26 Temmuz 2013 Cuma

Mart endişesi yaşayanlara

Mart kuruluk, nisan yağmurluk. Martta tezek kuruya, nisanda seller yürüye. Martta yağmaz, nisanda dinmezse sabanlar altın olur. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Mart koca öküzleri kestirir. Mart ayı, dert ayı... Topraklarımızda serpilip gelişen mart ayıyla ilgili atasözleri ve türlü sözleri dinlediniz. Mart ayı hakikaten önemli bir aydır. Öyle ki temmuz ayında bir kitapçıda karşınıza çıkan, üzerindeki illüstrasyonda mart takvimi yer alan bir roman ilginizi çeker. Mutlaka çeker. İşte Alper Atalan'ın "Mart"ı da beni böyle çekti.

İletişim Yayınları'ndan çıkan yeni bir hikâye "Mart". Neresinden bakılırsa panikatak sendromu var hikâyenin içinde. İlkbaharın ilk ayı olduğundan mıdır nedir bilinmez, mart insana bir telaş getiriyor. Endişeyi de beraberinde getiriyor. Alper Atalan da martı böyle gözlemlemiş olsa gerek ki; kurgusunda hep sendrom var. Okurken Barcelona'nın yıldız ortasahası Xavi gibi boş alan arıyorsunuz sürekli. Metroda, metrobüste, metropolde. Hayatımız metro: Sadece kağıt para girişi yapınız. Öyle kalınız.

"Çok seviyodu eşşoğlusu. Nasıl anlarsın biliyo musun bizim sanatta? Bakımını yaptığın bisikleti şöyle bir kaldırır koyarsın iki tekeri üstüne. Bir elin gidonda, bir elin arka selede. Oldu dersin. Kaymak gibi yaptım. Cirlop gibi oturttum aleti. O saniyede biter işin. Bunun ki öyle olmuyodu işte. Neden diceksin. Biliyorum, kendimden biliyorum. Çocukluğumdan, kendi çıraklığımdan biliyorum. Mutlaka bi binerdi. Ben de binerdim de oradan biliyorum. Yaptığı, bitirdiği bisiklete mutlaka bi binerdi. Küçük bir tur atsa kâfi. Seviyo işte."

"Union dedikleri, topluca buluşup kaynaşma. Eski mezunların bir araya gelip "neydik ne olduk"tan ziyade "bak ben ne yaptım, bak ben ne oldum"larını teşhir ettiği grup ciması. Nostalji çiftleşmesi. İnsanın en ayıp hali."

"Üfle sen de be abi, için çıksın biraz," dedi Doğukan, klarneti uzatarak. Olurdu olmazdı filan. Kırmamak için. Ortaokuldan kalma alışkanlıkla blokflüt gibi tutup boru gibi üfledim perdeleri gümüş, yılan yavrusu sibemol Klingson'u. Varmış içimde demek. Çıktı bişeyler. Herkes bi sustu. "Abi çok iyi yaa, Romanlar dışında kimse, eline alır almaz ses çıkaramaz bu aletten yalnız biliyo musun? Kesin sana bi sol klarnet yapmamız lazım," diyerek atıldı Doğukan. Zibidi incesaz da yüklendi arkasından. "Çalsana hoca bi daha yaa... Sana bişi söyliyim mi, var bu adamda yalnız. Var, doğal yetenek... Ba ba ba! Tonu görüyo musun, Serkan Çağrı tonu..."

Hikâyenin üç farklı bölümünden aldığım bu alıntılar da açık ediyor ki hem matrak hem de bizden vaziyetler var okuduğunuz gibi. İlk iş ve çıraklık. Liseyi bitirdikten uzun zaman sonra buluşulan toplantı. İçimizde yarım kalmaması gereken bir heves. Hepsi iç içe bu hikâyede.

Çoğu zaman mizahla edebiyat yan yana geldiğinde çok eğleniriz ama bizden değildir metin. O yüzden aklımızda kalmaz, çok uzaktır bize. Komiklik olsun diye yapılır. Oysa komiklikte bile bir hüzün, gerçeklik arayan milletiz biz. Siz "Mart"a temmuzda bakın, dediklerimi daha iyi anlayacaksınız.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

23 Temmuz 2013 Salı

Fırlama bir dedektif mi aradınız?
İşte karşınızda Alper Kamu!

Alper Kamu’yu bilen bilir. Yarısının yerin altında olduğunu düşündürten, mahallenin fırlaması, hayata dair aforizmalarıyla herkesi şaşırtan 5 yaşında bir velet. Kendisiyle Alper Canıgüz’ün 2004 yılında çıkan Oğullar ve Rencide Ruhlar isimli kitabında tanışmış, çok da memnun olmuştuk. Açıkçası yıllardır ertelenen ikinci kitabı biraz heyecan, biraz da sitem dolu bir haletiruhiye içinde bekliyorduk. Beklediğimize değmiş. Daha ilk sayfadan hızını alıp okuyucunun nefes almasına bile izin vermeden akıp giden bir kitap olmuş Cehennem Çiçeği.

Alper Kamu yedi yıl sonra hâlâ 5 yaşında ve yine boyundan büyük bir işe kalkışıyor. Bir cinayetin arkasındaki gizemi kaldırmaya çalışıyor. Tahmin edebileceğiniz üzere de başarıyor. Hem de adalet sistemini sivri eleştirilerle donatarak. E, çocuktur yapar. Kitabı direniş sonrasında okuyunca bazı yerlerde “tam direniş zamanı yazılmış olmalı” hissine kapıldım. O zamanda önce yazılmış olsa da sistemle ilgili bugün rahatsız olduğumuz çok hassas ve önemli noktalara değinmiş Canıgüz.


Bizim edebiyatımızın bence en önemli eksiği polisiye. Her türde yeterli ürün var ama polisiye yazarlarımızı saymaya kalkışsak bir elin parmaklarını geçmez. Alper Canıgüz için polisiye yazarı demek ne derece doğru olur bilmiyorum ama benim şahsi kanaatim kitaplarından o lezzeti aldığım yönünde. Polisiye okurken ne kadar meraklanıp geriliyorsam, Canıgüz'ün tüm kitaplarını okurken o kadar meraklanıp eğleniyorum. Edebiyatımıza absürd polisiye türünü nihayet getirdiği için de huzurlarınızda kendisine teşekkür ediyorum.


Kitabı tavsiye ettiğim insanların ilk sorusu “ilk kitabı da okumam gerekiyor mu?” oluyor. Hayır, gerekmiyor. Eğer kendinizi kaptırmak için birkaç bölüm beklemek sorun değilseniz gerekmiyor. Olay örgüsüyle ilgili bir şey de kaçırmazsınız. Fakat Alper Kamu’yu tanıyarak kitaba başlarsanız hemen yolculuğun keyfini yaşamaya başlarsınız, diğer türlü bir müddet anlam veremeden manzarayı seyretmeniz gerekebilir.


Ümran Kio

12 Temmuz 2013 Cuma

Sürgün ülkeden başkentler başkentine gitmek için

İnsanın yazın okuduğu kitaplarla kışın okuduğu kitaplar, duygu yoğunluğu açısından bir olmayabiliyor. İç dünyanızın burada önemi yüksek elbette. Enerjinizin, yoğunluğunuzun, mesai saatlerinizin, SSK priminizin ve ödemelerinizin de. Allah bereket versin... Lakin ramazan dendi mi işler değişiyor. Büyük şehre ve strese darbeyi vuruyor ramazan. Ağzının payını veriyor her türlü duygusuzluğun, adaletsizliğin ve vicdansızlığın. Çünkü bu üçüne çağırıyor ramazan. Duyguya, adalete ve vicdana. Yani şiire.

Sezai Karakoç'un 1960-1975 yılları arasında yazdığı şiirlerden oluşan "Zamana Adanmış Sözler"i hakkında şunu fark ettim ki, ramazanda okununca mânen daha fazla tesir ediyor.

Her şiirde çok güçlü bir ana temanın dışında çok iyi hazırlanmış bir tiyatro oyunu dönüyor okuyanın zihninde. Üstâdın şiirlerindeki en müthiş özellik için bunu hiç korkmadan söyleyebilirim.

Mesela "Masal" şiirini okurken batının medeniyet adına doğuya neler yaptığını saniye saniye izliyor gibisiniz.

"Batılılar!
Bilmeden
Altı oğlunu yuttuğunuz
Bir babanın yedinci oğluyum ben
Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden
Babam öldü acılarından kardeşlerimin
Ruhunu üzmek istemem babamın
Gömün beni değiştirmeden
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben."


Çok açık söylemek gerekir, yukarıdaki dizeleri Amin Maalouf'a gönül vermiş kimseler anlayamaz. Oryantalizmin göçtüğü yerdir şiir. Oryantalistin siper aldığı yerdir şiir. Maalouf umarım Sezai Karakoç okumuştur. Belki de okur, belli mi olur... "Çocukluğumuz" şiiri, bir çok kitapta anlatılamayanı anlatmıştır. Okudukça önce hayret gelir, peşinden nefaset:

"Annemin bana öğrettiği ilk kelime
Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde
Annem bana gülü şöyle öğretti
Gül, onun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi."

Şimdiye dek "Ses" adına sahip kaç şiir okudum bilmiyorum ama Melih Cevdet Anday'ınki zihnimdeydi hep. Onun dışında Behçet Necatigil, İlhan Berk, Necip Fazıl Kısakürek ve Charles Beadulaire'in de "Ses" adlı şiirlerini bir kenara yazmış, ezberimde tutmaya gayret etmiştim. Ta ki Sezai Karakoç'un "Ses"ini duyana kadar... Bir vahyin gelişi, böyle anlatılmamıştı:

"Kutup soğuğu gelip dolandı çevremde
Ekvator sıcaklarından yandı yüreğim
Kelimeleri ararken devrildi Roma'nın sütunları
Ama melek vazgeçmedi: "Oku Rabbinin adıyla"

Ramazan ayı elbette oruç ayı. Orucun insana kazandırdıklarını, "İnsan ve Oruç" şiirinden bir dörtlükle şöyle izah ediyor büyük şairimiz:

"İnsanın olma vaktidir bu erme fırsatı
Ruh emzirir anne gibi yeri göğü fecri
Yeni bir insan gelip nöbete duracaktır
Eskisi çürümüş bir heykel gibi devrildiğinden."


Ve elbette Sezai Karakoç severlerin diline doladığı, ezberinden eksik etmediği o muhteşem şiir, "Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine" üzerine de yazmak gerekir. Bu şiir bir naattır ve Türkçemizde okunabilecek en güzel naatlardandır. Dört bölümden oluşan şiirin en çok dördüncü bölümü akıllarda yer etmiştir. Dördüncü bölümün sonunu buraya alırken heyecanlanıyor, aynı zamanda bu şiirin yine dördüncü bölümünü sahibinin sesinden dinlemek üzere şuraya tıklamanızı öneriyorum.

"Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk cellâdından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kadar deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgünümü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim."

Başkentler başkentinden, boğazda düğümlenmiş selâmlar olsun büyük şaire...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

9 Temmuz 2013 Salı

Modern zamanlarda içsel hesaplaşma

Gökhan Özcan bir gönül adamıdır. Okuyucusu onun için daima aynı sözü kullanır: Güzel gönüllü güzel abimiz... "Ben" üzerinden bütün sorunlarını, şikâyetlerini, dertlerini ve fikirlerini anlatır Gökhan Özcan. Okuma bittikten sonra okuyucu, yazarın tüm yazdıklarının altına imzasını atar ve böylece topyekun "ben"den "biz"e geçilir. "Biz" olur bütün "ben"ler.

Yazarı 2005 yılından itibaren yazmaya başladığı köşe yazıları vasıtasıyla tanımıştım. O tanışmadan sonra da bir daha okumamazlık yaşamadım. Yaşayamazsınız çünkü. Gökhan Özcan'ın samimiyetle çizdiği bir daire vardır, o daireye dahil olduğunuz anda kopamazsınız...

"Doğduğumuzda milyonlarca dakika veriliyor elimize. Yaşadıkça kayganlaşan milyonlarca dakika ile baş başa kalıyoruz. Dakikalar eksildikçe biz biraz daha çaresizleşiyoruz. Ne kadar ayak diresek bu çılgın yok oluşu durduramıyoruz. Korkuyoruz. Ve yan yanayız. Şimdi... Ve hiçbir zaman."

Köşe yazılarında modern zaman eleştirileri ve özellikle belli bir kesimi ilgilendiren -ki herkesi ilgilendirmeliydi aslında- sorunlar vardı, hâlâ da var. O kadar zekice ve samimice yan yana getiriyor ki kelimeleri, hayretten şaşıp kalıyorsunuz. Bakın bir şey iddia etmiyorum ama çok net biçimde söylüyorum: Gökhan Özcan'ı okurken öfkeden yahut umuttan burnunuz sızlıyorsa, çoktan o daireye girmişsiniz ve asla terk etmeyeceksiniz demektir. Toparlanın, gitmiyoruz.

"Hangi seçenek, kireç beyazı duvarlara sinen genç kız bakışlarından merak pırıltılarını silebilir?
Hangi seçenek, doruklarda konaklayan münzevi hikmet kırıntılarını şehir merkezlerine çıkarabilir?
Hangi seçenek, viran olmuş konaklardan o insani çınlamayı eksiltebilir?
Hangi seçenek, yapı ustalarına ruhlara bir kat daha ekleme becerisini bağışlayabilir?"


Her şeyden evvel sağlam bir hikâyecidir Gökhan Özcan. Hikâyelerinde yaşadığı zamanın nabzını çok iyi tutar. Bunu denemelerine de yansıtmıştır. 1997'de Vadi Yayınları'ndan çıkan Ruh Yordamı'nı yarın okuyucun, 16 yıldır hemen hemen aynı yerde kaldığımızı görebilirsiniz. Aynı yerdeyiz, sıkıntılar aynı, dertler aynı, bizi yoran ve üzen şeyler de aynı. Çözüm biraz da Ruh Yordamı. Hakan Albayrak Atlılar dergisinin 4. sayısında -yıl 2000- şöyle demiştir kitap ve yazarı hakkında: "...Küçük Prens gezegenine dönmedi. Yeryüzündeki varlığını Gökhan Özcan olarak sürdürüyor. Dünyayı anlıyor artık. Ama hala anlamamazlıktan geliyor. Saçma sapan sorularla izah ediyor olup bitenleri. Aklı başında cevaplara haksızlık etmek istemiyor...". Yine aynı sayıda Mustafa Özcan'ın yorumu ise çok şaşırtıcı ve etkileyici: "..Biz çelik kapının açılmasına, kördüğümün çözülmesine odaklanmış akıl ve teori yardımıyla kumrular gibi düşüne dururken Gökhan Filibe'den, Bursa'dan kodlanmış ruh yordamı'yla kozasından halis ipekler çıkardı....Şimdiye kadar binlerce yıldızı işaret etti. Ne yol gösterici gibi yaptı, ne kafamıza çekiçle vurdu. Eksik olmasın, uçurtmasının ipinden tutmamıza izin verdi..."

Bir zamanın -2002-2006 arası diye hatırlıyorum- efsane kadrosuna sahip dergisi Gerçek Hayat'ta da son derece zihin açıcı yazılara imza atmıştı Gökhan Özcan. O kadroda İsmet Özel, Murat Menteş, Hakan Albayrak, Murat Zelan da vardı. Ne iyiydi. Dergi hakkında merhum Attilâ İlhan'ın şöyle bir yorumu vardı: "Gerçek Hayat, Türkiye'deki muhafazakar dergi platformu üzerinde, anti-emperyalist tavrını en açık ve net şekilde koyan bir dergi olarak görünmektedir. Bu, günümüzde hangi fikirden olursa olsun her dergi için önemli bir niteliktir."

Gördünüz işte, Gökhan Özcan denince dairenin çevresi böyle oluyor. Hep güzel şeyler, gönülden şeyler. Ruh Yordamı da gönülden. Yazarı da şöyle diyor:

"Aslında herkes ne yaparsa, ben de onu yapıyorum. Hayatın ikircikli hikayelerinde zorlu roller alıyorum. Ellerimle bir ruh yordamı arıyorum. Uzun bir imtihan veriyorum."

İnsan hayata kendisini tanımak üzre gelir. Bu bir imtihandır. Kendini tanımadan gitmemek için okunacak edebi kitaplardan biri dersek, gerçekten hakkını teslim etmiş oluruz Ruh Yordamı'nın...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

3 Temmuz 2013 Çarşamba

İki kültüre bir bakış atmak isteyenlere

"Ben, Hasan; tartıcıbaşı Muhammed’in oğlu.. Ben, Giovanni Leone de Medici; bir berberin sünnet ettiği, bir papanın vaftiz ettiği ben… Benim Arapça, Türkçe, Kastilya dili, Berberi dili, İbranice, Latince, sokak İtalyanca’sı konuştuğumu duyacaksınız; çünkü bütün diller ve dualar benim dillerim ve benim dualarım, fakat ben hiçbirine ait değilim. Ben yalnızca Tanrıya ve dünyaya aidim; ve yakında bir gün yine onlara döneceğim."

Fazla kozmopolit ve gerçeküstü bir karakter gibi duruyor değil mi? Romanın yazarı Amin Maalouf’un etnik kökeni itibari ile pek de absürt sayılmaz...

Lübnanlı bir hristiyan Arap olan yazar Amin Maalouf ilk romanı olan Afrikalı Leo’da Granada’da sünnetli başlayıp Vatikan’da vaftize kadar uzanan bir hatıratı öyküleştiriyor. Hikayemizin kahramanı gerçek bir karakter; Hasan El-Vezzan. Gezgin yaşamını oğluna hitaben kaleme alan bir yeniçağ diplomatı. Granada’dan sürülmüş, Fas sultanına hizmet etmiş, Osmanlı’dan kaçmış, Roma’ya yerleşip Papa’ya evlat olmuş bir dünya insanı.

Kitap, karakter ve ilk üç mekan olarak (Granada, Fas,Kahire) coğrafyanın “kuru, kumlu ve arabesk” hikayelerinden biriymiş gibi başlıyor. Bu açıdan romanımız “roman romantiği” okur arkadaşlar için biraz sıkıcı gibi gelebilir. Fakat sayfalar ilerledikçe Hasan El-Vezzan enteresan maceralar yaşayarak, tarihin akışını değiştirmiş kişilere ve olaylara atıfta bulunarak, bittabi farklı milletlerden bayanların gönüllerinden geçerek Roma’ya ulaşıyor. Flashbacksever ve keskin dönüşlere aşina olmayan arkadaşlar için Granadalı Hasan’ın Vatikanlı Giovanni oluşu muhakkak tatmin edici bir nihayet değil. Bu noktada yazarımız Maalouf’un masallaştırarak kaleme aldığı bu gerçek hikayede kritik noktalara özenle yerleştirdiği şahsi mottolarından bazılarına da değinmek gerekiyor. “Dinler arası diyalog” işlemesi romanın bölüm sonlarında alt mesaj olarak kendini fark ettiriyor. Ayrıca Maalouf’un roman kahramanı üzerinden fetihlerinin en yoğun dönemindeki Osmanlı’ya da inceden sitemleri gözlerden kaçmıyor. Yazar sık sık “birlikte yaşam” ve “barış” vurgusu yapıyor.

"İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Yahudi olsunlar seni olduğun gibi kabul etmeliler ya da seni yitirmeyi göze almalılar."

Muhakkak ki asıl hatırat ve anlatım romandan çok daha farklıdır. Toplam dört dönemden oluşan ve aksiyoner bir insanın ömrünü baştan sona ele alan bir eserin biraz daha uzun olması beklenebilirdi. Maalouf şahsi mesaj kaygılarını da ekleyerek ortaya adeta sıkıştırılmış bir roman çıkartmış.

Sanırım hem roman kahramanımız hem de Maalouf için en doğru tespiti N.Zemon Davis yapmış: "İki kültür arasında bir oyunbaz..."

Murat Çınar
twitter.com/muratcnr

Dünyayı tahkirle değil, fikirle güzelleştirmek için

"İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir. Dünyaya en büyük müdahale yapılarla olduğuna göre mimarların görevi dünyayı güzelleştirmek. Amaçların berrak bir şekilde belirtildiği çağlar kayboldu, ahlaki amaçlar unutuldu. Bizden sonra yaşayacak insanların da dünya üzerinde hakkı var. Basit konfor ve menfaat meselelerimizle gelecek nesilleri bu haklardan mahrum ediyoruz. Esas takıldığımız fikrî ve manevi engeller. Kuleler insanlığın içine düştüğü gurur, para gibi yanılgıların ürünü..."
- Turgut Cansever, 2006'daki bir röportajından

Türk Ocakları'nın kurucuları arasında yer alan, sıtma hastalığının keşfi ve amansız et yemezliği ile tanınan Doktor Hasan Ferit Cansever'in oğlu, Bilge Mimar Turgut Cansever... Kitapta ne aldığı ödüller var, ne de topluma kazandırdığı projeler. Bu kitapta bilge mimarın şahsiyeti var, içinden geldiği gelenekler var, ahlak ve insan anlayışı var, üslup ve gelecek yorumu var. Elbette Beşir Ayvazoğlu'nun nefis üslubuyla.

Kitabın ilk bölümlerinde yakın zamanlarda merhum Turgut Cansever ile yapılmış söyleşiler yer alıyor. Söyleşilerin bazılarında bilge mimarın ısrarla üzerinde durduğu üç konu var. Bunlardan ilki; komşuyu rahatsız etmeyen, gün ışığından faydalanan, en az üç yöne bakan ve daima yeşillikler içinde olan evler. İmkansız demeyin çünkü 600 yıl ve hatta daha da öncesinde bu topraklarda böyle evler vardı. Osmanlı evi. Hem Fransız hem de Japon mimarların günümüzde de üzerinde durduğu ve yer yer uyguladığı evler. Bize komik geliyor, bize zaten geçmiş hep komik gelir. Ne anladığımız için, ne de anlattıkları için.

Turgut Cansever'in ikinci olarak üzerinde durduğu nokta, yola bir hadisle çıktığı "dünyayı güzelleştirmek" fikrinin, dünyanın geçici fakat daima kendini yenileyen bir yer olmasının bilincinde saklı. Osmanlı evi daima ahşaptır. Çünkü ahşap hem değiştirilebilirdir, hem ucuzdur, hem de deprem vb. doğal afetlere çok dayanıklıdır. Komşuyla gelir polemiği yaratmadığı gibi, muazzam bir görüntü güzelliği de meydana getirir. Ahşap, doğayla da iyi geçinir. Çünkü lezzetini ağaçlarla, çiçeklerle ve gökyüzüyle tamamlar.

Bilge mimarın üzerinde ısrarla durduğu üçüncü konu ise dürüstlük, doğruluk ve güzellik. Okuduğunuzda ne kadar romantik geldi öyle değil mi? İşte Turgut Cansever'in bu üç özelliği, Adnan Menderes döneminden bu yana ona proje verilmemesine veya elindeki projelere "derhal" bir son verilmesine sebep olur. Bütün dünyadan mimarlar gelir, ondan fikir alır, kendi ülkelerine davet eder, araştırmalara öncülük etmesi istenir, ama kendisi, kendi ülkesinde yadırganır. Hatta her insanın eşit koşullarda yaşayabilmesi için sunduğu fikirler "gericilik" olarak gösterilir. Halbuki o önce "Batı ne kadar doğru soru soruyor? Önemli olan bu." der ve dünyayı güzelleştirme idealini şöyle açıklar: "Bilinci biçimler dünyasına yansıtma çabasıdır yapmak istediğim. Yapmak istediğim şeylerden bir diğeri, maddi varlık tabakasının; yani bütün inşaat malzemesi, teknoloji vs'nin gereklerini dikkatle yerine getirerek, ancak bütün bu malzemeyi fikir ve inanç dünyamızın transandantal çerçevesi içerisine yerleştirerek sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanı gerçeklerini saygıyla inceleyip gereklerini tam yerine getirerek; güneş, gölge gibi biyolojik varlık alanının ihtiyaçlarını da karşılayarak, psişik dünyamızın gerektirdiği sükûnet ve huzuru sağlayarak, yavaş hareket çerçevesi içinde, bağımsız tektonikleri, üzerlerine ilave alabilecek kitle kolektivitelerini tezyinî bir niteliğe ulaştırmak istiyorum."

Beşir Ayvazoğlu ise hocayı özetlemek için "Cansever Hoca, kaynağını çok aradığı bir hadis-i şerife dayanarak sanatın asıl vazifesinin dünyayı güzelleştirmek olduğunu söyler, estetiğini ve mimarî felsefesini bu görüşe dayandırırdı. İçinde mutlu bir hayat sürebileceğimiz güzel dünyanın, avutucu eğlencelerle değil, şehirleri ve konutları insanın “eşref-i mahlûkat” olduğu göz önüne alınarak yeniden inşa etmek suretiyle kurulabileceğine inanmıştı. Meskenin insanları sadece yağmur ve soğuktan koruyan barınaklar olarak görüldüğü, insanın güzel bir dünyada yaşama ve çevresinin oluşmasına katılma hakkı ve sorumluluğu kabul edilmediği sürece, Cansever Hoca’ya göre, asıl mânâsında beşerî ve güzel bir çevre meydana getirmek mümkün değildi." demiştir.

Ufkî yerleşmeyi önerirdi Cansever hoca. Yani gökyüzünü daima gören, tek katlı, mutlaka bahçesi olan, gün ışığından yararlanan, komşuyu rahatsız etmeyen, dayanıklı ve ucuz evler. Neden ucuz? Çünkü bu evler ya çelik ya da ahşap olacak. Haliyle fabrikalardan çıkacak malzemelerle yapılacak. Bu da müthiş bir ucuzluk demek. Uzak değil, 10 yıl önceki sözlerini yaşıyoruz hocanın. Bir karış toprağa muhtaç kalacağız, içine girecek mezar bile bulamayacağız. Göğe kafan evlerde mutlu olduğumuzu zannedip, hayallerden hayallere yorulacağız. Ama umutsuzluğa, karamsarlığa çok karşıdır bilge mimar. Yakıştıramaz bu topraklara, bu millete umutsuzluğu. Çünkü geçmişteki lezzet, geleceğimize de umut aşılamalıdır daima.

Dünyayı güzelleştirmeye, yaşadığımız toprakların muazzam kıymeti ve eşsiz gelenekleriyle güzellik bahçeleri oluşturmamıza bir engel yok. Aklıselim isek yok. Umarım bu kitap merhum Turgut Cansever'in dünyasındaki güzellikleri anlamamızı sağlar ve dünyayı güzelleştirmeye acilen ihtiyacımız olduğunu kavratır hepimize. Yeniden. Derhal.

Naçizane tavsiyem, Turgut Cansever'i değerlendirirken daha iyi anlamak için ayrıca Nurettin Topçu, Erol Güngör ve Cemil Meriç de okumak gereklidir. Hepsinin makamları, mekanları ve ebedi dünyaları cennet olsun.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Haziran 2013 Pazar

Zaman nasıl da çabuk geçiveriyor diyenlere

"Yaşa, işe güce, itibara en ufak hürmeti olmayan bu acıya aşka acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi, ciğerlerine damla damla kurşun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun. Yağmurlu havalarda sızlayan eski bir kırık gibi sızlayıp duruyor, kendini hatırlatıyor. Bir tadı, bir kokusu, bir eti var hatta, bir kütlesi; gelip göğsüne oturmasından belli."

Mahir Ünsal Eriş, Ankaralı ve Gençlerbirlikli, naif ve güçlü bir kalem. İlk hikaye kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde ile, biraz Barış Bıçakçı biraz da Turgut Uyar esintisi yaratmış; aklımda kendine has bir yer edinivermişti. Yeni kitabını sabırsızlıkla, hevesle beklemekteydim ki Haziran günlerine denk geldi kavuşmamız.

Yine çocukluktan, yaz öğleden sonralarından, dostluktan ve aşktan dem vuran sekiz sahici hikaye yer alıyor, Olduğu Kadar Güzeldik‘te. Yine, insanı durduruyor; geç-me-miş zamanlara ve kendi içine döndürüyor Eriş’in sözcükleri.

"Babaların çocuklaştığını görmenin nasıl sıcak ve üzgün bir havası var. Babayla oğul bir kum saatinin iki haznesi gibiler çünkü; bir vakit gelince, zaman, mukadderat, Tanrı ya da her neyse bir şey, kum saatini ters çeviriyor. Tam tersine akmaya başlıyor ondan sonra her şey. Babanın çocuklaştığını gördükçe oğlun içine dolan o sıcak üzüntü de sarı, ılık, kumun aşağı akışı belki."

Yaz öğleden sonralarının o tatlı ve içe dönük esintisi var hikayelerde ve yaz akşamlarının o kalabalık, o keyifli tadı.

Mahir Ünsal Eriş hikayelerinin insana iyi gelen, içimizde bir yere şefkatle dokunan bir yanı var. Böyle uyuyakaldığınızda üstünüzü örtüveren yakın bir arkadaş eli gibi...

“Meydandaki çay bahçelerinden birine oturmak geldi içimden sonra. Çünkü Erdek bir kitap olsaydı, bu çay bahçeleri ilk cümlesi olurdu onun. Gelindi mi oturulmalıydı. Bir çay, birkaç sigarayla, kıyıda kayığında ağ onaran, çapari kösteği hazırlayan balıkçıları seyretmek, bir tost isteyip, bacaklarıma sırnaşan kedilere atmak, yakın masalarda konuşulanları dinlemek, birini bekliyormuş gibi ikide bir saate bakmak iyi gelebilirdi. Gelmeliydi en azından.”

Olduğu Kadar Güzeldik, “zaman nasıl da çabuk geçiveriyor” diyenlere ve biraz soluklanmak isteyenlere iyi gelecek bir kitap...

“Fakirin umudu kazancından çok, borcundan az işte, ne yaparsın.”

Merve Uzun
twitter.com/merveuzun

29 Haziran 2013 Cumartesi

Umutlu olmanın karşılığında ödül beklemeyenlere

"Her geçen gün kalbimizi karartan ve katılaştıran bir hayatın boynumuza taktığı zincirleri sürükleyip duruyoruz."
- Mustafa Kutlu, Şehir Mektupları

Tıpkı geçen yılın mayıs ayında olduğu gibi, bu yıl da bir Mustafa Kutlu kitabını okumak nasip oldu. Her yıl bize bir hikâyesi ile nefes aldırıyor. Bunun yaz günlerine gelmesi de ayrı bir tevafuk. Benim için Mustafa Kutlu hikâyesi demek; serinlik, ferahlık, huzur demek. Birey üzerinden değil, toplum üzerinden akan hikâyelerine aynı tutarlılıkla devam eden usta edebiyatçımız, bu kez daha da günümüzden haber veriyor. Yerel yönetimler, yoksulluk, umut, eğitim, ilim insanlarına verilen değer, şairlerin her an kafalarını yemeye hazır halet-i ruhiyeleri, dernek-ödül-hırs üçgeni, medyanın sunum kepazelikleri ve elbette her geçen gün azalan doğa güzellikleri, unutulan atasözleri, asla unutulmayacak Türk Sanat Müziği... "Sıradışı Bir Ödül Töreni", ismi gibi samimi, yalın ve gerçekçi.

"Umut sen ne renkli bir kuşsun.
Umut sen ne sesli bir kuşsun.
Umut seni gözünden öpüyorum."


Hikâyenin ana kahramanı Nezaket, kasabalı bir kız. Yoksul. Fakat kendini işine gücüne veriyor, okumaya adıyor, bir kasabayı kalkındırmak için sadece kaymakamlara ve yerel yönetime iş düşmediğini gösteriyor. Keza işin asıl düştüğü makamlar her zaman farklı işlerde iş tutarlar, işletirler, işittiniz mi? İşte Nezaket, tek başına ama dimdik vaziyette göğüs geriyor zorluklara. Her zaman da başarılı oluyor, fakat çevresinde öyle şeyler oluyor ki insan umutsuzluğa kapılıyor. Ama burada da imdadımıza Mustafa Kutlu'nun hikâye formülü yetişiyor: samimiyet.

"Nezaket sık sık tek başına sahile iniyor, uzun yürüyüşler yapıyordu. Dilinde hep o şarkı:
Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben
Gün batar kuşlar döner dönmez bu yoldan beklenen.
Yorulunca nasılsa oralara kadar gelmiş iri bir kayanın üzerine oturup dalgaların sesini dinliyordu. Bu mânâsız bekleyişe bir son vermeli, silkinmeliydi. Ama nasıl?
"Aramakla bulunmaz, ama bulanlar ancak arayanlardır" denilmiş."

Hikâyede çok ilginç, Kafadanbacaklılar Derneği var. Nedir kafadanbacak? Ahtapot. Çünkü kasabanın ahtapotları meşhur. Böyle bir dernek var, önceleri çok iş yapıyor fakat sonra kör topal kalıyor. Nezaket orayla da ilgileniyor. Albeni El Sanatları Merkezi var, Nezaket'in yıllarca hayalini kurup gerçekleştirdiği... Nihayetinde bir ödül töreni planlanıyor. Kasaba kalkınacak, turist çekecek, medyayı merak ettirecek, halka kendini gösterecek çünkü... Maliyeci Aziz Bey var, kaç yaşına gelmiş fakat önemi yeni anlaşılmış. Genç bir şair var kafayı yemekle yememek arasında kalmış. Esnaf var, bir ayağı toprakta ama öteki ayağı parada. Hırs var, dünyanın en tehlikeli hastalığı. Umut var, dünyanın tek hakiki tedavi yöntemi. Daha neler var neler, tören bu. Havai fişekten bol makara var, araya gizlenmiş nefis bir hüzünle.

Okudukça, bunca zaman bize ne nanelerin yutturulduğunu da tadabileceksiniz yeniden. Belki bir daha yememek için. Daima umutlu kalmak için, daima Mustafa Kutlu.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

28 Haziran 2013 Cuma

Akşam serinliğine kavuşmak isteyenlere

Yaz geceleri şiir borçludur okura. Akşam serinliğinde hafif esen rüzgâr eşliğinde okunası şiirler vardır. Sardunyalara yakışan şiirler… Şiir iyidir. Yaşamı ve anı sevdirir.

Tanrı Görmesin Harflerimi” şairin ikinci şiir kitabıdır. İki kez okudum kitabı, iki kez de faklı yerlerin altını çizdim. Şiir işte böyledir, anlıktır. Farketmezseniz yanınızdan geçip gider göremezsiniz, sakinlik ister.

“Şimdi hatırlıyorum
Zayıflamışsın, kendine bakmalısın
Derkenki yalınlığın,
Hatırladığım ne?
Anne oldum Deniz’e
Onun çocukluğunu emzireceğim
Ona içimi göstereceğim
Aklımı kaybetmediğimin hesabını vereceğim
Aklımı neden tuttuğumun hesabını
Bedenimde.”

“Hayat ne kadar karmaşıksa, iyilik o kadar yalın.”

“Zaman hızla geçiyor sanıyordum.
Yalan.
Geçmiyor,
Birikiyor acısı kavimlerin
Tarih bırakmıyor zamanı kuyusundan."

Hayat sizden arda kalanları aslında ardında bırakmaz, sürünerek yanınıza getirir.

Kitapta tabi ki bolca kadın öğesi ve hüzün var ama ondan daha çok; bir bahçede arkası dönük çiçeklerini sulayan bir ev sahibi var, yerleşik, gidememiş biri var. Bunları düşünürken dua eden biri. Size ortak, acılarından bile güçlenecebileceğiniz biri var “Şair” böyledir; kimi zaman kendi yalnızlığı ile sizi besler.

“Her şeyim benim olmasa da
Bu acı benim diyor insan.”

“İnsan bir yanılgıdır diyor tanrı.
Ve düzeltmek için varım,
Ama geciktim.
...
Tanrı görmesin harflerimi
İnsan bir hata diyor durmadan
Ve hatasını düzeltmek için acı veriyor
Sadece acı.”

Bejan Matur, şiirlerinde hem “Allah” hem de “Tanrı” terimlerini kullanıyor. Çocukluğu ile anneliğini, acıları ile anlık mutluluklarını okuyucuya fazla sezdirmeden karşılaştırıyor. İnanç ile kaderi iyi sentezliyor. “Acıysa da bizim, hepsi hayat, hepsi biziz” diyor.

“Diyorlar ki
Bir insanı yerin yedi kay dibine sallayın
Yine de Allah’ın üzerine düşecektir.
Dilerim öyledir.
Ve biliyorum ki
Yüceltir varlığı Allah
Düzende tutar
Ve aşkı biliyor olmalı ki
Kaosu öğretir.”

Sizi bilmem ama perdeler uçuşurken hafif müzik eşliğinde Matur’un dizeleri bana çok iyi geldi. Şiir ruhu dinlendirir. Ruhunuzu, hele ki bu karmaşık ve zor günlerde sıkı besleyin derim.

Esin Bozdemir
twitter.com/karakarabatak

14 Haziran 2013 Cuma

İmkansız sevdaların karşılıksız âşıklarına

Aşk imkansızdır. “Toza sor” ise imkansız bir aşkın romanıdır. Aşk karşılıksızdır. Sevgi tek taraflıdır. “Toza sor”, sürüklenip gitmenin, toza bulanmanın resmedildiği romandır.

Bir karakter vardır Arturo Bandini diye adı olan. Camilla'ya aşık olur. Ama onu aşağılamaktan geri durmaz. Arturo Bandini sadece kendine değil egosuna da aşıktır çünkü... Kendisine göre yazardır. Sadece yazar değil büyük yazar. Roman yazar. Ama Camilla yoktur. Yazılanlar önemsiz hale gelir eğer Camilla onları okumazsa. Bandini aşkı içine atar, yazar. Romanını imzalar. Çölün sonsuzluğuna fırlatır. Camilla belki bir gün tozun içinde görür, farkeder ve okur diye...

John Fante, 1939 yayınlanan “Toza Sor” romanında şöyle der:

Uzun parmaklarını aç ve yorgun ruhumu geri ver. Ağzınla öp beni çünkü açım ekmeğe. Burun deliklerime yitik kentlerin kokusunu üfle ve ellerim unutulmuş bir güney sahilini andıran beyaz gerdanında, ölmeme izin ver. Şu uykusuz gözlerimdeki özlemi al ve bir güz tarlasında uçuşan kırlangıçları besle onunla çünkü seni seviyorum, ve adın dönmeyen sevgilisi için son nefesini verirken gülümseyen cesur prensesin adı kadar kutsal...

Beynimin pimini çeken romanlardan biri olan “Toza Sor” yazarı Fante'ye bir gün sordum. Kitabın adını açıklığa kavuşturması gerekliliğini. O da bana cevap verdi. Rüyamda: “Dünya tozdan geliyordu ve yine toz olacaktı...

Arkasına yaslandı, parmaklarını ensesinde kavuşturdu ve dramatik ses tonu ile tavana bakarak konuştu:
Seveceksin beni bu gece aptal yazar bozuntusu; evet -bu gece beni seveceksin.
Nedir bu?” dedim.
Gülümsedi.
Ne önemi var? Sen bir hiçsin, bense bir zamanlar biri olmuş olabilirim (...)

Charles Bukowski'nin önerdiği şahane kitaplardan biri olan “Toza Sor” için Henry Chinaski şöyle sesleniyor kitabın girizgahında: “...derken bir gün bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. Birkaç paragraf okudum. sonra çöplükte altın bulmuş biri gibi kitabı masaya götürdüm. Cümleler sayfada yuvarlanıyordu, kayıyorlardı. Her cümlenin kendine özgü bir enerjisi vardı. Cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu. Sayfaya oyulmuşlardı sanki. Duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. Mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti. O kitabın ilk sayfaları benim için çılgın ve büyük bir mucizeydi. Evet, Fante beni çok etkiledi. O kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. Benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. Bazen ona, “Bana orospu çocuğu deme! Bandini'yim ben, Arturo Bandini” diye bağırırdım. Fante benim tanrımdı ve tanrıların rahatsız edilmeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. ama “Angel's Flight”ın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hala orada yaşadığını tahayyül etmeyi severdim. Hemen her gün ordan geçerdim. Camilla'nın tırmandığı pencere bu muydu? Lobi bu mu? Hiçbir zaman emin olamadım.

Immo Guitti
twitter.com/immoguitti

6 Haziran 2013 Perşembe

Heveslerinden kopmak istemeyenlere

"Suavi'nin fikir ve sanat hayatımızın geniş yelpazesinde her zaman söyleyecek bir sözü vardır. Şiire gelince. Sanıyorum, köşesine çekilip iç dünyasına dalıyor."
- Mustafa Kutlu

Kıymetli ağabeyim -kitabın da isim babasıİbrahim Tenekeci ile şiir üzerine yaptığım bir telefon konuşmasında, ondan, "Şiir meşguliyetin, şiir sevgin heves olarak kalmasın" nasihatini almış ve hemen "heves" kelimesini hafızamın "demirbaş" kalemine not etmiştim. Şiir geçici bir heves olmaması gerektiği gibi, aynı zamanda bir gençlik meşgalesi de olamaz. Gençlik aşkı ise hiç olmamalıdır. Şiir ayın 1'inde çekilen maaş da değildir, bir görev karşılığı beklenti değildir çünkü. İçten gelen, içle alakalı, içsel bir şeydir şiir. Suavi Kemal Yazgıç ağabey de içten, kalıcı bir heves yazıyor şiirlerini. Onu daha çok kitaplar üzerine yazdıklarından biliyor, şiirlerini de es geçmiyordum. Enerjisini ve üretkenliğini de takdir ediyordum, çünkü yeterince bezmişlik hakim çağımıza, toplumumuza. Ağabey dedim, çünkü kendisiyle tanıştım, görüştüm. Bu 4-5 saatlik görüşmede onu aklıma şöyle kazıdım: Sessiz ve sakin. Ve bu yüzden de kendime yakın buldum.

"Kapanan bir şeydim ben -ama ne?
Sımsıkı kilitlenen, ışık sızdırmayan
Soru sormayan, cevap vermeyen
Perdelerin, duvarların, örtülerin, panoların ardında
Karanlığa koyuverilmiş
Koyu karanlığa gömülmüş."


Profil Yayıncılık'tan mart 2013'de çıkan "Heves"in açılış şiirleri Münacaat ve Naat. Tıpkı İsmet Özel'in "Bir Yusuf Masalı"ndaki gibi. İsmet Özel'in Münacat'ı "Bu yaşa erdirdin beni, gençtim almadın canımı, ölmedim genç olarak" diye, iç dökerek başlıyor. Suavi Kemal Yazgıç ise Münacaat'ında çare arıyor, şöyle diyor:

"Rabbim bana bir cümle
Öğret ki amel edeyim
Bir cümle
Yorgunluk şeytanına karşı
İçimdeki firavuna
Kulluğumu hatırlatan bir cümle."


Şairin her şiirinde mutlak bir dert var. Her bir derdin ise çok güzel başlıkları. “Kandil İçin Sms, Baharatlı Bahar, Zur Judenfrage, Hükmen Mağlup, Şair Cenin Pozisyonunda, Sus Payı” adlı şiirler, adlarına sahip çıkarcasına başlıyor ve bitiyor. Suavi Kemal Yazgıç ne Türkçeyi ne de şiirini yormadan aktarıyor, heveslerimize yeniden göz atmamızı sağlıyor.

"Bir hevesle geçtim
Bir hevesle bıraktığım dünyadan
Bir hevesle yazıldığım listeden
Düşürüldüm bir başka hevesle."


Şiirsiz müzik, müziksiz şiir, bir el şakası gibidir. Ritm bu muhteşem ikiliyi dengeleyip bizi sofraya oturur, sofrayı kuran şairdir, fakat kaldıran okuyucu olur. Suavi Kemal Yazgıç'ın şiirlerinde ritm yüksek, kelime oyunları yok ve her şey bir ana haber bülteni sıcaklığında.

"Biz ki unuttuğumuz doğruların tahtına
Kendi uydurduğumuz yalanları oturtmuşuz
Biz ki kredi kartı borcunu patlatıp
Yaşama sevincimizi söküp atmışız kalbimizden."


Suavi Kemal Yazgıç'ın bir "Heves"le anlatmak istediği hiç şüphe yok ki dünya hayatının faniliği, sade ve iddiasız olması gerektiği. Ama bunu bir heves uğruna yapmıyor, hevesini ciddiye alıyor. Tıpkı yaşayışı ve mizacı gibi. Heveslerine yeniden sahip çıkmak isteyenlere, "bellidir bir parabellumun anlatacakları"...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Haziran 2013 Pazartesi

Amerikalı olmak istemeyenlere

"Bugün insanların önünde iki seçenek var: Türk olmak ya da Amerikalı olmak. Modern dünya denilen şey, anti-Türk dünyadan başka bir şey değildir. Türk için Batılılaşma bâtıllaşmadır."
- İsmet Özel

Lütfi Bergen'in kitaplarının isimlerini yan yana koyalım: Azgelişmişlik Üstünlüktür, Ahlak Ayaklanması, İsyandan Dirliğe. Yani ortada çok ciddi bir dert var. Bu derde başkaldırıyor yazar. Önümüze adeta zorla konan "gelişme ideolojisi"ni reddediyor, masumiyetimize sahip çıkmamız gerektiğini belirtiyor. bu masumiyetin Anadolu'da yattığını söylüyor. Tüm bunları söylerken de çok ciddi örnekler ve verilerle kafamızdaki "batılılaşma"yı yerin dibine batırıyor. Batılılaşma safsatası düşüyor, bir tekme de okuyucu atmış oluyor.

"Modern teknoloji bize ahlâk bahşetmez. Dahası bize ahlâk ve erdem sahibi insanlar olarak yaşama imkânı vermez. Teknik çalışmalar, ahlâki yönelişimizi kısırlaştırmaktadır... Bize yeni bir çevre sunan teknik; makinaların, işleyişin, tiktakların, telaşın yapay ritmini icra eder."

Yeni dünya ve onun daima sığındığı teknolojik gelişmeler, ülkemizde de son yıllarda iyice yaşadığımız parksız kalma, yeşili görememe ve hava alamama gibi çok ciddi sorunları da beraberinde getiriyor. Özellikle plazalar, ve alışveriş merkezleri, yürüyeceğimiz kaldırımlarla beraber içimizi de daraltıyor. Gün geliyor, kaldırımlarda yürüyemiyoruz. Bunda elbette otomobillere olan amansız merakımız da rol oynuyor.

"Yeni teknik dünya kır yeri olarak bana iki saat süren motorlu taşıt yolculuğundan sonra bulabileceğim sahalar gösterir."

İşte Lütfi Bergen, elimizden alınan tüm doğal haklarımızdan sorumlu tuttuğu "doyumsuz gelişme" anlayışına modernizm penceresinden bakarak hem çare üretiyor hem de "hayır" dedikten sonra "neden"ini de öğrenmemiz için çırpınıyor. Aydınlar ve teknik, ilkel adamın yaşamı, kapitalizme müstehak olmayışımız gibi meseleler, "Azgelişmişlik Üstünlüktür"de otopsi yapılarak irdeleniyor. Kitabın sonunda Alper Gürkan ve Suavi Kemal Yazgıç'ın Lütfi Bergen ile yaptığı söyleşiler, hem yazarı hem de yazarın modernizm karşıtlığındaki gerçekçiliğini öğrenmek için oldukça faydalı. Bu tip kitaplarda nadir görülen bir fikir olmuş söyleşilerin eklenmesi.

"Günümüzde üniversite eğitimi hem ara eleman denilen meslek yapılarına sekte vuruyor hem de genç bir nüfusu üretim dışı bırakıp tüketici kılıyor... Mesleki uzmanlaşma, üretimin yoğunlaşması, lüks tüketimin engellenmesi modern dünyaya cevabımızdır."

Bir kitabın kaynakçasından faydalanmak da son derece önemlidir. "Azgelişmişlik Üstünlüktür"ün kaynakçası son derece ciddi eserlerden oluşuyor. Çok özel isimlerin en ciddi eserlerinden istifade edilmiş, bunu görünce kitabın değeri de okuyucu da artıyor. Kitap daha da kıymetleniyor. Zaten bir kitap, yeni kitaplara kapı açıyorsa, doğru bir okuma yaptığınızın göstergesi oluyor. Kaynakçada sıklıkla dikkatimi çeken isimler: İsmet Özel, İlber Ortaylı, Ali Şeriati, Arnold Toynbee, İsmail Kara, Niyazi Berkes, Jean Baudrillard, Fernand Braudel, Ali Bulaç, Jürgen Habermas, Dostoyevski, Turgut Cansever, Halil İnalcık, Şerif Mardin, Nurettin Topçu, J.J. Rousseau, Mete Tunçay, Mümtaz'er Türköne, Hilmi Ziya Ülken, Max Weber, Paul Wittek ve niceleri.

"Önceleri tren yolunun Anadolu'yu kalkındıracağını ummuştuk. Ne kadar aldanmışız. Tren Anadolu'nun mahsullerini şehirlere getirecek bir millî istihsal muvazenesi yaratacaktı. Öyle olmadı. Tren mahsulü getirecek yerde, Anadolu'nun insanını İstanbul'a ve birkaç büyük şehre akın ettirmektedir."

Herkesin iyi dediği iyi olmadığı gibi, her gelişme de üstünlük değildir. İyi gibi görünen çok gelişme, her şeyi çökertebilir. Çökmemek ve güncel anlamda da olan bitenin farkında olmak için ciddi bir denemeye zihninizi hazırlayın.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

29 Mayıs 2013 Çarşamba

Yeniden sevmek isteyenlere

Kitap karşımıza bir kostüm ile sunulur. Romain Gary, Emile Ajar kostümünü giyer. Bir başka yüzünü. Goncourt Akademisi Edebiyat Ödülünün bir yazara birden fazla verilmemesi kuralını bu kostüm ile aşmıştır, Romain Gary. 1956'da kendi adıyla aldığı ödülü ikinci kez 1975'te Emile Ajar kostümüyle yazdığı bu romanıyla almıştır. Bu gerçek yazarın ölümünden sonra vasiyetname olarak basılan kitapta şu yalın cümleyle ifade edilmiştir: “Yalnızca kendim olmaktan bıkmıştım”.

Kitap, eski bir fahişe olan Madam Rosa ve ona bağlı yetimhanede büyüyen Momo'nun öyküsünü anlatır. Annesi hayat kadını olan küçük Momo, hayata dair çıkarımlarda bulunur. O bulundukça, okuyucu sarsılır. Bir kez daha dünyaya lanet ederek... Momo, en büyük çıkarımı ise gözyaşları üzerine yaparken hayatsal yorgunluk beyinde toplanır: “Bana hep garip gelen gözyaşların doğmadan önce programlanmış olmasıdır. Bu demektir ki ağlayacağınız önceden saptanmış. Bunu hiç düşündünüz mü?

Mutluluk bir alışkanlıktır. Altı çizilesi cümlelerden birinde öyle bir çıkarım vardır çünkü: “Kendilerine eroin iğnesi yapan bütün veletler mutluluk alışkanlığına tutulurlar, bunun da hiç acıması yoktur, çünkü mutluluk özellikle yokluğuyla tanınan bir merettir. Ama ben pek öyle mutluluk meraklısı değilimdir, yaşamı yeğlerim yine. Mutluluk bir süprüntü, acımasızın tekidir, ona asıl yaşamasını öğretmek gerekir”.

Bazı romanlar hayata muhteşem bir pencereden bakar. Her şeyin güzel olduğu. Bazı romanlarsa karanlıktır. Bu kitap ise öylece yaşayanların sevinci de, hüznü de abartmayanların edebiyatı ile çerçevelenir. Momo çocuktur. Momo varlık yolculuğundadır. Madamı da öyle sever. Bir çocukmuşcasına.

Hayat devam eder. Tabii kitapta geçen kimi diyalogları sindirebilenler için:
- Ağlama yavrucuğum, yaşlıların ölmesi doğaldır. Senin önünde daha koskoca bir hayat var.
Beni korkutmaya mı çalışıyordu bu namussuz ne boktur? Kalktım.
- Tamam...
Biliyordum, daha koskoca bir yaşam vardı önümde, ama bu yüzden kendimi hasta edecek değildim.

- Yahudi barınağım orası Momo.
- Eh peki, iyi öyleyse.
- Anlıyor musun?
- Hayır, ama yok zararı, alışığım.

Konuşmalar karabasan olur, hayatımıza siner. Ne de olsa Madam Rosa, “karabasanlar düşlerin yaşlanmasıdır” derdi hep. Momo aşıktır. Kadına. Kadın ise Momo'ya. Sevgi yakındır artık... Sevgi, umuttur. Umutsa, hayat...

İşte tam bu raddede başlar Momo'ya ait olan yalnızlık: “Yere yattım, gözlerimi kapadım. Ölmek için birtakım hareketler yaptım, ama çimento soğuktu, hastalanmaktan korktum. Böyle bir durumda eroin alan bir sürü herif tanıyorum, ama ben mutlu olmak için yaşamın kıçını yalayacak değilim. Yaşamı süslemek istemiyorum ben, bok yesin o. Birbirimize karşı hiçbir şey hissetmiyoruz. Yasal erginliğe kavuşacağım zaman televizyondaki gibi uçaklar kaçırıp, rehineler alıp, birşeyler istemek için tehditçilik yapacağım belki, henüz ne isteyeceğimi bilmiyorum, ama boktan bir şey olmayacak. Esaslı bir şey olacak yani. Şimdilik ne istemek gerektiğini söyleyemeyeceğim, profesyonel eğitimden geçmedim çünkü”.

Momo cümleler kurar. Biz okuruz. Sarsılarak. Şaşırarak...

“İnsanların kendi söylediklerine inanmayı başardıklarını sık sık fark ettim, yaşamak için gereksinirler bunu. Filozof olmak için söylemiyorum, gerçekten böyle düşünüyorum.” (s. 41)

“Şimdi çocukları yaşama karşı korumak için yasal doğum kontrol hapı da vardı, gerçekten istekli olmak gerekiyordu.” (s. 58)

“Bambaşka şeylerle dolup taşan çok uzak bir yere gitmek isterdim. Bunu düşlemeye bile çalışmıyorum, berbat etmeyeyim diye.” (s. 79)

“Bana kalırsa kendini savunmaktan aciz ve artık hizmet görmek istemeyen insanlara yaşamı zorla burunlarına sokmak kadar rezil bir şey yoktur.” (s. 183)

Madam Lola ise Senegalli eski bir boksördür. Travestidir. Madam Rosa'yı ve Momo'yu anne şefkati ile besler. Madam Lola, bir erkek olarak çok güzel bir kadın sayılır, ağır siklet şampiyonluk döneminden kalma sesini bir yana bırakırsak... Fahişelik ise kitapta şöyle tarif edilir: “kendini hayatın zorluklarına karşı kıçıyla savunmak”. Momo, çocukları olmayı reddeder. Hatta bir çocuk olmayı. Bir fahişenin çocuğudur çünkü... Babası, annesini öldürmüştür ve bunu öğrendiğinizde her şeyi öğrendiğinizi anlatır Momo... Ve artık hiç çocuk değilsinizdir.

Romanı okuyanların ödülü ise, son söz ile açıklanır: “Sevmek gerek”.

Immo Guitti
twitter.com/immoguitti

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Hâlimize gülelim mi, somurtalım mı?

"Wer sind wir? Wo kommen wir her? Wohin gehen wir? Was erwarten wir? Was erwartet uns?"
- Ernst Bloch

1885-1977 yılları arasında hatırı sayılır bir ömür yaşamış Alman filozof Ernst Bloch'un sıraladığı soruları Kalın Türk de soruyor: "Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Beklentimiz ne? Bizi ne bekliyor?". Peki kitap bu soruların tümüne cevap verebiliyor mu? Elbette hayır. Bunu kimse bir konuşmadan ve nihayet 53 sayfalık bir kitaptan bekleyemez. Bir kitabın boyutunu sayfaları değil, muhteviyatı belirler. Ve: "O boyut olmadan kalınlık da olmuyor". Kim düşünebilirdi ki İzmir'de 1993'de yapılmış bir konuşmanın, aradan tam 20 yıl geçtikten sonra da aynı geçerliliğini koruyabileceğini? Evet İsmet Özel, bu yüzden özel. Ve evet; İsmet Özel, daima.

Kitabın "Temizinci Baskı Önsözü"nde İsmet Özel; "Ne desem? Tereddüt içindeyim. Türklükten söz etmek açacağım. Türklük beni tereddüde sevk ediyor" diyor ve bundan sonra, pek alışık olmadığımız bir biçimde, yalın bir üslupla derdini anlatıyor. Aslında hepimizin derdi. Birçok insanı öyle ve böyle takip ediyoruz. Peki ne olduklarını biliyor muyuz? Onların görüşlerini ezbere söylüyoruz. 20. yüzyılın başından beri süregelen bu hercümerç durum, en nihayetinde bir medeniyet çatışması yaşanmasına sebep oluyor. Zaten kitabın bilhassa son bölümleri, Samuel Huntington'ın "Medeniyetler Çatışması"na sille tokat giriyor. İşte bu tokatların izleri, birlikte okuyalım:

"Bir ben miyim insan dediğimiz varlıkların şahısları ve şahsiyetleri arasındaki mesafenin hergün biraz daha büyümesinden korku duyan, rahatsız olan? Ülkenin bölünmesini dillerinden düşürmeyenler, şahsiyetlerinin bölünmesinden, içinde çırpınarak yaşadıkları, şahsiyet kopuşundan habersizler mi? Hastalıklarını ciddiye almadıklarını ve bu yüzden şifa beklemediklerini görüyorum... İnsanı ruh bütünlüğünden alıkoyan ortama aldırmıyorlar."

Samuel Huntington tezinde, "kimlik arayan ülkeler" diye başlıyor, biz de hasbinallah diyoruz. İsmet Özel de tam bu anda yetişip "Millet olma bilinci, millet nasıl olunur, millet olmanın faydaları nelerdir, olmazsak cehennemin dibinde yerimiz hazır mı?" gibi son derece önemli ve sürekli hatırlatılması gereken bir kavrama el ense çekiyor. Türkiye'deyiz fakat Türkiyeliliğimizde ısrarcı mıyız? Ortada bir tarif yok. Bize kimse millet tarifi yap(a)mamış, dolayısıyla baş edeceğimiz meselenin çapını bilmiyoruz. Dolayısıyla inceliğin de kalınlığın da bir önemi kalmıyor. Peki bu durumda ne şekilde hazırlanacağız ve nasıl davranacağız?

"Nerede olduğumuzu bildiysek, orada olmayı seçmişizdir aynı zamanda. Konu ne olursa olsun cehalet içine gömülüşümüz seçme yapmaya güç yetiremeyişimizin bir sonucudur. Neredeyiz? Olduğumuz yere bir ad verilmemişse ne orada, ne bir başka yerdeyiz."

Neden bu topraklardayız? Sonradan mı geldik? Bunu biz mi seçtik? Neden ve niye? Sonuç? Sorular uzuyor. Ancak bu soruları cevapları için bir ipucu var: Evvel refik, bad'el tarik. Önce yoldaş, sonra yol... Dünya savaşlarında sonra sadece dünya haritası değil, zihin haritaları da değiştirildi. Yoksa değiştirildi mi denmeli?

"XIX. asırdan itibaren dünyadaki bütün kültürler Batı medeniyeti tarafından darbeye maruz bırakılmış, güdükleştirilmiş, üreme organları kesilmiş kültürlerdir. Bu kültürlerin içinde hareket edenler sadece şaşkın şaşkın bakmayı bilirler; uyuşamadıkları için."

Uyumamak için, körleşmemek için -Elias Canetti'nin "Körleşme"sine selâm olsun!-, nereden gelip nereye gittiğimizi bilmek ve bu gidişe müdahale edebilmek için okunacak bir kitap Kalın Türk. Bunları bilmeden geçirilecek her uyku tehlikeli olduğu gibi, bizi de tehlikenin içinden çıkarmayacaktır. Zaten İsmet Özel'in 2007'de kurduğu ve başkanı olduğu İstiklal Marşı Derneği'nin de kuruluş sebebi buydu: Türkiye'nin ve Türklerin varlığının tehlike altında olması.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

23 Mayıs 2013 Perşembe

Her dize bir çâredir arayana

"Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum."
- Turgut Uyar, Geyikli Gece

İkinci Yeni dendiğinde akla gelen trio bellidir: Edip Cansever, Özdemir Asaf ve Turgut Uyar. Sonrasında gelecek olan isimler de malumdur: Ece Ayhan, İlhan Berk, Ülkü Tamer. İnatla Sezai Karakoç'u dahil etmiyorum bu akıma, edemiyorum. Haddim değil ama vicdan çoğu zaman hadden önce gelir. Gerçi Sezai Karakoç'un İkinci Yeniciler arasında gösterilmesi için nedenler olduğu gibi, onlardan çok ayrıştığı nedenler de vardır. Her neyse, konumuz Turgut Uyar şiiri ve YKY'nin Doğan Kardeş serisindeki seçme şiirlerden oluşan Göğe Bakma Durağı adlı kitabı.

Dönemin en haşmetli şiir eleştiricisi Nurullah Ataç tarafından takdir ve takdim edilen Turgut Uyar Kaynak Dergisi'nin şiir yarışmasında ona ikincilik kazandıran Arz-ı Hal adlı şiiriyle ile tüm gözleri dizelerine doğru çevirdi.

"Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!...
Eğer bilmiyorsan işte, haberin olsun.
Ekmek derdi, aşk derdi unutturdu seni.
İnsan hatırlamıyor dün ne yediğini.
Zaten yediğimiz ne ki hatırda dursun.
Benim gibi kulun çok dünyada, Allahım!..."


1949'da yayımlanan Arz-ı Hal kitabından sonra sırasıyla Türkiyem (1952-1963) ve Dünyanın En Güzel Arabistanı (1959) kitaplarıyla zirveye ulaştı Turgut Uyar. İlk kitabındaki hece ölçüsüyle yazılmış toplumsal konuların ağırlıklı olduğu şiirleri, sonraları içe dönülmüş yalnızlığın, çaresizliğin ve sıkıntının şiirleri olarak zuhur etti. Her ne kadar yenilikçi olsa da Turgut Uyar'ın gönlünde vazgeçilmez bir eskinin olduğuna inanıyorum. 1970'de yayımlanan Divan kitabı bunun ispatı gibidir. 1974'te Toplandılar ve 1982'de Kayayı Delen İncir'de bu kez sınıfsal mücadeleleri irdeledi şair. Halkın nefesi olmaya çalıştı sayfalarda.

"Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
Sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse."


1966'da eşinden ayrılıp Ankara'dan İstanbul'a gelen Turgut Uyar, Cemal Süreya ile ilişkisi bitme aşamasında olan Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başlar. Sonrasında ise evlilik ve bir çocuk: Hayri Turgut Uyar. Şimdilerde İTÜ'de öğretim görevlisi olan Hayri Turgut Uyar'a, babası Turgut Uyar "Yapı" adlı bir şiir yazmıştır.

"Bir çocuk -adı hayri'ydi onun
Bir çocuk için hayli büyük bir ad
Ama büyüyecekti nasılsa
Severdi adını ayrıca
-görmediği dedesinin adıymış-."


Bir bireyin mutlu olabilmesi, toplumun da mutlu olabilmesi anlamına geliyordu önceleri Turgut Uyar için. Sonraları ise tam tersini; mutlu bir toplumun mutlu bir bireyi yetiştireceğini dile getirmeye çalışıyordu. Çaresizliğe en büyük tepkinin şiir olduğunu düşünürsek, her dize bir çaredir de aynı zamanda.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

22 Mayıs 2013 Çarşamba

Modernitenin kafesinden kurtulmak isteyenlere

Bir çocuk dünyaya geldiği andan itibaren bir yetişkinin kaderini ne kadar değiştirebilir? Başarılarla dolu bir hayata daha fazla ne katabilir?.. Müzik insan ruhunu nerelere taşıyabilir?.. Peki insan ruhu nasıl özgürleşir?..

"Musikimiz, bizim için, varlık felsefemizin aynası olmuştu. Hatta, pusulamız!"

Prof. Dr. Mim Kemal Öke tüm bu soruların cevabını “Aşkla Dans/ Türkler, Tasavvuf ve Musiki” kitabında veriyor merak edenlere.

Down Sendromlu bir evlat sahibi olarak yaşamında zorlu bir dönemece giren Öke, kızının özel hastalığı sayesinde bu zorluğu çok önemli bir avantaja çevirir edindiği tecrübelerle.

Aynı kaderi deneyimleyen pek çok ebeveyn gibi ilk zamanlarda “vurgun” yemiş hissi yaşayan Öke, kendi tanımınca “ilahi bir tecelli” sayesinde kızıyla farklı bir yolculuğa çıkar ilerleyen zamanlarda. Asıl kimliğini, kişiliğini ve ruhunu bulduğu bir yolculuğa...

"İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır?”
- Yunus Emre

Ailecek çıkılan bir Ege yolculuğunda, kızının Yunus Emre'nin biri ilahisi vasıtasıyla müzikle arasında kurduğu bağı farkeder; o andan itibaren müzik (Türk Tasavvuf Musikisi) hayatlarının en seçkin kısmına oturuverir. Terapi amaçlı beraberce katıldıkları müzik, ritim ve raks dersleri yaşadıkları dramı büyük bir keyfe dönüştürür. Mim Kemal Öke, siyasetçi kimliğinden sıyrılıp müzikolojinin içinde bulur kendini. Yaptığı incelemeler sonucu, âlemde her şeyin bir titreşim hali içerisinde olduğu ve bu titreşimlerden enerjinin ortaya çıktığı bulgusuna varır. Ona göre ilahi güç kendisini ritim ve ton, diğer bir deyişle müzik aracılığı ile kendini belli eder.

“Tanrı en büyük müzisyendir.”
- Yunan Hermetik Kozmolojisi

Dramatik bir şekilde başlayıp, keyifli bir yolculuğa dönüşen bu deneyimlerini “Aşkla Dans” kitabında çeşitli başlıklar altında anlatan Öke; Uygarlık, çağdaş dünyanın yalnızlığı, değişen zamanlar ve insan ruhunun arayışı üzerine yoğunlaşır. Nietzsche, Goethe, Mevlâna, İbn-i Arabi, Lao-Tzu gibi geçmiş zamanlara damga vuran önemli filozofların yanı sıra, şimdiki zaman ilim insanlarından alıntılarla iddialarını desteklerken, müziğin kökenine inerek Orta Asya'dan Afrika ve Amerika'ya kadar uzanan bir müzikal keyfi yaşatır okuruna.

“İnsan ne olduğunu, gerçek varlığını inkâr eden tek yaratıktır.”
- A. Camus

İnsanlığın varoluşsal ıstırabının ilacının tasavvuf, musiki ve raksta olduğunu iddia eden yazar, insanın metafiziksel derinliğe Aşk'la varabileceğini öne sürer. Aşkın insanoğlunun uygarlaşma misyonunun “burağı” (aracı) olduğunu vurgular. Birlik görüşünün (Vahdet-i Vücut) Organik Dünya Görüşü'nü, dünyanın ezeli ve ebedi mükemmelliğini sağlayabileceğini dile getirir.

“Katreler ırmağa, ırmak erdi bahre, cem olup, karışup birbirine hâlâ o derya olmuşuz.”
- Niyazî-i Mısri

Mim Kemal Öke, bu denemesiyle zamanın ruhu olarak “Organik Dünya Görüşü” yerine, “Mekanik Dünya Görüşünü” ikame edenlere karşı bir duruş sergiliyor. Ona bu duruşu sağlayan ise kızıyla birlikte yaşadığı müzikal, ruhsal, manevi deneyimler oluyor.

“Modernite dediğimiz dünyaya bakış açısı bir anda değil, yüzyılları deviren bir süreç şeklinde Avrupa'da gerçekleşmiş ve oradan bütün dünyaya yayılmıştı. Ve modernleşme uzmanların da kaydettiği gibi Batı'nın geçmişinde üç büyük devrimin birbirlerini tetiklemeleri sonucunda karşımıza yeni insanı çıkartmıştır: Modern insan! Daha doğrusu modernitenin kafesindeki insan!”

Modernitenin kafesinden kurtulup musiki ile ruhunu özgür bırakmak isteyenlere...

Ahu Akkaya
twitter.com/diviniacomedia

18 Mayıs 2013 Cumartesi

Gorgo'lara göz yuman Türkiye'ye

“sakın sevgili okurlarım
bütün bu saçma hayatı
kendimi acındırmak için
anlattığımı sanmayın
acımam ben kendime
sadece
yakınlaştırmayı isterim
varlığımı sizinkine
canciğer olmayı
nedenini bilemem
isterim işte tuhaf bir erkek nasıldır
bilin isterim”

diyor Leylâ Erbil Tuhaf Bir Erkek kitabında. Sonra da anlatıyor org çalan sevgili tuhaf erkeği… Evlendikten sonra kendini bulmacaya veren, orgunu bile yatağın altına gömen, sevişmek için bile şart koşan erkeği. Düşlerinin zeminini ölümün yeşillendirdiği sevda anlatıyor sevgilisi ve eşi bünyamin’i. Aslında Hurşit, Zurşid, Mümin ve Bünyamin’i kullanarak tuhaf bir erkeğin evrelerini anlatıyor. Nasıl değiştiğini anlatıyor, memleketin gorgo felaketiyle nasıl altüst olduğunu anlatıyor, gorgo'ların birbirinden farkı olmadığını anlatıyor. Kitaplarında hâlâ politik söylemlerden kaçınmadan yazan birkaç yazardan biri olan Leylâ Erbil, bu kitabında diğer kitaplarına kıyasla daha az gönderme yapsa da deyim yerindeyse on ikiden vuruyor ve tuhaf olanın bambaşka bir şey olduğunu gösteriyor okuruna. Hayır, tuhaf bir erkek bir metafor değil. Ama daha kitabın başında anlatacağını söylediği o erkeği, kitabın ortalarına doğru anca anlatmaya başlıyor. Bu da bir tesadüf değil. Tuhaf bir erkeği anlatması için anlatması gereken çok şey var. Okuyucunun çekip alması gereken izler tüm bahsettikleri. Kazıyıp düşünmemiz gereken şeyler. Gorgo'ların unutmamızı istediği, bizimse unutmadığımızı sanıp çoktan kapattığımız konular. Bizi tuhaflaştıran her şey.

Leylâ Erbil okuyan herkesin önce bahsetmek istediği şey yazarın dilidir. Kendisiyle tanışma şerefine nail olmuş biri olarak ne konuşurken ne de yazarken kullandığı dili övmek bana düşmez. Bu dilin güçlülüğünün nereden geldiğini anlamak için Erbil’in bir röportajından alıntı yapmak gerekir:

“1954-55 yılları olmalı. Taksime doğru ilerliyoruz. Galatasaray Lisesi önlerindeyiz ve Onat’la yan yana düşmüşüz, Türk edebiyatını nasıl yenileştireceğimizi tartışıyoruz. Ben, insanları anlatmakta yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştireceğimi söylüyorum.”

Yine bir röportajında "Sizden tuhaf bir erkeğin tanımını yapmanızı istesek ne derdiniz?" sorusuna "duygusal zekası yüksek, içi çürük bir adama da benziyor, şaşkın biraz, zavallı gibi, tüm insanlara benzer demonik, aciz, korkak, elinden tutulması gerekenlerden belki" yanıtını veren Leylâ Erbil'in bu kitabını okumak yeterli tuhaf bir erkeğin ne olduğunu anlamak için. Tuhaf Türkiye'ye dair geride kalan aşkları, dostlukları, "unsur"ları, despotlukları görmek için.

İçinde büyük harf bile bulamayacağınız bu kitabı süsleyen ve aynı zamanda kitabın ithaf edildiği Komet’in resimlerini incelemek de ayrı bir deneyim katacak yolculuğunuza. Hâsılıkelam, her gün yeni bir acıklı olayın yaşandığı, şaşırtıcı akıl dışı açıklamaların yapıldığı ülkemizde dokunulması, okunması, seyredilmesi gereken sayfaların sahibidir Leylâ Erbil. Ziyaret edilmesi gerekir.

"üstelik
allah'ın içine gizlenerek
konuşuyor
o yüzden
bu yeni gorgo zamanında
kimse kimseyle
doya doya sevişemiyor
konuşamıyor örüşemiyor"

Ümran Kio

Sınır boyunca yürüyüp giden bir hoop sesi

Hasan Ali Toptaş’ın Heba kitabını bitirince içimi sızlatan bir ses kaldı kulaklarımda: “mevziden mevziye sıçrayarak, karanlığın içinde yankılana yankılana sınır boyunca yürüyüp” giden bir hooop sesi.

Bir kadına yeterince uğraşırsanız askerliğin nasıl bir şey olduğunu anlatabilirsiniz, özellikle de sınırda bir askerlik yaşamışsanız. Ama bir kadına nöbet tutmanın nasıl bir şey olduğunu hissettirmek, komutan tokat atınca acısını yüzünde yaşatmak Hasan Ali Toptaş’ın ustalığı sanıyorum. Yabancılık çektiğim bir kelime dahi olmadı “sınır” başlıklı askerlik yıllarını okurken. Ne koğuşa, karakollara yabancılık çekersiniz Toptaş'ın kelimelerini okurken, ne de yaşlı, garip ev sahibesine. Ne bir güvercinin bıraktığı izler şaşırtır sizi, ne Ebecik’in itinalı yemek tarifleri. Bu kitapta her şey olabilirmiş gibi, sanki hepsi gerçek olamayacak kadar etkileyici, ama hayal olamayacak kadar da can yakıcı gibi.

Hasan Ali Toptaş okuyanlar bilir, yazar tırnak işareti kullanmaz (en azından benim okuduğum kitapların hiçbirinde kullanmıyordu). Evet, kendisi bunun özel bir nedeni olmadığını, tırnak işaretinin nokta, virgül kadar önemli bir işaret olmadığını, o yüzden kullanma gereksinimi duymadığını söylüyor. Ama eğer 21. Yüzyıl, Tanrı-yazarın değil Tanrı-okurun yüzyılıysa ben bu konuda noktalama işareti önemsizliğinden daha fazlasını görüyorum. Diyaloglara tırnak işareti eklemek, kişinin cümlesini sınır içine alıyor, somutlaştırıyor, gerçekleştiriyor gibi gelmiştir bana hep. Bu yüzden Toptaş’ın bu noktalama işaretinden uzak durması, okuyucuyu noktalama sınırlarına bile dahil etmemek, yaşadığı her şeyin bir rüya olabileceği ihtimalini açık bırakmak, zihinde dolaşmanın nasıl bir şey olduğunu anlatmak amaçlı olması fikri daha cazip geliyor bana (haddimi aşmayacağımı bilsem daha doğru geliyor bile derdim sanırım).

Hayır, bu kitaptakilerin hepsi bir yalan demiyorum tabii ki. Aksine bugüne kadar yaşadıklarınızdan daha gerçek geleceğine eminim. Ziya’nın şehirden kaçıp arkadaşının köyüne yerleşme fikrinin, onunla geçirdiği askerlik yıllarının, sınırda nöbet tutarken yaşanılanların, komutanların herşeyibenbilirimciliğinin, sonrasında köyde başına gelenlerin dün içtiğiniz kahveden daha gerçek olduğuna eminim.

Hani bazen arkadaşlarınıza bir kitap hediye edersiniz ve bitir de konuşalım dersiniz ya işte öyle... Siz sonunu okumadan, Nefise ile, Kenan’la, Cabbar’la, Numan’la tanışmadan benim bir şeyler anlatmam, her şeyi somutlaştırmak olacak. Ziya’nın bundan hoşlanacağını hiç sanmıyorum. O yüzden hadi bitirin de üzerine konuşalım.

“Hâsılıkelam, çerden çöpten de olsa insan illaki bir baba yaratıyor Ziya Bey, başka türlü var edemiyor kendini; koku kırıntılarını tutup, ölgün gölgeleri ve titreşimleri tutup işte böyle babaya dönüştürüyor benim gibi.”

Ümran Kio
twitter.com/umrankio

Yaşamında hüzün eksik olmayanlara

"Hilmi Yavuz, denemelerinde ne sadece güzel söz söyleme ustasıdır ne de okurunu bir yığın kuru bilgiyle baş başa bırakır. Tartışır, kavgalara tutuşur, aydınlatır, tezler öne sürer ve okurunu yükseltir. Onun deneme yazarlığının bir ayrıcalığı da başkalarının bir kitapta anlatabildiği bir ‘mesele’yi, kısacık bir metnin sınırları içinde çözebilmesidir." - Ali Çolak

Hilmi Yavuz, Türk şiirinin "hüzün" şairidir. Buradaki hüzün kelimesi maalesef ki kimi okuyucuları korkutuyor. Oysa hüzünden korkuyor olmak, başlı başına korkulması gereken bir durumdur. Hüzünle melankoliyi karıştırmak, kitap çok satsın diye adına mutlaka "hüzün" serpiştirmek kadar yanlış bir yoldur. Önce biraz da olsa hüzün üzerine konuşmak daha doğru olacak gibi.

Kındî (öl. 886), hüznü tanımlarken "Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi taleb olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır" der. Asırlar sonra batıdan Freud da hemen hemen aynı şekilde, "Hüzün, daima, sevilen bir kişinin veya onun yerine geçmiş olan vatan, hürriyet, bir ideal gibi bir soyutlamanın kaybına gösterilen tepkidir" diyerek tanımlar. Hüzün, illa bir kayıp durumunda mı ortaya çıkar? Kesinlikle hayır. Kayıp, yasa ve mateme sebep olur. Hüzün ile bir alakası direkt olarak yoktur. Dücane Cündioğlu bu duruma "Ey talib, bil ki ârifler için, her zaman, hüzün zamanıdır. Lâkin onlar aslâ yas tutmazlar" diyerek karşı çıkar.

Turgut Uyar'a "Benim her duygum biraz hüzün gibidir"i , Cemal Süreya'ya "Çocuk / güzel anılar gibi hüzünlü / hüzünlü şarkılar gibi güzel"i, Pablo Neruda'ya "Bu gece en hüzünlü şiiri yazabilirim"i, Gülten Akın'a "Hüzün çocuklar için arada bir / yaşlılar için sürekli"yi, Gustave Flaubert'e "Boş bir ev kadar hüzünlü hissetti kendini"yi yazdıran velinimettir hüzün. İşte o hüzün, Hilmi Yavuz'a da, o her fırsatta hatırladığımız "Hüzün ki en çok yakışandır bize"yi yazdırmıştır. Hüzün, ne dizelerle ne de belirli kalıplarla anlatılabilir. Bırakalım da anlatılmasın ve yaşayanların bile tanımlayamadığı bir nimet olarak kalsın. Ancak son olarak, kitaptan Hilmi Yavuz'un harikulade "hüzün görüşü"nü de paylaşmam gerekiyor:

"Biz, hüzünlü bir toplumuz. Hüznü, hüzünlenmeyi seviyoruz. Yaşamın tadını, hüzün duygusunda buluyoruz belki de! Bir tür mazohizm evet, ama ne yapalım, böyleyiz işte! Hep söylemişimdir: Şarkılarımıza, türkülerimize, şiirlerimize bakın hep hüzündür dilegetirilen. Bir şiirimde, hüzün ki en çok yakışandır bize, diye yazmıştım, adım o günden bu yana "hüzün şairi"ne çıktı. Yanlış anlaşılmak istemem, benimki sadece bir saptama... Bizim kültürümüz bir "hüzün kültürü"dür; hüzün sanki kimliğimizin "olmazsa olmaz" bir parçasıdır, demek istemiştim ben. Hüznün Türk insanının, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın deyişiyle söylersem, "his tarihi"nde yeri büyüktür. Kısaca, bizim insanımızı anlatabilmek için hüzün temel kavramlardan biridir, bana göre."

Hilmi Yavuz'un bu taptaze olan denemesi, çocukluğunu, gençliğini, gazetecilik-dergicilik anılarını, edebiyat deneyimlerini, elbette şiir yolculuğunu ve tüm bunlarla birlikte aileleri, arkadaşlıkları, vedaları, hatıraları, izleri, erguvanları, yazları da önümüze seriyor. Her sayfada Hilmi Yavuz'un o kusursuz lirik üslubunun şiirsellikle kaynaşmasıyla, okuyucunun içini kaynatan anekdotlar gizli. Bir de bu tip deneme okumalarının en keyifli tarafı, okuyucunun herhangi bir özelliğini yazarla kesişmesi oluyor. Mesela Hilmi Yavuz'un şu özelliğini -haddim olmadan- kendim yazmış gibi oldum:

"Benim, "hiçbir şey değişmesin, hep aynı kalsın!" tutkumu bilenler bilir. Aynı yerlere giderim, aynı otellerde kalırım, mümkünse aynı odayı isterim. Alışmadığım bir mekânda (bu mekân, önceden kalmadığım bir oda bile olabilir!) olmak daima tedirgin etmiştir beni. Tuhaf bulacağınızdan eminim ama söylemeden de edemeyeceğim: Yaz tatili dönüşlerinde, her yıl kaldığım odamdan ayrılmadan önce, oraya, sadece benim fark edeceğim küçük ve kalıcı bir işaret bırakırım. Bu, duvarlardan birine, kurşunkalemle karaladığım, minik ve belli belirsiz bir harf olabilir; -ya da başka bir işaret! Ertesi yıl, yine o odaya geldiğimde, ilk işim, o işaretin orada durup durmadığına bakmak olur."

Yazımı bitirmeden, Ali Çolak'ın işaretlerine de dikkat etmenizi öneririm. Gerek kendi kitapları, gerekse işaret ettiği kitapları her zaman alıp okurum. Tam "yerimden" vurur. Eğer siz de aynı yerlerdeyseniz, mutlaka buluşuruz kelimelerde. Mühim olan da gönül birliği değil midir?

Çok derin, çok hüzünlü bir yolculuk bu deneme. Mutlaka deneyin, mahcup olmayacağıma eminim.

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler

17 Mayıs 2013 Cuma

Yeni maceralara atılmak ve kafiyeli mecralarda kaybolmak

Şiire dair bir tanım sunsam şu olurdu: En tekinsiz kaybolma ve iki mısra arasında başka şeyler bulmadır. Ademoğullarının ve Havvakızlarının, Dünyaya bahşettiği en güzel sihir müzikse, en nağmeli ve dolayısıyla efsunlu yazımdır şiir. Kimi zaman bir mısra koskoca bir romanın tetikleyemediği duyguları anımsatır ve duyumsananlar artık bizi biz yapanlardır.

İnsanların; şiirleri uğruna hapse düştüğü, sürüldüğü, acı çektiği ama sevildiği ve sonsuzlaştığı bir memleket bizimkisi. Kimi zaman parti sloganlarından daha etkili halk hareketleri yaratmış, kimi zaman karşıt görüşteki insanların da aslında bizden çok farklı olmadığını anlamamızı sağlamıştır. İşte, bu noktada Ataol Behramoğlu'nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi'ne bir parantez açmak gerekir ve bazen parantez içinde yazanlar bizi değiştirir.

Ataol Behramoğlu şairliğinin yanı sıra (hepimizin ezberden bildiği, Haluk Levent'in uzun seneler söylediği "Bu aşk burada biter / ve ben çekip giderim" onun eseridir) bu Antoloji ile de memleketimiz edebiyatına önemli bir katkı sağlamış. Modern Türk Şiirinin 1800 - 2000'li yılları arasında gezinen, "acaba bu şiir de var mı?" diye kendimize sorduğumuz sorulara, çoğunlukla olumlu yanıt veren 2 ciltlik bir seçki olmuş. Şiirle yeni tanışan, tanıştığı halde kendi tarzını henüz kafasında oturtamayan okurlar için özellikle tavsiye edeceğim. Fakat daha fazlası da var. Adını duymadığımız bazı şairlerin öyle güzel eserleri yer alıyor ki, kendimize daha nitelikli bir şiir zevki edindirebiliyoruz.

Kelimeler biraz yabancı mı kaldı? Bir de şöyle açıklayayım: Antoloji okuyarak olayın çok teknikleştiğini düşünmemek lazım. Şiir kendi tekniğini defalarca yıkan bir dal. O yüzden elimizdeki bilimsel esere sıkılarak yaklaşmamız gerekmiyor. Ben şahsen bu antolojiyi okurken çok eğleniyorum. Zira, sevdiğim insanları arayıp şiir falı bakıyorum.

Kitap - şiir falı bakmayı anlatmam gerekiyorsa kısaca belirteyim, kitabı kucağınıza alın, gözlerinizi kapayın ve bir sayfa açın. Karşınıza raslantı sonucu çıkan bu sayfayı da keyifle okuyun. İşte böyle okunduğunda, Ataol Behramoğlu antolojisi sizi zaten bildiğiniz şairlerin alıştığınız mısralarından çıkarıp, kimliklerine dair hiçbir fikrinizin olmadığı adamların ve kadınların (muhteşem kadın şairler var bu antolojide) hayallerine, korkularına, özlem ve aşklarına ortak ediyor. İkinci Cildin sonundaki kısa özgeçmişlerle de yeni bir serüvene atılmadan evvel cebinize bir harita koyuyor.

Sözün Özü, bu Antoloji size Türk Şiirinin yüzlerce kapısını birden aralıyor. Twitter aforizmalarının tatmin etmediği ruhunuzu özgürleştiriyor. Mısralarda, kafiyelerde ve kifayetli ölçüsüzlüklerde dilediğiniz gibi kulaç atabilmenizi sağlıyor. Her evde olması gereken, sıkıcılaşmadan okumanın tamamen okuyucusunun tercihinde olduğu bir derleme Ataol Behramoğlu'nun Büyük Türk Şiiri Antolojisi.

Edebiyatımızın enginliğine hayran olurken, umarım siz de benim kadar eğlenir ve nitelikli vakit geçirdiğinizi hissedersiniz.

Herkese güzel şiir falları! Yaşasın Mısra! Yaşasın Cümlemizin Krallığı!

Yalım Yarkın Özbalcı
twitter.com/YalimYarkin

14 Mayıs 2013 Salı

Sessiz bir çığlık

Bu kitabı tek bir cümleyle anlat deseler, "sessiz bir çığlık"derdim.

Herta Müller, Tek Bacaklı Yolcu'yu Romanya'dan Almanya'ya göç ettikten sonra yazmış. Neredeyse bilinç akışı tekniğiyle yazılan bu kitap imgeleminizin sınırlarını zorlayacak. Baş kahramanımız İrene, hayatına giren 3 erkek, sürgün, özlem, aşk, arayış, kimliksizlik gibi duyguların şiirsel bir dille anlatıldığı romanda, bir anda kendimizi İrene ile özdeşleştirebiliriz. Daha doğrusu İrene yüzümüze bıçak kadar keskin bir ayna tutabilir. En azından bende öyle oldu...

Kentler, kentler, kentler... Yollar, yollar yollar... Yalnızlık, yalnızlık, yalnızlık...Bunlar kitabı bitirdikten sonra içimde kalan yankıları oldu.

"Ve hiçbir düşünce İrene'yi kalmaya zorlamıyordu. Gitmeye de."

Eğer bir yere ait olamıyorsanız, aidiyetsizlik size hakim oluyordu. İrene'nin ve tabii ki İrene ekseninden sürgün edilen birçoğumuzun yaşadığı da buydu sanırım.

Tek Bacaklı Yolcu Herta Müller'in hayatının bir izdüşümü aslında. Zorluklar içinde geçen bir yaşam, Çavuşesku diktasına yenilmeyen bir duruş, doğduğu topraklarda azınlık olarak yaşamak ve kendi memleketinde kendi topraklarında kitaplarının yasaklanması, kaçırılması...

2009 yılında Tek Bacaklı Yolcu'yla Nobel Edebiyat Ödülü alan Müller'in bunu fazlasıyla hak ettiği kanaatindeyim.

Düşünmekten korkan insanlarsanız bu kitabı lütfen okumayın! Çünkü kitabın bitiminde hayata dair soru işaretlerinizin çoğaldığını göreceksiniz.

"Ağaçların yaprakları yaprakların arka yüzüydü. Ağaçlar ağaçların arka yüzüydü. Bütün kent kentin arka yüzüydü."

"Politikacılar telaş içindeydi. Ama yine de alınlarında iktidarın karanlığı vardı."

Soru işaretlerinizin hiç eksik olmadığı bir yaşam diliyorum.

Sevgiyle kalın...

“İnsan gittiği gibi geri gelmiyor, bir kez gittiğinizde başka biri oluyorsunuz, böyle de olunmak zorunda zaten.”

İpek Şen

Zamanın çarkları ve insan

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın eşsiz eseri Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ne bir “düzen ve insan” kitabı demek yanlış olmaz. Düşler, olanaklar, gerçekler… Hepsi önce insanın arzularında ilk adımlarını atarlar. Önceleri bize mantık dışı görünen pek çok iş alanları bizler için şimdi hayatın vazgeçilmez ve içselleştirilmiş bir parçası haline gelmişlerdir. Şöyle bir düşünelim… 

Bir meslek ya da iş alanı seçelim. Her ne olursa… Ayakkabı boyacılığı örneğin… Şimdi düşünelim bu mesleğe gerek var mı? Birçoğumuz yoldan geçerken yüzüne bile bakmayız, ama bazılarımız da önünde durur ve ayakkabı boyacısının verdiği kirli terlikleri giyer,onun ayakkabılarımızı boyamasını izleriz. O an bunu kendimizin yapabileceğini de biliriz ama
bunu düşünmeyiz, düşünme ihtiyacı duymayız. İşler, biraz da böyle kabul görürler bizler tarafından. Düşünceden eyleme…

Romanın iki ana karakterinden biridir Hayri İrdal. Sıkıntılarla dolu bir çocukluk ve yoksullukla, işsizlikle bezenmiş bir orta yaş dönemi. Hayri İrdal, genç yaşlarda yanında çalıştığı bir saatçiden öğrendiği saat tamirinin, günün birinde onu ülkenin ve dünyanın en tanınmış iş yerinin patronlarından biri yapacağını aklının ucundan bile geçirmez. Çevresindekilerden nasıl borç alabileceğini düşündüğü sırada tanıştığı Halit Ayarcı sayesinde bütün hayatı değişen bir adamdır o…

Bir yanda yaratılıştan gelen özgünlüğü ve sarsılmaz inancıyla Saatleri Ayarlama Enstitüsü düşüncesini doğuran, büyüten, ete kemiğe büründüren Halit Ayarcı; diğer yanda hayatı boyunca maddi ve ailevi sıkıntıların buhranından sıyrılamamış, Enstitü düşüncesine hiçbir zaman inanmasa bile Halit Ayarcı'nın yanında yer almış Hayri İrdal. İki farklı insan… Biri dünyayı ellerinde tutarken, öbürünün her gün sırtında taşıdığı, iki farklı yaşam ve kesişen yollar.

Bütün olanaksızlıklara ve zorluklara rağmen birinin sonsuz inancı, diğerinin ise sonsuz umutsuzluğuyla hayata geçen ütopik bir kurum: Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Romanda her şeyden önce ön planda olan enstitü değildir. Ön planda tutulan, her sayfada insandır. İki farklı insan, aslında değişen toplumsal yapıyı simgelese de, dağılmış bir imparatorluğun küllerinden zorluklarla sıyrılıp doğmuş, ama sıkıntıları bitmemiş ülkeyi
anlatır. Ülke yeni bir düzene geçer. Bu düzende iş, işçi, müessese, girişimcilik ve zamana riayet etmesi gereken bir insan modeli vardır. Bu düzende insanlar ikiyüzlü, bu düzende insanlar kokuşmuş ve bu düzen siz ne kadar istekli olursanız olun özgünlüğü sıradanlaştırarak çarkları arasında onu sindirip kusan yeni tür bir insan yaratmaktadır. Yani Tanpınar’ın “Plak İnsanı."

Saatleri Ayarlama Enstitüsü, bunu en başında reddeden, maddi yaşamının kötülüğünden dolayı inanmadan bu işe giren, ama aklı hep yoksul günlerindeki aile bağlarında kalan Hayri İrdal ile sarsılmaz inancın simgesi, “yapılamaz” sözcüğünü dünyasında barındırmayan, insanlara güvenen, özgünlüğün her daim modern dünya kalıplarını delip geçebileceğine inanan Halit Ayarcının, eşsiz metaforlarla donatılmış, öyküsüdür.

Ozan Şen     

13 Mayıs 2013 Pazartesi

Şiir varsa aşk, aşk varsa keder de vardır

Söylenecek sözler bittiği zaman ya da bir şeyler söylemeye mecal kalmadığı zaman insan içine döner. Şikâyet edeceği merci kendisi olur bir anda. Hem yaşamış olduğu geçmiş hem de tedirgin olduğu gelecek, bir anda insanın üzerine çullanır. Titrer bu durumda insan, kendine gelebilmek için. Ya bir kitap, ya bir şarkı ya da bir sükûnette teselliyi arar. Üçünün de buluştuğu bir kitap: Kimseye Etmem Şikayet. Kitabın ismini görür görmez Türk Sanat Müziği düşkünü bir amatör klarnetçi olarak heyecanlandım. Şarkının -eserin- hikâyesini merak ediyordum, ve elbette şairini de.

"Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime,
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbâlime.
Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbâlime,
Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbâlime."


Yılmaz Öztuna'nın Türk Musikisi Ansiklopedisi'nde bu şarkının nihâvend bestesinin Kemani Serkis Efendi'ye ait olduğu yazar. Herkes de böyle kabul etmiştir. Oysa Turhan Taşan'ın Kadın Besteciler adlı kitabında ise hem güftenin hem de bestenin sahibi olarak İhsan Raif Hanım yazar. Doğru olan bilgi de budur. İhsan Raif Hanım şiirini yazdıktan sonra onu Suzinak makamının Curcuna usulünde bestelemiştir. Serkis Efendi ise şiiri Nihâvend makamında tekrar bestelemiştir. Muhtemelen bu son beste sevilmiş olacak ki, günümüze kadar da böyle gelmiş ve nihayet eserin hem güfte hem de beste sahibi olarak Serkis Efendi kalmıştır. Bir emeğin hakkını teslim etmek başlı başına bir emek.

2008'de Şişli Kaymakamı olarak göreve başlayan Mehmet Öklü, Hükumet Konağı olarak kullanılan binanın 19. yüzyılda Şura-yı Devlet başkanlığı yapan Köse Mehmet Raif Paşa'ya ait tarihi ve meşhur Taş Konak olduğunu öğrenir. Mehmet Raif Paşa, II. Abdülhamid'in gözde valisi ve bakanı. Mehmet Öklü, türünün tek örneği olan konağı üç yıl süren bir çabadan sonra İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Projesi kapsamında restore ettirmiştir. Köse Raif Paşa'nın büyük kızı olan İhsan Raif Hanım'ın hayat hikâyesi, işte bu yaşanmışlıkla başlar. Ortaya, dönemin edebiyat havasını da estiren hüzünlü ama son derece gerçek bir roman çıkar.

"Biz neşelendiğimiz anda mahzun oluruz. Abad olduğumuz zaman da viran olur kalırız. Biz cefanın beslediği öyle aşk kuşlarıyız ki, kafesten azad olsak, hürriyete kavuşsak, uçar gider tuzağa düşeriz. Bu ne tezat, bu nasıl hayat!"

Sevr Antlaşması'nı imzalayan heyetin içinde yer alan Rıza Tevfik'in talebesi İhsan Raif Hanım, erken yaşta çok çalkantılı bir hayat yaşar. En büyük aşkı ise şiirdir. Hece vezninden asla vazgeçmez. O kadar ki, Ahmet Haşim, "Benim anladığım hece vezni ile milli şiiri iki kişi yazmıştır: Rıza Tevfik ve İhsan Raif Hanım" der. "Beş Hececiler" olarak anılan şairlerin ablası olan İhsan Raif Hanım, Halide Edip, Fatma Aliye, Şair Nigâr ve Fehime Nüzhet ile birlikte İstiklâl Savaşı'na da destek olan öncü edebiyatçılarımızdandır.

"Gerçekten kafesteki muhabbetkuşlarının bile kafesi açılınca uçma hevesinden hürriyetin sonsuz esrikliğiyle tuzağa düştüğünü çok gördüm. Lakin uçmak onların yaratılışının icabı, vazgeçemezler ki! Hürriyet de bizim yaratılışımızın esasıdır, özüdür, bu devredilmez, vazgeçilmez hakkı yaşamaktan asla geri duramayız! Ona mecburuz. Esaret tecrübe edilecek nesne değildir zira! Tekrar olduğunu biliyorum ama söylemeden edemiyorum işte: Ancak bedelini ödeyenler hürriyeti hak edebilir.”

Şairin 1914 yılında evlenerek üçüncü evliliğini yaptığı Şahabettin Süleyman, Fecr-i Ati edebiyat akımının mensuplarındandır. Fevkalade bir aşk yaşanır. İki edebiyatçı, hayata aynı gözlerden aynı hassasiyetle bakan iki kalem erbabı, hüzün dolu bir birliktelik yaşar. Erken kaybettiği eşini, İhsan Raif Hanım her zaman övgüyle ve hürriyet duygusuyla hatırlar:

"Belki insanımızın, milletimizin hürriyet uğrunda aldığı mesafeyi, geldiği şerefli yeri göremedi Şahapcığım, ama yeryüzünde hürriyetin yerini tutabilecek bir şey olmadığını çok iyi anladı. Dünyada, insanın yaşama hakkına denk başka bir hak olmadığını bildiğimiz gibi."

Daha fazla detay vermekten korktuğum yegane romanlardan biri oldu Kimseye Etmem Şikayet. Bunda Mehmet Öklü'nün "hiç araya girmeyen üslubu" da büyük etken. Zira yazar, biyografi ve romanı birleştirirken, kendini de çok uzak tutmuş okuyucudan. Böylece okurken dönemi de soluk soluğa yaşıyoruz. Bazen İhsan Raif Hanım ile Şahabettin Süleyman'ın Avrupa seyahatlerinde onlara arkadaş, bazen de edebiyatçı dostlarıyla gerçekleştirdikleri keyifli bir masa sohbetine misafir oluyoruz. Üstelik kimler yok ki bu masada? Yahyâ Kemâl'ler,   Taş Konak'ta başlayan ve büyük bir emeğin eseri olan roman o kadar "bizden" ki, "Acaba başka neleri unuttuk?" diye düşündürtüyor sürekli.

İhsan Raif Hanım'ın iç dünyası, tüm şiirlerinde zuhur etmiştir. Buna bir örnek vermek için güzide solistimiz Melihat Gülses'in okuduğu, şu şahane şiirini de hatırlamak gerekir:

"Ben esir-i handenim, üftâdenim ey gültenim,
Gözlerin Kur'an-ı aşkımdır, kucağın cennetim."


Şikâyetini kendine edenlere; şiir, edebiyat, aşk ve dolayısıyla keder dolu bir hayatın öyküsü...

Yağız Gönüler
twitter.com/YagizGonuler