12 Şubat 2022 Cumartesi

Kıbleyi nerede kaybettik?

“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.”
- Hadis-i şerif

Toplumsal dönüşümler, kişisel tercihlerin ve temennilerin ötesinde kitleleri ikna edecek kanaat önderlerine, onları harekete geçirecek eylem adamlarına ve kararlı liderlere ihtiyaç duyar. Orta Asya’dan çıkıp Anadolu’yu yurt edinen, Viyana kapılarına kadar adalet ve barış tesis eden, İslam’la müşerref olup yüzlerce yıl İslam’a bayraktarlık yapan ecdadımız, yalnızca keskin kılıçlarıyla değil; bilhassa imanlarıyla mücadele etmişlerdir. Ecdadımızın en yüce davası “İ’lâ-yı Kelimetullah”tır. Fethedilen coğrafyalar birer sömürgeye dönüştürülmemiş; halkın dinine, diline karışılmamıştır. Türk sancağı, bütün mazlumlar için bir kurtuluş ümidi olmuştur. Bugün Amerika’nın uyguladığı “green card” uygulamasının ilk olarak Osmanlı Devleti tarafından uygulanmış olması da bu adalet şuurunun bir ifadesidir.

Ecdadımız, özellikle İslam’la müşerref olduktan sonra, şehir kurma ve şehirleri mamur kılma hususuna ehemmiyet göstermişlerdir. Fethedilen şehirlerdeki ibadethaneler yıkılmayıp şehirde Müslümanların yaşayacağı mahalleler inşa edilir ve söz konusu mahalleler cami merkezli düşünülürdü. Pek çok İslam şehrinde medreseler kurulmuş, astronomiden matematiğe, tıptan, kimyaya, felsefeden edebiyata kadar pek çok alanda öncü çalışmalar yapılmıştır. İlim adamları himaye edilir, kitap ve kütüphane önemsenirdi. Günümüzde sıklıkla karşılaştığımız; “Biz ne ara bu hale geldik?” ya da “Biz öyle bir ecdadın torunlarıyız ki…” şeklindeki serzenişler bir tür geçmişe özlemi ifade etmenin ötesinde içine düştüğümüz gafleti de açığa vuruyor.

Osmanlı Devleti’nin askerî ve ekonomik alanlarda özellikle Avrupalı devletler karşısında gerilemesi, toplumsal bir çözülmeye sebep olmuştur. Batılı devletlerin yeni ticaret yolları sayesinde ulaştıkları coğrafyaları sömürerek sağladıkları refahı ve İslam alimlerinin kitaplarını tercüme ederek ulaştıkları yeni bilimsel keşifleri onların yüksek medeniyetiymiş gibi algılayan hatalı zihniyet devletin kurtuluşunu Batılılaşmakta görmüş ve ferdinden kurumlarına kadar sistemli bir Batılılaşma hareketi başlamıştır. Yüzlerce yıldır toplumun dinamiklerini belirleyen kurumlar hakir görülerek Batılı kurumlar transfer edilmiş ve yine binlerce yıldır ecdadımızın zihin dünyasını oluşturan kavramların yerine yeni bir medeniyet tahayyülü sokulmak istenmiştir. Oysa kurumlar, toplumların ihtiyaçlarına göre oluşturulur. Siz başka bir medeniyet dairesi ait bir kurumu kendi toplumunuza taşımakla aynı ihtiyaçları da taşımış olursunuz. Bu da zaman içerisinde sizin de milli kimliğinizi kaybedip onlara benzeyeceğinizin habercisidir. Günümüz Türkiye’sinde adalet, eşitlik, millet, ümmet, özgürlük, modernizm, şehir ve kent gibi konularda düşünürken ya da soru sorarken olaylara Batılı bir zihniyetle yaklaşıyoruz. Batılılaşma sürecini yanlış okumuş olmak bizi Batılı bir toplum yapmamış olmakla birlikte İslamî hassasiyetleri zihinlerimizden uzaklaştırmış olduğunu üzülerek ifade etmeliyiz.

Abdurrahman Arslan, Beyan Yayınları’ndan çıkan kitabı Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm adlı kitabında İslam ve cemaat, Kemalizm, Din ve devlet, Arap Baharı, Kapitalizm, medrese, özgürlük, adalet, modernizm ve kent kavramları üzerinde Müslümanca bir zihinle düşünüyor. Asım Öz tarafından yayıma hazırlanan kitap, Abdurrahman Arslan’ın söyleşilerinden oluşuyor. Kitaba da ismini veren konuya dair şu ifadeleri kullanıyor hocamız: “Sudanlı Müslüman düşünür Hasan Turabi’nin dediği gibi ‘Müslüman dünya kıblesini arıyor.’ Evet, kıblemizi arıyoruz; güzel bir teşhis. Neyin doğru, neyin yanlış; neyin kalıcı, neyin aktüel olduğunu bilmiyoruz artık. Birçok önemli meseleyi yanlış zeminlerde tartışıyoruz. Cemaatle sivil toplumu birbirinin muadili olarak görüyoruz. Mesela kadın-erkek ilişkilerini feminist bir bağlam içinde İslam adına tartışıyoruz. Feminist taleple eşitlik temelinde tartışıyoruz fakat meseleyi İslam’ın ölçüsü olan adalet temelinde nedense hiç tartışamadık. Bu, zihnen oluşumuzun, bize ait Arşimet noktalarının kaybolduğunun ifadesidir.” Bu sözlerde esas hocanın esas şikâyet ettiği şey meselenin kendisinden ziyade meseleyi tartışırken Batılı bir zihniyetin esiri oluşumuz. Abdurrahman Arslan Hocamız 28 Şubat’a dair de şunları söylüyor: “28 Şubat’ın yapmaya çalıştığı ‘devleti Müslümanlardan arındırma’ ya da ‘İslam’ın siyasal ve kamusal alandan kovulması’ gibi teşebbüsler umulan neticeyi vermeyecektir. Burada esas sorun, Müslümanlarla ilgilidir: 28 Şubat’ı milat ilan ederek her şeyi ona yüklemek nihayette Müslümanların kendi isteklerini, dünyaya ne kadar düşkün olmaya başladıklarını görmelerine engel teşkil etmektedir. Nitekim şimdilerde şahit olduklarımız da maalesef budur.” Bu ifadeleri 2001 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide söylüyor hocamız. Özellikle günümüzde, iktidara bir şekilde yakınlaşan Muhafazakârların makam ve mevki için tevessül ettiklerini düşündüğümüzde hocamızın ne denli isabetli bir değerlendirme yaptığını anlayabiliyoruz.

Başörtüsü mücadelesinde de kazanımlarımızın bizi yanılttığını ifade ediyor hocamız ve özellikle başörtüsü serbestliğinin bir insan hakları meselesi ya da demokratik bir hak talebi olarak ortaya konmasının meseleyi yüzeyselleştirdiğini ve Allah’ın emri olan örtünmenin sanki demokratik bir hakmış gibi algılanmasıyla düşünsel bir kırılma yaşanmasına yol açtığını vurguluyor. Bu süreçte feminist hareketin de etkisiyle başörtülü kadın kamusal alanda kendine daha geniş yer bulmuş ve muhafazakâr kadının kamusal alandaki vatandaşlık ve meslekî rolü, evin içindeki annelik rolünün önüne geçmiştir. Aile kurumunun birleştirici unsuru olan annenin evin dışına çıkma özgürlüğü gibi okunan ama esasen annenin evden kovulma süreci şeklinde gelişen çalışan kadın meselesi bugün itibariyle bakıcı, kreş, çocuk eğitimi, aile içi şiddet, boşanma, yaşlı bakım evleri, tüketim çılgınlığı, toplumsal bunalım gibi akla gelebilecek pek çok problemi gündemimize soktu. Bu hususta “İslam adalet dinidir, eşitlik dini değildir.” uyarısını yapıyor hocamız.

Müslümanların kıblesini kaybetmesini şu şekilde açıklıyor Abdurrahman Arslan: “Siz başkası üzerinden düşüncenizi ve eyleminizi kurguladığınızda, sadece onun kaygısı ya da anlayışı üzerinden kurarsınız. Böyle bir durumda ise adalet olmayabilir ortada. Tabiî bu bizim ahlâkî anlayışmızda da ciddi zaaflar yaratıyor. Bir kere bu bizi pragmatizme davet ediyor. Pragmatizmin vardığı nokta oportünizmdir. Bugün Müslümanlarda gördüğümüz ahlâkî tutarsızlığın önemli sebeplerinden birisi budur. Müslüman kendi yaptıkları üzerinde düşünmüyor. Tam tersine, yaptıklarını öteki bağlamında değerlendiriyor.” İktisadi faaliyetlerine meşruiyet zemini bulmaya çalışan günümüz Müslümanları, Allah’ın ölçüleri yerine birbirlerinin faaliyetlerini kıstas göstererek başkalarının günahlarıyla kendi cennetlerini inşa etmeye çalışıyorlar. Başkalarının günahının bizi cennete götürmeyeceğini unutuyoruz.

Devletin din eğitimi vermesinden aile içi anlaşmazlıklara dahil olmasına, oruç ibadetinin vücut sağlığına yararları konusunda doktorların açıklamalarından şehir ve kent arasındaki farka, dindarlıktan tasavvufa kadar çeşitli konularda düşüncelerini açıklıyor hocamız. İslam’ın bir şehir dini olduğunu ve kentlerin İslam’ın özüne uygun olmadığını belirtiyor. İslam’da cemaat şuurunun önemine değinen Abdurrahman Arslan hoca, cami ekseninde teşekkül eden cemaat anlayışının bugün itibariyle etkisizleşmiş olmasını eleştiriyor. Müslümanların sivil toplum örgütü kurarak cemaat şuurunu koruyamayacaklarını ve gerçek anlamda cemaat şuurunun fıkıh ve tasavvuf sayesinde mümkün olabileceğini savunuyor.

Yahya Kemal’in ifadesiyle bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak Viyana kapılarına kadar giden ecdadımızın kanaat üzere inşa edilen ve İslamî hassasiyetlere dayanan yaşam biçimi yerini muhafazakâr kadın modasına, sünnet düğünlerinde sema gösterilerine bırakmış durumda. Tasavvufa dair iki kelam etmeye kalktığımızda “Yahu hangi devirde yaşıyoruz!” diyen bir Müslüman’ın zihninin esir olmadığını iddia etmek oldukça ahmakça olsa gerek. Yazımı hocamızın özellikle üniversite gençliğine tavsiye ettiği bir kitapla bitireyim: Mekke’ye Giden Yol. Kitabın yazarı Muhammed Esed; Libya’nın bağımsızlık mücadelesine katılmış, Pakistan’ın Birleşmiş Milletlerdeki delegeliğini yapmış Yahudi asıllı bir Avusturyalı. Kitabın arka kapağındaki ”İslâm dünyasının iç yüzünü, canlı gerçeğini ve Batı’ya karşı direniş destanını anlatan eşsiz bir edebî eser.” ifadeleri dikkat çekiyor.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

5 Şubat 2022 Cumartesi

İnsan izinden bilinir

"Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözün can gerek anlayası."
- Yûnus Emre

İnsan elbette sözle anlaşır ancak sözün anlam kazanabilmesi için anlatıcı ile dinleyicinin anlam dünyalarının kesişmesi gerekir. Bununla birlikte söz konusu bilginin de hem anlatıcı hem dinleyici tarafından gerek gündelik yaşamlarında gerekse zihinsel dünyalarında bir karşılığı olmalı. Günümüz insanının muhayyilesinde tasavvufi gerçekleri idrak edecek bir zemin oluşturmak oldukça güçtür. Tasavvuf, İslam coğrafyasında güçlü bir şekilde yaşandığı dönemlerde dahi pek çok rumuz kullanarak kendini ifade edebilmişken günümüzde öncelikle bu rumuzların çözülmesi ve daha sonra da günümüz zihniyetinde bu rumuzlara karşılık gelecek yeni rumuzlar bulunması gerekir. Bu anlamda düşünüldüğünde özellikle Lütfi Filiz’in Noktanın Sonsuzluğu isimli dört ciltlik eseri, günümüz insanının tasavvufu anlaması noktasında oldukça önemlidir. Lütfi Filiz, özellikle fizik bilimi başta olmak üzere yirminci yüzyılda ulaşılan bilimsel veriler ışığında, günümüz toplumsal ve siyasal yapısından hareketle tasavvufi kavramlara açıklık getiriyor.

Yûnus Emre’nin yukarıda zikrettiğimiz dizelerinde de rumuzlu bir anlatım var: Dilsiz nasıl bir haber getirebilir, kulaksız bu haberi nasıl dinleyebilir. İlk dizedeki çelişkinin açıklaması ikinci dizede veriliyor. Dilsizin de kulaksızın da anlaşmak için kullanacağı şey “can”dır. Ama bugünkü manada can değil. Yine Yunus’un bir başka şiirinde; “Ten fanidir, can ölmez, çün gitti geri gelmez / ölür ise ten ölür, canlar ölesi değil” diyerek ifade ettiği üzere ölümlüleri yaratan ve ölümsüz olanla irtibat kurduğumuz “can”dır. İnsan, diliyle söyler; kulağıyla duyar lakin dil de kulak da ölümlü olduğu için bunlarla ancak bu dünyaya ait olanları söyleyebilir ya da duyabilir. Ötelerin ötesini duyabilmek için can dili, can kulağı gerekir.

İşte, Sadık Yalsızuçanlar’ın Gezgin romanında hayatını anlatmaya çalıştığı İbn-i Arabî can gözüyle görmüş, can diliyle söylemiş bir insan-ı kâmil. Sadık Yalsızuçanlar, kronolojik bir hayat hikâyesi anlatmak yerine İbn-i Arabî’yi tasavvuf anlayışı içinde bir tekâmül serüveni içinde anlatıyor. Henüz on dokuz yaşında olmasına rağmen devrin filozoflarıyla hikmet tartışması yapabilecek kadar saf bilgiye ulaşmış, ilham ve keşif yoluyla öğrendiklerini ilmi bir metodla sürekli not eden Gezgin sistematik bir şekilde eserlerini ortaya koyuyor. Endülüs’te başlayıp, Fas, Arabistan, Suriye, Filistin ve Anadolu’ya uzanan bir yolculuğun hem kendi içinde kemâle erişini hem de bıraktığı eserlerle gerek çağının sufilerini gerekse sonraki çağların sufilerini etkileyen vahdet-i vücut anlayışını okuyabiliyoruz romanda.

Gezgin’in Filozofla karşılaştığı sahnede tevhit anlayışı şu şekilde veriliyor: “Sanki üç kişiydiler, Filozof, Gezgin ve Sessizlik. Filozof, Gezginle Sessizlik’i ayrı birer varlıkmış gibi hissediyordu. Sonra bu duygusu dağıldı, sadece Gezgin’i görmeye başladı. Kendisi de sanki yok olmuştu. Sadece o vardı.” İnsanın bir kâmil insan karşısında kendi benliğinden sıyrılarak Allah’ın birliğini ve bütün varlıkların Allah’ın varlığının bir yansıması olduğu idrak etmesi günümüz insanı için teorik olarak kolay görünse de bunu hakka’l yakin derecede bilmek pek kolay değil. Kendi varlığını yok kabul etmek günümüz insanı için oldukça romantik görünüyor. Burada İslâm inancının ve tasavvufun “Teslim ol ki hür olasın.” düsturunun önemi ortaya çıkıyor.

Devrin hükümdarları kendisinin fikirlerine başvurmuş, İbn-i Arabî bu istekleri herhangi bir makam veya mevki almamak karşılığında yerine getirmiştir. Saltanattan, şöhretten mümkün olduğunca uzak durmuş ama devrin sultanlarına alem-i İslam’ın selameti için tavsiyelerde bulunmaktan geri durmamıştır. Kitaplarını yazma amacına yönelik Gezgin’in ağzından şunları söyletiyor Yalsızuçanlar: “Bu kitapları yazarken yazarlık yapmak istemiş ya da belirli bir amaç gütmüş değilim. Ama kalbimi yakan ve göğsümü sıkıştıran bir ilhamı aktarmak zorundayım.” Bu ifade bize hem İbn-i Arabî’nin gerçek bilginin kaynağıyla ilgili fikirleri hem de dünyaya bakışı hakkında bilgi veriyor. Yalsızuçanlar’ın Gezgin’in ağzından aktardığı şu sözler de İbn-i Arabî’nin vahdet-i vücut anlayışını izah etmesi bakımından önemli: “Yalnızlık ona mahsustur. Yaratıcı’ya oranla O’ndan gayrı olarak algılanan her şey, bir yanılsamadan ibarettir. O’ndan başkasına ad olarak kullandığımız her sözcük bir ikilik içeriyor, aşılması gereken bir eksikliğe işaret ediyor. Rab ile kul arasında bir ayrımdan söz edilince, bu ikilik, aşılması gereken sınırlar üretiyor. Oysa varlık birdir, ikilksiz Tek’in dışında ne varsa bir hayal, bir gölgedir.” Bu ifadeleri günümüzün seküler zihniyeti insanın kendini Tanrılaştırması biçiminde yorumlayarak büyük bir hataya düşüyor. Bu sözlerde esas ifade edilen; sadece insanın değil, Yaratıcı dışındaki hiçbir şeyin bir varlığının olmadığıdır. Var olan tek şey tecellidir. Tecelli ise yine O’na aittir.

Yalsızuçanlar’ın romanı bize sadece İbn-i Arabî’nin hayatını sunmuyor. Dönemin İslam bilginleri, mutasavvıfları, siyasi olayları ve bütün bunların içinde İbn-i Arabî’nin tasavvuf anlayışını, insan-ı kâmilin özelliklerini ve dünya hayatının geçici bir yolculuk olduğunu okuyoruz Gezgin romanında.

Erhan Çamurcu
twitter.com/erhancmrc

3 Şubat 2022 Perşembe

Kalplerimizin yaşı yoktur

Çocuk kitapları çocuklar için yazılmış olsa da aslında yetişkinlerin dünyasını da yansıtır ki zaten bildiğiniz üzere bu kitapların yazarları da yetişkinlerdir. İçinden gelerek, özenerek eser üreten her yazar çocuk kitabı dahi olsa insanların genelini ilgilendiren bir meseleye dokunur. Bundan daha da güzeli böyle bir kitabın kalplere dokunacak olmasıdır. Kalplerimizin yaşı yoktur. Samimiyetle yazılan her eser okurda iz bırakır, belki insanı sorgulatır ve her okunduğu yaşta farklı anlamlar kazanır. Öyleyse nitelikli çocuk kitaplarının belki okunmaya başlanırken uygun bir yaş sınırı vardır ancak ondan sonrası için bir yaş sınırı belirlemek abestir. Ne de olsa ölene kadar hayatımızın başlangıcı olan çocukluğumuz içimizde bir yerlerdedir.

Böyle bir girizgahtan sonra kalbime dokunan bir çocuk kitabından söz etmek isterim: Evsiz Ben’in Hikâyesi. Kitabın yazarı Özgür Aras Tüfek, kendisi Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni ama şimdilerde bir rüyanın içinde gezer gibi İstanbul Masal Okulunda çocuklara masallar anlatıyor. Yazarın daha önceden dilimizi korumanın önemini hatırlatan Türkçenin Muhafızları adlı bir serisi yayınlandı. Yakın zamanda da Evsiz Ben’in Hikâyesi okurlarla buluştu. Evsiz Ben’in Hikâyesi küçük dağ çileği ile sakız ağacı arasında geçen konuşmalarla başlar. Dağ çileği diğer çileklerden küçük -farklı- olduğu için üzülmekte, sakız ağacına dert yanmaktadır. Ama sonra diğer çilekler koparılırken kendisi küçük olduğu için koparılmayınca ve çok sevdiği sakız ağacının yanında kalınca bunun çok da kötü bir şey olmadığını anlar. Sakız ağacı ona gün gelip büyüyeceğini ve elbet onun da koparılacağını söyleyince küçük çilek ama benim evim burası, diye itiraz eder. Sakız ağacı ev ne demektir minik dağ çileğim, diye sorduğunda çileğin verdiği cevap tüm kitabın can alıcı noktasını bize özetler: Ev içinde rahat ettiğimiz, huzur bulduğumuz, sevdiğimiz, sevildiğimiz yerdir. Bunun üzerine sakız ağacı ona esas hikayemiz olan Evsiz Ben’in hikayesini anlatmaya başlar.

Evsiz Ben bir zamanlar bu çilek tarlalarında gezinen salyangozlardan biridir. Ancak o diğer salyangozlardan farklıdır; sırtında onu kötü havalardan, tehlikelerden koruyacak bir kabuğu yani evi yoktur. Bu da diğer salyangozlar arasında alay konusu olmuştur, Evsiz Ben mutsuzdur. Gün gelir evini aramak için yola çıkmaya karar verir. Buradaki yol motifi birçok hikayede karşımıza çıkar. Mutsuz/rahatsız olan kahraman gerçekten kahraman olabilmek için zorlu bir süreçten geçmelidir. Kahramanların bu cesareti gösterdiği ve zorlukları göze alıp yola koyulduğu noktada hikayeler de başlar. Evsiz Ben yaşlı salyangozun ona verdiği ayna, ip ve sopayla evini aramak için yola çıkar. Bu üç nesne yolculuğunda Evsiz Ben’e yardımcı olur. Yollarda çok yorulduğunda sopasından destek alır, aynasının ışığını yansıtarak tarla farelerini yardıma çağırır, ipini su kuyusundan çıkmak için kullanır. Yine de havasına, suyuna alışamadığı bu bilmediği yerlerde yorgunluktan bitap düşer ve uyuyakalır. Uyandığında bir turna kuşuyla gökyüzüne doğru çıkmaktadır. İlk başta korksa da korktuğu gibi olmaz, daha önce tarla fareleriyle olduğu gibi turna kuşuyla da dost olur ve neden bu yola çıktığını ona da anlatır. Turna kuşu kendisini sürpriz bir yere götürecektir. Acaba Evsiz Ben orada evini bulabilecek midir?

Hikayenin sonu okur için sürpriz ve düşündürücü bir sonla biter. Turna Kuşu Evsiz Ben’i öyle bir yere getirir ki Evsiz Ben şaşkınlık içinde kalır. Çünkü bu yerde kendisi gibi kabuksuz olan bir sürü salyangoz dolaşmaktadır. Bunlar sümüklü böceklerdir ve Evsiz Ben de aslında bir salyangoz değil sümüklü böcektir. Meğer onda bir eksiklik/kusur yoktur sadece ait olduğu yerde değildir. Ama Evsiz Ben hikayesini, arayışını, yolda olma halini öyle sevmiştir ki burada da uzun süre kalmamaya ve gezmeye karar verir. Çünkü belki de bir yerlerde bu hikayeyi duymaya ihtiyacı olan birileri onu beklemektedir.

Kitap bitince düşündüm ki hangimiz hayatın bir dönemecinde kendimizi diğerlerinden farklı, eksik görmedik ki? Hangimiz acımızı biricik bilip kendimizi yalnız hissetmedik? Belki hepimiz hissettik ama kaçımız Evsiz Ben gibi cesaretle evimizi yani huzur bulacağımız yeri/beni aramaya cesaret edebildik? Ve bu yola çıkınca asıl olanın aramak olduğunu idrak edebildik? Yazımızı Kemal Sayar’ın şu sözleriyle bitirelim: "Mutluluk arayışını bir kenara bırakalım artık, arayışın mutluluğu bize yeter. Bir bitiş çizgisi yok, aceleye mahal yok. Yolda olmak, büyümek ve en güzelin, en doğrunun izini sürmek. Gönlün yolla sermest olduysa, daha ne istiyorsun?"

Zeynep Odabaş
twitter.com/zeynneppakyol

Bir aptal bir aptala

“Bireysel ve kolektif tarihimizin gerçek ve ahlaki yüzü, ayrılıklar ve birleşmeler, trajedi ve komedinin sahnelendiği büyük oyundan başka bir şey değildir.”
- Maxime Rovere

Her gün onlarca insanla karşılaşıyoruz ve herhangi bir hukukumuzun olmasına gerek kalmadan hemen hemen hepsi hakkında bir fikrimiz oluşuyor. Dahası, yaşadığımız çağda artık bu karşılaşmaların yüz yüze ya da kanlı canlı olması gerekmiyor. Kitle iletişim araçları, internet teknolojileri, sosyal medya uygulamaları derken gerçek ile sanalın iç içe geçtiği büyük bir curcunanın içinde buluyoruz kendimizi. Pragmatizm eksenli zaaf ve eğilimlerimize zamanın ruhu da eklenince bu karşılaşmaların sonucunda yüzeysel fikirlerin yumağı hâline geliyor zihnimiz. Pragmatik yönümüz (bunu ahlaki ve/veya etik tutum şeklinde yorumlayanlar olacaktır) insanlar hakkındaki bütün fikirlerimizi uygun ortam olduğuna kanaat getirmediğimiz sürece açığa vurmamayı salık veriyor. Biz de öyle yapıyoruz. Esasında bu düşüncelerimizin genelinin ham fikir olduğunu söyleyebiliriz. Zira birden belirmiş ve zihinsel süreçlerden geçerek işlenmeden oluşmuştur. Dolayısıyla bunlar fikirden ziyade yargı, hatta birçoğu önyargıdır. Peki, hemen yukarıda paranteze alınan, sırtımızı dayayıp kendimizi temize çektiğimiz ahlak ya da etik bu işin neresinde?

Kolektif Kitap’tan çıkan "Aptallarla ne Yapmalı?" meselenin tam da bu yönüne eğiliyor ve felsefi açıdan sorguluyor. Kitap aptallığın felsefi boyutuna değinmesine değiniyor fakat felsefe tarihinin, aptallığın karşıtı olarak konumlandırdığı akıl üzerinden oluştuğu için filozofların aptallarla uğraşamayacak kadar yoğun olduklarının da altını çiziyor. Felsefenin ya da filozofların laftan anlamayana bir şeyler anlatmaya çalışarak zamanını boşa harcamayacağını söylüyor. Filozoflar açısından aptallık aklı kullanmayanların içinde bulunduğu teknik bir durumdur. Gelelim en önemli kısma: Bu teknik durumu derinlemesine analiz eden yazar Maxime Rovere, çalışmasını “etkileşimsel etik” şeklinde tanımlıyor. Henüz ahlakı ve etiği zihinsel açıdan hazmedememiş ‘etkileşenler güruhu’ için ne kadar da uç bir tanımlama demekten başka bir şey gelmiyor elden. Bununla birlikte yazarın nihai amacını alt başlıkta net olarak anlıyoruz: Rovere, “onlardan biri olmamak için” diyerek okurun içine bir kurt düşürmüyor değil. Ki, kurt’un akıbeti kitap bittiğinde ortaya çıkıyor. Psikoloji ve sosyoloji başta olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanıyla iç içe olan yüz altmış sayfalık kitap Türkçeye Servet Ugan’a tarafından çevrilmiş.

Aptallarla ne Yapmalı gerek isim gerekse içerik açısından ilk bakışta eğlenceli gibi görünüyor -ki öyle olmadığını söyleyemeyiz- fakat ilerledikçe aslında insanın kendisiyle yüzleşmesine neden oluyor. Öncelikle söylemek gerekir ki, çalışmanın üzerine inşa edildiği ‘aptal’ kelimesinin günlük hayattaki karşılığı biraz muğlak. Sözlük karşılığı üzerinden hareket edildiğinde uzlaşılan bir anlam bulunabiliyor fakat birini işaret etmeye kalkışıldığında sorunlu hâle geliyor. Basitleştirerek söylersek yazarın şöyle bir tespiti var: Aptallık birini işaret ettiğinde öznel bir tabir olduğundan işaret edenle sınırlı kalıyor. Bir anlamda göreceli bir duruma dönüşüyor ve herkes herkesin aptalı olmaktan uzak değil. Birisini aptal olarak niteleyen bir başkasının aptalı konumunda olabiliyor. Dolayısıyla aptallık net ve nesnel bir konumlanma bulamıyor. Bütün bu söylediklerine rağmen bir tanım getirmekten geri durmayan Rovere göre aptal, “Başkalarına saygı göstermeyip sıradan sağduyu ilklerini bile hiçe sayarak birlikte yaşamanın koşullarını ortadan kaldıran kişidir.

Yazar aptallardan kurtulmanın mümkün olmadığını, onlarla mücadele etmenin ise çok zorlu olduğunu belirtiyor. Zira bir aptalla mücadele etmeye kalkışmak aptallaşmanın adımlarından biridir. Aptallık bulaşıcıdır ve muhatabını aklın atıl bırakıldığı bataklığa çeker. Aptallaşmaya neden olan bir diğer tutum başka birini aptal olarak nitelemektir. Çünkü birini aptal olarak nitelemek öznel bir yargıyla hiyerarşik bir konumlanmayı beraberinde getirir ve niteleyenin kendisinin üstün olduğu düşüncesine dayanır. Tipik aptal tavrının arka planında da bu vardır. Bu tehlikelerden sakınabilmenin yolu aptalları tanımaktan geçmektedir. Rovere göre aptallar herhangi bir şeyi kabul etmez, fikri sabittir, inatçıdır, ne olduğuna bakmadan savaş ister, şiddet yanlısıdır, yıkıcıdır, bilinç dışı hareket eder, kolay olanı seçer, uyumsuzdur, diyalogdan uzaktır, iletişime kapalıdır… Rovere bu aşamada bazı önerilerde bulunuyor. Kişinin aptalların yaptıklarını salt manada kötülük olarak ele almayıp iyilikle yaklaşması, kendisiyle yüzleşip duygularını kontrol ederek meydan okuması ve üstün olduğu düşüncesiyle ahlaki ders vermekten kaçınması aptallarla mücadele etmenin işe yarar yöntemleri olabilir. Görünüşte basit öneriler fakat insanın doğası bu basit önerilere uymaya izin verir mi, orası tartışılır. Zira kötülük konusu, tahammül eşiği, ahlaki görelilik son derece kaygan bir zemine sahip.

Aptallarla ne Yapmalı’da aptallığın iradi olup olmadığı, ahlaki durumu, etik boyutu, genetik yönü ile psikolojik, sosyolojik ve felsefi bağlamına dair kapsamlı analizler yer alıyor. Buna göre aptallık hukuki değil, olgusal bir şeydir ve yaptırım açısından ancak toplumsal değerler çerçevesinde bir karşılığı olabilir. Dolayısıyla hukuk ve ahlak gibi normlar aptallığı yok etmede yetersizdir. Diğer yandan toplum zorunlu olarak aptal üretir, devlet otoritesi için aptalı ister. Ne aptal ne de aptallık bitirilemez, yok edilemez. O hâlde aptallarla yaşamaya alışmak zorundayız fakat aynı zamanda aptallığın hayatı zorlaştırmasına da izin vermememiz gerekir. Bu da aptallarla nasıl mücadele edileceğini bilmek ve aptallık tuzağına düşmemenin yollarını bulmaktan geçer. Kitap tam olarak buradaki farkındalığın izini sürüyor ve mümkünlüğünü arıyor. Hülasası, aptallardan kurtulmak mümkün olmadığına göre, etkisini azaltmayı deneyebiliriz diyor. Fakat sonsöz kesinlikle bu değil çünkü içe düşen ‘kurt’ boş durmuyor. Kitaba göre istisnasız her insanın takındığı bir tavır olarak bir başka insanı aptal olarak nitelemesi aptallık ise, aptal olmadığında ısrar edecek birileri çıkar mı?

Ya da hiç kimse aptal değil!

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

27 Ocak 2022 Perşembe

Bozkırdan insan hikâyeleri

Ethem Baran’ın son öykü kitabı Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor, yakın zamanda İletişim Yayınları tarafından neşredildi. Kitap üslûp açısından Ethem Baran öykücülüğünde farklı bir yerde bulunuyor. Diğer kitaplarındaki şiirsel ve imgesel anlatım yerini daha sade, düz, anlaşılır bir anlatıma ve önceki kitaplarına göre daha kısa cümlelere bırakmış. Bunun bilinçli bir tercih olduğunu düşünüyorum; çünkü yer yer önceki üslûbundan sahneler de yer alıyor kitapta. Yazar, bilerek böyle yazdım der gibi bir yol tutturmuş.

İki bölümden (Boş Geçmeyelim, Baş Dönmesi) ve ilk bölümde iki, ikinci bölümde altı öykü olmak üzere toplam sekiz öyküden oluşuyor kitap. Bu öykü sayısı da Baran için az sayılabilir. İlk bölümün öyküleri “Furkan” ve “Nisa” birbiriyle bağlantılı bir şekilde oluşturulmuş. Bir novella da diyebiliriz bu bölüm için. Zaten kitabın yarıdan fazlası bu iki öyküden oluşuyor. Furkan’da, ergenliğinin ortasındaki bir gencin iç monologlarını görüyoruz. Karakterin içinde bulunduğu ruh halini, topluma, ailesine, kurumlara bakışını çok başarılı oluşturmuş yazar. Genelde isyankâr ve sorgulayıcı görüyoruz karakteri. Babayla problem, mutsuzluk, belirsizlik ve platonik aşk öykünün genel atmosferini oluşturuyor. Aşırı detaya girmeden, Türkiye’nin muhafazakâr kesimine de (din tüccarlığı üzerinden) bir eleştiri topu atıyor yazar. Zaten karakterlerin isimlerinden de (Furkan, Nisa) anlaşılabilir hangi kesimin hikâyesini yazdığı.

İkinci öyküde ise bir kadın karakter görürüz ki bu, kitapta çok karşımıza çıkan bir durum değildir. Baba ve aile problemi iki öyküde de temel sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Buna bu öyküde alttan alta yalnızlık duygusu da ekleniyor: “Herkes kendince, hayatta kalabilmek için gerekli silahları bulmuş ya da onlara baştan verilmiş. Benim sadece kitaplarım var.” Yine tek karakterli bir öykü diyebiliriz Nisa’ya da. Fakat bu iki öykü de lirizm açısından zengin öyküler. Yazar zaman zaman ‘ben’ zaman zaman da “ilahi bakış açısı” anlatımıyla öykülerini zenginleştirmiş fakat karmaşıklaştırmamış. İki gencin problemlerini toplumsal bazı aksaklıklar içinde eritip başarılı iki öykü karşımıza çıkarmış.

Baş Dönmesi” bölümü birbirinden bağımsız altı öyküden oluşuyor. Yine duygu odaklı öyküler yazan Baran, “Tıkır Tıkır” öyküsünde farklı bir yola girmiş ve baston metaforuyla toplumun aynılaşması ve kutuplaşmasını işlemiş. İnsanın sevdiği yerde dahi yalnız kalabileceğini ve ‘bizim gibi olmayan haksızdır’ bakışını kısacık öyküde çok başarılı anlatmış.

Diğer kitaplarında da ara ara gördüğümüz, günümüz edebiyatının aksayan yönlerini ele aldığı bir öyküyü bu kitapta da görüyoruz: “Bay WC Sıcak Duş Emanet Alınır.” Yine duygu temalı (hayal kırıklığı) bu öyküde günümüzün hem okur hem yazarlarına da eleştiriler yok değil.

Gözleri Dolana Dolana” ve “Her Yaz” öyküleri tıpkı ilk bölümdeki gibi, genç karakterlerin gönül işlerini tema olarak ele alıyor ancak baygın, ağlak bir romantizm görmüyoruz hiçbir zaman. Ancak mutluluk da görmüyoruz. Karakterler ve öykü umutla umutsuzluk arasında, umutsuzluğa doğru bir akışta işleniyor.

Yazarın genel olarak dili kullanımı oldukça iyi. Diğer kitaplarında olan, daha çok taşra anlatımını kırmış, insana ve duygulara yönelmiş bu kitabında. Tam bir bozkır öykücüsü Baran ve buranın toplumunu gözleme kabiliyeti üst düzeyde. Ayrıca iç monolog öyküleri ayrı bir başarılı. “Güzelliğini Gördükçe Ağlayasım Geliyor”un yazarın en iyi bir iki kitabından biri olduğunu düşünüyorum.

Mehmet Akif Öztürk

24 Ocak 2022 Pazartesi

Sevecen gecenin burukluğu

Dick'le Nicole bir şekilde karşıt ve tamamlayıcı olmaktan çıkıp, tek ve eşit olmuşlardı; Nicole aynı zamanda Dick'ti, onun kemiklerindeki cılız, yetersiz ilikti.

F. Scott Fitzgerald'ın Buruktur Gece adlı eseri, tüm benliğini bir kadın için tüketen bir erkeğin yaşadıklarını anlatıyor. Dick ve Nicole Diver çiftinin dışarıdan göründüğü hâlleri ile için dünyalarındaki farklılıklar olay örgüsünün temeli. Birinci Dünya Savaşı'nı izleyen yıllarda Fransa güneyinde geçen eser aynı zamanda Scott ve Zelda Fitzgerald çiftinin evliliklerinin yansımasıdır. Bu nedenle otobiyografik eser özelliği taşıyor. Doktor Dick Diver şizofreni yankılarının fark edildiği hastası Nicole'ün durumu ile ilgilenmeye başlar. Nicole Dick'in onunla hasta-doktor ilişkisi çerçevesinde ilgilendiğini bilse de ona olan hislerinin önüne geçemez. Dick’e mektuplar yazar, Dick onun iyileşmesini istediğinden mektupları kabullenir. Yazdığı ilk mektupla son mektup arasında giderek iyileşmeye başlayan ruh hali ve tavırları Dick'in dikkatini çeker. Nicole'e olan ilgisi artar, doktor arkadaşının da hastalık aşamasında onun Nicole'e iyi geldiğini söylemesiyle Dick Nicole’le evlilik aşamasına gelir, çocukları olur. Dick Nicole için kendinden hep ödün vermekte, onun hastalığının nüksetmeden iyileşmeye devam etmesini istemektedir. Evlilikleri boyunca etrafındaki insanlar hep onlara özenir, kusursuz ve saygın bir çift olduklarını düşünürler.

Dick ve Nicole'ün yaşadığı otele bir gün tatil amaçlı Rosemary adında oyuncu genç bir kız gelir. Dick’e ilgi duyar Dick başlarda buna karşılık vermese de zamanla kızın sakin dünyasına çekilir. Fakat Nicole’den uzaklaşamayacağını kıza söyler ve hep kendine hatırlatır. Bu arada Nicole’le olan ilişkisi giderek yorulmaya başlar. Nicole hastalık etkisiyle ataklar yaşar, Dick ve Rosemary uzaklaşır, Rosemary otelden gider. Aradan beş yıl geçtiğinde Dick Nicole’e kendinden katmaya devam etmektedir ve Nicole bu güçle kendini toparlamaya başlar. Artık çöküşe geçen Dick, yükselen de Nicole’dür. Dick Rosemary ile tekrar karşılaştığında Dick baştaki heyecana sahip değildir, yorgundur. Rosemary'nin Dick'e duyduğu yakınlık Nicole'ü sinirlendirir ve zaten zamanla Dick'ten uzaklaşmışken kopma noktasına gelir. Bu kopuş onu, yıllardır kendisini seven Tommy’e yakınlaştırır. Kendi benliğinin farkına varır ve Dick'ten aldığı güçle toparlandığı için tek başına dik durup ilerleyecek enerjiyi bulmuştur. Dick artık tükendiği için Nicole'ün başkasıyla olmasına karşı çakmaz. Onu iyileştirirken, kendinden ve mesleğinden uzaklaşıp alkole daha yakın durmuştur.

Yazarın ruhsal çözümlemeleri sayesinde romanı okurken kimin neyi neden yaptığını sorgulamamıza gerek kalmıyor. Dick'in kendisi ve etrafındaki insanlar hakkındaki tespitleri o kadar başarılı ki, onunla konuşan herkes sanki karşısında çırılçıplak kalıyor. Bu tespitleri okurken, diğerleri sanki arkasındaki görüntüyü içinden gösteren şeffaflığa sahipmiş gibi hissediyoruz. Bu da pek çok insan şekli tanımamızı sağlıyor. Yapacakları hamleleri ve sergilewyecekleri davranışları kestirebiliyoruz. Tüm karakterlere yakın durabiliyoruz çünkü hepsinin hem haklı, hem haksız yanları var. Bu, hepsinin insan olduğunu ve kusursuz olamayacağını hatırlatıyor. Yaşanan olaylarda bir aşırılık ya da abartı yok. Betimlemeler oldukça kuvvetli, mekânların içinde yer almamızı sağlıyor.

Dick kendi mutluluğu adına çaba gösteremediği ya da var olan çabaydı Nicole'e verdiğinden, zaman geçtikçe yaş almadan yaşlanıyor. Ruhundan verdiği her zerrede, benliği biraz daha eksiliyor, eksikliğin yeri dolmuyor. Dick, ruhu sanki pek çok parçaya ayrılmış, her biri başka bir anlam taşıyor ve başka bir duruş sergiliyormuş gibi bir karakter. Belki de bu yüzden karakterler arasında istemsizce en çok onu anlayıp ona yakın olmak mümkün hale geliyor. Tüm bunların yazarın hayatından izler taşıdığını bilmek, içte bir burukluğa sebep oluyor.

Gecenin önemi, tüm duyguların serbest bırakıldığı anları yaşatması, en çok da burukluğun. Bu burukluğu bütün gecelerde Dick Diver’da izliyoruz. Ve bu burukluk, sadece Dick'in değil, gecenin ruhunda ortaya çıkıyor. Belki bu burukluğu şu sözlerde hissetmek daha tesirli olur:

"İşte seninleyim! Gece buruk...
... ama hiç ışık yok burada,
Gökyüzünden esintilerle gelen, çimenli karanlıkların ve
Yosunlu, kıvrımlı yolların içinden sızan ışığın dışında.
"
(John Keats, Bülbüle Gazel)

Buse Çakmak
busecakmakjd@gmail.com

21 Ocak 2022 Cuma

Dolap niçin iniler?

Nakşibendî-Hâlidî mürşidi Mehmed Sâmi Efendi, Kırtıloğlu Tekkesi’ndeki bir sohbeti sırasında, kendinden uzakta, kapı eşiğinin neredeyse dışında duran Sâlih Baba’ya seslenir. “Söyle” der. O zamana dek şiirle başının pek de hoş olmadığı bilinen ve ümmi olmasıyla tanınan (Ümmîyem bir zerre denli ilme yoktur tâkatim / gâh olur ilm ile bîpâyân oluram kime ne) Sâlih Baba, irticalen şiir söylemeye başlar. Daha sonra divan olacak kadar şiir söyler. Şimdi burada duralım ve iki meseleyi açalım.

Eğer etrafınızda bir çocuk, deli yahut şair yoksa hakikatin tecellisi sizi epey bekletebilir. “Hakikat denilen şey, bu arayışı kendine olumlu bir faaliyet olarak gören iki insan arasında tecelli edebilir. Yani hakikatin tecellisi için mutlaka iki taraf, daha doğrusu iki insan gerekiyor.” der İsmet Özel. Şairlerin tek başlarına hakikatin tecellisini mümkün kılan bir yanları olduğunun altını çizer ve bunu kendi izahıyla şöyle yapar: Şair bir ip atar, okuyucu da onu ucundan tutar. Hakikat böylece ortaya çıkar. İşte, mürşidinin attığı ipi tutan Sâlih Baba o anda nice sıfatından sıyrılıp hakikat dolabını aralar ve içeri girer: "Kün fekân emriyle döner bir dolâb / öğüdür âlemi misl-i âsiyâb / inceden incedir olunmaz hisâb / çok hikmet var kün fekân’dan içeru”.

Tıpkı “Çıktım erik dalına” gibi “Benim adım dertli dolap” da ilk okuyuşta anlamına ulaşma hususunda zorluk çekilen şiirlerdir. Belki de bu yüzden erenler şiir demek yerine doğuş demeyi tercih etmişlerdir. Şairlerin hem eşyayla hem de tabiatla kurdukları hassas bağ, sufi şairler nezdinde daha da derinleşir. Elimizde sözlükler, kılavuz niteliğinde kitaplar ve şerhler olmadan içinde eşyanın, tabiatın hakikatini barındıran, o hakikati söyleyen şiirlerden lezzet alamayız. Bu sebeple tarih boyunca Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Yûnus Emre, Niyâzî-i Mısrî gibi gönül sultanlıklarını şiirin avazıyla kâinata aşk etmiş yüceler hep bir rehberin eşliğinde okunmuş tekkelerde. Süt çocuğuna bulgur pilavı yedirmemek gerektiğinin bilinciyle elbette. Bu bilince sahip olan kimseler çok büyük bir sorumluluğu elden ele taşıyıp bugünlere getirdiler. Ömrü belli seneleri aşmış olanlar için su dolapları, değirmenler, çarklar ve feleğin çemberinden geçmiş olmak elbette çok şey ifade edebilir. Gençler için artık bu eşyalar bilinir ve görünür değil. Ola ki tasavvufla muhabbetli kimseler elbette talihli. Çünkü tasavvufta Allah-insan-âlem ilişkisi, varlık ağacı, devir nazariyesi, tavâf, semâ, devrân gibi meselelerde daire önemli bir yer tutar. Nitekim Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Allah-âlem ilişkisine dair bir tasvirinde dairelerden yararlanır. Bu dairelerin merkezinde İlahi Hazret yer alırken en dışta yazılı maddeler saat yönünde şöyledir: Ateş, akıl, toprak, tabiat, su, heba, hava, nefis. Hazret, Fütûhât-ı Mekkiyye’de şöyle der ki bir devran zikri yaşamış kimseler için çok büyük anlamı vardır: “Bilmelisin ki Âlem küre şeklinde olduğu için insan sonundayken başlangıcına özlem duyar. Yokluktan varlığa çıkmamız O'nunla gerçekleştiği gibi yine O'na döneriz. Her iş ve her mevcut, kendisinden var olduğu başlangıca dönen bir dairedir.

Geleneğimizin her biri kıymetli dolaplarını açan, bulduğu ganimetleri yazdığı kitaplar yoluyla meraklılarla paylaşan Türkan Alvan, bu kez Türk edebiyatındaki dolab-nâmeler eşliğinde asırlar boyunca eşyaya verilen kıymeti, tabiata gösterilen hürmeti yeniden hatırlatıyor. Mayıs 2021’de Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Benim Adım Dertli Dolap, evvela su değirmenlerinin, su dolaplarının, Dolab-ı Muhammedî’nin, hacılarla Dolab-ı Muhammedî arasındaki muhabbetin, Pîr Sümbül Sinan’ın su dolabıyla münasebetinin ve saka kuşunun tarihinde geziniyor. Akabinde dolab-nâme türünün kaynaklarına ışık tutuyor. Burası önemli çünkü Kur’an ve sünnette kâinâtın dile gelmesi (Hz. Peygamber, Uhud Dağı, Hannâne), tasavvufun ve Mevlânâ, Âşık Paşa, Ahmedî gibi bilgelerin, şairlerin, mutasavvıfların dolab-nâme türüne etkisi irdeleniyor. Bu bölümü okurken doğaya ve bilhassa suya verdiğimiz özenin hayatımızdan ne kadar çekildiğinin farkına varıyoruz. Değiştiğimizi ve unuttuğumuzu hatırlıyoruz. Bu hatırlayış bize daha çok sancı veriyor, vermeli.

Mevlânâ ilahi aşkı anlatırken suyun duruluğu ve devinimi ile sevgiliye hasreti, sevgiliyi arayışı bağlamında âşığı sık sık suya benzetmiştir. Âşığı “Ben susuzluk hastasıyım, suyun beni öldüreceğini bilsem bile su beni çeker.diye söyleten Mevlânâ’ya göre asıl Cenab-ı Hakk’ın kuluna muhabbeti aşkın kullarında farklı şekillerde tecelli etmesinin sebebidir” diyor Türkan Alvan ve “Hz. Mevlânâ için su dolabı, yapım süreci ile kadere rızayı ve nefs terbiyesini temsil ederken dolabın suyun üstünde durmadan iniltiye benzer sesle dönüşü; âşığın Cenab-ı Hakk’a ve Hz. Muhammed’e hasreti ve aşkının derdiyle gözyaşları içinde ağlamasının sembolüdür. Çünkü su dolabı gibi feleklerin dönüşü akl-ı küll sahibi Hz. Muhammed sayesindedir.” cümleleriyle devam ederek bizi Dîvân-ı Kebîr’e davet ediyor: “Gelin bugün devletle kutlulukla yeni aşka düşenler gibi o sevgilinin çevresinde dönüp dolaşalım… Çok döndük dolaştık şu çorak yerde; biraz da ambarlara sığmayan tohumu araştıralım… Başımız ayağımız yok zerreler gibi havadayız. Ay gibi biz de o görülmemiş eşsiz güneşin çevresinde dönüp duralım. Su dolabı gibi feryatlarla dolduk. Düşünce gibi şikâyetsiz, sözsüz dönüp duralım.

Kaygusuz Abdal’ın Dolab Kasidesi’nde su dolabı insanı sembolize eder. Ebedî olana vurgunun yanı sıra nefs terbiyesi, mücahede ve riyazat gibi konular da kasidede merkezi bir noktadadır. Abdal, “Neden bağrun delükdür gözlerün yaş / sebeb nedür sataşdun bu ‘itâba” sualiyle dolapla dertleşmeye niyet eder. “Karârun yok gice gündüz dönersün / dökersün dertlü gözden hûn-âba” diyerek onun derdini anlamak ister. Âşık Yunus’un çocuklarımızı uyuturken ve kendimizi uyandırırken söylediğimiz “Benüm adım dertli dolap / suyum akar yalap yalap / böyle emr eylemiş Çalap / derdüm vardur inilerim” dizeleri, Rabbinin emriyle dönen dolabın dertli inlemelerini anlamaya bir çağrıdır. Şehzâde Cem’in himayesindeki şairlerden La’lî’nin dolab-nâmesinde ulu bir dağda yaşayan ağacın kesilip, bağrı delinip, çiviler çakılıp sonunda su dolabı yapılmasına tanıklık ederiz. Bilinen en uzun dolab-nâmeye imza atan Şeyh Ahmed Hayâlî-i Gülşenî, Kaygusuz Abdal’a nazire yaptığı şiirinde su dolabını nefsin arzularına uyan günahkâr bir insana benzetir ve Pendnâme tarzında öğütler verir. On beşinci Kırım Hânı olan Gazi Giray II, Safevilere karşı savaşırken esir düşmüş ve Alamut Kalesi’ne hapsedilmiştir. Kahkaha Zindanı’nda elleri ve boynu zincirli olarak geçirdiği yedi yıllık esaretin psikolojisi, “Bükegelmez idi hergîz kemânum / yıkıldum kalmadı tâb u tüvânum / hemân-dem kesdiler kolum budağum / sürtmeg-çün biri deldi ayağum / takup boynuma anda rismânı / ki bildüm kalmadı işret nişânı.” dizeleriyle dolab-nâmesine yansımıştır. Pir Sultan Abdal, su dolabının yanı sıra bülbül, dağ, çam ağacı gibi varlıklarla söyleşir. Tanbur ile söyleşisinde aslî vatanından kopmuş gurbet derdi çeken insanın hâlini anlatır: “Gel benim sarı tanburam / sen ne için inilersin / içim oyuk derdim büyük / ben anun-çün inilerim.

Benim Adım Dertli Dolap; asırlarca eşyanın hakikatini önemsemiş, bu hakikatin aynı zamanda insanın hakikati olduğunu benimsemiş, su içtiği bardağa da başını koyduğu yastığa da kendisine hizmet ettiği için öperek sevgisini göstermiş, ormandaki diğer ağaçlar ürkmesin diye baltasının ucunu mendille gizlemiş bir hassasiyet geçmişimiz olduğunu hatırlatıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
* Bu yazı daha evvel Okur dergisinin 22. sayısında yayınlandı.