27 Mart 2024 Çarşamba

Şefkate sarılmak mümkün mü?

Sarılmanın gücünden haberdar mısınız? Öyle bir etkisi var ki iki taraf için de büyülü. Önce uzun uzun konuşmak ama sonunda illaki sarılmak. Yatıştırıcı, huzuru çağıran, sakince düşünmeye alan açan bir deneyim. Sarılmak için hep başkalarına ihtiyacımız olduğunu düşünürüz, yanılıyoruz çünkü sarılmanın başka bir öznesi daha var: Kendimiz.

Kendine Sarılmak Nasıldı?Timaş Çocuk Psikoloji Kitaplığı’na dahil olan dokuzuncu kitap. Klinik Psikolog İrem Oturaklıoğlu Kaya’nın kalemi, Ayça Tuba Kaya’nın çizgileriyle aynada kendimize dönüyoruz. Kitabın sorduğu soru etrafında şekillenen bir hikayeyle karşılaşıyoruz, hikayenin sonuna dek sorup soruşturuyoruz. Kimi, neyi sorup soruşturuyoruz peki? Kendimizi, içimizi, kalbimizi, öncemizi, sonramızı, zihnimizi… Buna vesile olan bir çocuk kitabı yaratmak çok kıymetli.

Kitap bölümlerden oluşuyor. Önce okulun gözde ekibiyle tanışıyoruz. Bu gözde ekibin içinde gizemli bir ekip bulunuyor: Gizemli Olayları Sil Süpür Ekibi. Bu ekip ve ekip üyesi olarak ismini sık sık duyduğumuz Simla, gündelik hayat akarken oluşan küçük küçük gizemleri açığa çıkarmayı kendilerine amaç ediniyor. Fasulyesi büyümeyen Toprak’ın kendini daha iyi hissetmesi için neler yapabileceklerini konuşuyor bu ekip örneğin. Hem fasulyeyi büyütebilmek için kafa yoruyorlar hem fasulye büyüse de büyümese de Toprak’ın kendini daha iyi hissetmesi için. Gizemli Olayları Sil Süpür Ekibi’nin bu beyin fırtınası ya da adına toplantı diyebileceğimiz bu deneyim, çocukların kendi aralarında karar alma mekanizmaları geliştirebiliyor olmalarının da bir göstergesi. Toplanmak, tartışmak, karar almak, fikir geliştirmek sadece yetişkin becerileri değil. Hatta bu deneyimleri çoğu zaman çocuklar daha sağlıklı yaşatıyor çevrelerine. Hem hayal gücünün sonsuzluğunda süzülebiliyor olmaları hem tüm varsayımların en uzak kıyılarında konumlanan zihinleri onların yolunu birbirlerini gerçekten duyabildikleri toplantılara çıkarıyor.

Toprak’ın fasulyesi neden büyümüyormuş, Simla ve ekibi buna nasıl bir çare buldu?.. Bu soruların yanıtları kitapta saklı ama Toprak’ın endişesi, utancı, hayal kırıklığı vesilesiyle aynayı kendimize döndürmemiz için yazar araya giriyor bu macera sonunda ve şöyle soruyor: “Ağladığında sana iyi hissettiren şeyler neler? Sen Simla’nın yerinde olsaydın Toprak’a nasıl yardım ederdin?” Simla ve ekibinin her bir olayı çözüşünden sonra gelen bu sorular, okuru kurgudan birkaç dakikalığına çıkarıyor ve gerçeğe döndürüyor. Minik okur, genç okur, yetişkin okur birlikte okuyacaksa bu kitabı örneğin, ortaya harika bir tartışma ortamı çıkabilir. Ya da bir akşam zengin içerikli bir aile etkinliği. Bu açıdan Kendine Sarılmak Nasıldı? adlı bu kitap, sosyal duygusal yönümüzü sorgulayan bir etkinlik kitabı aynı zamanda.

Simla daha neler yaşayacak diye beklerken yaz yaklaştıkça Simla'nın sıkıldığını öğreniyoruz. Çocukların sıkılmasına izin verilmez genelde. Yani yetişkinler çocukların sıkılmasından korkar, çocuklara hemen yapılandırılmış planlar sunarlar. Simla için böyle olmuyor. Anne ve babası ona bir "yapılacaklar listesi" sunar ancak bu listede kurslar, eğitimler yoktur. Örneğin, listenin başını "Kar topu oyna." etkinliği çekiyor. Üstüne bir de sıcak çikolata... Oh! Sıcak çikolatadan hemen önce kar topu oynuyor Simla ve ekibi. Kahkahalar beyaz soğuğa karışırken Elif'in iç sesi konuşmaya başlıyor: "Sen kar topu oynamayı beceremiyorsun." İç sesimize ve kendimize nasıl yüklendiğimize dair ilk işaret Elif'ten gelmiş oluyor. Sonra yapılacaklar listesine göz atan ekip araya giriyor ve sonunda yine ayna bize dönüyor: "Senin içinde de başarısız ve yetersiz olduğunu söyleyen bir ses var mı? Bu sesi haklı buluyor musun?" Bir ara sıklıkla iç sesimi susturmayı deniyordum, hiç susmuyordu çünkü. Gerçekten çok çok çok zor bir beceri bence bu. Ömrümüz, kendimizle konuşarak geçiyor. Başkasıyla konuşmamayı tercih edebiliyoruz ama kendimizle bu tercihi yapmak mümkün değil gibi. Bu zorunlu birlikteliği daha çekilir kılmak kendimize vereceğimiz en kıymetli hediye şüphesiz. Şefkati başkasına gösterebiliyorsak neden kendimize gösteremeyelim? Kitabın bu noktasında sorduğum soru tam olarak buydu. Çünkü Simla, Toprak'ın imdadına hemen yetişti ve ekiptekilerle ona destek olmak için çok uğraştı. Toprak üzgünken onu endişelerinden uzaklaştırmak ve biraz olsun onu rahatlatmak için bazı cümleler kurdu, bazı sorular sordu. Kendimize neden bu ilk müdahaleleri yapmayalım? Elif'in iç sesiyle tüm bunları sorguladım.

Kitapta hikayesi anlatılan çocukların öz şefkatle nasıl buluşacakları, öz şefkatten ne anlayacakları, öz şefkatin hayatımızdaki varlığı ya da yokluğundan sizin ne anlayacağınız kitabı okuduktan sonraki süreciniz için saklı kalsın. Bu bir farkındalık hikayesi ve çok bölümlü, her bir hikaye birbirine bağlı aslında. Aradaki bağları örmek, keşfetmek daha önce hiç bu kadar gizemli olmamıştı.

Evrim Sayın

25 Mart 2024 Pazartesi

İnsanın halden hale geçişi: A’mâk-ı Hayâl

Her kitap yazıldığı zamanın çocuğu. Kimi zaman o zamanın rüzgârlarıyla yelkenlerini şişiren ve ilerleyen bir yelkenli olur kimi zaman da rüzgâra rağmen, ona direnerek yükselen bir uçurtma olur. Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi’nin A’mâk-ı Hayâl’i ise bu tasnifte uçurtma olarak nitelendirebileceğimiz eserlerden biri.

Bilimsel gerçeklerin rüzgârının estiği, bu toprakların da o rüzgârların etkisinin her geçen gün daha çok hissettiği bir dönemde yazılır ve yayınlanır A’mâk-ı Hayâl. İlk baskısı 1910’da yapılan kitap, gerçeğe ulaşmanın hakikate ulaşmaktan daha önemli görüldüğü bir zamandır. Ölçülüp, bilimsel olarak ispatlanabilen, seri bir şekilde üretilip tüketilen “gerçekler”in çağında hayallerin derinliklerine dalmaya talip olmak rüzgârı karşına almaktan başka nedir ki? Nitekim Filibeli Ahmed Hilmi de kitabın hemen başında yazdığı “Birkaç Söz” başlıklı sunuş yazısında kitabı için “Acaba hikâye mi?” sorusunu sorduktan sonra asıl meselesinin başka olduğunu izah ederken kitaba gösterilen ilginin hakikat arayışının bir sonucu olacağını, milletimizin hakikat karşısında hassas olduğunu zaten ispatladığını vurgular.

A’mâk-ı Hayâl bir arayış kitabıdır ve rüyalar ise bu arayışın temel aracıdır esasen. Rasyonel olanın dayatıldığı bir zamanda “bilinçaltının kusmuğu” gibi telakki edilen rüyaların, ölçülemediği için bilimsel gerçeklerce dışlanan hakikate ulaşmak için bir vesile kabul edilmesi ile ilerleyen hikâye elbette rüzgâra karşı yazılmıştır.

Kitabımızın ana karakteri Râcî, rüzgârın götürdüğü yere giden bir gençtir. Ancak, emsallerinden farklı olarak esaslı bir arayışla yola çıkar ve çıkmaz sokağa kadar vardırır işi. Bir sahihlik ve sahicilik arayışındayken kendisiyle yüzleşir. Aynada kendini “küfür ile imândan, ikrâr ile inkârdan, tasdik ile reybden (şüphe) mürekkep bir şey” olarak görür. Bir karakter olarak Râcî, batılılaşma maceramızın temel karakteristiklerini bünyesinde toplar ve isminin anlamı olan “rücu eden” yani dönen kişi olması bir anlamda da Filibeli Ahmed Hilmi’nin ideal tipi olmaya dönüşmesine işarettir. Râcî’nin yaşadığı dönüşmesinde aslan payı ise Aynalı Baba’ya ve onun bir terbiye aracı olarak kullandığı rüyalara aittir.

Râcî, yaşadığı travmatik tecrübe ile Aynalı Baba’ya iltica eder. Aynalı Baba, Râcî’nin olmadığı her şeydir adeta. Pür akıl bir insan olan Râcî’nin aksine pürmeczuptur. Yani çaresizce aydınlanmaya çalışmamakta hakikate cezbolmuştu. Bir kariyere talip olmamış tam tersine bir mezarlıkta yaşamakta, çağının ve bizim yaşadığımız çağın da evsizidir. Üstü başı ayna ve cam parçalarıyla süslenmiştir. Bir anlamda kendini bu şekilde “gizlemiştir” Aynalı Baba. Râcî’nin Aynalı Baba’ya ilticası ise adeta bir düşüş, bir savrulmadır. Daha önce o mezarlığın önünden geçerken içeri girmeyi aklından geçirmiş ama günlük hayatın zincirleri onu kendine çekmiştir. Muhtemelen o zaman Aynalı Baba ile karşılaşsa ciddiye bile almayacaktır. Ancak yaşadığı travmatik tecrübe, onu bir anlamda hayat zincirinden de azade kılmıştır. Dolayısıyla Aynalı Baba’nın göstereceği rüyalarla arasına girebilecek hiçbir perde kalmamıştır.

Râcî, önce Aynalı Baba’nın ikram ettiği kahveyi içer ve sonra da ney sesi ile şiirlerle transa geçer. Aynalı Baba’nın sesini giderek daha uzaktan duyar Râcî. Uykuya yaklaşır ama tam olarak uyumaz. Bir yakaza halinde görür rüyasını. Ahmed Raci, her rüyada başka bir diyarda bulur kendisini ve “zirve-i hiç”e gitmektedir. Râcî’nin rüyaları adeta bir simülasyon gibi ilerler. Hatta bir adım daha ileri gidebilirim. Filibeli Ahmed Hilmi’nin tasarladığı rüya adeta bir “arttırılmış gerçeklik” senaryosudur ve Râcî bu rüya-senaryoların içinde Buda, Hürmüz, Ehrimen, Platon, Pisagor gibi farklı tarihi ve mitolojik kişilerle tanışır, ifritlerle, canavarlarla ve türlü türlü varlıklarla karşılaşır. Her rüya ayrı bir macera, ayrı bir hikâye ve ayrı bir ibrettir. Böylece “rüyalar”, Filibeli Ahmed Hilmi’nin iç içe geçmiş pek çok anlatıyı bütünlüklü anlatıya dönüştürdüğü bir teknik olur.

Ahmed Raci, yalnızca canlı cenazelerin ulaşabildiği hiçlik zirvesine çıkmak üzere seferdeyken hurilerin çirkin acuzelere dönüştüğüne şahit olur ama bu arada hiçlik zirvesine çıkma imtihanını da kaybeder. Nifak, salâh, muhabbet, gazap gibi askerlerin birebir dövüşmesine şahit olduğu bir muharebe meydanında yer alır. Ahmed Raci, “Hikmet” olarak yer aldığı bu muharebede Nefs-i Emmare’nin tutsağı olsa da aşk onu kurtarır. Bu rüya adeta bir beşeri haller karnavalıdır. İnsanın halden hale geçişi sadece bu bölümün değil bütün kitabın da çerçevesini oluşturur ve haller rüyalarla temsil olunur. Rüyalar hep bir hikmet arayışının farklı tezahürleridir. Çok farklı boyutlara kapılar açılır. Her rüya Ahmed Raci’nin kendi iç dünyasını daha çok tanımasına ve manevi derecesinin yükselmesine vesile olur.

Aynalı Baba onu bir mezara yatırıp orada defnolulan kişinin hayatını tecrübe etmesini sağlar. Gittiği alemde karanlık ve aydınlık, hayır ve şer, ilim ve cehalet gibi kavramların bizim yaşadığımız dünyanın tam tersi olmasına şahit olur Ahmed Raci. Filibeli Ahmed Hilmi, bu rüya ile ilmin yerine irfanı, niceliğin yerine niteliği teklif eder.

Başka bir rüyada ise Ahmed Raci, uzayda gezegenler arasında dolaşır. Simurg’un sırtında Merih’e, Jüpiter’e giden Raci, orada bambaşka hayatlarla karşılaşır. Hind Padişahı’nın oğlu olduğu rüyada merakına yenilir ve Kaf Dağı'na doğru yola koyulur. Başka bir rüyada Brahmanlarla “Om, om” diyerek zikreder. (Asaf Halet Çelebi’nin Hind kültürüne yönelmesinde A’mâk-ı Hayâl’in etkisi elbette araştırılmaya değer bir konudur. Ancak bu yazının sınırlarını aşar.) Marifete talip olmak için edebi hayatını feda ede Ahmed Raci, Hz. Adem, Konfüçyüs, Platon, Aristo, Mesih, Lokman ve Buda ile aynı mecliste bulunur ve nirvanayı tecrübe eder.

Rüyaların ortak özelliklerinden biri daim ve sabit bir şeyin olmaması. Ahmed Raci, rüyasında halden hale geçerken ne kadar olağanüstü şeyler görse de olağan hayatta olduğu gibi ölümün, kaybetmenin tecrübesini de derinlemesine yaşamaya devam ediyor. Yalnızca düşüş ve yükselişler bir rüya kadar hızlı gerçekleşiyor. Kitabın başında sorulan “Acaba var mıyım?” sorusu sonuna dek neredeyse her satıra sinmiş durumda. Sadece kitabın önceki bölümlerinden farklı olarak Yeni Bir Manzume-i Hayalat başlıklı bölümünde Aynalı Baba daha az devreye giriyor o kadar.

A’mâk-ı Hayâl ve rüyalar hakkında daha pek çok şey söylenebilir. Pek çok edebi metne de ilham kaynağı olabilir bu kitap. Sinemamız, şiirimiz, resmimiz, tiyatromuz bu rüyaları görmezden geldiği sürece hep biraz tercüme, biraz eğreti kalacaktır. A’mak’ı Hayâl elbette sıkı bir eleştiriyi de hak ediyor. Onun hak etmediği tek şey görmezden gelinmesi…

Enis Batur, A’mâk-ı Hayâl için “gölgede kalmış roman” tanımlamasını yapıyor. Filibeli Ahmed Hilmi’nin A’mâk-ı Hayâl’de tasarladığı rüyalar, Asaf Halet Çelebi’den Peyami Safa’ya pek çok şair ve yazarı etkiler. Bu etkilerin izini sürmek bu yazıyı bir kocaman kitaba dönüştürebilir kolayca. Ancak biz zor olanı tercih edip yazımızı burada nihayetlendirelim.

Bir gün belki bulutlar dağılır ve Platon’un mağara istiaresinin sonunda anlattığı güneş bulutların arkasından çıkıverir belki. O zaman gölgede kalan A’mâk-ı Hayâl’e de şahit oluruz.

Not: Metin için N. Ahmet Özalp’in hazırlayıp hem önsözüyle hem de dipnotlarla zenginleştirdiği ve Nisan 2016’da Büyüyen Ay Yayınları’ndan çıkan A’mâk-ı Hayâl’den yararlandım.

Suavi Kemal Yazgıç

Hayatın kaynağına ancak dikey yolculukla ulaşılır

Bir tür uykuya dalmış olanları uyandırmak, kaybolmuş anlayışları yeniden canlandırmak için, tamamen diri olan geleneksel düşünceyle temasa geçmek gereklidir.
- Rene Guenon (Modern Dünyanın Bunalımı)

Kâinâta bak tefekkür eyle bil hallâkını
On sekiz bin türlü 'âlem halkının rezzâkını
Berr ü bahr ile hevâda taş ağaç içindeki
Cümle zî-rûhun nice verir düşün erzâkını

- Kuddûsî Baba (1769-1849)

Ârifler, dinin esas gayesinin insanın kendi içine bakıp âlemde her ne var ise orada görebilmesi ve böylece nefsini bilip Hakk'ı bulması olduğunu söylerler. Bu elbette ciddi bir çalışmanın, disiplinin neticesidir ve bizim coğrafyamızda asırlara dayanan bir geçmişi vardır. Tasavvuf, pek çok mektebiyle birlikte hiçbir yerde dükkânı olmayan aşkı insana tattırmak ve istidadı ölçüsünde yaşatmak için vardır. Kitaplardan, satırlardan, şiirlerden hâl edilmesi pek güç olan aşk için "Benzemez zâhir işine ki te'allüm oluna / hocası yok mektebi yok meclis ü meydânı yok" demiş bir hakikat eri. Muhakkak öyledir fakat bugünün insanı için kitaplar geçmişteki gibi şimdi de yol açan, yol gösteren ve hatta yol arkadaşlığı yapan bir öneme sahiptir.

Spiritüel arayışların giderek çeşitlendiği, sosyal medya vesilesiyle bu arayışların akıl sır ermeyen taraflarına şahit tutulduğumuz, çoğumuzun da endişe ettiği bir hikmet avcılığı içinde günümüz insanı. Bu noktada kınamak ya da burun kıvırmak uygun değil. İnsanların neyi aradıklarına bakmak, bunun bir analizini yapmak ve yine günümüz insanına geçmişin metinlerini olduğu gibi değil, günümüzün diline yaklaştırarak yardımcı olmak gerektiğine inananlardanım. Çok şükür ki bu konuda talih bizden yana ve memleketimizde bu işi davasız-iddiasız anlatmaya çalışan büyüklerimiz berhayat. Daha evvel Sufi ve Şiir, Evvele YolculukAnadolu'nun Ruhu, Tasavvufa Giriş, Tasavvuf Düşüncesi, Hayatın Satır Araları, Sufi ve Sanat gibi pek çok kitabıyla günümüz insanına en doğru hitabı kuranların başında Mahmud Erol Kılıç ismi geliyor. Hocanın bilhassa 1980 sonrası doğan nesilde ciddi bir etkisi olduğunu düşünenlerdenim. Zira beş yüz yıl ve daha ötesinin metinlerini neşredildikleri hâliyle şimdinin insanına aktarma işi giderek zorlaşıyor. Bunun farkında olmayan hocalarımız tabiri caizse patinaj çektiklerinin pek farkında değiller. Çünkü etki muhakkak bir tepki doğuruyor. Mahmud hocanın kitaplarını şevkle okuyan dostlarımız kendilerine yeni araştırma konuları seçiyor, tez çalışmaları için yeni ilhamların peşine düşüyor ve bu alanda vereceği hizmetlerde hocanın dilini, bakış açısını bir mihenk taşı olarak kabul ediyor. İbnü’l-Arabî cereyanına kapılma meselesi ise bambaşka. Bu anlamda hoca tünele feneri tutuyor, hazret çağırırsa ne âlâ...

Ülkemizde tasavvuf kitaplarının neşri konusunda 2000'lerin başından beri ciddi bir atılım söz konusu. Bazı yayınevleri bu anlamda ciddi emekler veriyor. Başlarda taliplisi olmayacağı düşünülen meseleler bugün için bir reçete önemine sahip. Sufi Kitap'ı bu anlamda zikretmeliyiz zira Mahmud Erol hocanın kitapları da Sufi'den çıkmayı sürdürüyor. Mart 2024 itibariyle neşredilen Geleneğin Peşinde, Ramazan-ı Şerif'in yaşanıldığı zamana tevafuk etmesiyle okurlar ve meraklılar için güzel bir armağan oldu. "Bir Din Felsefesi Olarak Tasavvuf" alt başlığını taşıyan kitabı Birol Biçer yayına hazırladı. Hocanın son dönemde yaptığı konuşmalarla verdiği röportajların cem edildiği kitapta zor soruların olabildiğince sade biçimde aktarılması, okur için büyük nimet. Bu sadeliğin zahirini ve batınını irfanın doldurduğu ise ehline malum. Sorulara dikkat: Din gerçekte nedir? Tasavvuf dinden ayrı mıdır? İnsan olmaktan murat nedir? Anlam ve anlam arayışı nedir? Türkiye'nin ruhu nedir? Ölmeden önce ölmek ne demek? Allah'ın dostu olur mu? Dost, refik ne demektir? İslâm'ın içini nasıl boşaltıyorlar? Deizm tartışmaları ve din eleştirileri gerçekte kimi hedefliyor?

Tasavvuf, dinin zahiri tarafını şahsi mükellef olarak kabul etmiş bir kimseyi, cemiyet mükellefine taşımaya çalışır. Cemiyet mükellefi tevhiddir, birlik lezzetini yaşamak ve bunun bozulmasına karşı mücadele etmektir. Tasavvufta insanın Hakk katında ve halk nezdinde en büyük vazifesi hizmettir. Basitçe ifade edilecek olursa "Allah'la kul arasında" neşv ü nema bulan, bulması gereken dini vazifelerin üstüne çıkmak, tasavvufla mümkündür. Tasavvufla birlikte dinin cami duvarları arasına, mübarek gün ve gecelere, ayinlere ve ritüellere sıkışma tehlikesi bertaraf olur. Peki tüm bunlardan bu günlere neler kaldı? İki oğlumu götürdüğüm mahalle camisinde zaman zaman bazı tiplerin "Burası oyun yeri mi? Çıkar çocuklarını!" tepkilerini hamd olsun tattıkça, hocanın şu tespiti daha da can yakıyor: "İslam dini nedir, diye tek bir cümleyle çocuklara soracak olsak muhtemelen günümüzde 'Allah'ın ve Peygamberimizin nasıl sevileceğini öğreten bir okuldur' şeklinde cevaplayacak tek bir çocuk daha çıkmayacaktır. Bu, dinin insanlara nasıl anlatıldığı ve açıklandığı konusunda önemli bir gösterge olarak kabul edilebilir... Kur'an-ı Kerim'deki ayetlere baktığımız zaman altı binin üzerindeki ayet arasında ahkâm içeren ayetlerin ancak yüzde on civarında olduğunu görürüz. Kur'an'da tefekkür ve düşünce dünyası daha ön plandadır. Buradan yola çıkıldığında tasavvuf için birçok tarif yapmak mümkün hâle gelir: 'Tasavvuf bir din felsefesidir' denilebileceği gibi 'İslam dininin arkeolojisidir', 'Dinin hakikat ve marifet boyutudur', 'Dinin bir eğitim sürecine tabi kılınmış programının adıdır' da denilebilir."

Hayatın anlamını bulma derdi tüm dünyada bir endişe kaynağı hâline geldi. Özellikle kırk yaşını aşmış ve hâlâ ne yapacağını (nasıl hizmet edeceğini, nasıl bir vazifesi olduğunu) bilemeyen kimseler ciddi krizler yaşıyorlar ve soluğu psikiyatri kliniklerinde alıyorlar. Aklı ve kalbi arasında salınan çağın 'özgür' bireyi; bir taraftan Viktor E. Frankl ve Irvin D. Yalom ile Jean-Paul Sartre ve Nietzsche, diğer taraftan Goethe ve Tarkovski ile Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî kitaplarıyla önce kendine bir yol bulmaya çalışıyor. Sonra bulduğu yolda anlam arıyor. O anlamı gönlünün muradına uygulamaya çalışıyor. Ama her şeyden önce kendini yeterince incelemediği, kazımadığı için bulduklarıyla asla tatmin olmuyor. Dünyanın bütün çekiciliğiyle ve iticiliğiyle insan psikolojisini tarumar etmesi ise bambaşka sıkıntılara neden oluyor. Değişmeyen tek şey, en huzurlu ve mutlu insanın, anlamını bulan insan olması. Hocanın yorumunu birlikte okuyalım: "Hayatın anlamını bulmak çok önemlidir. İbn Arabî 'Mana bizzat Allah'tır' der. Manın kendisi Allah'tır; hayata anlam veren Allah'tır ve O'nsuz mana olamaz. Manadan O çıkarılmaya çalışılırsa hayatın anlamı da kopar gider, insan da doğa da kendini kaybeder, tamamen rayından çıkar. Tabiatın kutsallıktan arındırılması der bazı sosyologlar buna. Bu trenin tekrar rayına oturabilmesi için insanın bu tanrısallığı, ilahi bütünlüğü, vahdeti, birliği her yerde görmesi lazımdır. Maalesef bu sadece pozitif ve din dışı bilimler açısından bakanların sorunu değildir. Bazı dini düşünce sahipleri de Allah'a yakınlaşmayı sanki şirke düşmek gibi algılarla ve bundan dolayı bu meseleye soğuk bakıp araya bir hayli mesafe koyarlar. Ancak Allah ile kul arasına böyle bir mesafe konulursa, o kuldan korkmak gerekir zira o artık her şeyi yapabilir. Eğer Allah'ı bulutların ötesine gönderirseniz yeryüzü insanların insafına kalır, bir başka ifadeyle şeytani güçler burada at koştururlar, nitekim modern çağda olan da budur."

Eski(mez) zamanın büyükleri, hem devlethanelerine hem de gönüllerine Ya Hazreti İnsan hattı asar, bunu talebelerine ve cemiyetlerine de idrak ettirmeye çalışırlarmış. Maalesef bugün insan azizliği unutuldu ve yerine nefsin hakimiyeti kondu. Savaşların, hastalıkların, artan yaşam çilelerinin pek çok zahiri sebebi olabilir ama manevi taraftaki yoksunlukların açtığı kuyulardan su çıkarmak giderek zorlaşıyor. Mahmud Erol Kılıç; bizde, içimizde, özümüzde, damarımızdaki kanda olan Allah'ı bilmek için âdeme bakma zorunluluğunu hatırlatıyor. Hakk insana insandan tecelli ediyor. Topraktan gelip toprağa gidecek olanın beden; Allah'tan gelip Allah'a gidecek olanın ise ruh olduğu gerçeği unutuluyor. Bütün meselemiz kendimizdeki örtüleri kaldırmak ve nereden geldiğimizi hatırlamak. Bunun için nostaljiden ve romantizmden uzak yeni izahlara, günün meselelerini takip eden gerçekçi yorumlara ihtiyacımız var. Geleneğin Peşinde işte bu anlamda çok umut verici bir çalışma. Umarız ki Mahmud Erol Kılıç hoca yeni çalışmalarıyla bugünün insanına hayatî hatırlatmalar yapmayı sürdürür. Fani sistemden baki sisteme geçiş için gerekli enstrümanları ve kadim ikazları aktarmaya devam eder. Tüm bunlar için de kendilerine afiyet ve sıhhat dolu, bereketli bir ömür niyaz ederim.

Yazımı, kitaptan yine çok kıymetli bir paragrafla bitirmeyi istiyorum: "Günümüzün modern insanının en büyük problemi 'bağlantısı' olmamasıdır. Modern düşünce 'bağlantısız' sayarak insanı çırılçıplak hâlde, ortada bırakmıştır. Oysa insanın varlığın birliği ve bütünlüğü dâhilinde çok önemli bir bağlantı içinde var olması gerekir. Bu ise ilahi bir bağlantıdır. İnsanı bu bağlantıdan koparan akımlar Gelenek karşıtı akımlardır. Modernite bu bakımdan insanın kendini bulmasına yardımcı olmadığı gibi aksine kaybetmesine yol açmıştır. Günümüzde insan yalancı oyuncaklarla oyalanıp eğlenmektedir; hayatı yalancı eğlencelerle, filmlerle, dizilerle, popüler kültürle işgal altındadır. Günlerimiz insanın hayat gayesi nedir bileemeden, öğrenemeden geçip gitmektedir. Bu durumdan çıkabilmenin yolunu aramaya başlamak için öncelikle içinde bulunduğumuz hayal âlemi denilen bu âlemin bir var oluş ve bozuluş (kevn ü fesad) âlemi olduğunun, bir şeyler var olurken bir şeylerin bozulduğunun kabul edilmesi gerekir. Bu maddi âlem ister istemez illetli (sebeplere bağlı), sınırlı, malul bir âlemdir. Dolayısı ile fani olana ancak o kadar değer vermelidir. Huve'l-Bâkî'dir. Bâkî'den geldik Bâkî'yi özleriz."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Mart 2024 Pazar

Savaş ve İlyada üzerinden özgürleşmiş bilinç

Savaş ve İlyada kolektif bir eser. Simone Weil, Rachel Bespaloff ve Hermann Broch, İlyada üzerine düşüncelerini serdediyor. Üç usta yazarın, kült bir eseri ele alışı elbette eserden bağımsız olarak da okuyuculara ufuk kazandırıyor.

Caroline Alexander, İlyada üzerinden şu soruyu yöneltmişti: “Felaketler getirecek bir savaşın başlamasına nasıl izin verilir ve bütün taraflar onun bitmesini istiyorsa, niçin bitirilemez?” İlyada için bazı yorumcular savaşı yücelttiğini söyler oysa gerçekte olan Alexander’ın sorusunda zuhura gelmiştir. İlyada savaşın korkunçluğunu, kazananın olmadığını, savaşın getirdiği yıkımı, felaketi anlatır. Hem de bütün çıplaklığıyla!

Simone Weil bu hakikati şu şekilde dile getirir: “Şiddetin iliştiği herkes mahvolur. Şiddeti icra eden de şiddete maruz kalan da ondan nasibini alır. Ve nihayetinde şöyle bir kader fikri doğar: İcracı da kurban da eşit biçimde masumdur, fetheden de fethedilen de aynı sefalet kardeşliğini tadar. Fetheden fethedilenin, fethedilen fethedenin felaketi olur.

Çünkü İlyada’da baskın unsur Tanrı fikridir. Ve aslolan güçtür. Tanrı, gücü kulları arasında paylaştırır, paylaşımdan da kullar payına düşeni alır. Bu pay bazen felaketi tatmaktır bazen de felaketi var etmektir. O yüzden İlyada’da başından sonuna bir savaş görmediğimiz için mutlak bir kazanan görmeyiz. Savaşın belli bir dilimi ele alınır, orada da galipler yer değiştirir.

Yine Simone Weil’in tespitiyle tarihin bize sadece kale surlarını ve hudutları gösterdiği yerde şiir başka bir şey keşfeder: karşılaşmaları amansız olan iki rakibi birbirine layık kılan gizemli bir yazgı. İlyada gücünü şiirden alır, o şiirin gücüne yaslanır. Şiir, kelimelerin dahi örtülü olan anlamlarını ifşa eden bir iksir iken; doğrudan tarihi bir savaşın tarihin gözünden kaçan (kaçmak da zorunda olan) örtülü kısımlarını aleni etmemesi düşünülemezdi zaten. Aynı zamanda metnin etkisi yazgıyı öne çıkarmasındadır. Tanrı ve yazgı, savaşan askerlerin ve köle olan kadınların üzerinde hep aynı devinim ve etken ile salınmaktadır.

Homeros şiirin onarıcılığını kaleminden damlatır. Tarih bir adalet anlatısı elbette sunar, ama adaletin gizemli tarafını ancak şiir dile getirebilir. Simone Weil’in muazzam tespitiyle “Galiplerin kibri, mağlupların sessizliğinin gölgesi altında kalmış, kararmış dünyaya onurunu geri veren yalnızca şiirdir”.

Bu yüzden Rachel Bespaloff, İlyada’yı ele alırken Şairler ve Peygamberler adında bir alt başlık açma ihtiyacı hisseder. Çünkü Bespaloff’un deyişiyle peygamberler ve tragedya şairlerinde hakikatin dinsel sezgisi, güçsüzlüğün bir kabulüne dayanır; bu kabule, sadece, bizzat düşünce en güçlü ve en tutkulu hale geldiğinde ulaşılır.

Güçsüzlüğün kabulü, tek gücün esasında Tanrı’ya ait olmasından dolayı bu denli mühimdir. Tanrısal güç, kişinin güçsüzlüğünü kabul etmesi ve kendini yazgıya teslim etmesiyle kendisini aşikar hale getirir. Düşünce en güçlü haline de dünyevilikten sıyrılarak ulaşır. Ulaştığı nokta Tanrısal dairenin sınırlarıdır. O sınırlara girildiğinde, hakikat açığa çıkar ve tarih boyunca hakikati en güçlü şekilde şairler dile getirmiştir. Onların sözleri, dilin tüm imkanlarına elverişlidir ve tüm imkanlardan faydalanılmış haldedir.

Şiirsel ve dini değerlerin birbirine geçmesinin bireysel bilincin özgürleşmesine ne kadar katkı verdiğinin görülmesi, birbirlerinden koparıldıklarında düştükleri durum tahlil edilerek anlaşılabilecektir. Din, bireyin özgürleşebildiği tek alandır; şiir ise özgürlüğe ulaşıldığında dilin sığındığı tek liman. İkisinden mahrum kalan, özgürlükten mahrum kalacağı için hakikatten de mahrum kalacak ve suni bir gücün esiri olacaktır. Özgürlük, suni gücün esiri olmaktan çıkmakla gerçekleşecek; gerçekleştiğinde de kişi özgürleşmiş bilinciyle esiri olduğu gücün suni olduğunu fark edecektir. Böylece yazgının önündeki engelin vehim olduğu anlaşılacaktır. Savaşların dahi başlaması ve bitirilememesi vehimle doğrudan alakalıdır.

İlyada bize vehmi, gücü, mutlak gücün sahibini ve yazgıyı şiirin tılsımlı kudretiyle sunmakta.

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_

21 Mart 2024 Perşembe

İnalcık’ın kaleminden imparatorluğun öyküsü

Sadece ülkemizde değil, dünyada da Osmanlı tarihi denince akla gelen en önemli isimlerinden biri Halil İnalcık’tır. Bugün dahi akademisyeninden öğrencisine, araştırmacısından kendi hâlinde bir meraklıya kadar Osmanlı tarihiyle ilgilenen herkes, İnalcık eserlerine başvurmakta, kendine yeni yollar bulup yeni eşikler aşındırmaktadır. İnalcık hoca 25 Temmuz 2016’da 100 yaşında vefat etmişti. Vefatının ardından pek çok çalışması Kronik Kitap tarafından tarih severlere sunulmaya devam ediyor. Böylece, tıpkı hayattayken olduğu gibi vefatının ardından da hocanın çalışmaları ışık saçmayı, yeni çalışmalar için cesaret ve ilham vermeyi sürdürüyor.

Kronik Kitap, 2018 yılının nisan ayında Osmanlı İmparatorluğu adıyla İnalcık’ın iki önemli eserini şık bir kutu içinde yayınlamıştı. Bu ciltlerin ilkinde “Toplum ve Ekonomi” üzerine makaleler yer almıştı: Sipahiler ve köylüler, İslâm arazi ve vergi sistemi, Fatih devrinden önceki tımar sistemi, Osmanlı’nın kuruluş ve inkişaf devrinden 15. yüzyıla kadar Türk topraklarındaki iktisadî vaziyet… “Sultan ve Siyaset” ise ikinci cildin başlığı olarak seçilmişti. Bu ciltte Osmanlı tarihini dönemlendirme meselesi, Âşıkpaşazâde tarihinin nasıl okunması gerektiği, Osman Gazi’nin İznik Kuşatması ve Bafeus Savaşı, Fatih Sultan Mehmed devri, Osmanlıların karar alma mekanizmaları, kadılık kurumu, Osmanlı hukukunun İslâmlaşması, vergi toplama gibi oldukça kritik konular yer almıştı.

Kronik Kitap, Şubat 2024 itibariyle Halil İnalcık’ın Osmanlı İmparatorluğu serisine yeni iki cilt daha kazandırdı. Bu ciltlerden ilki, “Fetih ve Teşkilat” adını taşıyor. Osmanlı fetih yöntemleri, Bizans ve Osmanlı vergilendirme sistemleri arasındaki ilişki, Edirne’nin Fethi (1361), Türk tarihinde toprak meseleleri, Modern Avrupa’nın gelişmesinde Türk etkisi, II. Mehmed’in İstanbul’un Rum nüfusuna ve şehrin Bizans yapılarına yönelik politikası, Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Osmanlı hukuku, Kıbrıs’ta Osmanlı siyaseti ve yönetimi, Osmanlı belgelerinde İnebahtı, Osmanlı iktisadî zihniyeti ile sermaye oluşumu, Osmanlı gerilemesinin reaya üzerindeki etkisi, Osmanlı toplum yapısının evrimi, Tanzimat’ın uygulanması ve sosyal tepkileri, bu cildin başlıklarını oluşturuyor. Halil İnalcık özellikle bu ciltteki makalelerinde on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Doğu Akdeniz’de genişleyen Avrupa’ya karşı İslam’ın tepkisinden doğan bir Osmanlı İmparatorluğu çerçevesi çizerek, bu çerçeveyi Batı-dışı herhangi bir kültürün Avrupa’ya karşı nasıl böylesine başarılı ve kuvvetli bir mücadele verdiğini gözler önüne seriyor. Elbette bu mücadelenin ana damarı fetih yöntemleri. İnalcık, sistematik olarak uygulanan iki fetih yöntemine dikkatleri çekiyor. İlki, komşu devletler üzerinde bir çeşit himayeyle birlikte yerel hanedanların tasfiyesi ve böylece doğrudan egemenlik kurma. İkincisi ve Osmanlı tarihi boyunca batının da doğunun da en çok ilgisini çeken sistem: fethedilen ülkenin nüfusun ve ekonomik kaynaklarının defterlere kaydedilmesi üzerine kurulu olan tımar sistemi. Osmanlı tarihinin henüz başından itibaren bu iki fetih yönteminin başarıyla uygulandığını hatırlatan İnalcık, kitap boyunca küçük bir uç beyliğinin yeniçağın en güçlü imparatorluğu hâline nasıl dönüştüğünü kademe kademe izah ediyor.

İkinci ciltteki makaleler “Devlet ve İdare” başlığı altında toplanıyor. Okuyucular bu ciltte Osmanlı Devleti’nin doğuşu meselesinden yayılma stratejilerine, han ve kabile aristokrasisinden Annales Okulu’nın Osmanlı araştırmalarına etkisine, Osmanlı İmparatorluğu’nda askeri ve mali dönüşümden çeltikçilik ve köle emeğine, büyük çiftliklerin ortaya çıkışından İstanbul’un incisi olan bedestenlere kadar uzanan geniş bir alanda imparatorluk tarihini gözlemleme imkânı yakalıyor. Cildin son konusu, bilhassa Osmanlı sosyo-ekonomik tarihi araştırmalarında güvenilir sonuçlara ulaşmak için mutlaka bilinmesi gereken Osmanlı metrolojisini içeriyor.

Halil İnalcık, modern tarih yazıcılığında hâlâ büyük bir mesele olarak ortada duran kuruluş dönemini Herbert Adam Gibbons, M. Fuad Köprülü, Paul Wittek, Freidrich Giese gibi alanında uzmanlaşmış diğer isimlerin yorumlarını da süzerek okuyucuya açıyor. Bunun bir okuma ve anlama kolaylığı getirdiğine şüphe yok. Osman Gazi’nin ortaya çıkış süreci bir tarih meraklısı için hem heyecan verici hem de yeni kaynaklara yönelme noktasında ufuk açıcı. Diğer yandan İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun kökeni meselesini de masaya yatırıyor. Bu anlamda Selçuklu Devleti’nin batıdaki uç bölgelerinde yer alan Türkmenlerin gazi beyliklerine dikkat çekerken, uçlardaki ahlakî hayatın eski Türk geleneklerine bağlı oluşuna da işaret ediyor. İmparatorluğun gerçek kurucusunun Fatih Sultan Mehmed olduğunu da belirten Halil İnalcık, bunu bilhassa ekonomik ve kültürel gelişmeler nezdinde açıklıyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nu dünya tarihine taşıyan nasıl ki fetih ve yayılma stratejileriyse, Osmanlı tarihini dünyaya tanıtan da Halil İnalcık’ın kalemidir. Bu yüzden hocanın her çalışması, daimî bir rehber niteliğindedir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Kur’an’ın dünyasında muhteşem bir yolculuk

Son yıllarda çocuk edebiyatında atlas projeleri revaçta. Çevirilerle başlayan atlas furyasında şimdiye kadar birçok eser çocuklarla buluştu. Farklı yayınevlerinin bambaşka konularda öne çıkardığı atlaslar minik okurlar kadar ebeveyn ve eğitimcilerin de dikkatini çekiyor. Bol resimli ve özetlenerek kaleme alınmış bu eserlerin günümüz çocuklarının okumaya ve kitaba ilgisini artırdığı da yadsınamaz bir gerçek. Hâl böyle olunca birbirinden çok farklı projeler ortaya çıkmaya devam ediyor. Atlasların dünyasını takip eden birisi olarak son yıllarda çıkmış en iddialı projelerden birinin Gülce Kitap’tan çıktığını söyleyebiliriz. Mart ayında raflarda gördüğümüz çiçeği burnunda bu eserin adı Kur’an Atlası.

Değer içerikli kitaplar konusunda Timaş Çocuk uzun zamandır bilinen ve tercih edilen bir yayınevi. Yaklaşık bir buçuk yıldır bu tür kitaplarını yeni markası Gülce Kitap markası altına topladı. Eskiden bu yana yüzbinlerce basılan ve alanında kültleşmiş eserler hâlihazırda bir yayınevi kitaplığı oluşturmak için yeterliydi. Fakat bununla yetinmeyen Gülce Kitap, kitaplığındaki eserlere yenilerini eklemeye devam ediyor. Kısa bir süredir yayın hayatında olmasına rağmen şimdiye kadarki süreçte hatırı sayılır işler çıkardıklarını konunun meraklıları için söylemeye gerek yok. Bu eserlerden biri olan Kur’an Atlası uzun bir çalışmanın sonucu olarak mart ayının dikkat çekenlerinden biri olmayı başarmış görünüyor. Öncelikle Kur’an’ın içindeki kavramlara dair böyle bir atlas ihtiyacı uzun zamandır hissediliyordu. Kur’an Atlası resimlemesiyle, cildiyle, metinlerinin akıcılığıyla sadece değer alanında değil, bütün atlas projeleri içinde de hatırı sayılır bir yere oturacak gibi görünüyor.

Kur’an Atlası, yukarıda da bahsettiğimiz gibi sadece değerler eğitimi alanında bilgilendirici eser olsun diye yazılmamış. Özenli baskısı ve resimleriyle bütün atlas projelerinin içinde kalitesiyle konuşulacak bir eser hâline gelmiş. Belli bir tecrübenin ürünü olarak vücut bulmuş atlasta Kur’ân’daki önemli kavramlar, olaylar ve kişiler anlatılıyor. Yusuf Gündüz tarafından kaleme alınan eserde Arife Şeyma Gök’ün çizimleri atlası tamamlayan en önemli unsur. Genç çizerin soyut konulardaki başarısı takdire şayan.

Kur’an Atlası diğer Gülce projelerinde olduğu gibi güvenilir kaynaklardan yararlanarak kaleme alınmış ve çocukların dünyasına inmeyi başardığı gözlemlenen bir eser. Elbette ki yazarın Kur’an’daki bütün kavramları kitaba alması ne pedagojik olarak ne de teknik olarak mümkün değil. Kitaptaki asıl maksat bana göre küçük okurları Kur’an’da bir yolculuğa çıkarmak. O zamanları hayal etmelerini sağlayarak soyut konular ve olayları kafalarında somutlaştırmalarına yardımcı olmak. Bu eserin bir diğer önemi de bence küçük okurların Kur’ân’la ünsiyet kurmasını sağlamak. Kitabın girişindeki Kur’an’a ait öze bilgiler de bunu destekler nitelikte. Giriş bölümünde çocuklar Kur’an Nedir, Ne zaman ve nasıl inmiştir, Neden önemlidir gibi soruların cevaplarını bulacaklar. Eser her ne kadar 6 yaş üstü olarak piyasaya çıkmış olsa da aile boyu okunacak başucu kitapları sınıfından sayılabilir. Atlas projeleri çocukların birçok konuda okumaya karşı ön yargılarını kırmakta önemli eserler. Kur’an Atlası ise Kutsal Kitabımıza karşı çocukların ilgisini çekmeyi amaçlıyor. Göründüğü kadarıyla bunu da başarmış. Dini ve teknik konularda çocukların ilgisini çekmenin zorluklarını eğitimciler ve anne babalar iyi bilir. Kur’an Atlası’ndaki metinlerin akıcılığı, bilgilendirme kutularındaki özet bilgiler, resimlerin konuları somutlaştırmadaki başarısı göz ardı edilemeyecek kadar iyi. Bir çocuğun ebeveyniyle saatlerce elinden bırakmayacağı böyle bir eserin ortaya çıkması da yazarından editörüne, çizerinden mizanpajına kadar tüm süreçlerin titizlikle ele alındığı sonucunu ortaya koyuyor.

Atlas meraklıları bu eserlerin yanında hediye edilen posterlere alışık. Kur’an Atlası’nın içinde de Peygamberlerin kronolojisinin yer aldığı dev bir poster okurları bekliyor. Cildiyle, metni ve resimlemeleriyle uzun süre konuşulacak ve kült hâle gelecek Kur’an Atlası’nı rafımızın başköşesine koyarken böylesi kaliteli projelerin devamının gelmesini de temenni ediyoruz.

Özge Yalın

17 Mart 2024 Pazar

Ahmet Hâşim’in Frankfurt Seyahatnâmesi

Sakallı Celal olarak bildiğimiz Celal Yalınız (imla doğru) "Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batıya gittiklerini sanırlar" demiş. Ahmet Haşim’i ise Frankfurt Seyahatnâmesi kitabında batıya doğru giden bir trende buluruz. Yıl 1932’dir. Ahmet Haşim’in sağlığı üç yıldan beri sağlığı bozuktur. Tedavi amacıyla yola çıkan Haşim, oradaki intibalarını önce devrin gazete ve dergilerinde yayınlar daha sonra da kitaplaştırır. 1933 yılında kitaplaşan bu kitabın Ahmet Haşim’in biyografisi açısından iki önemi vardır. İlki Ahmet Haşim’in sağlığında yeni alfabe ile yayınlanan ilk kitabı olan Frankfurt Seyahatnamesi’nin aynı zamanda da yaşarken yayınlandığını gördüğü son kitabı olmasıdır.

Neyse biz o tren vagonuna geri dönelim. Seyahate çıkmayı bir “hârikuladelikler avı” olarak tanımlayan Ahmet Haşim, kendini iddialı bir avcı olarak görmez. Beş yıl önceki Paris gezisini anlattığı satırlarında “Öyle olsaydı, şu kötü Avrupa’ya değil, arzın daha bâkir bir mıntıkasına gitmenin yolunu araştıracaktım” diyen Haşim’in yolu bu sefer de sağlık sorunları sebebiyle Frankfurt’a düşer. Ahmet Haşim’in yolunun arzın gitmeyi tercih edebileceği yörelerine hiç düşmediğini ise bu paragrafa sıkıştırmakta fayda var.

Şair ve seyyahı “akraba”, şiir kitabı ile seyahatnameyi “kardeş” gören Ahmet Haşim’in Frankfurt seyahati biraz tatsız başlar. Gece vakti yola çıkmak, en meşhur mısralarından biri “akşam, yine akşam, yine akşam” olan şairin hoşuna gitmemiştir.

Ahmet Haşim, bindiği tren, Bulgaristan’ı geçerken kısa bir süre önce bir yazısında bu ülkeyi öven Ali Naci Karacan’la ilgili olarak “Ali Naci’nin anlattığı yeni Bulgar medeniyeti her nedense istasyonlara yaklaşmıyor.” diyerek iğnesini batırır. Ali Naci Aracan’ın kumar borcunu ödemek için Lozan Antlaşması ile ilgili kitap yazmasını başka bir yazıya erteleyip konumuza devam edelim. (Ahmet Haşim, Youtuber olsaydı diss attı derdik şimdi.) Yol boyu kitap okuyup içi sıkılan Ahmet Haşim, bir yandan da kendisine musallat olan sinekle boğuşur ve bir ara mağlubiyetini kabul ederek kompartımanını sineğe terk eder. Ahmet Haşim, Macaristan’da sembolist şairlerin titrek hayallerini süsleyen derelerin etrafındaki zümrüt çayırlarda otlayan sıhhatli öküzlere şahit olur ve bindiği tren nihayet önce Almanya sınırını geçer sonra da gece ikiye yirmi kala Frankfurt Garı’na varır.

İlk adımda bitmiş bir Almanya ile karşılaşmıştık.” der Ahmet Haşim. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıktıktan sonra bir türlü belini doğrultamayan, yüksek enflasyon ve işsizlik oranlarıyla mustarip Almanya’yı çok daha sıkıntılı günler beklemekte Naziler hızla yükselmektedir. 1932 yılında Almanya’da iki seçim yapılır Naziler ilkinden yüzde 37, ikincisinden yüzde 33 oy alır. Diğer koalisyon alternatifleri tüketilince Adolf Hitler, Ocak 1933’te Şansölye olur. Almanya’nın çalkantılar içinden geçtiği bu dönemi, Ahmet Haşim “Caddeler” başlıklı yazısında anlatır. “San bezden uydurma bir avcı üniforması üzerinde, uydurma bir kayış, uydurma bir matra ve bir muhayyel müstakbel seferin uydurma donatımı ile erken süslenmiş şu bayağı çehreli adamlar kim! Bunlar Hitler askerleridir. Etrafa yan bakarak, sessiz ve karanlık dolaşan kırmızı kravatlı gençler kim? Bunlar da Hitlercilerden daha hayırlı olmayan komünistlerdir. Akşam oluyor: lacivert gece, bin bir ışık beneğiyle caddeleri dolduruyor; karanlık köşelerde siyah mantolarına sarılmış birtakım korkak, genç kadın çehreleri belirdi. Bunlar bir değil, iki değil, belki binlerden fazla! Bunlar ne? Bunlar da açlığın günden güne arttırdığı kıt müşterili Alman gece fahişeleridir. Almanya pembe ve büyük bir elmadır. Fakat içi kurtludur.

Ahmet Haşim, Frankfurt’taki ilk saatlerini anlatırken “Hayatında büyük bir Avrupa şehrini gören bir adam kendini, sonradan göreceği bütün büyük Avrupa şehirlerini evvelden görmüş addedebilir: Bu şehirler o kadar birbirinin eşidir.” der ve pekala Paris, Londra veya Viyana’da aynı hisleri yaşayacağını vurgulayarak “hayret” edememekten şikâyet eder ve Frankfurt’un kusursuz geometrisi Ahmet Haşim’de nefes darlığına yol açar. Yine de bir müzeye dönüştürülmüş olan Goethe’nin evinde Faust’u yazdığı masada gördüğü mürekkep lekeleriyle adeta kendinden geçer Ahmet Haşim ve söz konusu lekeleri “ebedî lacivert semada nâmütenahi yıldız serpintileri”ne benzetir.

Ahmet Haşim’in Almanya izlenimleri tamamen negatif değil elbette. Nitekim sınırı geçtiği andan itibaren Haşim’in dünyaya bakışı bile değişir. Bindiği trenin yeniliğin içinde deliler gibi koşmaya başladığını söyleyen Haşim; mimariyi, ulaşımı, ilanları över. Bu övgü o raddeye varır ki sayıları gün geçtikçe artan dilencileri bile temiz giyimli ve düzenli diye övmekten geri kalmaz. Hiçbir sırrı ihtiva etmeyen yeknesak Frankfurt şehriyle beraber Almanya “başka kudretlerle mücehhez bir insanın yaşadığı bir âlem”dir. Caddeler, vitrinler, mimari Haşim’i etkiler.

Kendini bir İstanbul hastası olarak tanımlayan Ahmet Haşim, orada bir hemşireyi nezaketen Türkiye’ye davet eder ama hemşire bunu ciddiye alıp ailesinden izin alır. Bu yanlış anlaşılmayı doğu ve batı arasındaki zihniyet farkı olarak yorumlayan Haşim, doğu ve batının dilencilerini karşılaştırırken bir batılı gibi yorum yapar. Doğunun dilencilerinin korkutucu batının dilencilerinin alelade olmasının önemli olduğunu söylese de daha sonra kendisi bile bu cevabı “uydurma” olarak nitelendirmekten geri durmaz.

Ahmet Haşim, bütün alaycılığına rağmen Almanya’yı övmek için de fırsat kollar. Bir Alman bahçesinde gördüğü üç beş yaşlı insan için “Bu pahalı bahçenin keyfini sürmek için bu bunaklardan başka adamınız yok mu?” diye sorsa kendi sorusunu “Her Alman, ihtiyarlığın ve çöküklüğün son haddine kadar gene bir Almandır ve onun saadetini yapmak bütün Almanya için mukaddes bir vazifedir.” sözleriyle cevaplar. “Ticaret” başlıklı yazıda kendisine tedavi için kullanılan tuzu övdüğü için bir ticari özelliği olmamasına rağmen üretici firmanın onu el üstünde tutmasını benzer bir açıdan över.

Ahmet Haşim’in eleştiri ve övgü oklarını yönelttiği bir başka kurum da akademidir. “Profesörler Aristokrasisi” başlıklı yazıda uzmanlaşmanın sebep olduğu körleşmeyi hicveder. Bir de uzmanlaşmaya duyulan saygı ile “İki kapı olsa, birisinin üzerinde “Cennet”, diğerinin üzerinde “Cennet hakkında konferans” diye yazılı olsa bütün Almanlar ikinciye hücum eder.” Sözleriyle dalga geçen Haşim yine de Almanya’ya arka çıkar ve bu sınıfın el üzerinde tutulması sayesinde içlerine karışmış muhtemel zekâların yok olmadığını ve böylece Almanya’nın dünyanın en yüksek ilmine malik olduğunu vurgular.

Şair Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi böylece neticelenir. Ahmet Haşim’in kısa ve keskin gözlemlerinin yer aldığı bütün nesirleri gibi bu kitabı da tekrar tekrar okunabilecek metinlere sahiptir.

Kendi adıma Ahmet Haşim’in kaleminden Timbuktu’yu, Casablanca’yı, Osaka’yı yahut onun yaşadığı dönemdeki adıyla Bombay’ı okumak isterdim.

Ne çare ki bulduğumla yetinmek zorundayım.

Suavi Kemal Yazgıç