanmaya başlanıyor.

"Rüya" başlığını taşıyan ikinci bölümde ise yazar okuyucuyu Ziya’nın çocukluk yıllarına, yakın dostlarına ve ailesine bir rüya aracılığıyla götürüyor. Bu bölümde okur Ziya’nın karakteristik özelliklerini derinlemesine analiz etme fırsatını elde ederken 42 yıl boyunca peşini bırakmayan kuş simgesiyle tanışıyor ve Ziya’yı psikolojik olarak önemli bir şekilde yaralayan bu olayın hikayesini öğreniyor.

105. sayfada başlayan "Huzur" isimli bölümde Ziya’nın en yakın arkadaşı Kenan’ın köyüne olan yolculuğu, şehir hayatından sonra köy hayatı karşısındaki tepkisi,yaşadığı büyük kayıp ve bunun ruhunda açtığı yaralar ustaca bir anlatım ve kusursuz betimlemeler eşliğinde aktarılıyor. Bu bölümde ana karakterin buhranları, kalbinin üzerinden eksik olmayan kara bulutlardan kurtulmak için verdiği sessiz mücadele aracılığıyla günümüz kent insanının sıradanlaşan ve tekdüzeleşen yaşantısına da güzel göndermelerde bulunuluyor.

"Yazıköy" başlıklı bölümde isminden de anlaşılacağı üzere Ziya’nın bundan sonrası için yaşamaya karar verdiği Kenan’ın köyü işleniyor. Hikayenin düğümlenme ve çözümlenme sürecinde etki edecek karakterler yavaş yavaş okurun ilgisine sunulurken köy ve kent yaşamı arasındaki derin farklılıklar, toplumsal yapıdaki zıtlıklar belirgin bir şekilde sergilenmeye başlanıyor. Yazar bu bölümlerde tarafını belli etmeye başlıyor.

147. sayfada başlayan "Sınır" bölümünde Ziya ve Kenan’ın dostluğunun başlangıcına götürüyor yazar okuyucuyu. Ziya ile Kenan dostluğu üzerinden geçmiş ve günümüz dostluklarını sorgulatıyor. Dostluk kavramının geçirdiği dönüşümü, eksilenlerini, bünyesine katıp getirdiklerini oldukça güzel bir olay örgüsü içinde yine kendine özgü büyüleyici betimlemeler eşliğinde aktarıyor. Ziya ve Kenan ikilisinin Suriye Sınırında geçen askerlikleri ve burada yaşadıkları acı tatlı olaylardan oluşan bu bölüm kitabın en kapsamlı ve en uzun kısmını oluşturuyor. Bu bölümü okurken Hakan Günday’ın Ziyan kitabını okumuş olan okuyucuların ilginç benzerlikler ve paralellikler keşfetmeleri muhtemel. Zira karakterin adının Ziya oluşu ve bölüm boyunca anlatılan olaylarda yazarın takındığı tavır iki metin arasındaki ilginç benzerliği açıkça belli ediyor. Bu bölümde Ayrıca yazarın Türkiye’de askerlik ve askerlik kurumunun ideolojisi üzerine söyledikleri ve vermek istediği mesajlar da kendisine yer buluyor.

"Minnet ve Fena" isimli son iki bölümde yazar okurunu geçmişten çıkartıp hikayenin tüm soru işaretleriyle birlikte günümüze getiriyor. Bu bölümlerde Kenan’ın köyüne yerleşmiş olan Ziya’nın şehirli düşünceleri ile küçük köylü insanının düşünce çekişmelerini inceliyor yazar. Yine bu bölümde Toptaş’ın kır ve kent yaşamını ne denli iyi bildiğini metinde izlediği yoldan ve çizdiği rotadan açıkça gözlemlemek mümkün.

Toptaş Hikayesini koşturabildiği kadar koşturuyor ve nabzın en yükseldiği noktada fişi çekip bırakıyor. Son derece başarılı bir anlatım, akıp giden bir üslupla kotarılmış olan "Heba" yazının başında da belirttiğim gibi kendisini kolay açmayan bir metin. Özenle işlenmiş dolayısıyla okurdan da özenle çözülmesi bekleniyor. Sıcak yaz günlerinde vicdan muhasebesi yapmak isteyenlerin ilgisine...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

4 Ağustos 2013 Pazar

Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!

"Bu kitap rikkatli ve müstehcen, dangıl dungul ve duyarlı, zahit ve kaba saba. Okurunu kâh dik kafalılık ve gözyaşlarıyla, kâh fars ve yasla sırılsıklam ediyor. Işıltılı cam kırıklarını andıran bir dili var bu kitabın."
- Hermann Kurzke, Frankfurter Allgemeine Zeitung

İnsanın kendi evinden uzaklaşması onda neler yaşatırsa, dilinden uzaklaşması da işte onları yaşatır ve hatta yazdırır. Türkçeye ilk kez İletişim Yayınları tarafından çevrilen bu Emine Sevgi Özdamar kitabında; insanın evinden ve dilinden uzaklaşmasının yaşattıkları ve yazdırdıkları var.

Muhsin Ertuğrul, Beklan Algan, Ayla Algan, Haldun Taner, Melih Cevdet Anday ve Nurettin Sevin'den tiyatro eğitimleri almış olan yazarın kitapları 17 dile çevrildi. "Annedili", ilk olarak 1990'da yayımlanmıştı ve o dönemde özellikle Almanya'daki Türk işçilerin iç dünyalarındaki karışıklıkları ve kapitalizmin zorbalığını ortaya çıkarması sebebiyle büyük takdir toplamıştı. 1994'te New York Yılın En İyi 20 Kitabı'ndan biri seçilen "Annedili" şu cümlelerle açılıyor:

"Benim lisanımda dil şu anlama gelir: Lisan. Dilin kemiği yoktur, onu nereye döndürürsen oraya döner."

Annesi Fatma Hanım'a ithaf ettiği kitapta yazar, hatırlamak istediği şeyleri hatırlamaya hep aynı yerden başlıyor, dilinden. Dört hikâyeden oluşan bu kitapta yazarından kendi hayatından oldukça fazla iz var. Bu yüzden de son derece gerçek ve samimi. Hikâyelerin hepsi birbiriyle bağlantılı, birbirleriyle kardeş. Çünkü kardeş olması için çok sebep var.

"İbni Abdullah: Ruh kalpten ayrılırken ölmek üzere olan insanın gözüne perde iner, ama işitme duyusunun en son yitirecektir. Hadi şimdi lütfen ilk harfleri okuyunuz. Elif be dal zal re."

Sanki her hikâyede bir tiyatro oyunu izleniyor, perde açılıyor ve dobra dobra esen kelimelerle kapanıyor. Sessizliğin içinde gizli olan şeyler hayatın faniliği, ölüm ve derin bir sevgi, saf sevgi. Yer yer espriler de havada uçuşuyor "Annedili"nde, güldürüyor. Acınacak hâlimize gülüyoruz, belki de ondandır.

"Dizlerimin üstünde oturduğum divan, bana anılarımı ver. Ben bir kuşum. Ülkemden uzak diyarlara uçtum, çözülmemiş cinayetlerin işlendiği şehirlerin kenarındaki otobanlardayım."

Bir kadının dili her zaman ağırdır. Bakmayın siz edebiyattaki "erkek adam" hâkimliğine. Kadın konuşunca erkek susar, akıllı olur. Tıpkı İsmet Özel'in dizelerindeki durum gibi: "Kadın şairler aşktan bahsettikleri zaman / mangalın küle mahcubiyeti artar."

"Annedili", küçükken vazoyu kırdığımızda ağzımıza uçan bir terlik gibi. Siper alın.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

1 Ağustos 2013 Perşembe

Öze ulaşma anlatısı okumak isteyenlere

Polonya asıllı romancı Joseph Conrad, zamanının çok ötesindeki bu eserle modern çağa özgü konuları ele alır. Avrupa emperyalizminin Afrika ve Asya'daki sömürüsüne eleştirel bir gözle bakan ilk edebi çalışmalardandır.

"Yavaş yavaş ölmekteydiler-apaçıktı bu. Düşman değildiler, dünyayla ilintili hiçbir şey değildiler artık- yeşilimsi loşlukta karman çorman uzanmış, kara birer hastalık ve açlık gölgesinden başka bir şey değildiler..."

Marlow'un (anlatıcı) araştırma yapmak hevesi içerisinde, Belçikalı bir ticaret gemisiyle Kongo'ya yaptığı yolculuk sömürgeciliğin yüreğine yapılan bir yolculuğa dönüşür. Avrupa'nın büyük devletlerinin, Afrika'nın göbeğine uygarlık götürmek bahanesi altında nasıl bir vahşete sebebiyet verdiklerine tanık olur. Medeniyetin tuzakları vahşi dünyanınkinden çok daha ağırdır. Marlow roman boyunca, tanık olduğu gerçeklik karşısında bocalayan bir tutum sergiler.

“Tarih öncesi insanlar bize lanet yağdırıyordu, niyaz ediyordu, hoş geldiniz diyordu... Kim bilebilir? Biz... Hayalet gibi suyun üzerinde kayıyor ve deliler evindeki bu çıldırma sahnesi karşısında akıl sahibi insanların yaşayabileceği türden bir şaşkınlık ve gizli iğrenme duygusu yaşıyorduk. Yeryüzü gerçekmiş gibi görünmüyordu... İnsanlar da... Hayır, insan dışı değillerdi. Daha kötü olan onların insan dışı olmadıklarına dair bir şüpheydi...”

Yolculuk teması üzerine şekillenen hikâyede, Marlow yola çıkış, gidiş ve geri dönüş gibi klasik bir döngü içerisindedir, ne var ki zafer kazanmış biri olarak dönmeyecektir geriye. Çünkü Marlow insan zihninin ilkel, bilinmedik alanlarına doğru yol almıştır artık. Rahme, karanlığa, bilgisizliğe... Kongo'daki şelaleleri değil bilinçaltını keşfe çıkmıştır. Nirvana'ya ulaşmaz ama değişir. Uygarlaşmış sömürgenin vicdansızlığının ve dehşetinin farkına varır. İngiltere'deki evine geri döndüğünde artık sokaklarda dolaşan insanlara karşı tahammülü yoktur. Marlow'a göre onlar öldürücü bir uyuşukluğun pençesindedirler.

"Kendimi gene o mezar kentinde buldum. Birbirlerinden biraz para yürütmek, o iğrenç yemeklerini gövdelerine indirmek, o sağlıksız biralarını içmek, o önemsiz, aptalca düşlerini görmek için sokaklarda koşuşan adamlara kızıyordum. Düşüncelerime saygısızlık ediyorlardı. Yaşam üzerine bilgileri sinir bozucu birer yalan olan saldırganlardı bunlar, bunlar, çünkü benim bildiklerimi bilmelerinin olanaksız olduğuna inanıyordum...( ) Onları aydınlatmak için bir istek yoktu içimde, ama kendilerine verdikleri o salakça önemin doldurduğu yüzlerine gülmemek için zor tutuyordum kendimi bazen."

"Galiba en iyi şöyle anlatabileceğim bu duyguyu: Bir-iki saniye süreyle, sanki bir kıtanın orta yerine değil de, dünyanın orta yerine gidecekmişim gibi geldi bana."

Romanın bir diğer karakteri, T.S. Elliot'un "Oyuk Adamlar" metninde de adı geçen Kurtz'tur. Vahşi doğanın göbeğinde yalıtılmış, ötekilerden uzak bir yaşama tarzını tercih eden uygar Avrupa’lı bu karakter, orada bir tür tersine evrim yaşayacaktır. İlkel kültürlerin barbarlık aşamasına kadar iner. Bu haliyle içi boş, oyuk adamı temsil etmektedir. Kurtz, Avrupalı burjuva sınıfının emperyalizmle birlikte manevi olarak çöküşünü yansıtır.

Karanlığın Yüreği, Avrupa'nın moderlenştirme adı altındaki sömürgeciliğinin korkunç yüzünü, 20. yy. insanının ahlâk yönünden çöküşünü ele alan, kişinin özüne ulaşabilme çabasının anlatısıdır.

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Deneysel hikâyeler arayanlara

Sema Kaygusuz okurlarının da bildiği üzere yazarın dil ve anlatımı üzerine söylenecek pek çok şey olmakla beraber bu kitapta daha derin, daha vurucu, daha çarpıcı ve daha içten bir Kaygusuz görüyoruz. Bazı hikayelerde halk dilinin en alt seviyelerine inmekten korkmamış yazar. Yine usta işi betimlemeler cezbedici benzetmeler ve anlattığı durumu kapsayan bir olay akışıyla hikayelerine yön vermeyi başarmış.

Toplamda 13 hikayeden oluşan kitap 83. sayfada son buluyor. Kaygusuz’un kitapta yer alan her bir hikayesi ortalama 3’er yada 4'er sayfada noktalanıyor.

Bireysel yalnızlık ve iç arayıştan toplumsal çözülmelere, geçmiş zaman hesaplaşmalarından, dostluk ilişkilerine, gündelik takıntılar ve saf sevgiye dek geniş bir rota çiziyor okuyucusuna kitap.

Her bir öykü kendine göre bir mesaj barındırırken beni en çok etkileyen üçünden kısaca bahsetmem gerekirse;

"Elifin E'si" isimli hikaye yeni anneanne olmuş takıntılı bir ev kadınının ufak bir sorununa değiniyor. Değinirken Türk kadınının eşiyle ilişkisine, ev içindeki durumuna ve kendisine karşı aldığı tavra da başarıyla ışık tutuyor.

"Engereğin Oğlu" kitabın köyde geçen hikayesi. Ölüme uzaklık ve yakınlık gibi bir konuyu basit bir yılan-bebek ilişkisinden yola çıkarak bakıyor. Bakarken Anadolu kadınının desenlerini başarılı bir biçimde gösteriyor. Korku, heyecan ve adrenalin dolu bu öykü belkide kitabın en hızlı okunan metinlerinden.

Son olarak "Kadın Sesleri" isimli hikayede ise vicdan azabı, sevgi, aşk gibi temalara dokundurmalarda bulunuyor yazar. Ortak bir sevgi konusunda endişe yaşayan iki kadının telefon konuşmaları üzerine kurgulanmış olan hikayenin bir anda ters dönmesi ve vermek istediği mesajların tümünü konuşmaların altına gizleyerek vermesi bakımından dikkat çekici olduğunu düşünüyorum.

Beni yakalayan hikayelerin tümünde kadın motifi bulunması kitapta yer alan 13 hikayenin tamamında da bu şekilde olduğu anlamına gelmiyor elbette. Ancak gerek dil ve anlatım gerekse kurgu bakımından bana göre en başarılı üç hikaye yukarıda kısaca anlattıklarımdır.

Sema Kaygusuz kendine özgü tarzı ve dünyaya bakış açısıyla farklı ve deneysel bir şeyler arayanlar için kaçırılmaması gereken bir kitap sunmuş. İlginize...

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Suç detayda saklıdır

"İyi bir gözlemci tek bir ipucuna ulaştığında sadece olanları değil, ileride olabilecekleri de görmelidir."
- Sherlock Holmes 

Tarihin İlk Danışman Dedektifi
Arthur Conan Doyle, 1887 tarihinde "A Study In Scarlet"i  yayımlattığında edebiyat tarihinin en ilginç karakterlerinden birini yarattığını biliyor muydu acaba? Bu sorunun cevabı muallak olsa da, insanlık tarihinin ilk danışman dedektifi, orijinal metinleri okuyan okumayan herkesin zihninde ağzında bir pipo, kafasında bir avcı şapkası ve elinde büyüteç ile yer etti. Öyle ki o ve dostu/yardımcısı doktor Watson sayısız defalar taklit edildi, başka karakterlere bel kemiği oluşturdu. Özellikle yakın tarihte televizyonlarda seyrettiğimiz Gregory House ve arkadaşı Wilson bu etkilenmelere örnek gösterilebilir. Son zamanlarda Robert Downey Jr. ve Jude Law ile sinemalara, Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman ile bir BBC serisine konuk olan efsane, ülkemizde de Martı Yayınevi başta olmak üzere pek çok kez derlenen öyküleri ile kitapçılarda yerini aldı.

Zekaya Güzellemeler
Bugün hâlâ hikâyelerde karakterlerin yaşadığı Londra'daki Baker Sokağı 121B'ye mektup gelmesi Sherlock Holmes'un ne kadar sevildiğine önemli bir delil kabul edilmektedir. Onu diğer tüm polisiye karakterlerinin şövalyesi saymamıza neden olacak bu sevginin en önemli sebebi, aslında dedektifimizin hikayelerinin insan zekasına methiye düzen niteliğidir. Bu sebeple bu esasında insanın ruhuna değil, aklına kitaptır. Şahsen bir Sherlock Holmes hikâyesi okuduğum her seferinde kendimi en az 2-3 gün boyunca daha zeki hissettim. Detaylara odaklanmaya başladım, sonuç çıkarmaya çalıştım. Bunun Bay Holmes'un suçları çözme tarzı ile alakası yeterince aşikârdır. Zira, dedektifimizin en önemli yeteneği, gözlemleme-sonuca götürme marifetidir. Karakterimiz içinden çıkılmaz cinayetlerde  -kapalı oda gizemi*- yahut faili oldukça meçhul suçlarda -whodunit tipi polisiye**- herkesin gözünün önündeki bilgileri doğru yorumlayarak, finalde esrar perdesini ortadan kaldırır. 240 ayrı sigara külü gibi istisnalar hariç bu hikâyeler çoğu kez okuyucusuna da suçu onunla birlikte çözme imkânı verir, fakat pek nadiren okuyucu bu akıl dövüşünden muzaffer ayrılır. Çünkü yetenekli bir polisiyeci olan Doyle, sizin kendinizi zeki sanmanıza izin verdikten bir iki sayfa sonra, düşündüğünüzü Watson'a söyletir fakat Sherlock bu teoriyi bozar ve finalde her şeyi açıklar.

Örneğin bay Holmes, Watson'ın kendisine incelemesi için verdiği bir saatten, Watson'ın ağabeyi hakkında kişilik yorumları yapabilmiştir. Bunu yaparken önce nesneyi inceler ardından bu gözlemleri hakkında teoriler üretmeye başlar. "...Saatteki çizikler ve göçükler sahibinin saati anahtarlarla ve bozuk paralarla birlikte cebinde taşıyan dikkatsiz biri, onu savaş sırasında kullanmış biri veya bir hayvanın onu ağzına almasına izin veren biri olmasıyla açıklanabilir. Kurma deliğinin etrafındaki çizikler ise saat kuran kişinin el-göz koordinasyonunun çok iyi olmadığını gösteriyor. Bu koordinasyon bozukluğunun sebebi beyindeki bir hasar, körlük, sarhoşluk veya hasarlı yollarda at arabasında giderken saati kurma alışkanlığı olabilir." R. Riggs- Sherlock Holmes El Kitabı /Nemesis Kitap

Suçlarda da aynı şekilde bir çok teori üreten Holmes, imkansız olanları çıkardığında her seferinde mutlak gerçek ile karşılaşmaktadır. Bir konuda tıkandığında elinde yeterince veri olmadığını söyleyerek, teorilerinden herhangi birine delil aramak için tek başına yürüyüşlere çıkar ve cevabı bulmadan da dönmez.

Hâlâ daha insan
Sherlock Holmes, metinleri hiç okumamış insanların gözünde katıksız bir zekadan ibaret olsa da, A.C. Doyle karakteri bir makina olarak yaratmamıştır. Kendi zihnini günümüzün işlemcileri gibi sırf problem çözmeye ayıran Sherlock, hâlâ daha bir insandır ve insanca kusurları, insanca eksikleri vardır. Örneğin bir kokainmandır, huysuzluğu onu sosyal olarak kabul edilemez kılmaktadır ve herhangi bir kadın veya erkek ile sevgililik olarak değerlendirilebilecek bir ilişki kurmamıştır. Bunun yanında Doyle, Sherlock'a hayran olan ve onun maceralarını bize aktaran Watson'ı bir çapkın, sosyal hayatta sevilen, huysuzluk etmeyen bir karakter olarak resmeder. Üstelik kimi zaman karakterimiz; suçları çözememekte, kimi zamansa polis dedektifi Lestrade ve Scotland Yard'daki arkadaşlarına gerçek suçluyu intikal ettirmeyerek mevcut adalet düzenine muhalif tespitlerini sunmaktadır. 

Irene Adler ile yakınlaştığı ve Doyle'un "en sevdiğim 12 Holmes hikayesinden beşincisi" dediği A Scandal in Bohemia 'da olduğu gibi karakterimiz kimi zamanlarda da önyargılarını yıkarak hayat dersi çıkarmaktadır.

Bu yazının neden yazıldığı hakkında
Aslında amatör bir kitap tanıtımına dönüşen bu yazıyı gerekçelendirmem gerekirse, Holmes gerçekte bir alt-tür olan polisiyelerin aslında çerezlik okumalar olmadığını, güzel vakit geçirtmekten daha fazlasını yapan kitaplar olduğunu da bize göstermektedir. Bu anlamda geçmiş bize mütemadiyen sunulan, karısını/çocuğunu yitirmiş alkolik polisin maceraları klişesini haksız çıkarmakta; yalnız ama mutlu, güneş sistemine dair bir fikri olmayan ama zeki, gizemden başka hiçbir Kadın'a ilgi duymayan, kanunun öbür tarafında olsa kendisinin en tehlikeli suçlu olacağını bilen bir karakter sunmaktadır.

Kadınlar ve Erkekler.

Sherlock Holmes size gözlerinizin neler görebildiğini, kulaklarınızın neler duyabildiğini hâlâ daha anlatmaya hevesliyken, en azından bir öyküsünü okumadan bu hayattan göçüp gitmek bence bir eksikliktir. Piponuzu yakın, büyüteçinizi alın ve Londra'nın gri dumanlı sokaklarında; fahişelerin, denizcilerin ve katillerin arasına karışın. Her şeye birkaç kez dikkat edin ve sakın unutmayın:

"Bir suçu çözmenin ilk prensiplerinden biri, her ne kadar önemsiz gibi görünse de, hiçbir ayrıntıyı atlamamaktır."

Yalım Yarkın Özbalcı