14 Nisan 2024 Pazar

Usta bir tarihçinin hayatı ve yol haritası

Anadolu Selçukluları ve Osmanlı klasik dönemi toplum, kültür, din ve tasavvuf tarihi, Alevilik ve Bektaşilik üzerine çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak’ın Tarihçinin Yolculuğu isimli yeni kitabı raflarda yerini aldı. Kendisiyle muhtelif vesilelerle yapılan röportajlardan oluşan ve Halil Solak tarafından yayına hazırlanan kitap, hem hocanın akademik hayatında gerçekleştirdiği çalışmaların ana hatlarını hem de entelektüel bir bilim adamı olarak portresini ortaya koyuyor.

Anadolu Selçukluları ve Osmanlı tarihinin orta ve yeniçağlarda kültür, din, zihniyet boyutlarına ilgi duyduğunu, araştırma konularını Babailer İsyanı, Alevilik ve Bektaşiliğin İslâm öncesi inanç temelleri, Osmanlı toplumunda zındıklar ve mülhidler, İslâm-Türk inançlarında Hızır-İlyas kültü gibi ülkemizde çok az çalışılan alanlardan seçtiğini ifade eden Prof. Ocak: "Türkiye’de merhum Fuat Köprülü ve Abdülbaki Gölpınarlı’nın açtıkları, kısaca Anadolu’nun İslâmlaşması tarihi diyebileceğimiz alanla ilgileniyorum. Ama onların seviyesinin benim için çok yükseklerde olduğunu itiraf etmeliyim. Şeyh Bedreddin’e atfedilen şu sözle kendimi anlatabilirim: Ben de halimce Bedreddinem!" diyor.

Türk tarihçiliğinin en önemli problemlerinden biri olan ifrat ve tefrite kaçmanın sakıncaları üzerinde de duran Ahmet Yaşar Ocak, genç tarihçilere ve araştırmacılara şu öneride bulunuyor: Tarihi şahsiyet ve olayları idealize ederek, adeta kutsallaştırarak roman yazmaktan, dizi yahut film çekmekten kurtulup tarihin gerçekleriyle karşılaştığımızda, onlardan korkmadan yüzleşmeyi (yüzleşme adına karalamayı kastetmiyorum) ve gerçekleri korkmadan, ürkmeden öğrenmemiz ve kabul etmemiz gerekiyor.

Kitapta Ocak’ın akademik hayatı konu edilirken hocaları ve meslektaşlarının (Nejat Göyünç, Tayyip Gökbilgin, Iréne Mélikoff, Jean-Paul Roux, Kemal Karpat, Halil İnalcık) çeşitli vesilelerle kendisine gönderdiği mektuplara da yer veriliyor.

Tarihçiliği sadece bir meslek olmanın ötesinde hayat tarzı olarak benimseyen Ocak, araştırma konularını nasıl belirlediğini şöyle anlatıyor: “Ben reenkarnasyona inanmam ama 10 kere daha dünyaya gelsem yine aynı mesleği yapardım yani tarihçi olurdum hiç tereddütsüz. Mesleğimi çok seviyorum. Türkiye’de tarihçilerin pek el atmadığı, sıradan, alışılmış tarihsel konuların dışında ve bir sorun olarak “halının altına süpürülmüş” konuların üzerine gitmeyi seviyorum.

Hamasi veya retçi bir tarih perspektifi yerine sağlam ve gerçekçi bir tarih bilincinin ehemmiyetini belirten yazar, kaynakların kullanımı, eleştirel bakış açısı, arşiv ve kütüphanelerin işlevi, disiplinler arası çalışmanın önemi, tarih yazımı, yöntemi gibi konulara dair öğrencilere, araştırmacılara ve tarih meraklılarına kısa ve özlü reçeteler sunuyor.

Ömrünü ilmi çalışmalara vakfeden Ahmet Yaşar Ocak kitapta tarih bilimi üzerine çalışmalar yapan genç araştırmacılara çeşitli tavsiyelerde bulunarak tarihçinin çalışma tarzı ve yöntemlerine temas ediyor. Tarihçiyim diyebilmek için olmazsa olmaz bazı şartların olduğunu belirtiyor. Bilimsel merak, yılmadan problemin peşine düşmek, kullanılacak kaynakları rahatça okuyup anlayacak, değerlendirecek kadar alana hâkim olmak, üzerinde çalışılan alanın kaynak dillerine, terminoloji ve problemlerine aşina olmak, Arapça ve Farsçaya, bunu yanı sıra mutlaka Osmanlı Türkçesine ve paleografyasına vakıf olmak, yabancı dil bilmek ve literatürü takip etmek gerektiğinin altını çiziyor.

Akademik geleneğin inşası bakımından bilimsel terbiyenin önemini özellikle vurgulayan Ocak, genç tarihçilerin zaman zaman kibirli ve hırslı davrandıklarını ve kendilerinden öncekilerin alana katkılarının hakkını teslim etmeyerek görmezden geldikleri belirterek bunun gerçek bilimsel bir tavır olmadığını söylüyor. Kendisinin de hocaları Fuat Köprülü ve Abdülbaki Gölpınarlı ile birebir örtüşmeyen fikir ve kanaatlere sahip olduğunu hatta Köprülü’nün farkına bile varmadığı bir tarikat hakkında uzunca bir makale kaleme aldığını ifade ederek buna rağmen her zaman onları hocaları olarak görüp haklarını teslim ettiğini kaydediyor.

Kitap ayrıca daima güncelliğini koruyan “Türklerin İslâmlaşma Serüveni”, “İslâm ve Siyaset”, “İslâmofobi”, “Alevîlik-Bektaşîlik”, “Resmî Tarih-Alternatif Tarih ikiliği” gibi meselelere de ışık tutuyor. İslam öncesi ve sonrası inanç motifleri, ilk büyük mutasavvıflar, Selçuklulardan Osmanlılara tevarüs eden sufi geleneğin Anadolu’daki temelleri, öğretileri ve etkileri kitabın ikinci kısmında ele alınıyor. Dede Korkut ve hikayelerinin kaynağı, Hacı Bektaş-ı Veli’nin eserleri ve Makalat, Bektaşilik ve Yesevilik geleneği, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlâna ve Yunus Emre arasındaki ilişki nasıldı gibi sorulara cevap veriliyor.

Hülasa Tarihçinin Yolculuğu soğuk bir metodoloji kitabından ziyade usta bir tarihçinin hayatı ve ilgi alanlarından yola çıkarak tecrübelerini aktardığı bir yol haritası niteliği taşıyor.

Rüveyda Okumuş
twitter.com/ruveyda_okumus

6 Nisan 2024 Cumartesi

Cioran: Dünyada marazi bir filozof

Ne zaman bir Cioran kitabı okusam aklıma hemen bir soru takılıyor: Cioran okumayı niye bu kadar seviyorum, daha doğrusu Cioran’ın yazdıklarına ve kendisine niye bir değer atfediyorum? Bunun cevabını da biliyorum aslında. Çünkü Cioran kendi içinde yaşadığı bütün çelişkilere ve tutarsızlıklara rağmen samimi bir yazar ve salt karamsarlıktan ziyade mizahtan da beslenebiliyor. Bu durum modern çağ filozoflarından gördüklerimin aksine benim en çok hoşuma giden durum. Herhangi bir yere bağlı olmadan fikirlerini ortaya saçan, bazen intihar düşüncesine kadar ilerleyip bazen mizahın gülümseten yüzünü bize gösteren Cioran bence son dönem filozofların en samimisi. Ayrıca Cioran okumayı sevmemin başka bir yönü daha var. Elime ne zaman bir Cioran kitabı alsam aklıma Franz Kafka’nın o ünlü sözü geliyor: İnsanı ısıran ve sokan kitaplar okumalıyız. Okuduğumuz kitap bir yumruk indirerek bizi uyandırmıyorsa ne işe yarar. Cioran bu sözü farklı bir şekilde söylüyor: Zihnin ıstıraplarına hizmet etmeyen kelimeler kitlelerin midesini doldurmaya yeter sadece. Kafka’nın sözüne ek olarak Cioran da kitaplar hakkında böyle düşünüyor ve onun bütün kitapları da bu cümlesi doğrultusunda okunuyor zaten.

Doğru bildiğimiz/sandığımız, daha doğrusu bir değer atfettiğimiz şeylere baltasını acımasızca indiriyor Cioran. Tabiî inançsızlığının(?) getirdiği duyguyla bazen hoşumuza gitmeyen şeyler söylese de zaman zaman öyle şeyler söylüyor ki, bu adam mı hiçbir değere inanmayan ve her şeye savaş açan kişi, diyebiliyor okur. Her halükarda Cioran okuru diri tutuyor. Felsefe kitaplarının zaman zaman düştüğü miskinlik tuzağına düşmüyor onun kitapları. Hep sert hep kavgacı. Özellikle kırk-kırk beş yaşına kadar yazdıkları. Çünkü bu yaşa kadar yazdıklarında Cioran’ın Paris’te girmek istediği muhitçe kabul edilmeme durumu da hissediliyor. Küçük bir çatı katından önce Paris’e sonra da dünyaya savurduğu aforizmalarla –kendini filozof olarak görmese de- birçok kişiye ve bana göre de yirminci yüz yılın en önemli ve yalnız filozoflarının arasına giriyor. Fark ediliyor ki ülkemizde de Cioran okurları günden güne artıyor. Bu bir yandan iyiyken diğer yandan bu karamsarlığın alıcısının çoğalması belki de sosyolojik çalışmalar yapanlar için iyi bir konu olabilir. Yeni bir Cioran kitabı yayımlandı Türkçede. Cioran’ın muhtemelen otuzlu yaşlarının başında yazdığı düşünülen kitap 1944’e tarihleniyor. Net bir tarih yok yani. Hatta kitabın ismi bile yok aslında. Kitabın adını Fransız yayıncılar Cioran’ın el yazmalarındaki ilk aforizmadan alarak koyuyorlar: Hiçliğe Açılan Pencere. Baştan sona aforizmalardan oluşan kitabın son 9-10 sayfası Cioran’ın 1948 yılında bir dergide yayımladığı fragmanlardan oluşuyor. 172 sayfayı içeriyor kitap ki bu sayı Cioran kitapları için fazla bir miktar. Fakat Işık Ergüden’in çevirisi okumayı kolaylaştırıyor. Yine de şuna değinmek istiyorum, Hiçliğe Açılan Pencere yazarın zor okunan kitaplarından biri. Aforizma/fragman olması okuru yanıltmasın. Hatta şimdiye kadar dilimize çevrilen kitaplarından en zor üç dört kitabından biri diyebilirim anlaşılma açısından.

Cioran hayatının ergenlik ve ilk gençlik diyebileceğimiz dönemlerinde uykusuzluk rahatsızlığından çok çekmiş biridir. Onun geceler boyu uyumadan sokaklarda gezdiğini biliyoruz verdiği söyleşilerden. Tabiî ki bu durum yazılarına da yansımıştır ve çoğu zaman uykusuzluğun ona yaptıklarını/yaşattıklarını kâğıda dökmüştür. Özellikle ilk dönem kitaplarında bunu daha sık görüyoruz. Ben Cioran için bu kitabı da ilk dönem kitaplarında dâhil etmek istiyorum. Çünkü onun ‘vecd’ ve uykusuzluk dönemlerindeki kendisiyle hesaplaşmasını bu kitapta da bol bol görüyoruz. Bu hesaplaşmaya bence Tanrı’yı arama ve onunla hesaplaşma isteği de giriyor. Kendini inançsız olarak tanıtsa da bir kuyunun dibinden seslenir gibi sesleniyor Tanrı’ya: “Tanrım! Sen bana hiçbir şey vermedin. Kendime bile ait değilim ben. … Her şeyin –en başta da Sen’in- tamamen düşüş halindeki zihnin saçma sapan lafları olması mümkün müdür? Senin –özlemlerimin kâh üstünde, kâh altında kalan- nesnelerine dokunamam, iç sıkıntısıyla ilgisizlik arasında, cehaletim ve lanetim içinde dönüp duruyorum. … Senin mirasından en ufak bereket bulamayan ben senin mülkünün kalıntılarını Hiçlikten dileniyorum.

Byung-Chul Han, Şeffaflık Toplumu kitabında “şeffaflık toplumunun ne enformasyonda ne de görüş alanında boşluğa tahammülü vardır. Ama gerek düşünce gerekse ilham boşluğa ihtiyaç duyar” der. Cioran’ın “boşluk” kavramını irdelemesini zaten her kitabında görüyoruz ama bu kitabında hatırı sayılır bir yer vermiş bu kavrama. Chul Han’ın söylediği farklı bir bağlamda ele alınabilir ama Cioran’ın boşluğu da onu dış dünyadan koparan ve onun düşüncesini bileyen bir şeye dönüşüyor. Toplumsal hastalıktan kurtulup kendi kendine oluşturduğu boşluk sayesinde hem ilhama hem düşünceye varmaya çalışıyor yazar.

İsmet Özel şiirinde “Benim elbet bir bildiğim var: hayat saçma sapandır” der. Bu noktayı Cioran “hayat sonsuzluğun –anbean yaşanan- krizidir, hiçbir yasanın önleyemediği bir saçmalık patlamasıdır” şeklinde yorumlar kendine göre. Şair ve filozofun buluşup birbirine temas ettiği noktadır burası. Bu iki “cins” kafanın belki de az yerde buluştuğu noktadır dünyanın saçmalığı. Hatta her cins kafanın belki de. Bu iki adamı niye bu kadar sevdiğimi Cioran’ın bu kitabıyla daha iyi fark ettim.

Zaman ve müzik kavramlarının Cioran’ın vazgeçemediği iki kavram olduğunu onu daha önce okuyanlar fark etmiştir. Tabiî ki Tanpınar’da olduğu gibi “zaman ve musikî” gibi algılanmasın ama temel bakışlarda bir benzerlik söz konusu olabilir yine de. Fakat farklı pencerelerden. Müziğin gücü ve zamanın verdiği ıstırap Cioran’ın hayatının her bölümünü her anını etkilemiştir, olumlu veya olumsuz. Bu kavramları daha yoğun kullandığı kitapları olsa da Hiçliğe Açılan Pencere’de de hatırı sayılır şekilde irdeliyor bunları. Cioran’ın en güzel pasajlarının bazılarının zaman konusunda söyledikleri olduğunu da düşünüyorum. Zaman’a normal bir insandan ziyade derinine nüfuz etmeye çalışarak bakmaya çalışıyor. Bu da ona acı veriyor.

İnsan her zaman sıkı kitaplar okuyamıyor. En azından bu benim için böyle. Oturup saatlerce okunabilecek bir yazar değil Cioran, yazdıklarının yoğunluğundan dolayı. Ancak kitaplarının her an elimin altında oluşu (okunmuş veya okunmamış) bir okur olarak bana, bunaldığım zamanlarda gidip dertleşebileceğim bir büyüğümün olduğu hissini veriyor. Ne garip değil mi bunu Cioran hakkında söylemem. Bunu mizahının gücü sayesinde olduğunu düşünüyorum. Evet, Cioran karamsar bir yazar ancak örneğin bir Sylvia Plath siyahlığında değil. Onu bu siyahlıktan ara ara parlayan mizah ışıkları kurtarıyor.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

5 Nisan 2024 Cuma

Hayatın zorlukları, felsefenin tesellisi

Nietzsche, "Ich bin dein Labyrinth!" demiş. "Ben senin labirentinim!" yani. Hayat bize bunu her gün, belki defalarca söylüyor. Labirentin biri bitip diğeri başlarken, tükenmenin acısını ve üretmenin zevkini birlikte yaşıyoruz, yaşamalıyız. Geçen her günün sonunda insan insana ilişkilerin ne kadar kıymetli olduğunu hayat bize gösteriyor. Şahit olduğumuz merhametsizlikler ve sevgisizlikler hem yeterince insan ol(a)madığımızı hem de insanı eser miktarda bile tanımadığımızı fısıldıyor sanki. Hayatın da insanın da içine, manasına talip olmaya, o manadaki güzellikleri görmeye, o güzelliklerdeki hakikate dahil olmaya meraklı değiliz gibi üstelik. Böyle olunca da yaşamın tatsızlığı, tuzsuzluğu ve elbette tutkusuzluğu zirve yapıyor. Hayatın ve insanın hikmeti bir kere daha buharlaşıyor. Sıradan olmayan, anlamlı bir hayat için ben de Alper Hasanoğlu'na katılıyorum ve felsefeyle psikolojinin mutlaka yan yana gelmesi gerektiğini düşünüyorum (o buna klinik felsefe diyor). Denemekten, çaba göstermekten, yenilmekten korkmayanlar ya da korkmak istemeyenler için okuması pek zevkli bir kitap Hayat Bilgisi. Kıyınızda durursa, sık sık dönüp bakacağınıza eminim.

"Ötekine yönelen insanın en saf duygusunun, onu harekete geçiren motivasyonun sevgi olduğunu iddia ediyorum. Ve sevgimin beynimin ürünü olduğunu reddediyorum. O, sevgimin bir tür 'ilişkilenme aracı'dır, başka bir şey değil."

"Kim hayatın karanlıklarına, uçurumlarına bakmaya cesaret edemezse, önünde sonunda o uçuruma düşer."

"Yalnızlık hep bizimledir ve hepimiz için mutlak bir gerçekliktir. Gece yatağa tek başımıza da girsek, sevgiliye sarılarak uyusak da. O nedenle yalnızlığın, erişkin hayatımızda çocukluktaki gibi dehşet duyguları uyandıracak bir çaresizlik durumu olmadığının farkına varmayı, bunun farkına varamayanların acıyan bakışlarına rağmen, kendimize öğretebilmeli ve bunu kabullenmeliyiz. Yaratma ve üretme süreçlerinin yalnızlığa ne kadar ihtiyaç duyduğunu düşünürsek, yalnız kalmayı öğrenmenin kendimize verebileceğimiz en güzel armağan olduğunu da anlarız."

Günlük hayatta karşımıza çıkan sorunlar ve filozoflar. Şeker şerbet bir kitap. Mesela onaylanma ihtiyacımız konusunda Sokrates neler demiş? Maddi güç peşinde koşanlara Epikuros hangi anlamlı itirazlarda bulunmuş? Seneca yaşadığı hayal kırıklıklarını nasıl bir kazanca dönüştürmüş? Montaigne, insanın kendisini yetersiz hissetmesine dair neler söylemiş? Yeryüzünün en karamsar filozofu Schopenhauer, kalp kırıklıklarına nasıl bir reçete yazmış? Nietzsche zorluklar içinde yaşayanlara nasıl teselliler sunmuş? Alain de Botton oldukça zevkli yazmış Felsefenin Tesellisi'ni ama hakkını vermek lâzım, Banu Tellioğlu da şahane çevirmiş. Kitaptan altını çizdiğim cümlelerden sadece birkaçıyla bitireyim.

"Hakikatin dağlarına tırmanırken çabalar asla boşa gitmez: Ya bugün daha yükseğe çıkarsın ya da yarın daha yükseğe çıkabilmek için güç toplarsın."

"Bilge kişinin kaybedeceği hiçbir şey yoktur. O, sahip olduğu her şeyi kendinde taşır."

"Sanat da felsefe de, farklı yöntemler kullanmasına karşın aynı amaca hizmet eder: İkisi de, acıyı bilgiye dönüştürür.."

"Söyle, yüreğinde saklama. Tedavi olmak istiyorsan, yaranı açmalısın."

"Kederlerin en tatsızı insanın kendi kendini hor görmesidir. Erkeklere özgü kendini hor görme hastalığının tek çaresi zeki bir kadın tarafından sevilmektir."

"Eğer çekilen acı, altından kalkılamayacak kadar ağır değilse okumak acının açtığı yaraları da iyileştiriyor."

"Doğuştan getirdiğimiz tek bir kusur var: Hepimiz mutlu olmak için dünyaya geldiğimize inanıyoruz."

"Okumak beni çekildiğim bu inzivada avutuyor; hem aylaklığın ağırlığından hem de sohbetleriyle canımı sıkan misafirlerden kurtarıyor. Eğer çekilen acı, altından kalkılamayacak kadar ağır değilse okumak acının açtığı yaraları da iyileştiriyor. Tatsız düşüncelerden kurtulmak için tek yapmam gereken kitaplara başvurmak."

"Konuşacak kimse bulamadıkları için kaç kişinin yazar olduğuna, bu yüzden kaç kitap yazılmış olduğuna şöyle bir bakarsak, kitapçıların yalnız insanlar için gidilebilecek en iyi yer olduğunu anlarız."

"Sevgi asla zeval bulmaz."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Nisan 2024 Çarşamba

Bir uyanışın masalı

Binlerce yıldır kim olduğumuzu bilmek, hissetmek; bildirmek ve hissettirmek için hikâyeler anlatıyoruz. Bu hikâyeler çok eskiden destan, masal gibi formlarla inşa edilirken şimdi roman ve öykü gibi formlarda muhatabına ulaşıyor. Anlatma ihtiyacı devam eder, formlar değişir ve hatta ölüp yerlerini başka formlara terk ederler. Ancak bu başka bir yazının konusu. İki ayrı anlatı formunun niteliklerinden yararlanmaya çalışacağım bu yazı için. Ele alacağım kitap, bunu mümkün hatta gerekli kılıyor zira.

Uzak Bir Masal, İrem Uzunhasanoğlu’nun dördüncü romanı. Roman bugünün, yaşadığımız zamanın bir anlatı türü. Dolayısıyla yaşadığımız zamanın ruhu da ruhsuzluğu da romanlarda yankılanıyor. Masal ise eski zamanların bir anlatı türü. Yine de bu masalı köhne bir tür kılmaz. Masallar insan olmanın en temel özelliklerine dair sahici ipuçları sunmaya devam ediyor. Her sahih masal, yeniden okunmaya/anlamlandırmaya ve yeniden anlatmaya/yazılmaya imkân tanır.

Hâlâ masallardan öğrenebileceğimiz pek çok ders var. Romanın isminde geçen “masal” kelimesi, romanı fiyakalı göstermek için tercih edilmiş artistik bir oyun değil. Bizatihi romanı mümkün kılan çatışmanın ana damarına işaret eden bir isimlendirme. Evet, “Uzak Bir Masal”da masalsı bir anlatım, fantastik unsurlar yok. Daha çok her insanın “kimim ben?” sorusuna verdiği yanıtla ilgili bir “masal” söz konusu.

Masal”, kim olduğunuz bilgisini edindiğiniz ve başkalarına aktarabildiğiniz edebi bir türlerden biri. İsmet Özel, “Waldo Sen Neden Burada Değilsin?” adlı otobiyografik anlatısında, kitabı yazma gerekçesini anlattığı satırlarda “Masalların en kötüsü de kendimiz hakkındaki masaldır. Herkes kendi masalını yıkmalıdır.” der. İrem Uzunhasanoğlu ise Uzak Bir Masal'da otobiyografik bir metne değil romana imza atıyor. Ancak bu yıkılan bir masalla karşılaşmayacağımız anlamına gelmemeli.

Romanın kahramanı Neylan’ın narsist Levent’e duyduğu aşk, masalların en tehlikelisi değil mi? Tek taraflı ve bir tarafın egosunun diğerinin kişiliğini ezdiği bir aşk. İnsanın inandığı masalın kendisini mahveden bir zehre dönüşmesinden daha zorlu bir şey varsa o da o zehirden arınmaya çalışmasıdır herhalde. Neyran, uzun bir yolculuğa çıkmayı tercih ediyor bu noktada. O, uzağa gitmeyi tercih ediyor ama bilmediği bir şey daha var. Gittiği yerin kendisine düşündüğü kadar yabancı olmaması. Nitekim romandaki tek yakın tehlikeli masal, bu aşk değil. Hatta en yakın masal bile o değil. Geçmiş perde perde açıldıkça o aşktan başka bir masalın daha olduğunu öğreniyoruz. Ancak gelin o masalı da kitabın müstakbel okurlarına bir sürpriz olarak bırakalım.

Öncelikle şunu belirtmem lazım. Uzunhasanoğlu, bir sabah aniden uyanıp masalların anlamını düşünmeye başlamış bir yazar değil. Masal, evvelden beri onun anlamaya, imkanlarını yoklamaya çalıştığı bir tür. Masallar, onun gündeminde olmuş ve ilham kaynağı olarak masalları/masalların kendi metnine açtığı alanları kullanmış. Bir önceki romanı Evvel Bahar çerçevesinde yapılan söyleşide soruda “Evvel Bahar romanınızda 'Masallara olan inanç hiç yitmez, masallar ancak yeniden yazılır,' diyorsunuz. Bu söz adeta romanın kalbini oluşturuyor.” ifadesi geçiyor. Yazar ise “Ben, Evvel Bahar romanımı kadim bir anlatı üzerine inşa etmedim, sadece dünyanın en başından beri tek bir masal olduğunu ve bizim o masalı kendi karakterlerimizle yeniden yazıp, kendi dekorumuzla yeniden oynadığımızı anlattım. Bin sene önce yazılmış bir kahramanlık hikâyesi de okuduğunuzda elinizde kalan temalar hep aynı. İnsan değişiyor, sahne değişiyor ama masal hep aynı kalıyor.” diyor. Esasen Uzak Bir Masal da benzer bir okumaya/yapısöküme açık bir roman.

Uzak Bir Masal'da iç içe geçmiş bir kaç tehlikeli masalın iç içe geçmesine şahit oluyoruz. Romanı bitirince metinde de atıfta bulunulan “Anlarsa uzağım yakınımdır, anlamazsa yakınım uzağımdır.” sözü zihnimde bir kez daha anlam buldu. Ancak bu kelam-ı kibarda bir incelik daha var. Uzak Bir Masal'ı okuyunca fark ettim bu inceliği. Bu sözdeki “anlarsa” başka yakın veya uzak insanlarla sınırlı değil. İnsan kendisini anladığı, nefsini bilmediği ölçüde kendisinin uzağında kalıyor. Neyran, uzun bir yolculuğa çıkıyor ve görünüşte kendisine çok uzak bir masala şahit oluyor. Roman bundan ibaret kalsaydı, metin basit bir oryantalist turistik-tanıtım broşürüne dönüşebilirdi. Ancak Neyran’ın kendi asıl masalıyla karşılaştığı bu metin için benzer bir cümleyi kurmak mümkün değil. Neyran “yakın” zannetiği masaldan uzaklaşıyor ve “uzak” sandığı başka bir masalda “evini” buluyor. Zanlar üzerinden inşa edilen iki masal bir dizi yüzleşmeden sonra yerini sahici temeller üzerinden inşa edilmiş iki masala bırakıyor. Sırf bu tecrübe için bile Uzak Bir Masal okunmaya değer.

Birbirinden ayrı gibi görünse de birbirlerinden kopartılamaz iki ayrı uyanışı romanlaştırıyor Uzak Bir Masal. İki masal da kişinin kendi hakkındaki “kim olduğu bilgisi” merkeze konarak inşa edilmiş. Bu masal yıkımı aynı zamanda da barışma hikâyesi. Zira iki masal da bir kavgayı, reddetmeyi, inkâr etmeyi gerektiriyor. Uzak Bir Masal tam olarak bu kavgayı çözme masalı. İçinde inkâr barındırmayan, kavgaya yer vermeyen sahici bir masalın doğmasına fırsat vermek için sahici olmayan yalanlardan uzaklaşma amacıyla zahiren hüküm süren masalın yıkılmasının romanını okuyoruz bu romanda. Bu yüzden uyanışın masalı Uzak Bir Masal. Masalları hep uyutmak için kullandığımızı düşünmeyin. Uyku başka zihin âlemine açılan bir kapıdır ve tam bilincin baskısının azalmak üzere olduğu o eşikte anlatılan masallar, fiziksel olarak vesile olduğu uykunun yanı sıra zihinsel uyanışa da imkân sağlayabilir. Bu sebeple masalları yabana atmamalıyız. Neyran’ın roman boyunca sürekli “evini” araması da sahici masalını aramasından başka bir şey değil.

Son bir sözüm de romanın yazarı hakkında. İrem Uzunhasanoğlu, bu romanla rüştünü de ispatladı bence. Kurgu, dil, anlatım olarak emek verilmiş bir metin Uzak Bir Masal. Bundan sonra ondan “genç bir yazar” olarak bahsetmek doğru olmaz. Bir sonraki kitabını merakla bekliyorum.

Suavi Kemal Yazgıç

2 Nisan 2024 Salı

Gazzâlî'de ihtilaf usulü

Topluluğun olduğu her yerde görüşler çeşitlenmeye mecburdur. Kişiler arasında, zümreler arasında ihtilaf her zaman olmuştur, olacaktır. Her insanın özel olması, biricik olması; başlı başına bir bakış açısını zorunlu kılmıştır. O bakış açısı da meseleleri farklı gözle yorumlamış, farklı sonuçlara ulaşmıştır.

İslam toplumunda müsamaha ortamı sağlandığında ihtilaflar rahmet olarak tecelli etmiştir. Her görüş, öğretiyi güçlendirmiştir. Bilmek edimi sadece doğru üzerinden gerçekleşmez, yanlış da bilmek havuzunu zenginleştirir. Yanlışlar, kişiyi doğruya götürür. Yanlışlardan geçen kişi, farklı bakış açılarına hakim olur ve onun insanı tanıması daha kolaydır. İnsanı tanımayan, hakikate ulaştığında eksikliği giderilmez.

Müsamaha olmadığında ihtilaflar salt ihtilaf olmaktan çıkmış, düşmanlık sebebi sayılmıştır. Bu da tekfir meselesini gündeme getirmiştir. Tahammülü olmayan kişiler veya zümreler, farklı yorumları zındıklık olarak nitelemiş, yorum sahiplerini tekfir etmişlerdir.

Büyük İslam alimi İmam Gazzâlî, İhtilaf Usulü eserinde tekfir konusunda kısa ama öz biçimde ele almış, tekfirin ölçüsünü netleştirmiştir. Netleştirme esnasında mezheplerin farklılığı konusuna açıklık getirmiş, iman ile küfrün tanımını yapmış, anlam ve varlık boyutundan terimlere kadar yaklaşım kriterlerini belirlemiş, tevilin niçin gerekli olduğunu belirtmiş ve kurallarını açıklamış, tekfirin şartlarını sunmuş, Allah’ın rahmetini enginliğini tekfir psikolojisi açısından değerlendirmiştir.

Kısaca açıklamak gerekirse, küfür Peygamber Efendimiz’in (sav) getirdiği herhangi bir hükmü yanlış saymak veya inkar etmektir. Dolayısıyla bir kişi Rasulullah’ın (sav) getirdiği bir hükmü aleni bir şekilde inkar etmediği sürece o kişi tekfir edilemez. Küfür şer’i-fıkhî bir meseledir. Kafir olan kişinin kanı ve malı helaldir ve o ebedi cehennemliktir. O nedenle bir kişinin tekfir edilmesi sonucunda böyle mevzuları da doğuracağından dolayı ince elenip sık dokuyarak verilmesi gerekli bir karardır.

Dinde düşünce sahasına giren konular ikiye ayrılmıştır: İlki temel inanç konularıdır, ikincisi ise temel inanç konularının dışında kalmış teferruatlardır. Teferruat üzerine bir kişi Gazzâlî’ye göre tekfir edilmez. Tekfir ancak temek inanç konularının reddi üzerine gerçekleşebilir. Ancak orada da tevil konusu unutulmamalıdır. Bir kişi temel inanç hükmünün zahirini inkar etmiyor, ona ikinci bir anlam getiriyor, batıni anlamı zahiri anlamı da gölgelemiyorsa o kişi yine tekfir edilemez.

Gazzâlî örnek olarak imamet meselesini verir. Tâbiînden Tâvûs b. Keysân imametin gerekliliğini kökten reddetmiş, tekfir edilmemiştir. İmam Gazzâlî bunun üzerine okuyulara şu tavsiyede bulunur:

İmamet meselesini Allah ve Resulüne imanın mütemmim bir cüzü gibi görerek onu haddinden fazla büyütenlere itibar etme. Bunun yanında imamet meselesini büyütenleri sırf imamet konusundaki aşırılıklarından dolayı tekfir edenlere itibar etme. Her iki tutum da aşırıdır. Çünkü ne imameti gerekli görmemek ne onu gereğinden fazla abartmak Peygamber’i (sav) yalanlamak anlamına gelir.

Görüldüğü gibi İmam Gazzâlî için tekfir konusunda tek kriter Peygamber’i (sav) yalanlamaktır. Orada da yorumun tevil mi yoksa doğrudan inkar mı olduğu öncesinde netleştirilmelidir. Aksi takdirde bir insanı tekfir etmek aşırılıktır. İslam, aşırılığı yasaklamıştır.

Kaldı ki tekfir, Allah’ın rahmetine bir noktada meydan okumaktır. Cenab-ı Hak bir kudsi hadiste “Rahmetim, gazabımı geçmiştir” buyurmuştur. Tekfirci bir insan ise daima gazap haykırmaktadır, sürekli gazap ile tehdit etmek, rahmeti dile getirmemektedir. Allah’ın gazabını geçen rahmetini bir yerde küçümsemiş veya inkar etmiş olmaktadır.

Yaşadığımız çağda bile halen tekfir konusunda aşırı davranan Müslümanların olması, İmam Gazzâlî'nin eserinin geçerliliğini ve önemini koruduğunu göstermektedir.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

31 Mart 2024 Pazar

Süheyl Ünver’in Kırkambar’ı

14 Şubat 2024, Süheyl Ünver’in vefatının 38. sene-i devriyesiydi. Zamanımız itibariyle aramakla bulmanın mümkün olmayacağı bu mümtaz Türk insanı, Edirnekapı’daki Sakızağacı Mezarlığı’nda sevenlerince yâd edildi. Sosyal medyanın olumlu yanlarından biri de böylesi günlerin kültür-sanat meraklılarınca boş geçilmemesi. Pek çok hesaptan Süheyl Ünver’e dair fotoğraflar, anılar, kitaplar ve alıntılar paylaşıldı. Yeri gelmişken söyleyeyim, bendeniz de bir müddet önce Instagram’da açtığım hesapla (a.suheyl.unver) birlikte kendisinin hatıralarını acizane hatırlatmaya çalışıyorum. Burada gözettiğim bir husus da şu: Süheyl Ünver’den bahsederken onun sevdiği, işaret ettiği, mutlaka başvurulması gerektiğini söylediği isimlerden de bahsetmek gerekiyor. O liste oldukça kabarık ancak birkaçını anmamız lâzım: Kuşadalı İbrâhim Efendi, Ahmed Amiş Efendi, Abdülaziz Mecdi Efendi, Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi, Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Bey, Akil Muhtar Özden, Rifat Osman, Muallim Cevdet, Osman Nuri Ergin, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Saib Sencer, Necmeddin Okyay, Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmed Yakupoğlu. Şimdi hemen akıllara şu sual gelmeli: Bu fakat farklı alanda, bu kadar farklı insan tanımak, onlardan beslenmek nasıl olabilir? Cevabı Süheyl Bey zamanında şu sözleriyle vermiş aslında: “Bana ‘çok dağıldı’ diyorlar. Bir kere ben meşrebim itibariyle, aynı mevzuda fazla derine inmektense, değişik şeylerle meşgul olmayı tercih ederim.

Süheyl Bey’in hocalarına olduğu kadar talebelerine, eşyaya olduğu kadar diğer canlılara, memleketine olduğu kadar İstanbul’una, bedenine olduğu kadar ruhuna da vefalı bir şahsiyet olduğunu söylemekte hiç beis yok. Bazı insanların saati böyle kuruluyor ve onlardan “Canım sıkılıyor, bugün acaba ne yapsam, yaşamın tadı yok” gibi cümleler asla işitilmiyor. Neyle ilgileneceğini bilen, ilgilendiği şeye olabildiğince dikkat veren, eser ortaya koyan, üreten ve bilhassa paylaşan insanların üzerinde vefa, tabiri caizse çok şık duruyor. Elbette burada Süheyl Bey’in eşi Müzeyyen Hanım hakkında da birkaç kelam etmek lâzım. Zira Süheyl Bey’in eserlerine, emeklerine bu kadar yoğunlaşabilmesinde hiç şüphe yok ki Müzeyyen Hanım’ın payı var. Bir insan ömrünün saadete dönmesinde hanımın rolü nasıldır diye bir soru sorulsa, Müzeyyen Hanım’ın fedakârlıklarına bakmak yeterli olacaktır. Ahmed Güner Sayar, kendisiyle bir sohbetinden şu anısını aktarmıştı: "Müzeyyen Hanım ‘Ben bir hekimle evlendiğimi zannetmiştim ama Süheyl minyatürist çıktı. Süheyl ebru yapıyor, şair, arşiv yapıyor, defter yapıyor, makale yazıyor, İstanbul mezarlarını dolaşıp her bir mezar taşının ketebelerini okuyor, istinsah ediyor, defterler yazıyor.’ dedi. Süheyl Bey böyle bir insan.

İlgilendiği her alana olan merakı, beslendiği tüm insanlarda da bir sevgi olarak kendini aşikâr ediyor. Büyük ruhlar, büyük ruhları çekiyor ve netice seyir zevki yüksek bir ömür oluyor. Günümüzde sık sık kullanılan ‘kaliteli zaman’ sözü, ne kadar da sakil duruyor böylesi ömürlerin yanında. Bunca anı ve eser ortadayken bir vefa örneği daha sunmayı çok isterim. Bunun sebebi de bendenizi Süheyl Bey’le buluşturan ‘ortak sevgi’lerden biri olan Ahmed Amiş Efendi’dir. 1900 yılında Süheyl Bey henüz iki yaşındayken babası Mustafa Enver Bey eşi Safiye Hanım’la birlikte onu alıp Ahmed Amiş Efendi’ye götürüyorlar. Burada ebeveynlerin muradı bir büyüğün duasını almak. Süheyl Bey hazretin elini öpüyor ve Amiş Efendi iki mühim sözü şahitlerin huzurunda tarihe armağan ediyor. “Bu çocuk büyür gider, beni unutmaz” ilk sözü. “Bu çocuk hayatta bir gün pişman olmaz” ise ikinci sözü. Süheyl Ünver’in hayatını ciddiyetle incelediğimizde hemen fark edebiliriz ki her sohbetinde konuyu Amiş Efendi’ye getirebiliyor. Onu, sözlerini ve tasavvufî meşrebini çok önemsiyor. Diğer yandan Süheyl Ünver, yaptığı hiçbir şeyden pişmanlık duymuyor. Çünkü memleketine en büyük hizmeti sürekli çalışarak, daima çalışarak veriyor. Bugün Ünver’in eserlerinden, yazdıklarından yararlanmadan bir İstanbul tarihi meydana çıkarmak mümkün değil. Üstelik bunun bir de Konya’sı, Bursa’sı, Edirne’si, Kütahya’sı var. Orta Anadolu’su, İran’ı, Irak’ı, Mısır’ı var. Ve daha kim bilir neler var. Tüm bunların ardında da fevkalade önemli bir hassasiyet var: “Ben kimseyi bilmem. Fakat ben bu dünyaya bir rü’ya görmeğe getirildim. Fakat bunu ebedi uykumuza bırakamam. Dünyanın malı dünyada kalır. Bir zaman gelecek benim gördüklerimi, bildiklerimi, duyduklarımı kimse göremeyecek, bilemeyecek ve duyamayacak. O halde onları tesbite mecburum. Onları anmaları beni ebedi hayata erdirecek ama denecek ki bu bir hakikat değil, hayal. Size şunu söyleyeyim. Bu dünyada hayal dediğimiz hakikattir. Hakikatler de hayal olacaktır. Madem ki hakikatler hayal olacak, bırakın benim hayallerim kâğıt, defterler, yazılar arasında hakikat olsun.” (23.IV.1982)

Gelelim bunca çeşitliliğin ardından Süheyl Ünver’in Kırkambar’ına. Bu ismi kendisi evvela babasının arkadaşı Ahmet Midhat Efendi’nin Kırk Ambar’ıyla zihnine kazımış. Sonra da velinimetim dediği Ressam Ali Rıza Bey’in içinde her şey bulunmasından kinaye Kırk Ambar dediği cep defterleriyle görmüş. Çeşitli mühim konuları küçük küçük içine alan, el yazması veya basılı mecmulara kırk ambar deniyor. Süheyl Bey, 1972’de Türk Ev Kadınları Kültür Derneği tarafından neşredilen Kırk Ambar’ındaki gayeyi şöyle anlatıyor: “Eğer dokuz asırlık ana vatanımızda umumi Türk tarihimizin Selçuk, Beylikler ve Osmanlı ve hattâ Cumhuriyet devrimizde herkes düşündüklerini, gördüklerini ve okuduklarını kaydetseydi bugün kültür tarihimiz ne kadar zenginlerdi. Maalesef bu yapılmamıştır. Ama yapılmadı diye küsüp oturmak da câiz değildir. Elbette bu arada nadir bile olsa kaydolmayanlardan neler vardır ve bunlar emin olunuz ki arandığı nisbette bulunacaktır. Aynı zamanda unutmamalı ki aranmazsa bir şey yoktur.

Hem moralimizi yükseltmek hem de milli hasletlerimizi yeniden hatırlamak maksadıyla Kırkambar türü yayınlara ihtiyacımızın büyük olduğunu dile getirmiş Ünver. Kapak resminin Kanûnî Sultan Süleyman dönemi sernakkaşı Kara Memi’den mülhem “Karamemivâri” bir üslupla Süheyl Bey tarafından resmedildiği bu tadı damakta kalan kitaptan gelişigüzel birkaç paragraf aktarıp yazımı sonlandırıyorum. Bu vesileyle Süheyl Bey’i sevgiyle yâd ediyorum.

- Çiçekler, her mahlûkun bir başkanı var, bizim niye olmasın, biz de kendimize bir baş seçelim demişler. Toplanmışlar. Gülü kendimize kral seçelim diyen bir üyeye: Onu seçemeyiz, zira çok açılıp saçılıyor denmiş. Nilüferi seçelim teklifi yapılmış. Lâkin bir diğer üye: O akşam olunca kapanıyor ve suyun derinliğine gömülüyor. Orada ne yapıyor, bilemeyiz. Ama ismetinden şüphe ediyoruz diyince ondan da vazgeçmişler. Böylece daha bir çok çiçek sıralanmış. Ekseriyeti kazanamamışlar. Nihayet en güzel kokan çeşitli muhtelif isimlerde çiçek olarak (filya ve zerren emsalinden) nergisi kendilerine kral seçmişler. Bu çiçeği peygamberimiz de sever ve faidesini söyler.

- Üsküdar'da Selim Ağa Kütüphanesi No:569'da Mevlanâ Celâleddin Rumî'nin (Yedi Meclis) diye farsça bir eseri var. Büyük zâte meclûb olanlarca vaazlarından toplanarak vücûda getirilmiştir. Bu eseri dilimize Rizeli kitapçı Hulûsi Bey çevirmiştir. Bize verdiği notlardan göz hakkında şu sözlerini birlikte dinleyelim: - İnsan dedikleri gözden ibârettir. Ondan başkası et ve posttur. Açık bir göz vücudun en hayırlı uzvudur. - Güneşin nûru göze faide vermez. Fakat açık olan göz, güneşin parlak nûruyla imtizac edince o da aynı cinsten olur. Zira nur nûrun ardına koşar. Göz yüz bin şey de görse kendi cinsinden olmayan düşüp kalkmaz. - Kâinatı dolaşan güneş, ziyadan gözü kamaşan yarasa kuşu için kendini gizleyemez. - Para ve mal gözü kulağı sihir edip kandıran bir şeydir. Nitekim ilim ve hüner sâyesinde kılı kıldan ayırmağa kadir olan kadıların gözünü mal ve servet tamâı bağladığından gün gibi meydanda olan zalimi ve mazlumu farketmezler. - Zâhid ne yapayım diye âh eder. Ârif hakkın ne yapacağını gözler.

- Orta zamanda Buharalı İbn Sina'mızın muasırı ve birbirleriyle mektuplaşan mütefekkir ve fâzıl bir âlim vardır. Ebu Sait Ebül Hayr. Bu dünyada bin ay, yani 83 yıl 4 ay yaşamıştır. Onun şu meşhur sözlerini nakl edeyim: - Cennetde rıdvandan murad akıldır. Gönül cennetinin kapıcısıdır. - Sana her ne vâki' olursa hâtırının kararını bozma. - Her kim istedi buldu. Her kim ister bulur.

- Ressam Ali Rıza Bey hocamın defterinden: Nâkisler ile etme sakın beyhude ülfet / şol rütbe sefâdır bilene kûşe-yi uzlet / eshab-ı hüner aç u susuz kalması yeğdir / bir lokma için eylemeden herkese minnet.

- Bursa’da Muhyiddin isminde bilâhere “Üftade” diye anılan bir mübarek veli vardır. Üsküdar’da gömülü Aziz Mahmud Hüdai efendinin de mürşididir. Üftade’nin sesi pek güzeldir. Bursa Ulu Camii’nde para almayan -fahri- müezzindir. Lâkin maddî sıkıntısı olduğu duyulur. Gizlice ona vakıflar idaresi hizmetine mukabil para tahsis eder. Fakat bunu gidip almayınca idare ona gönderir. Bundan önce ezan okurken güzel sesini dinlemek için kuşlar gelir, başı etrafında döne döne uçarlarmış. Lâkin parayı kabul ettikten sonra, okuduğu ezanlar esnasında artık kuşlar başı etrafında uçmuyor. Rüyasında da bunların sebebini anlamış ve demiş ki: “Ben vakıflardan para aldım, kuşların bana küskünlüğü bundan oldu”. Bütün ihtiyacına rağmen vakıfların tahsis ettiği bu parayı geri gönderiyor. Ondan sonra kendisine Üftade lâkabı takılmıştır. Zamanında vakıfdan haksız ve yersiz para almanın çok veballi olduğuna bunun gibi misaller az değildir. Bu onlardan biridir.

- Eskiden cemiyetimizin kendi aralarında bilhassa yaşlılarla gençlerin birlikte toplandıkları zamanlarda tecrübeli kadınların lâf esnasında söylediklerinden: Sahan tıkırtısı, esvab hışırtısı, para şıkırtısı gönlü ferahlatır. Yağmur şakırtısı, koca dırıltısı, çocuk zırıltısı gönül azabıdır.

- Hâfız-ı Şirâzi’nin üzerinde çok durulan çok önemli bir divanı vardır. Bunu mûtad sıra tahsillerinden sonra husûsî tetebbû’larla kendisini mükemmel yetiştiren Tırnavalı ve felsefe lügatı yazarı İsmail Fennî Bey mükemmel Farsçasıyla dilimize çevirmiştir. Birkaçını beraber okuyalım: - Ne Hızr’ın ömrü, ne de İskender’in mülkü kalır. Denî dünya hevesi için geçimsizliklerden vazgeç! – Aşk mahallesine kılavuzsuz ayak basma. Zira bu yolda bir kılavuza erişmeyen kimse kaybolmuştur. - Âfiyet köşesi insanın kendi sarayı gibi evindedir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Mart 2024 Cumartesi

Puşkin’in zırdelisi ile aya seyahat

19. yüzyıl Rus edebiyatı tanımı hem failleri hem de ürünleri açısından tarihin belki hiç görmediği düzeyde bir siyasi etkileşim ile birlikte gelişti. Bir “altın çağ” olarak da tanımlaman bu dönemin kurucu babası kabul edilen Puşkin ve şiiri, kendinden sonrakilere çok fazla şey öğretti. Bir mistik olarak da her daim anıldı. Buna bağlı olarak Rus edebiyatını dünya edebiyatına entegre eden, hatta belki de Rus edebiyatını yönlendiren hemen tüm ürünler de Puşkin ile başlayan bir silsileyle anlatıldı. Belki buna yaklaşık elli yıllık bir geriden gelme ile Lomonosov’un Khotin’in Zaptı Kasidesi ve oluşturduğu şiir veznini dahil ederek katkı yapmak da mümkün.

Lomonosov’un ölümünden otuz sene kadar sonra doğan Bulgarin, Fransız İhtilali ve yakın etkilerine denk gelen çocukluğu ile bir Aydınlanma çağı kuşağı üyesiydi. Özellikle 19. yüzyıl başında Rusya’nın içeride ve dışarıda karşı karşıya kaldığı siyasi/diplomatik sorunlar, aynı kuşağın kurucusu kabul edilen Puşkin ile birlikte onu da ciddi manada etkiledi ve yönlendirdi. Zira Puşkin gibi bir asker olan Bulgarin, anakara dışındaki Polonya (Varşova) civarında esir düştüğü Napolyon ordusunda daha sonra görevli bir asker olarak savaştı. 1820’de St. Petersburg’a döndüğünde Puşkin ile birlikte bu şehirde bulundu. Bununla birlikte aynı dönem içerisinde kaleme aldığı birçok eleştiri ile ismi eleştirmen olarak da anılmaya başladı. Eserleri kısa sürede Rusya’da tanındı ve popüler oldu. Hatta Puşkin’in bile dikkatini çekti, iltifatını kazandı. Gerçi Bulgarin’in aynı Puşkin ve devamında en büyük muhibbi Lermontov ile girdiği polemikler de hiç unutulmadı. Bu manada bir uyumsuz olduğu açıktı.

Şüphesiz bu dönemde Rusya’da, Avrupa ile yakın ilişkiler sebebi ile etkin olan liberal düşünce eserlere de yansıdı. Rus edebiyatında modernleşme yanlısı ve karşıtı şeklinde iki grubun oluştuğu görüldü ve bu karşıtlık I. Nikola’nın iktidara gelişine dek sürdü. Zira I. Aleksander sonrasında gerçekleşen bu taht değişikliği Rusya’yı içine kapattı. Ve bu süreç sonraki dönemde herkesçe malum olan soylu-köylü uçurumunu da ortaya çıkardı. Puşkin, Gogol, Nekrasov, Turgenyev, Lermontov, Çehov, Gorki, Dostoyevski ve Tolstoy gibi yazarların eserlerinde yansıttıkları da toplumun farklı grupları arasındaki bu uçurumdu işte. Tüm bu giriş, hem dünya edebiyatı hem de bir bütün olarak medeniyetimiz için yeri doldurulamayacak bir dönemi yeniden hatırlamak niyeti ile kaleme alındı. Zira Bulgarin’in bu dönemde ne kadar mühim bir rol oynadığını anlamak adına bu zaruri.

Bulgarin 1820’de St. Petersburg’a döndükten sonra özellikle 1830’a kadarki dönemde Petro ile başlayan modernleşme hareketinin yansıması onun aldığı eğitimin meyvelerini ortaya koydu. Aklın öne çıkarıldığı, Batılı tarzda eğitimin ve Petro döneminin modernist sürecinin sonuçları burada alındı. Jules Verne’nin 1828’de, H. G. Wells’in 1868’de doğduğu düşünülürse yüzyılın ortalarına kadar Bulgarin’in kaleme aldığı öykülerde, kurmaca ve ütopik geleceğe dair ortaya koyduğu kavramlar epey dikkat çekti. Muhakkak ki bir deli, hatta hayalperest olduğunu düşünen birçok kişi de oldu.

Birçoklarına göre bilimkurgunun kurucu babalarından sayılan Bulgarin’in bu yazıya konu kurmacalarının Türkiye’de yeteri kadar tanınmama sebebi 2016 yılına dek bu kurmacaların Türkçeye çevrilmemiş olmalarıydı. Bu tarihte Ömer Ürenden ve Varol Tümer çevirileri ile ilk kez ülkemizde Türkçe okunan bu beş önemli öykü, Bulgarin’i tanımak ve anlamak adına çok değerli.

Bulgarin’in bu ilk Türkçe çevirisine ismini veren beş öykülük derlemedeki Mitrofan’ın Ay Serüveni adlı kurmacası, onun özellikle vurgulanan bilimkurgu, ütopik, fütürist bakışını ortaya koyan en net öyküsü. Klasik, toplumsal bir eleştiri ile başlayan metnin epey hızlı ve keskin bir şekilde Ay’da biten bir yolculuğa evrilmesi ilkin bir sorun gibi gözükse de sonrasında burada geçen diyaloglar Bulgarin’in sert kalemini açık bir şekilde gösteriyor. Metnin Ay’da biten ve burada yerleşik olan halk ile alakalı anlatısı bilimkurgu öğeleri barındırsa da yazarın diyalektik bir usul ile ortaya koyduğu eleştiri ve taşlamalar çok bariz şekilde görülüyor. Belki sonrasında gelecek olan Verne ve hatta Orwell’da sıkça hissedilecek bu düzen, 1837’de kaleme alındığı düşünüldüğünde epey cüretkâr.

İnanılabilir Kurgular veya 29. Yüzyıla Yolculuk, Mitrofan’ın Ay Serüveni’ne niyet ve yön açısından benzese de düzen ve usul açısından ondan farklı. Mitrofan’ın öyküsündeki anlatıcı rolünün ben anlatıcıya geçtiği bu öyküde Bulgarin hemen başta insanlığa dair eleştiri ve analizlerini ortaya koyarken öykü bu kez de bir deniz kazası ile başka bir gelecek örüntüsüne geçiyor. Bulgarin’in 1824’te kaleme aldığı bu öyküde ilkine göre çok daha keskin şekilde hissedilen insanlık ve gelişime bağlı tüketim eleştirisi dikkate şayan. İklim, çevre ve tarihe dair birçok reel bilgi ile eşleşmesi Bulgarin’in Batı’ya aşinalığı ve burayla ilgili donanımına dair güçlü bilgiler veriyor. Bir açıdan bakıldığında ilk iki öykü bittiğinde Bulgarin’in bilgisi ile kendi çağına meydan okuduğu hissi okura geçiyor gibi.

Derlemedeki “İnanılmaz Kurgular veya Arzın Merkezine Seyahat” öyküsü Bulgarin tarafından 1825’te kaleme alındı. Elbette orta halli bir okuyucu, aynı isimli öyküyü kaleme alan Jules Verne’i hatırlayacak hemen. Hatta belki de Bulgarin’in bu öyküyü ondan aşırmış/aparmış/uyarlamış olduğunu bile düşünecek. Ancak Jules Verne’nin ünlü öyküsü 1864’te kaleme alınmıştı. Yani neredeyse kırk sene sonra. Konunun bu kısmı mühim değil elbette. Bulgarin’in bu anlatısı bir mektup tür ile gerçekleşiyor. İsmini verdiği kahramanın ayrıntısı, gizli bir şekilde yaptığı yolculuk ve buna dair bir mektup. Gerisi yine bir yolculuk ve gidilen meçhul yerden her cümlesinde hissedilen bir taşlama. Giderek alışıyoruz Bulgarin’e…

Yeniçeriler ya da İç Savaş Kurbanları” isimli ve 1827’de kaleme alınan kısa öykü biraz tarih bilgisi olanların hemen anlayacağı üzere 16 Haziran 1826’da, II. Mahmut döneminde gerçekleşen Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasına dair. Bulgarin’in bu büyük askerî hadiseden haberdar olduğu, dahası epeyce de bilgi edindiği anlatıdaki ayrıntılardan açıkça görülüyor. Bu kısa öykü, özellikle yazıldıktan bir sene sonra patlak veren 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı açısından da önemsenmeli. Bu özelliği onun bir belge öykü olarak sınıflandırılmasını da sağlayacak.

Eserde bulunan son öykü “Ömer ve Öğretisi”. Benim Bulgarin’den en beklemediğim öykü buydu. Zira ikinci İslâm halifesi Ömer b. Hattab’a atfen kurgulanan metin, okuyucuyu hiç dolandırmadan bu noktaya savuruyor. Anlatıcı olarak Bulgarin’in Doğu’ya atıflarla dolu bu öyküsünde Hz. Ömer’in adaletine yaptığı vurgu kendi dönemi için -ki Rusya’nın en içe kapalı devri olan I. Nikola devridir bu dönem- oldukça tersten bir yönetim eleştirisi gibi duruyor. Muhakkak ki Türkiye’deki okurlar için Bulgarin’in bu tercihi dikkat çekici olacaktır.

Bu satırların tarihçi/akademisyen yazarı için Bulgarin ve öyküleri edebî gücün yanında bir belge anlatı hüviyetine de sahip. Dolayısıyla Bulgarin çevirilerinin bu kadar geç bir döneme kalması üzücü. Yine de zararın neresinden dönülürse kârdır diyerek belki de sadece Rus edebiyatının dünya edebiyatını yeniden şekillendirdiği 20. yüzyılı anlamak ve Bulgarin’i de Puşkin, Gogol, Turgenyev, Çehov, Gorki, Dostoyevski ve Tolstoy silsilesine yerleştirmek gerek. Ve kitabın arka kapağında Puşkin’in dediği gibi unutmamalı ki, Bulgarin, ana caddede herkesin ortasında rastlamaya cesaret edemeyeceğimiz türden bir yazar, hazırlıklı olun…

Galip Çağ
twitter.com/caggalip