30 Kasım 2022 Çarşamba

Gölgeyi tanımak ya da kendini bilmek

“Bir gölge yapmazsam nasıl önemli olabilirim? Bütün olmak için benim de karanlık bir tarafım olmalı.”
- Carl Gustav Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş

Rodos Semahı’nı dinleyenler -tavsiyemiz Nida Ateş’tir- oradaki bir sözü girdabına kapılmış olmalılar: Kendi kusurun görmezsin, elin eksiğin ararsın. Gerek türkülerimiz gerekse tasavvuf; bir başkasında dikkatimizi çeken ilk kötü özelliğin kendimizde olduğunu hatırlatıyor. İlginçtir, bazen birisiyle tanışırız ve ilk dakikalardan itibaren içimizdeki ses bizimle konuşmaya başlar. Sanki tanışan biz değilmişiz de içimizdeki sesmiş gibi komutlar verir. Çok konuşuyor, yalancı olabilir. Sürekli bence diyor, kibirli. Elini cebine atmıyor, cimri galiba. Neden konuşurken ellerini kollarını hareket ettiriyor, görülme endişesi. Kusur üstüne kusur, eksik üstüne eksik.

Bir başkasında gördüğümüz ilk özellikler eğer olumsuzsa, bu durum o özelliğin doğrudan bizde olduğunu gösteriyor. İnsan sahip olmadığı, tanımadığı, keşfetmediği şeyi bilemez ve bulamaz. “Kendimden biliyorum” diyerek sözü tamamladığımız anlar vardır; bir durum karşısında takındığımız tavrı öyle veya böyle masaya yatırırız. İşte bu, bazı huylarımızı ve davranışlarımızı ne kadar keşfettiğimizi anlatıyor aslında. Huylarını ve davranışlarını, özellikle de eksiklerini, hatalarını, kusurlarını bilenler; bir başkasında da bu tip durumlarla karşılaştıklarında tabiri caizse vites düşürürler. Kendilerini bir nebze bildikleri için başkalarını da hoş görmeye, ondaki kusuru kendi gözlerinden bilmeye hazırdırlar. Hani bektaşî ile mevlevî dervişi arasında geçen meşhur bir fıkra vardır: Bektaşî, "Baba erenler, sizin hırkalarınızın yenleri neden bu kadar geniştir?" diye sorar mevlevîye, o da "Başkalarında gördüğümüz kusurları örtmek içindir" der ve bu kez bektaşîye "Ya sizin hırkalarınızın yenleri niye bu kadar dardır?" diye sorar. "Biz kimsede kusur arayıp bulmayız, ondandır” cevabını verir bektaşî. Madem tasavvuftan aktardık fıkrayı, o hâlde gölge meselesini derinleştirirken iki büyük mutasavvıfa da müracaat etmek gerek. “Bir kimsenin diğer bir kimsede gördüğü ilk kusur kendi nefsinin pek âşina olduğu bir kusurdur. Perde-i gayb açılmış olsa idi, hiçbir kimsenin bir kimse ile alay etmeye aslâ mecâli kalmaz idi, herkes birbirini mâzur görür idi.” demiş Ahmed Avni Konuk. Burada perde-i gaybın henüz açılmadan önce insanın takınması, belki olması gereken hâl nedir diye düşünülebiliriz. İşte bu düşüncenin karşılığı ârif olmaktır. Çünkü ârife tarif gerekmez, ârif olan anlar. Onlar bilirler ki başkalarındaki kusur aramak nefsin hoşuna giden, insanı da insan olma yolunda durduran bir olaydır. Cehalet perdelerini yırtarak ve marifet ilminden faydalanarak kişi ârif olabilir ancak. Böyle olduğu zaman kainattaki canlı-cansız hiçbir varlıkta kusur aramayacak, bütün eksikliği ve olmamışlığı kendinden bilecektir. O hâlde bu hususta son sözü Niyâzî-i Mısrî sultandan alalım: “Arif ve muvahhid güneş gibi, cahil ise karanlık gibidir. Cahil, baktığı her şeyde ayıp, kusur ve eksiklik görür. Bilmez ki, o kendi ayıbıdır, oradan kendisine aksetmiştir."

Tasavvufla ilgilenen, araştırmalarını bu yönde derinleştirmeye çabalayan biri için psikoloji ilminde dikkatle takip etmesi gereken bazı kavramlar var. Ayna, bilinç, bilinçdışı, gölge, yansıtma bunlardan sadece birkaçı. Gölge, özellikle Jung’un üzerine gitmesiyle psikoloji sahasında genişlemiş, geçmişten günümüze üzerinde araştırma yapılan bir kavram. Şahsi bir gölgemiz var, burası muhakkak. Ama oraya yanaşmayı pek düşünmüyor, çoğu zaman da korkuyor. Özellikle bazı duygular var ki bu duygulara neden başvurduğumuzu bilmiyor ama başkasında görür görmez de rahatsız oluyoruz. Hatta pek çok arkadaş, eş ve çocuk çatışması da bu yüzden çıkıyor. Daha geçen gün yemek sofrasına otururken oğlumun “Bugün yemekte ne var?” diye sormasından ve annesinden aldığı cevap karşısında “Öf ya hiç istemedim, tokum zaten” diyerek mutfaktan uzaklaşmasından epey rahatsız olmuştum. Rahatsız derken, baya öfkelenmiştim. Böyle durumlarda rahmetli Doğan Cüceloğlu hocamız hemen tepki vermek yerine derin bir nefes almayı ve üzerine bastığımız duyguyu (öfke) neden tercih ettiğimizi sorgulamamızı isterdi. Çok basit ve kısa süren bir sorgulamadan sonra öfkemin kaynağı el salladı: Sen de böyleydin, ne çabuk unuttun? Sen de mutfağa girerken hemen aynı soruyu sorar, beklemediğin ya da ağız tadına uymayan bir cevap aldığında hırçınlık yapardın. Öfken kime ve neye? İçindeki çocukla oğlun karşı karşıya geldi diye mi? Evet, sahiden de öyle.

Elimde birkaç haftadır sayfalarını çevirmekten büyük haz aldığım bir kitap var: Gölgeyle Buluşma. “İnsan doğasındaki karanlık yüzün gizli gücü” alt başlığıyla Kasım 2022 itibariyle Timaş Yayınları tarafından okuyucuya sunulmuştu. Kitabın konusu ve içindeki makalelerin yazarlarını görmek, kitabı almak için çok yeterli bir sebep olmuştu. Geriye tek bir soru işareti kalmıştı, okuru nasıl bir çeviri bekliyordu? Basit bir okur takıntısı değil bu. Meseleye çok ilgiliyseniz, okurken zorlanmak istemiyorsunuz. Zaten kendi ruhunuzu ölçüp biçeceğiniz için yorulup zorlanacaksınız, bir de çevirinin çevirisini yapmakla harcamak istemezsiniz elbette kendinizi. Bu endişelerle başladığım kitapta ilk gün yüz sayfa, ikinci gün yüz elli sayfa okumuştum. Derken kitap bitti ve oturduğum yerden ama can-ı gönülden Özgür Ertana’yı alkışladım. Müthiş bir çeviri ortaya çıkarmıştı ve bu kitabı bu kadar sevdiysem -başta Jung olmak üzere kimse kusura bakmasın- en büyük pay kendisine aitti. Bu çok büyük bir kültür hizmetidir ve Özgür Ertana bu hizmetiyle kendisini çoktan ebedî kılmıştır.

Altmış beş makale var Gölgeyle Buluşma’nın içinde. İçlerinde psikoloji, edebiyat, felsefe üçgeninde ter akıtmış okurların mutlaka bildiği isimler var: Carl Gustav Jung, Rollo May, Ernest Becker, Anthony Stevens, Joseph Campbell, Ken Wilber, Marie-Louise von Franz, Adolf Guggenbühl-Craig, M. Scott Peck, James Hillman. Ancak kitabın en büyük şaşırtmacası burada. Adını daha önce hiç duymadığımız bir şair, astrolog, oyun yazarı, Hint felsefesi meraklısı, teknolojik tahmin ustası da yazdığı makaleyle okurun zihni üzerinde kritik hamleler yapabiliyor. Kitabın geneline Jungiyen analistler hâkim, dolayısıyla Carl Gustav Jung severler için tadına doyulmaz bir yolculuk da söz konusu.

Jung'un seneler önce okuduğum, sonra bir kere daha okuduğum İnsan Ruhuna Yöneliş kitabında bir cümlesi var. ''İçimizdeki karanlıkları göze almazsak bütünlüğümüze asla ulaşmayız.'' diyor orada. Atölyelerde ya da dost meclislerinde sık sık vurguladığım bir mesele var. Kendinizi dövmeyin, kendinize vurmayın, bunları zaten hayat yapacak ve yapıyor. İyi ki de yapıyor. Başka türlü akıllanmak, kendine çeki düzen vermek mümkün değil. Hayat insana mutlaka rehberlik ediyor. Fakat bizim meselemizin içinde hep bir aşağılık psikolojisi, hep bir eziklik var. Başaramama korkusu, üstesinden gelememe endişesi, suçluluk duymaya hazır olma. Neden? Hayatta ilk yaramızı aldığımızda sahiden suçlu muyduk? Sanmıyorum. Yara, bazen de kabımıza fazla gelendir. Ne zaman kap genişler, derinleşir, yaranın adı tecrübe olur. Tecrübe kazanırken de dikkat etmemiz gereken bir mesele var: Yaşadığımız her şeyi tecrübe olarak bir kenara yazıyoruz. Diyoruz ki bu böyledir, şu şöyledir. Büyük hata. Hiçbir şey öyle değil ve öyle de kalmıyor. Engin Geçtan'ın Rastgele Ben kitabından: "Hayat, ‘dir’ ve ‘dır’larla sonlanan hükümlerle yaşanamaz; çünkü anlamaya çalışmanın sonu yoktur."

Jung, aynı kitabında bizi gölgemizle yüzleşmeye çağırırken ayıp, günah, kusur, ne derseniz deyin, hepsinden hem bağımsız hem de hepsine bağımlı olan gölgeden bahsediyor. Tanımadığımız kendimizden, henüz karşılaşmadığımız yüzümüzden, çoktan kendi kabuğuna çekilmiş yüreğimizden. Onu bulun, bilin ve olun diyor. Bu, yine tasavvuftaki bilmeden bulunmaz, bulmadan olunmaz kaidesini hatırlatıyor. Her şeye ama her şeye yenik bir psikolojiyle başlanamayacağını "Çünkü işlenmemiş günahlar bağışlanamaz." cümlesi ne kadar güzel özetliyor. Bilince çıkarmadığımız her şeyin hayatta kader olarak karşımıza çıkacağını söylüyor Jung. Burada bilince çıkarmadığımız şeyin adı gölge. Öfkemiz, aç gözlülüğümüz, şiddette meyyalimiz, utançlarımız, arsızlığımız, yalan söyleme kabiliyetimiz, hepsi her an bizimle birlikte: “Hemen hemen her insanın belirli bir kötülüğe eğilimi bulunur; belirli bir oranda herkes cinayet işleyebilir. Bu nedenle, erdemlerimizden gururlanmaktan sakınmalıyız, çünkü erdemlerin yanı başında her zaman insan istatistiklerinin yansıttığı bir karanlık gölge vardır. Eğer insansak, insanlığın en belirgin yanı olan kötülüğü de yanımızda taşırız.

Gölgeyle Buluşma, okurunu tekinsiz bir denizde yüzmeye, sonra da dalgıç olmaya hazırlıyor. Evvela ona bu tekinsiz denizi, yani gölgeyi anlatıyor. Farkında olmadan peşimizde sürüklediğimiz bu çuvalın içinde nelerin olduğunu, tarihte ve edebiyatta oynadığı rolü, rüyalarda karşımıza nasıl çıktığını, günlük yaşamda onu nasıl bulabileceğimizi anlatıyor. Derken reddedilen benliğin merkezi olan aileye geliyoruz. Sahte benliğimiz nasıl oluşuyor, inkârı ve ihaneti nasıl öğreniyoruz, anne-kız ilişkisinin karanlık tarafında neler oluyor, ebeveynlik sırasında çocuklarda gölgeyle nasıl yüzleşiyoruz… Burası kitabın demir leblebi sayfalarını oluşturuyor. Gölgeyle karşılaşma anında değişen duygularımız konuşulacaksa, önce öfkeden konuşmak gerekiyor. Bunun için Jungiyen analistler öfkenin en çok patladığı yere, evlere çeviriyor kamerayı. Kız ve erkek kardeşlerde, eşler arasında hasedin, öfkenin ve yalanın nasıl dans ettiğini ürpererek görüyoruz. Tüm bunların beden rahatsızlığı olarak dönmeyeceğini kim söyleyebilir? Bu elbette mümkün değil. Sık sık hastane ziyaret edenler, kendinde hastalık arayanlar, hasta sohbetlerini sevenler bu bölümü iyi okumalı. İş dünyasında, sosyal medyada, siyasi arenada, sahte bilim adamlarının ve sahte mürşitlerin arasında, o herkesten korumaya çalıştığımız maneviyatımızda gölge yok mu? Asıl oralarda at koşturuyor ve biz de nal topluyoruz... Mesela en hassas duygular arasında yer alan masumiyet, onun içinde gölge yok mu? Rollo May’den okuyalım: “Hayatın iyilik ve kötülüğün bir karışımı olduğu, saf iyilik diye bir şeyin olmadığı ve kötülük potansiyelinin olmadığı bir durumda iyiliğin de olmayacağı tecrübesinin kalbi işte burasıdır. Hayat, kötülükten ayrı olarak değil, kötülüğe rağmen iyiye ulaşmaktır.

Gölgeyle buluşurken bazı kavramlar zihnimizde yıkılacak, daha doğru anlamlarıyla inşa olacaklar. Maalesef bazı şeyler tam olarak yıkılmadan sağlıklı bir inşa gerçekleşemiyor. Gölgeyi iyi derecede tanırken aynı zamanda zorlu bir inşa süreci de geçiriyoruz. Burada vicdanımız bize kendisini en hakiki biçimde gösteriyor ve en önce de kötülük bahsini açıyor. “Kendimizden saklanmaya teşebbüs etmekle kötü oluruz. Kötülerin kötülüğü doğrudan değil, bu örtbas etme sürecinin bir parçası olarak dolaylı yoldan gerçekleşir. Kötülük, suçluluk duygusunun yokluğunda değil ondan kaçma çabasında vücuda gelir.” diyor M. Scott Peck. O kaçtığımız yeri çoğu zaman vicdan olarak tanımlarız. Oradan kaçtıkça maskemiz daha da belirginleşir. Giderek üzerimize yapışır, suretimiz olur. Durun durun, gölgeyle karşılaşmak her ne kadar ürkütücü olsa da durum aslında korkunç değil. Tam da burada Marie-Louise von Franz’ı dinleyelim: “Gölgenin dostumuz mu düşmanımız mı olacağı büyük ölçüde bize bağlıdır. Gölge her zaman rakip değildir. Aslında o bazen pes ederek, bazen direnerek, bazen sevgi vererek (durum ne gerektiriyorsa o şekilde davranarak) geçinmek zorunda olduğumuz herhangi bir insan gibidir. Gölge sadece görmezden gelindiğinde veya yanlış anlaşıldığında düşman haline gelir.

Kitabın sonsözü, Connie Zweig ile birlikte eserin editörlüğünü üstlenen Jeremiah Abrams’a ait. “Saygı duyabileceğimiz bir insan olmayı seçebiliriz, arkasında durabileceğimiz, bizi pişman etmeyecek davranışları seçebiliriz.” diyor. Ama nasıl? Bu ancak seçimlerimiz net, bilincimiz berrak olduğunda mümkün. Bunun sırrı da gölge kişiliğin farkında olmak, onun bilinçdışı gücünü ortadan kaldırmak. Böylece elimize bir fırsat geçiyor: Gölgemizle egomuz arasındaki gerilim hafifleyecek, yaptığımız her şeyin farkında olacağız. “Dünyada hangi rolü oynayacağımıza dair bir seçime sahipsek yarattığımız dünyanın sorumluluğunu da alabiliriz” diyor Abrams. Farkında olmadan ya da bilerek, isteyerek yaptığımız tüm fenalıklar kalpte birikiyor, giderek kalbi ele geçiriyor. Eskilerin mühürlenmiş kalp dedikleri hadise bir kez daha ortaya çıkıyor. Kalp giderek karardıkça, bütün vücut kararıyor, tabiri caizse insan, nefs-i hayvaninin elinde şeytana dönüşüyor. Gölgeyle buluşmak işte bu sebeple de çetin bir mesele, mutlaka üzerine gidilmesi gereken bir hadise. Bu harika kitabı okuduktan sonra yapacak çok fazla şey birikiyor: Etrafımıza anlatmak, onların da gölgeleriyle buluşmalarını sağlamak. Gandhi’nin “Dünyadaki gerçek şeytanlar kendi kalbimizde dolaşanlardır. Esas savaşın verilmesi gereken yer burasıdır.” sözü bize bir ilk adım motivasyonu olsun dilerim.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Sanat tarihi için başlangıç kitabı

Say Yayınları’nın A’dan Z’ye serisinden şimdiye kadar 3 kitap yayımlandı ve kitapların hepsi, alanında uzman kişiler tarafından hazırlanmış, önemli başlangıç kitapları. Bu seriyi değerli kılan iki şey var: kitaplar, bu alanda bilgi sahibi olan ve olmayan tüm okurların anlayabileceği bir dile sahip. Bu, özellikle bu alanlarla yeni yeni ilgilenmeye başlayan okurlar için önemli. Aynı zamanda, bu kitaplar birer başlangıç kılavuzu. Ele aldıkları alanlarla ilgili temel birçok bilgiye yer verip, okurların daha spesifik alanlara ilişkin okumalarına zemin hazırlıyor.

Serinin son kitabı A’dan Z’ye Sanat Tarihi, sanatın tarih öncesi zamanlardan başlayan yolculuğunun izini sürerek, postmodern sanat anlayışına varana kadarki dönemi ele alıyor. Serinin diğer kitaplarında olduğu gibi, bu kitapta da soru-cevap yöntemi seçilmiş; kitabın sonuna da bir terimler sözlüğü konulmuş. Böyle kapsamlı kitaplarda terimler sözlüğü hem okurun işini kolaylaştırıyor hem de kitaba, farklı zamanlarda konuya ilişkin merak edilenlere cevap verme özelliği katıyor.

Kitabın bir diğer özelliği, sanatın tarihinin izini yalnızca Batı kültüründe değil, Doğu kültüründe de sürüyor olması. Yazar Madelynn Dickerson, kitabın Giriş bölümünde kitabın bu özelliğine dikkat çekiyor: “Sanat tarihi üzerine yazılmış pek çok geleneksel kitap sadece Batı dünyasının sanatına odaklanmıştır; oysa A’dan Z’ye Sanat Tarihi’ni yazarken amacımız tüm dünyanın sanat geleneklerini tanıtmaktı. Bu kitapta, insan ayağının değdiği her kıtanın sanatına yer verilmiş ve Avrupa ile Amerika’nın sanatıyla birlikte kronolojik sırada sunularak kuşatıcı ve kapsamlı bir kitap oluşturulmuştur.

A’dan Z’ye Sanat Tarihi sekiz bölümden oluşuyor, her bölüm kendi içinde alt başlıklara ayrılıyor. Bu bölümde “Sanat nedir?”, “Güzellik nedir?”gibi, Antik dünyadan beri düşünülen ve tartışılan kavramlar ele alınıyor. Aynı zamanda, performans sanatı, dokuma, mimarlık renk vb. birçok konuda da okura genel bir bilgi veriliyor. Sanatta anlam arayışları ve sanat analiziyle ilgili de başlangıç seviyesinde bilgiler paylaşılıyor. Okura terimler ve sanat tarihi tartışmalarıyla ilgili bilgi verildikten sonra, tarihsel dönemlerde sanatın yolcuğunun izi sürülüyor. Bu dönemler içerisinde sanat tarihi tartışmalarının farklılaşması, dönemin sosyo-kültürel ve politik atmosferinin sanat anlayışını nasıl etkilediğine dair ipuçları dikkat çekiyor. Aynı şekilde, bu dönemlere göre güzel anlayışının, estetik algısının ve eseri değerlendirme kriterlerinin de değiştiğini, kimi zaman daha nesnel ölçütler içerisinde kalınabilse de çoğu zaman tüm bu değerlendirmelerin oldukça öznel olabileceğini okura hatırlatıyor.

A’dan Z’ye Sanat Tarihi hem bu alanda eğitim alan hem de sanat tarihiyle amatör olarak ilgilenenler için nitelikli bir başlangıç metni. Orhan Düz’ün özenli çevirisiyle ve Say Yayınları aracılığıyla Türkçeye kazandırılan bu kitap, meraklı okurlarını bekliyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

29 Kasım 2022 Salı

Abbas Sayar ve Anadolu’nun mahzun hikâyeleri

Yalnız, yorgun, mağlup, mağrur ve mahzun hikâyeleri var Anadolu’nun. Kara ve kavruk yüzlü… İçinden hüzün katarları geçen, özlem ve hasret yüklü hikâyeler. Her biri acıdan mütevellit… Bir de bu hikâyelerin anlatıcıları… Anlatmaktan ziyade gerçekten yaşayanlar ve bizlere bütün olan biteni satırlarda da olsa yaşatanlar… Hüzünlü menkıbelerin, yürek burkan destanların, yaşanmaktan öte mazereti olmayan hikâyelerin anlatıcıları.

Anadolu’nun yorgun, yalnız, hüzünlü hikâyelerini anlatan anlatıcılar… Uçsuz bucaksız bozkır gecelerinde yıldızlardan hüzün damıtanlar… Duyguların damarlarda dörtnal koştuğu, merhameti şaha kaldıran yürekler… Cömert ve dervişane yaşayanlar…

Abbas Sayar yukarıda bahsi geçen anlatıcılardan biri. Anadolu’yu gerçekten yaşayan, Anadolu’da yaşayan şair ve romancılarımızdan. Şairdir en hasından ama romancılığı şairliğinin önüne geçmiş. Yazdığı her satır bir şairin ruhundan sayfalara akan iksir gibi. Romanları, hikâyeleri şiirine düşülmüş birer dipnot adeta. Çamlığın başında tüten dumanın korlarıdır sayfalara düşen, sayfalara düşürülen. Uçsuz bucaksız bozkır akşamlarında insanın yüreğine ay damlayan cümleler… İflah olmaz bir hassasiyet. “Yozgat’ın ortası Saat Kulesi / Bilesi de benim derdim bilesi / Ben olmuşum Çırçır Pınar lülesi / Helke testi ne var ise doldurun / Ziya’m yaşasın da beni öldürün” diyerek gösterir sancısını, hüznünü…

Yozgatlıdır Abbas Sayar. Yoklukların, yoksunlukların, yitiklerin, çaresizliklerin sarıp sarmaladığı bir Anadolu şehrinden… Yozgat’ın Çatak Mahallesinde doğar. Babası Mehmet Abdüllatif Sayar Bey, annesi İkbal Sayar Hanım’dır. Babası Mehmet Abdullatif Bey, Düyun-ı Umumiye’den emekli bir memurdur. Ortaokul ve lise yıllarında gittiği Yozgat Halkevi, hayatında ve edebî şahsiyetinde etkili olur.

O, Anadolu’yu en güzel, en gerçekçi biçimde anlattı ama Onun hakkında bilebildiklerimiz sınırlı. Hakkında söylenen birçok şey gerçeği yansıtmıyor. Uzun bir süre Anadolu köylülerini ve sorunlarını anlatması dolayısıyla belli bir ideolojik çerçevenin içine hapsedildi. Bu çerçeve sol, Marksist bir çerçeveydi. Oğlu Ahmet Güner Sayar, Mehmet Nuri Yardım’la yaptığı söyleşide bir çok noktayı açıklığa kavuşturuyor. Eserlerini yazarken herhangi bir ideolojinin etkisinde olmadığını, neyi gördüyse, nasıl hissettiyse onu yazdığını belirtiyor. Sayar hakkında bilinmeyen bir önemli nokta daha var: ailesinin tasavvufla olan bağı. Abbas Sayar’ın babası Yozgat’ta bir Melami tekkesine devam etmiş biridir. Hatta ilk eşinin babası, kayınpederi Yusuf Bahri Nefesli derin Melami anlayışına sahip bir mutasavvıf. Yozgat’ta bulunan tekkenin çarkı Abbas Sayar’ın ilk eşinin dedesinden kalan mirasla çevriliyor. Bu tekkede Yozgatlı gençler ilim, irfan öğreniyor. Sayar babası hakkında başka bir söyleşide şunları söyler: “1940’larda Anadolu’da, Yozgat gibi bir beldede, bir insanın fikrî dünyasının inşasında dinî amillerin reddedilemeyecek bir gücü vardır. Dolayısıyla, Abbas Sayar’ın bu çizgide etkilenişinin en önemli kaynağı, babası Mehmed Latif Efendi [1883-1952] olmuştur. Latif Efendi, ehl-i tarik bir dervişti ve Yozgat’ta, 1900’lerin başında Halveti tarikatının Şabanî koluna mensup Yozgatlı Şeyh Hasan Muhiddin Efendi’ye [1850-1909] intisabı vardı. Babasından, bir dizi hagiografi dediğimiz tasavvufi evliya menkıbeleri dinliyor ve kafası ilk gençlik yıllarından itibaren bu bilgilerle mayalanıyor. Özellikle şiirlerine taşıdığı Hz. Muhammed’e ve kutsal gönüllü velilere, Mevlana’ya, Yunus Emre’ye ya da daha sonraki yıllarda, gazellerini tanzir ettiği Niyazi-i Mısrî ve Kuşadalı İbrahim Efendi’ye olan sevgisi ve yakınlığı bu günlerin bir uzantısıdır. Bu tomurcuklanma, zaman içerisinde tasavvufi şiirlerine yansıyacaktır. Demek ki, insan-Allah ilişkisine duyarsız ve yabancı değil. Bu yakınlığı biraz daha açarak söylersek, irrasyonel – metafizik alanla temasına babasından duydukları esaslı bir zemin teşkil ediyor ve son devir Yozgat evliyalarından Şeyh Hacı Ahmed Efendi ve oğlu Şeyh Hasan Muhyiddin Efendi’yi – ki, bu zat babasının şeyhi, benim de anne tarafından büyük babamdır-babasından duyduklarının aydınlığında yakından tanıyor. Abbas Sayar, yaradılışı itibarıyla, fıtraten hassas bir yapıya sahiptir ve hakikaten şair ruhludur. Şair-i mâderzâddır. İlk gençlik yıllarına ulaştığı günlerde annesinin vefatı ruh dünyası üzerinde derin etkiler bırakıyor. Başlangıcı itibarıyla fikir dünyasını besleyen kanal, dünyevi sıkıntıları çözecek bilgi arayışları değil, fizikötesi alandır. Bunun izlerini ilk şiirlerinde görebiliyoruz.

Annemle gerçekleşen evliliği önüne çok farklı bir pencere açıyor; çevreden [Yozgat] merkeze [İstanbul] geçiyor. Ummadığı bir ikramla karşılaşıyor, ona fıtratına denk düşen bir ortamda hareket etmesini sağlıyor ve hayat üslubunun temellerini burada tezyin ediyor. İstanbul’da, bu büyük şehirde, Osmanlı monarşi ve medeniyetinin muhassalası olan muhteşem bir kültürle tanışıyor. O kültürü Cumhuriyetli kuşaklara taşıyan son devir Osmanlı münevverleri ile tanışıyor; ayrıca İstanbul’un sinesinde saklı zengin fakat birbiriyle çelişkili dünyalarla temasa geçiyor. Hülasa, kaderinin sürükleyişi, ona Fatih ve Beyoğlu gibi zıt ve çelişkili insan ilişkilerini gösteriyor ama bu büyük kültür şehri onun gözlerini hayata, yaşamaya ve maddeyletemasına müthiş bir imkân veriyor. Abbas Sayar’ın evliliği, iradesi dışında gerçekleşiyor. Kayınpederi, Yozgatlı Yusuf Bahri Efendi (1882-1959) de Yozgat’ta iken, babamın babası gibi aynı şeyhden el almış bir kimse. Dolayısıyla annem ve babam, iki pirdaşın evlatları olarak görücü usulü ile evleniyorlar. Bu evliliğin tek mahsulü, benim bu dünyaya gelişim olmuştur.


Sayar’ın böyle bir manevi iklimi soluduğu gerçeğine maalesef onu anlatan birçok kaynakta rastlayamıyoruz. Sayar’ın bir diğer önemli hasleti şairliği. Maalesef şairliği romanlarının gölgesinde kalmış. Oysa dile hâkimiyeti, halk şiirini bilmesi, aileden tevarüs eden tasavvuf kültürü, Osmanlıca ve Farsçayı öğrenmesi şiirine çok şey katmış. Aruzla, vezinle, serbest ölçüyle rahatlıkla şiirler yazmış.

Abbas Sayar için Anadolu’nun en iyi anlatıcılarından demiştik. Çok içli, içten… Anadolu’yu en güzel anlatan romanları yazdı. Edebiyat tarihimizde 1930-1980 yılları arası dönemde adına toplumcu gerçekçilik, gerçekçi edebiyat, köy edebiyatı adı verilen akım söz konusu olmuştu. Yazarlar, çizerler şiirleriyle, romanlarıyla, yazdıklarıyla köye, Anadolu’ya yönelmişlerdi. Birçoğu yöneldikleri bu yerleri tanımıyordu aslında. Moda bir akım çerçevesinde bakılıyordu meselelere. Ya da ideolojik tabular baskındı. Abbas Sayar bu akımın, modanın tam karşısında yer alır. Bizzat orada olan biri. O, katıksız, katışıksız bir biçimde anlattı Anadolu’yu. İdeolojilerin kıvrımlarında yitmeden, herhangi bir jargona teslim olmadan. Neyi gördüyse, nasıl hissettiyse…

Abbas Sayar köyü kartpostallardan, resimlerden, ideolojik metinlerden, hapishanelerden tanıyan biri değildi. O yüzden sahici oldu. Sahici olanı anlattı. Anadolu’nun zor coğrafyasında insanların ve diğer canlıların yaşadıkları zorlukları bir arada anlattı. Özellikle Yılkı Atı romanındaki işlenen konu… Yazın çalıştırılıp kışın yeminden kurtulmak için doğaya bırakılan atların serencamı… Yılkı Atı, atların ve insanların kaybedişlerinin cem edildiği bir roman. Orada anlatılan sadece bir atın hayatı değildi. Terk edilmiş atların mahzunluğu, Anadolu insanının mahzunluğu. Atların buruk hikâyelerini okurken içimize dört nal bir hüzün boşalır. Anadolu insanının unutulmuşluğu, dertleri…

Sayar elleri nasırlı, toprak kokulu, çile dolu insanımızı anlattı. Kahır dolu insanımızı… Rahmet olsun Sayar’a…

Muaz Ergü

Şems bir soruydu, bir cevaptı Mevlâna

Bir şairin dilinden ve gönlünden bir mutasavvıfı okumak elbette ki heyecan vericidir. Ancak Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî ve Sezai Karakoç isimlerini yan yana yazınca, heyecanımız daha da muhabbetli oluyor. Teferruat denizinde boğulmadan, ilm-i ledün’ün teknik kavramları içinde çırpınmadan, şairin “bence” demeden ve dolayısıyla benliğini ortadan çekip çıkartarak yazmış olduğu, baştan sona muhabbet kokan bir kitap: Mevlâna. Sayfalar boyunca inci gibi dizilmiş hakikatler; bilenler için ayrı, bilmeyenler için ayrı tütüyor. Şairin kanaatleriyle dolu değil bu kitap, gönlünden akanlar karşımızda. Bazı sayfalar bir çırpıda (cezbe) yazılmış gibi, bazı sayfalar can havliyle (gayret), bazı sayfalarsa derin bir iç çekişle (muhabbet). Bu üç tasavvufî zor mesele, Sezai Karakoç’un şairliğinde öyle sarsıcı biçimde okunuyor ki onu hayal dünyamızda bambaşka bir yere yerleştirebiliyoruz: Kubbe-i Hadrâ’da, başında Mevlevî sikkesiyle, pîre teveccüh kılmış bir Sezai Karakoç. Koca bir insanlık için, geçmiş ve gelecek için, çocuklar ve kalbi kırıklar için dualar ediyor. Kendisi hiç, başkaları hep. Hakiki bir derviş gibi.

Ölümü düğün gecesi (şeb-i ârûs) olarak anlayan insana tesir edecek hangi güç vardır? O güçlü, yenilmez insan, Mevlâna’dır. Ölüme ve hayata, zamana ve tarihe yenilmeyen insan. Ölümünün üstünden 700 yıldan artık zaman geçti. Ama o yaşıyor, anılıyor. İnsanlık, onun önünde saygıyla eğiliyor. Dünyada ne kadar değişme olursa olsun, bundan böyle de, anılacak. İnsanlar hep önünde saygıyla eğilecek.” sözleriyle açılıyor kitap. Böyle açılarak, bazı şeylerin asla ıskalanmaması gerektiği de ortaya çıkmış oluyor: Eski zaman bilgelerinden -böyle yazınca pek havalı oluyormuş- yani evliyaullahtan bahsederken “şöyle bir zât idi”, “böyle bir zât idi” dememek lâzım. “Şöyle bir zâttır”, “böyle bir zâttır” demek lâzım. Terk-i diyar etmiş değiller, bizi bırakmış değiller, kaybolmuş hiç değiller. Evet âlem-i gayb’ın içindeler, yani büyük gönül âleminin. Orada aşklarıyla, muhabbetleriyle, sevgileriyle ve tasarruflarıyla “çekim yasasını” işletmeyi sürdürüyorlar. Nedir bu çekim yasası? İşte bugün, hâlâ yana yakıla onlardan bahsediyoruz, onlara dair sohbet ediyor, yazılar yazıyoruz. Neden? Bizi sevdikleri için. Muhabbet elbette ki yukarıdan aşağıya doğrudur. Onlar bizleri sevmeseydi ne biz onlardan haberdar olabilirdik ne de onları sevebilirdik. Lutfettiler ve bir avcı gibi gönüllerimize fırlattıkları muhabbet oklarıyla bizi kendilerine çektiler. Huzur bulduk, buluyoruz, şükrünü eda etmekten aciziz. Burası böyle. Diğer yandan, bugün her ne kadar “moda” gibi görünüyor olsa da, hakiki âşıkları, dervişleri, sâdıkları taklit etmenin bile insanın terbiye ettiğini bilenler bilir. Bilmeyenler de bilir inşallah, diyelim. İnsan, kendini gözlediğinde, sadece taklit ederek geldiği seviyeyi kavrayabilir. Bundan sonrasıysa yetinmemektir. Aşkın da ilmin de sonu olmadığından, muhabbeti sınırında -yani sınırsızlığında- yürümek gerekir. Yoldan bahsetmiyoruz bile zira yeryüzünde yolsuz insan yoktur. Buyurun, “Yeryüzünde bulunan hiçbir canlı yoktur ki, Allah, onun perçeminden tutmuş olmasın”, Sure-i Hûd’un 56. Ayetidir, pek büyük bir müjdedir.

Sezai Karakoç, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’nin hayatına bakarken bu müjdeyi görüyor, bizim de görmemizi istiyor. Yeryüzüne böyle bir kâmil insan gelmiş, üstelik bizim Konya’mıza gelmiş, onun Anadolu’da açtığı irfan mektebi dört bir yanı aşkıyla yakmış, bu büyük nasip dünyanın dört bir yanını sarmış, bunu yeniden hatırlamamızı istiyor şair. Bugün dünyada en çok satılan kitapların başında geliyor Mesnevî ve dünyada hakkında en çok eser yazılan insanların başında geliyor Mevlâna sultan. Üniversiteler Hz. Pîr’in adına özel çalışmalar yapıyor, daha önceki tercümeler herkesin anlayabilmesi için yeniden gözden geçiriliyor, insanlık âlemine ve kâinata sunuluyor. Neticede herkes, kendi kabına göre anlıyor, anlamaya çalışıyor. Bir bilenle karşılaştığında, daha fazla bilmek istediğini görüyor. Çekim yasası, muhabbetin yüzeyde kalmasına razı gelmiyor, derinleşme istiyor. Tabiri caizse, “Benim aldığım izinden haberin var mı? Bu izinin geldiği kaynağa seni de götüreyim istemez misin?” diye soruyor. Şairden okuyalım: “Bir izin gereklidir. İçten gelen izin bile yetmez buna. Horasan ellerinden, Doğudan, ata yurdundan (o yurt ki sahabenin oraya gidişiyle Mekke ve Medine’nin uzantısı olmuş, yüzyıllar içinde mânevi ilimler ve yaşantılarla yoğrulmuş, taşı ve toprağıyla keramet ve hikmet yuvasına dönüşmüştü) bir esinti, bir teşvik, bir ilham, bir izin gelmelidir ki, insanın içi içine sığmaz olsun, kalkıp ilâhî neşenin âhengiyle semâ yapsın, kulağında öteden gelen ney sesleri, muştunun ve umudun nağmeleri olsun. Bir kıvılcım gerek ki, güneşte âdeta pişmiş olan bu ruh kömürü ateş alsın, alev alsın. O zamana kadar, alınanlar, verilenler, baba ve halifelerinden alınanlar da dahil, bir nevi ruhun kendi iç monoloğudur. Bir diyalog gerekli ki, taş taşa, demir demire sürtünsün ve ondan ilâhî kıvılcım çıksın. O kıvılcım da bütün ruhları sarsın ve alevlendirsin.

İşte şairin fevkalade bir önemle dile getirdiği o olması gereken diyalogun sahibi de Şems-i Tebrizî’dir. Onun gelişiyle ilâhî kıvılcım çıkmış, yanan sadece Mevlâna’nın kendisi değil, henüz küçük yaşta aldığı müjdedeki gibi yeryüzündeki bütün âşıklar da yanmıştır. Sezai Karakoç, bugün pek çok tasavvuf araştırmacısının ve hatta akademisyenin yapamadığını yaparak, Şems-i Tebrizî’nin Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’de neyi gerçekleştirdiğini harikulade ifade etmiştir. Esasında, Hızırla Kırk Saat’te yazdığı “Şems Bir Soruydu, Bir Cevaptı Mevlâna” dizesini bu kitabında şerh ediyor şair. Önce, hepimizin karşılaşması, belki bakıp görmesi, keşfetmesi gereken Şems’i fısıldıyor, “Şems-i Tebrizî... Kimi zaman nefsimizi sarsan ruhtur o. Kimi zaman bir aynadır ki, bize bütün eksikliklerimizi, kusurlarımızı, çirkinliklerimizi haykırır. Ama biz ne yaparız, kusurlarımızı, eksikliklerimizi düzelteceğimize, kızar, tutar aynayı kırarız.” diyor. Sonra; gelişi ayrı gidişi ayrı sırlı olan ve nereye konulacağı noktasında hâlâ şaşılan Şems-i Tebrizî’nin hakikatte ne olduğunu “görmek istemeyenlere” gösteriyor şair. O, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin sohbet şeyhidir. Sohbetin tasavvufta nasıl bir önemi olduğu, Şems-i Tebrizî ile Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî arasındaki ilişkide gözlemlenebilir. Onlar, ikiyken bir olmuş değillerdir, benlik duvarından kerpiç kopara kopara birliklerini aşikar etmişlerdir: “Şems-i Tebrizî’nin gelişiyle, fünye ateş aldı ve birikip sıkışmış bomba infilâk etti. Mâneviyat dünyası, Konya Okulu’nu kazandı. Doğu ve batı birleşti. Leylâ ve Mecnun ateşi, bir şimşek gibi yandı ve muratlar hasıl oldu. Anadolu ruhunun yüksek fırınlarından biri ateş aldı. Yüksek fırın, geç ısınır, geç ateş alır, fakat sonunda ateş aldı mı o artık kolay kolay sönmez. Uzun ömürlü olan ateştir o. Demiri eriten, ateşe çeviren, istenilen şekli vereceğiniz bir uysallığa erdiren büyük ateş ocağıdır o. Şems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlâna’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur. Gönlünün ilk silâhını denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak, Mevlâna için bir monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlâna öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlâna ve Şems-i Tebrizî, ayni ruhun iki yüzü. Bir elmanın, bir olmanın iki yarısı.

Üç büyük insan vardır ki Sezai Karakoç için medeniyet dairemizde hayati bir öneme sahiptir. İmam Gazzâlî; medeniyet katına yükselmiş İslâm düşüncesini sapmalardan, materyalizm ya da sahte spiritüalizm yönlerine kaymalardan kurtarıp hakikatine, yani sırat-ı müstakim’e oturtmuştur. Muhyiddin İbnü’l-Arabî; hakikatlerin özüne indi, nice ayetin sırrını açıkladı, maddenin gölge ve ruhun asıl olduğunu haykırdı. Böylece Gazzâlî akıl” dünyasının, İbnü’l-Arabî de “ruh” dünyasının pîri oldu. Sonra Mevlâna (aşk) geldi, cümle eksikler tamam oldu. “O, aklın, idrâkini aşan facialar karşısında sustuğu, ruhun kamaştığı noktada kalbe müracaat etti. Hakikati kalbin saf aynasında buldu ve buldurdu kendine inananlara ve güvenenlere. Ârif olmayı önerdi bilgin ve bilge olmanın yanında herkese. Kalb, ruhun duygularımıza açıldığı kapıydı O’nun gözünde… İslâm düşünce dünyasının büyük üçgeni ya da sacayağı da diyebilirsiniz bu üç büyüğe. İmânın tehlikeye düştüğü noktalarda beliren ışıklardır bunlar. Kur’an-ı Kerim’in ve Peygamber Efendimizin mucize ışıklarının devam edişi. Pencerelerden pencerelere, şehirlerden şehirlere, ülkelerden ülkelere, yüzyıllardan yüzyıllara vuran ölmez ve sönmez hakikat ışıkları…

İşte, Sezai Karakoç böyle “arif bir şairdi”, değil; böyle arif bir şair…

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Doğayı önceleyen şiir

Necdet Arslan'ın Çok Sabahlar Eflatundun adlı şiir kitabı Eylül 2020'de Mühür Yayınları'ndan çıkmıştı. Kitapta, aşk, özlem, umut, yalnızlık, hüzün temalarını işleyen 60 adet şiiri bulunuyor şairin. Necdet Arslan şiiri, genç bir şiir. Kullandığı sözcükler cıvıl cıvıl tertemiz bir Türkçe'dir. Şairin, şiirde işlediği konulardan ziyade, kullandığı anlatım biçimleri ve dili kullanma şekli göze çarpıyor. Yani şairin şiirlerindeki temanın yaptığı etkiyi birinci basamağa yerleştirirsek, dilinin yarattığı etkiyi en az birkaç basamak yukarı çıkarmalıyız. O; köhnemiş, günümüzde unutulmuş arkaik sözcüklere yer vermez şiirlerinde; hep ışıltılı bir söyleyiş peşindedir. Çünkü şair, hangi konuyla ilgili bir şiir yazacak olsa, o konuya ait albenili sözcükleri arar, bulur ve âdeta bir duvar ustası gibi şiir binasını örer. Onun şiirlerinde her şeyden önce sağlam bir yapı vardır.

Necdet Arslan, serbest şiir yazmasına rağmen iç uyaklar ve armonisi yüksek sözcüklerle yüksek oktavlı bir müzikalite yakalar şiirlerinde. "Nida" adlı şiiri buna en güzel örnektir:

"Geceyi elekten geçirdim
Ne kadar pişmanlık varsa hepsini yerinden ettim
Düşmedi tek damla bile gözlerinden..."

Necdet Arslan şiiri yekpare bir şiirdir. Bu sağlam yapıdan bir tuğla bile alınamaz. Çünkü o, kullandığı her sözcüğü inceden inceye ölçüp tartmış, bağlamda en uygun yere yerleştirmiştir. Sürekli kendini yenileyen ve aşan, devrimci bir şiirdir. Şair, şiirlerinde kullandığı hiçbir şekil ya da forma sonuna kadar bağlı kalmaz. Temaya en uygun biçimi bulur. Dolayısıyla da kimi şiirleri uzun, kimileri kısadır. Örneğin; " Son Yaz Çiçekleri" adlı şiirinde olduğu gibi:

"Şimdi sevdamızı gömme vakti geceye
Se-ni/se-vi-yo-...
Tamamlanmıyor bir türlü bu iki sözcük
Bütün hıncımla yüklensem bile son hecesi için dilime
düşmüyor ki düşsün o üç harf hemencecik."

Necdet Arslan, şiirlerinde müzik kadar resmi de kullanır. Sözünü ettiği konuya ilişkin; renkler, sesler bir ilkyaz coşkusuyla gözümüzün önünden akıp gider. Örneğin, "Sarı Adındı" adlı şiirinde olduğu gibi:

"Sarı senindi zaten
Mavileşti bu sabah sen istediğin için gökyüzü
Boğaz, martılar, dalgalar, güvertede yudumladığım çay
Görebildiğim her şey mavileşti birden.
Maviye dönüştü
bir yanda Haliç
öte yanda Üsküdar
Kız Kulesi,
Bebek sırtlarından taa Kandilli' ye kadar..."

Şiire gereğinden fazla yük yüklemez. Edebiyat öğretmenliğinden gelen bir melekeyle, şiiri düşünce ve felsefeye boğmaz. O, bunu elmada vitamin tadında yapar. Necdet Arslan şiiri, umudun şiiridir. Onun şiirlerinde olumsuz, karanlık, kötü, bedbaht sahnelere rastlanmaz. Aşkın o sonsuz ışığında dokunduğu her şeyi aydınlatır. Bakınız bu aydınlanma "Çivi Yazısı" adlı şiirinde nasıl gerçekleşiyor:

"Sokaktan evlere dağılırken
Bir koşu bize uğra sevdiceğim
Bir avuç gökyüzü koy sepetine
Salkım taneleri sarkıt dudaklarından
Söyle gümüşi ırmağa
Hiç susmasın serenadı..."

O, sınıftaki öğrenciden madendeki işçiye; tarladaki ırgattan bürodaki memura ya da toplumun daha üst katmanlarında yer alan her bireye de ulaşır şiirleriyle. Çünkü o, insana sevdalıdır ve bu sevda ırk, din ya da cinsiyetle sınırlandırılamaz. İmgeselle yalın olanı harmanlamış bir şairdir. Onun şiirlerinde büyük ustaların izleri görülse de o, birebir hiçbir şairin gölgesinde kalmayarak Türk şiirinde özgün bir ses olmayı başarmıştır. Şiirleri sadece kendisine benzer. "Günlerden Bir Cumartesisin" şiirindeki söyleyişi gibi.

"...................
Son güz de gelip çatsa bu sürgünün en ucundan
aşk patlar diyordum
yanılmamışım."

Necdet Arslan, şiirlerinde işlediği temalara bizim anladığımız anlamda bir yaklaşımda bulunmaz. Örneğin anneyle ilgili bir şiir yazmışsa, o şiirde anne- oğul sevgisinden ziyade Anadolu kadınının üretici, yaratıcı, çatlamış, o mübarek elleriyle kotardığı bir hayat vardır. Zira annelik salt bir canlı doğurmakla sınırlı değildir onun şiirlerinde. Necdet Arslan, anneyi doğanın da annesi gibi görür ve onu her güzelliğin menşei olarak işler şiirlerinde.. Tıpkı cümle annelere ithaf ettiği, "Onlar Diri Çiçek Kaldı" adlı şiirinde olduğu gibi.

"..........................
Onlar
Dirliğimize dirlik kazandıran
Yer tutup yüreklerimizde
Yan yana ağlayan
Gülerken alınlarında promete ateşi
Güneşin kapılarını aralayan..."

Necdet Arslan şiiri, her ne kadar dupduru bir Türkçeyle ve günışığı gibi aydınlık bir üslupla kaleme alınmış olsa da bir okuyuşla kendini ele vermez. Çünkü şair edebiyat eğitiminden edindiği söz ve anlam sanatlarına olan hâkimiyetini şiirlerinde sonuna kadar kullanır. Bize ilk anlamında çok fazla bir şey ifade etmeyen bir sözcüğe söz ve anlam sanatlarının merceğinden baktığımızda, o sözcüğün çok derin anlamlar ifade ettiğini fark ederiz. Örneğin, "O Gerdan O Gümüş Kolye" adlı şiirinde,

"Uyuyan hercai sessizliklerle
Duvarlara sığınıyor bu aymaz geceler
Umduklarımı, uğultularında gizliyor fırtına
Kaygılar kan revan içinde sarmaşıklaşıyor
Göğün en dibinde çiseye yakalanıyor düşlerim."

Uyuyan sessizlikler, duvarlara sığınan aymaz geceler, kaygıların kan revan içinde sarmaşıklaşması, çiseye yakalanan düşler... İnsan dışındaki nesne ve kavramlara insani özellikler yüklenerek kişileştirme sanatı yapılmış. Necdet Arslan şiiri, nesnel bir şiirdir. Şair hemen her şiirinde sinema tekniğinden en üst derecede faydalanır. Bunu da işlevsel nesnelerle yapar. Örneğin yağmurdan söz ediyorsa gelecek güzel günler için bereketi kasteder. Gökyüzünün maviliğinden söz ediyorsa yaşama sevincini, özgürlüğe olan tutkusunu anlatmak ister. Ağaçlar ve hayvanlar, insanlarla aynı yazgıya tabi olan kader ortağı canlılardır. Bu cümleden yola çıkarak Necdet Arslan şiiri doğayı önceleyen şiirdir, diyebiliriz.

Kısacası Necdet Arslan'ın Çok Sabahlar Eflatundun adlı kitabını okumaktan ve bu şiirleri anlamak için çaba sarf etmekten çok büyük tat aldım. Ne mutlu bize ki böyle güzel insanlar, böyle güzel şiirler üretmeye devam ediyor ve bizler de bu şiirlere ulaşıp onları okuyoruz.

Elmas Lüye

Şairin dünyayla arasındaki yıkılmış köprüler

Genellikle Dergâh Dergisi’nden tanıdığımız Ayşe Nur Biçer’in ilk şiir kitabı Alaska’da Bir Kayın ekim ayında Dergâh Yayınları’ndan neşredildi. Daha önceden kitap tecrübesi var Biçer’in, çocuk kitaplarından ötürü. Ancak bir ilk şiir kitabıyla karşı karşıya kalmak öbür tecrübeleri biraz arka plana atmalı diye düşünüyorum.

Alaska’da Bir Kayın 56 sayfadan oluşuyor ve 21 şiir barındırıyor. Biçer’in form veya anlamsal olarak şiir anlayışının farklı tezahürlerini görebilmek mümkün bu kitapta. Yani tekdüze devam etmeyen, iyi bir ilk kitapla karşılaşacaktır okuyucu kitabı eline aldığında. Ben de kitaptan alınacak şiirsel hazzı öldürmemeye çalışarak, önce şiirlerle ilgili genel bir çerçeve çizip sonra da bir iki şiire değinip yazıyı tamamlamak istiyorum. Ayşe Nur Biçer’in şiiri imgesel anlamda yoğun bir kitap değil. Birçok şiiri ilk okumada kendini ele veriyor. (Bu şiirsel olarak kötü bir durum değil elbette) Ama bu, imgeyi hiç kullanmadığı anlamına gelmez şairin. Üstelik bu imge-imgesizlik arasındaki denge tutturuşu okuyucu açısından da okunurluğu ve kitaba farklı zamanlarda tekrar dönmeyi kolaylaştıracaktır.

Şiirlerde genel anlamda belli bir devinim hâkim diyebilirim. Statikten ziyade bir hareketi, dinamizmi ortaya çıkarmaya çalışan enerjik şiirleri var şairin. Hatta bazen tez canlılık bile görebiliyoruz şiirlerde. Ki bence bu da şiiri bir üst segmente taşıma açısından son derece değerli bir nitelik:

sıkılmaz mı bir organ hep aynı yere bakmaktan/bir veranda, kayaların himayesinde bir mezar/rüzgârda sallanan yaprakların gölgesi/bir şapel tavanı sıkılmaz mı/medcezir olsa da savrulsam demez mi bir deniz/kepenkler kapanmaktan/bir cam aynı yere bakmaktan bıkmaz mı/cihazlar el değiştirmek ister de -neden olmasın/sarı abajur ansızın kırılmak istemez mi” (sf: 11)

kalmıyor gördün mü hiçbir şey kaldığı sanılan o yerde” (sf: 19)

göç etmeyi cılız bir nabza yeğledim” (sf: 48)

Lirik bir şair Biçer. Şiirlerinin hemen hemen tamamında lirizmin ve yer yer melankolinin hâkim olduğunu görebiliyoruz. Bazı şiirlerin bazı bölümleri veya bazen tek dize bana Cemal Süreya’yı hatırlattı. Zaten lirik ve melankolik bir şiir başka kimi hatırlatacaktır:

sana kendimden başka cümlem kalmadı” (sf: 14)

Sanatı, estetiği, şiiri, doğayı, dünyanın bütün ‘çekiciliği’ne tercih edenler var. Bu durumu başka insanlar değil, bu saydıklarıma önem verenler daha iyi anlar. Ve genel insan toplulukları için bu saydığım değerler ancak “karın doyurmayan çiçek böcek edebiyatı” veya “sanat sepet işleri”dir. Fakat bahsettiğim, hayatın altında ezilmiş, karnı aç, çocuklarının ihtiyacını karşılayamayan anne babalar değildir. Çünkü karnı aç bir insana şiir okunmaz.

Benim bahsettiğim, orta halli ama kendini dünyaya kaptırmış, ‘normal’ diyebileceğimiz insanlar. Şair Ayşe Nur Biçer onlardan değil, şiirlerinden anladığımız kadarıyla. Aslında şiir yazan çoğu kimse de onlardan değildir. Çünkü şairler ile dünya arasında genellikle bir uyumsuzluk söz konusudur:

Dünyayla aramda yıkılmış köprüler var” (sf: 15)

Şehrin akustiğine saklanmış bunca ses arasından/bir ben mi duyuyorum tıkırtısını göçmen kuşların” (sf: 28)

Aynı zamanda hayatın detaylarını da yakalamaya çalışan bir hâli var şairin. Bu da sanata ve estetiğe bakma hâlinden kaynaklanıyor olmalı:

ben bir azığı sırtlanırken/olmadık şeyler konuşurum karıncalarla/birlikte şaşarız bir karıncanın eklemlerine bazen/bazen bir kadın boynunun dayanıklılığına” (sf: 21)

Ayşe Nur Biçer’in şiiri okura tekinsiz bir alandan değil daha güvenli bir alandan sesleniyor. Sokak genellikle işin içinde ancak o sokak bile güvenli diyebiliriz. Hayat zaten hep akıyor şiirlerde. Hatta bazı şiirlerin somut olaylardan yola çıkarak kaleme alındığı görülüyor. Zaten şiiri geçtim her dizenin şairin hayatında bir karşılığı olmalı görüşünü savunuyorum ben ama Biçer’in bazı şiirleri bütün hâlde tek bir olaya indirgenmiş. Genellikle bu tür şiirlerde Garip akımının etkisi göze çarpıyor. (Ortakyaşam Şiiri gibi):

renklerin sabah sayımını yaparım/yeni açılmış bir demet kurşun kalemle/her şey ince bir salkım zaten/hiç çiçek yetiştiremedi annem de.

Bir de kısaca Önceden Planlı Bir Şey Olmasa şiirine değinip yazıyı tamamlamak istiyorum. Bu şiir hayatın olağan akışında karşılaşılan, tam evden çıkacakken eve habersiz misafir gelmesi durumunun hem eğlenceli hem de ironik bir biçimde şiirleştirilmiş hâlidir. Bu tür, hayatın içinden olan sahneleri şiire taşıyan hatta şiiri bunun üzerine kuran ‘cins kafalar’ edebiyatımıza her zaman gerekli diye düşünüyorum. Yani herkes İsmet Özel şiiri yazmaya çalışmamalı bence. Orhan Veli, Behçet Necatigil vb. şiirleri de dev şiirlerdir. Kim Metin Eloğlu şiirini küçümseyebilir? Ben bu şiirde, bu şairlerin bazı şiirlerinin rengini gördüm.

İyi bir ilk şiir kitabı Alaska’da Bir Kayın. Bana hitap etmeyen sadece iki üç şiir oldu diyebilirim. Onun dışında özellikle sevdiğim, başarılı bir şekilde kurulmuş ve anlamsal açıdan da değerli dört şiir seçtim kendime. Bu şiirlerden de altını çizdiğim bazı dizeleri paylaşıp yazıyı tamamlamak istiyorum. Uzun zamandır İsmet Özel ve Necatigil şiiri dışında şiir kitabı okumuyordum. Biçer’in kitabı beni tekrar yeni şairlerin kitaplarına yöneltecek sanıyorum.

Mümkün Mertebe: “kendime havadislerim var, yeni yeni ulaklar edindim” “vazgeçme, bil ki ziyan değil iç döküşün.

Cemreyi Düşerken Görmek: “Bahçede unutulmuş mahsul gibi/Hâlâ üzerimde şu acemi gömleği

Vapur Taksimi: “deniz ortasında bir ırmak tutuyor bizi/misafirlerini ağırlıyor çığlıklarıyla martılar/aklımızda ne memuriyet ne emeklilik garantisi/babalarımız avuçlarımızda sınır çizgisi.

Önceden Planlı Bir Şey Olmasa: “o muyum ben annemim gördüğü kırıntılar kadar mı/duvardaki nişleri kör noktalar, spotlar kadar mı/konuşmaya başladı durdurulamaz içimdeki babane/ uzunca anlattı yine misafirperverliğimin kâfi olmadığını/komşuları henüz çağırmadığımı ikram yapmadığımı/ bazı çözümler üretmiştim neyse ki hazırlıklıyım/kimse görmeden bir iç ses tıkacı takacağım.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif13

28 Kasım 2022 Pazartesi

Kendini tanımadan karanlığa çizik atamazsın

Serçe Risalesi, Akif Hasan Kaya’nın beşinci öykü kitabı. Editörlüğünü yaptığı Çizgi ile Yazgı kitabıyla beraber saydığımızda Akif Hasan Kaya altıncı kez selamlıyor okurunu: Altıncı kez ‘öyküleşiyor’ okuruyla.

Serçe Risalesi bir serçe kırgınlığında öykülerden oluşuyor. Sert ama olabildiğine hassas. Bir küfrün ardından çıkan savurgan ıslık sesi. En olmayacak yerde kesilen müzik. Yankısı ciğeri delen bir çığlık. Alın teriyle kanın karıştığı kutsal toprak. O hep orada olan, kaybolmayan melun düşmana karşı nöbeti kendine görev bilmiş asker/bekçi. Kalemin bekçisi. Umudun. Diri bir umut.

Belirsizliğin kıyısında dolaşıyor Kaya’nın ışık tuttuğu karakterler. Ne olduğunu anlayamadan, olup bitmiş imtihanlarla mücadele ediyorlar. Kaderin sorduğu soruyu cevaplayamıyorlar ama sınava giren, soruya maruz kalmış tek kişi de onlar sanki. İsyanın kenarından bedel ödeyerek kurtuluyorlar, isyana düşmüyorlar ama kadere aba altından sopa göstermekten de geri kalmıyorlar.

Ana odak acı olunca gerçek ile olağanüstülük de birbirine karışıyor. Hayal ile hakikat, somut ile soyut, keskin ile şeffaf iç içe. Öyle ki futbol oynayan çocukların topunu kaybetmeme uğraşını okurken bir anda daha önce kimsenin yemediği, kökünü kopmuş bir parmağa borçlu olan lezzet abidesi bir meyve ile karşılaşıyoruz. Ya da hayata tutunmaya çalışırken ezilmişlikle iffetin mağlup kollarında bocalayan kadının gözyaşına mendil uzatacağımız esnada, ejderha eti yiyen adamın ölümsüzlük sınavına tanık oluyoruz.

Dipsiz sokaklarda, köhne duvarların önünde gezinsek de güneş hep tepede, doğmuş veya doğacak. Akif Hasan Kaya bize umutsuzluk tablosu çizmiyor. Dünyanın/yaşamın umutsuzluğu itelese de önümüze, tutunacak bir dalın her zaman olduğunu; karanlığın ardından aydınlığın her sabah tekrar tekrar doğduğunu haber veriyor.

Umut ile umutsuzluk mücadelesi bu. Rahmani ve şeytani bir kavga. Kaya, kainatın esasında Allah’ın “celal” ve “cemal” sıfatının kavgası olduğunu, her zaman “rahmani” noktanın “şeytani” noktaya ağır basacağını sezdirmeden fısıldıyor kulağımıza. “Ateşin içinde su, bu acının içinde ilaç, bu ekmeğin yanında külfet, bu cennet, bu güneş, bu vaha, bu tuba, bu nimet, aş, ekmek; bu, bu, bu…

Kaya’nın bizi karşıladığı “esnek hikâyede” dahi “taş olsa erirdi bu yaşadıklarımdan” nidası çevreliyor zihnimizi. Ama işte taş olsa da erimeyecekti çünkü umut var. Ölümsüzlüğü yakalamış birinin ölmeyi başardığı anda belki. Belki de aklın kaybedilip deliliğe ulaşıldığı mertebede. Ama umut var. Oralarda bir yerde. Hem uzak hem yakın. Bazen gözün göremeyeceği uzaklıkta, ötelerde; bazense hemen önümüzde, yolumuzun üstünde, mesele görebilmek, ezip de geçmemek, ayağımızın altına almamak, bilakis başımızın üstünde ağırlamak.

Korkunun gölgesini kovalayan satırlar aslında korkunun hükmünün dahi bizim elimizde olduğunu anlatıyor. Düşman var ama korktuğun kadar tehlikeli değil. Güçlüsün, umuda sahipsin, duaya. Umudun yenemeyeceği düşman yok. Allah’tan umudu ancak kafirler keser. Görmekten korktuğun düşmanı gördüğünde, gözlerinden korku silindiğinde, o senden korkar hale gelecektir. Başka ihtimal yok. Rüyanda dahi avlayabilirsin düşmanı. Yeter ki korkma. İnsan olarak vasfının sırrına er, kendini tanı. Bil. Farkında ol.

Çünkü kendini tanımadan “karanlığa çizik atamazsın”. Ziya bunu bilmiyordu. Ziya bunu bilmediği için karanlığa çizik atamıyordu. Karanlığa çizik kılıçla atılmazdı. Nefsini bilen, Rabbi’ni bilir. Kendini bilen, nefsini bilir. Rabbi’ni bilen kendini bilir. Kılıç, hınç getiriyordu. Öfke. Öfke, nefistendir. Nefsinin esiri olan, kendini bilemez. Kendini bilemeyen Rabbi’ni bilemez. Nefsini bilmek için nefsinden azat etmen gerekir kendini. Özgür olman. Masumlaşman. Bir çocuk masumiyeti. Henüz bilinç sahibi olmamış çocuk, nefsinden bihaberdir ve kendisiyledir. Kendisiyle olduğu için Rabbi’yledir de. Bu nedenle ancak bir çocuk zorlanmadan karanlığa çizik atabilir. Çocuklar, bazen bizden çok daha güçlüdür. Belki de esas güçlü olan çocuklardır.

Ziya’nın bilmediğini Akif Hasan Kaya biliyordu. Ve kalemi bu yüzden karanlığa çizik atabiliyordu. Ziya’nın atamadığı çizik, Akif Hasan Kaya’nın kaleminden sadır oluyordu.

Esasında biz, kaleminden sadır olan o çiziğin öykülerini okuyoruz. O çiziğin peşinde sürdürüyoruz okuyuculuğumuzu, yolculuğumuzu.

Yaktığın sigaranın dumanın avlunun köşesine gramla düştüğünü görsen de güneşin, başını gökyüzüne kaldırabildiğin müddetçe umut var demektir ve dilin “elbet bir gün” zikrini devam ettirebilir. Bu umut, bu zikir; karanlığa çizik atmanın bekleyişidir. Avlunun içinde, demir parmaklıklarla çevrili, dışarıyla irtibatı koparılmış bir halde de olsan; gökyüzünden güneş aydınlığın habercisi olmaya devam etmektedir, öyle ki ona adım atarsan avluna gram dahi olsa aydınlığını yansıtacaktır. Aydınlık yansımadan karanlığa çizik atamayacaksındır.

Akif Hasan Kaya’nın öyküleri dünyanın bozuk düzenine sallanmış bir yumruk. Bir yumrukla dünyanın bozuk düzeni değişir mi? Değişmez elbet. Dünyanın yaradılışı bu fıtrat üzere. Ama bir yumruk sallayarak biz değişebiliriz. Biz, bir an önceki halimizden farklı oluruz. İnsan olarak farklı oluruz. O yumruğu sallamak zorundayız. Firavun’a taş atmak zorundayız. Bu taş bazen sapanla atılır bazen kalemle. Kaya, kalemle atıyor. Dünyayla, zalimle, sistemle, sistemin çarkıyla, felekle, acıyla dövüşüyor. Durmadan. Durmadan dövüşüyor. Yenmek için, dövüşmek için. Kazanmak için değil, kaybetmemek için. Çünkü ara ara şu gerçek de yokluyor kulağımızı: Çivi, çiviyi söker. Deliliğin akıldan kurtulmak olduğunu unutmadan, delinin dediğini hatırlayalım tam burada: “Ejderha eti yemiş birini ancak ejderha eti yemiş bir başka kişi öldürebilir!

Yasin Taçar
twitter.com/muharrirbey_