18 Nisan 2020 Cumartesi

Sesler odasının unutulmuş olması

Kış gelir, bazı yerlere yağmur, bazı yerlere ise kar yağar. “Bir gün beyaz kanatlarıyla karlara karışıp bizi bırakacağına…” diyor Mesut Doğan, Ötüken’den çıkan, ikinci hikâye kitabında anlatıyor bize “Beyaz Melek”i. Bazıları için kaygılı bir beklemenin adıdır işte, kar.

Eskiye, geçmişe, büyüklere özlemle bakanları anlatmış hikâyesinde yazar: “Eskiden ninem söylemişti her insanın kendi yıldızı varmış. Onu yalnızca o kişi görürmüş. Yıldızını gören kişi kısa sürede o yıldızın yanına yükselirmiş. O kadar yakın ve güzel ki. Daha önce o yıldızı hiç görmedim. Sanki göğsümden çıkmış ve bana bakıyor gibiydi. O yıldız benimdi”. Şimdi ölüme kendini hazır hisseden pir-i fanilerle konuşacak kadar vakti var mı gençlerin? Hem konuşsa bile ona kulak verecek kadar yüreği zengin insanlar kalmış mıdır? Rahatlıkla zihinlerde dolanıp, cevabı kendi içinde saklı sorulara, düşüncelere sevk edebilir okuru.

Toprak Yoldan Gelen” öyküsü de kendi içinde derinlikler barındıran, Anadolu halkının ruhunu yansıtan detaylarla bezeli. “Yüzündeki o sert ve yüksek eşik, kerpiç gibi ufalanıp aşınmış, benim önden gitmemi gerektirmeyen, engelsiz bir yumuşaklığa dönüşmüştü. Dünyayı eskimiş, miadı dolmuş, çöpe atılacak bir eşya gibi poşete sıkı sıkı bağlayıp kerpiç duvarın dibine koymuştu.” Dünyayla vedalaşmasını bitirmiş, ters huyunu suyunu bırakmış, sonsuz gerçeğe evrilmiş insanların hikâyesi.

Diğer yandan anneyle görünmez göbek bağını koparamamış, babaya bağımlı, şahsiyet sahibi olamadan aile sahibi olmuş erkek-kişinin olgun eşiyle sınanması, “Çember”de, kurtuluşun inançla mümkün olduğuna dair vurguları görebileceğimiz satırlar mevcut.

Daha önce Hece Yayınları’ndan çıkan Meczupların Görevleri adlı hikâye kitabındaki romana öykünen anlatımı bu kitapta da görüyoruz. Bazı betimlemeler hayli uzun. Bir kısım hikâyelerde bazı satırlar haddinden fazla kısa ve küt olduğundan okurun savrulmasına yol açıyor. Şiirsel bir dil yakalanmaya çalışılsa da göze batan bir tekrar durumunu gözlemek mümkün. Yine de yer yer uzun ve iyi betimlemelerden nasibimizi alıyoruz. Mesela “Mavi”deki gibi: “Aramıza sokulan, her hareketimizi ve sözümüzü zahmetsizce engelleyen sisli bir boşlukta bir köpük gibi sönüveren hayallerin, hislerin ve ümidin birbirini bastıran, kar taneleri gibi çaresizce eriyen sessiz gürültüleri duyuluyordu. Ama birden durdun.

Bir de kitabın ismi bu kadar uzun ve olumsuz anlam barındırmasaydı keşke, diyerek okur görüşümü belirtmiş olayım. “Oysa ne zaman vardı ne de yolculuk” derken, yazarın ötelere sevdalı kişilerine tanıklık etmek, “Yatay bir yolculuk değil dikey bir yolculuktu. Düşüyorduk. İçimize ve suskunluğun o dipsiz uçurumuna.”. Yer yer ruhsal dalgalanmaları ile insanın içsel yolculuğuna dair betimlemeleri görmek için ve daha fazlası için kitabı hikâye meraklılarına ısrarla öneririm.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

16 Nisan 2020 Perşembe

Avrupa'da insan öldürmemiş ne kadar az insan var!

Dünya siyasi tarihinin en kanlı savaşlarından ikisi geçtiğimiz yüzyılda yaşandı. Adlarına resmi tarihin 1. ve 2. Dünya Savaşı, bizim ise Umumi Harp ve Alman Harbi dediğimiz savaşlar milyonlarca insanı en aşağılık şekilde öldürdü. Bunu modern Avrupa yaptı. Kanlı elleriyle şu anda bize medeniyet satmaya çalışan Avrupa. Ünlü yazar Stefan Zweig anılarında bu iki savaşla ilgili sık sık düşüncelerini dile getirir. Öyle ki 1. Dünya Savaşı’nda yaşadığı şoku anlatmakta bile yetersiz kalmıştır; çünkü ona göre Avrupa artık refahın yeri olması gerekirken birbirine girmiştir ve bundan utanç duyar Zweig. 2. Dünya Savaşı ise zaten onun ve eşinin intiharına sebep olmuştur. Daha özelde ise Hitler ve Naziler olmuştur bu intihara sebep.

Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan etkilenen tek isim Zweig değildir elbette. Birçok sanatçı, şair, ressam bu savaşın doğal mağdurları durumuna gelmiştir. Ve bunları yapıtlarına yansıtmayı başarmışlardır. Bunlardan biri de Ukraynalı şair ve yazar Tadeusz Borowski’dir. Henüz 21 yaşında Nazilerce yakalanıp toplama kampına kapatılan, daha sonra meşhur Auschwitz’e ve Dachau’ya götürülen Borowski, buralarda yaşadıklarını kâğıda dökmeyi başaran yazarlardandır. Kurtarıldıktan sonra, henüz 29 yaşındayken intihar ederek yaşamına son vermiştir.

Bizim Burada Auschwitz’te ve Diğer Öyküler geçtiğimiz Eylül ayında Alakarga Yayınları’ndan neşredildi. Bu kitap ve bu öyküler aslında dilimize ilk defa çevrilmiyor. Bir kısmı daha önce 1997 yılında İngilizce çevirisinden dilimize kazandırılmıştı. Tamamı ise yine Temmuz Dergisi’nde bir yazıma konu olan ve Aylak Adam Yayınları’ndan Taşlaşan Dünya adıyla Almancadan dilimize çevrilmişti. Bu kitabın farkı ise daha özenli bir redaksiyon ve direkt Lehçe aslından dilimize kazandırılmış olması. Eski yazımı okuduğumda çeviriden yakındığımı gördüm. Hatta bu kitabın daha özenli bir çeviriye sahip olması gerekir diye yazmıştım. Bu yüzden asıl dilden yapılan çevirilere çok önem veriyorum. Çünkü araya giren ikinci üçüncü diller okumayı sekteye uğrattığı gibi birçok anlam kaybına da neden oluyor.

Bir önce baskı olan Taşlaşan Dünya’da daha dağınık bir redaksiyon vardı. Öykülerin bazılarının ismi yoktu, sayılarla ayrılmıştılar. Ve konu bütünlüğü açısından çok yeterli değildi. Bu kitapta ise derli toplu bir şekilde, kronolojik sıra gözetilerek hazırlanmış bir anlatı kitabı okuyoruz diyebilirim. Kitabın kapağında roman, iç sayfasında ise öykü yazmasına rağmen (sanırım hata oldu) ben bu kitabın iki türü de çok yansıtmadığını düşünüyorum. Olsa olsa anlatı, hatıra gibi kelimelerle tanımlayabiliriz bunları; çünkü başkahramanın ismi bile Tadeusz. Yazar direkt olarak kamplarda yaşadığı olayları yalın, net, acımasız şekilde aktarmış. Zaten kurgu oluşturmasını gerek kılacak bir sebep de yok, çünkü bütün her şey tüm acımasızlığıyla cereyan etmiş (yine de aslına sadık kalmak için öykü olarak bahsedeceğim bu yazının içinde).

Kitap 15 öykü (son 4 öykü savaş sonrası anıları baz alınarak yazılmış) ve kitabın sonunda yazar tarafından hazırlanmış Oswiecim İfadeleri bölümünden oluşuyor. (Oswiecim Borowski’nin gittiği toplama kamplarından birinin ismi) Bu bölüm aslında bir tür sözlük. Hem kampta kullanılan ve oraya özgü kelimeler yer alıyor hem de bildiğimiz kelimelerin kamplarda ne anlama geldiği yazıyor. Örneğin Müslüman kelimesinin kamplardaki karşılığı son derece ilginç. Şu şekilde tanımlamış Borowski Müslüman’ı: Fiziksel ve ruhsal yönden tümüyle tükenmiş, yaşam savaşını sürdürmeye ne gücü ne de iradesi olan, genellikle durchfall (kanlı ishal), flegmonalar (deri ülserleri) ya da kreca (uyuz) nedeniyle bacaya (krematoryuma) gönderilmeye en uygun insan. Tabii çevirmen Seda Köycü buraya hemen bir not düşmüş ve bu kelimenin teslimiyet anlamındaki İslam’dan türediğini ve teslim olmuş kişi anlamındaki Müslüman’dan oluşturulduğunu belirtmiş. Bu sözlükteki kelimeler kitabın içinde geçtiği yerlerde koyu fontla belirtilmiş. Okur bu koyu fontlu kelimeyi gördüğünde hemen kitabın arkasındaki sözlüğü açıp, kelimenin kamp karşılığını öğreniyor ki okur için büyük kolaylık olduğunu düşünüyorum. Yani her yönden çok daha özenli ve düzenli bir Borowski kitabı hazırlamış Alakarga Yayınları.

Kitaptaki bir öykü, aynı zamanda kitaba da adını veren öykü Bizim Burada, Auschwitz’te kahramanın, yani Borowski’nin kız arkadaşına yazdığı mektuplardan oluşuyor ve kamp hayatının en çıplak anlatıldığı öykülerin başında geliyor. Yapı olarak diğer öyküler gibi olsa da hitap açısından diğer öykülerden ayrılıyor. Ayrıca kitabın son dört öyküsü savaş sonrasını anlatan metinler demiştim. Bunların bazıları hâkim bakış açısıyla oluşturulmuş (diğerleri ben dili) ve bazı öyküler Borowski’nin çevresinden tanıdığı kişilerin tanıklıklarından oluşuyor. Kitapta aynı zamanda çok sık olmasa da deneme türüne yakın yerler de var. Bunların tamamı dört beş sayfayı geçmez ancak Borowski’nin savaşla, savaş sayesinde sonradan zengin olan şirketlerle, işçi-patron düzeniyle ilgili de esaslı fikirleri var. En azından 1940’lar dünyası için geçerli olabilecek fikirler bunlar.

Borowski’nin hapishanede başlayan macerası farklı kamplara aktarıldıktan sonra Amerikalıların kurtarmasıyla son buluyor ancak yazarın Amerikan askerleriyle ilgili de eleştirileri mevcut: Kısacası birileri savaştan zengin olurken birileri öldürülüyor, en cani şekillerde. Bazen krematoryumlara ve gaz odalarına kendi akrabaları hatta çocukları tarafından gönderiliyor üstelik.

Yazar, kamp hayatını sadece didaktik veya satirik bir şekilde değil betimlemeler yoluyla da anlatıyor. Hatta yer yer bu betimlemeler uzuyor da (hatta zaman zaman sıkıyor) ancak edebiyatçı olması nedeniyle bu konudaki başarısından söz edebiliriz. Zaten büyük bir trajediden bahsettiği için bunu biraz gündelik hayatın akışını rutin olarak göstererek normalleştirme yoluna gidiyor. Krematoryumlara giden insan sevkiyatlarını, yaşamak için çocuğundan kaçan anneleri, insan hayatının zerre değeri olmadığını, gelen vagonlardan kokmuş cesetlerin sarktığını, bir günde binlerce insanın yok yere yakıldığını mümkün olduğunca dramatize etmeden anlatıyor. Ancak insanlardaki umut kırıntılarını da anlatıyor. Bu umut kırıntılarının pasif umut kırıntıları olduğunu bilse bile:

Savaşın tüm ihtiraslarına rağmen, başka bir dünyada yaşıyorduk. Gelecekteki dünya için belki de. Bunlar fazla komik sözcüklerse, bağışla. Ama şu an burada oluşumuz da o dünya için galiba. O başka dünyanın bir gün geleceğine, insan haklarının geri döneceğine dair umut olmasaydı, kampta bir gün bile yaşayabilir miydik sanıyorsun? İnsanlara gaz odasına hissizce gitmelerini, ayaklanma riskine girmemelerini buyuran, onları bir eylemsizliğe sokan işte bu umuttur. Aile bağlarını koparan, annelere çocuklarını reddettiren, karılara ekmek için bedenlerini sattıran ve kocalara insanları öldüren bu umuttur. Belki de o gün kurtuluş günü olacağından, insanlara her gün bir yaşam savaşı vermelerini buyuran bu umuttur. Ah, başka, daha iyi bir dünyaya dair bile değil, huzur ve dinginliğin olacağı bir yaşama dair umut belki de insanlık tarihinde umut insanda bundan daha güçlü olmamıştı hiç, ama bu savaşta, bu kampta olduğu kadar kötülüğe de yol açmamıştı hiç. Umuttan yakayı sıyırmak öğretilmedi bize, işte bu yüzden ölüyoruz gaz odalarında.

Borowski’nin umudu böyle bir umut, ancak benzer bir hayat dönemi yaşayan ünlü psikoterapist Viktor Frankl’ın umudu çok daha iyimserdi. Buna kötüyü uzaklaştırmak dersek, Frankl’ın umudu gerçek umuttu İnsanın Anlam Arayışı adlı eserindeki.

Yazar psikolojisindeki iniş çıkışları başarılı bir şekilde tasvir etmiş. Tabii ki Borowski de kampa girdiği gibi tertemiz bir vicdanla kurtulmuyor kamplardan. Çünkü insan toplulukla hareket etmeyi kendi güvenliği için elzem gören bir canlıdır. Hele ki öyle bir ortamda. Fakat zaman zaman sadece davranış bazında değil vicdan bazında da köreldiği zamanlar oluyor. İnsanların ölümünden etkilenmediği hatta umursamadığı zamanlar bunlar. Bu tür olayları da çekinmeden yazması kitabın değerini yükseltiyor.

Başlıkta da yazdığı gibi, Avrupa’da insan öldürmemiş kaç kişi var acaba? Bu bir Avrupalının ifadesi: Borowski’nin. Dünyanın belki de en büyük kıyımının yapıldığı bir savaşı içeriden anlatması açısından son derece önemli bir ‘savaş kitabı.’ Savaşı anlatan birçok film ve kitap var. Bizim Burada Auschwitz’te ve Diğer Öyküler en iyilerinden.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Faizsiz topluma dair İslâmî bir hamle

Üretim ve tüketim arasındaki dengenin planlanması, üretim fazlası malın tüketiciyle buluşturulması, üretim sürecine dâhil olacak unsurlar arasındaki dengenin belirlenmesi, piyasada bulunan malın değerinin ölçülmesi vb. faaliyetler insanlık tarihi boyunca toplumların, devletlerin ve nihayetinde bütün dünyanın ekonomi modellerini belirlemiştir. Günümüz dünya ekonomisi içinde kapitalizm ve komünizm iki büyük ekonomi modeli olarak öne çıkıyor. Her ne kadar komünizm, kapitalizmin antitezi gibi okunmaya çalışılsa da bu iki model “kuvvetin üstünlüğü” ilkesi itibariyle ikiz kardeştirler. Tek farkla ki kapitalizmde sermayenin üstünlüğü esasken komünizmde devletin üstünlüğü esastır. Adil Ekonomi Modeli ise “Hakk’ın üstünlüğü” ilkesiyle bu iki sömürü düzeninden ayrılıyor. Prof. Dr. Necmettin Erbakan, MGV Yayınları'ndan neşredilen Adil Ekonomik Düzen: Faizsiz Bir Dünya adlı kitabında evrensel barışı ve ekonomik refahı sağlayacak alternatif bir ekonomi modeli olarak sunuyor Adil Ekonomik Düzen'i.

Erbakan, aynı zamanda parti programına da dâhil ettiği bu ekonomi modelinin, T.C. Anayasası’nın 2. maddesi itibariyle de bir zorunluluk olduğunu vurguluyor. Anayasanın 2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.” ifadesi yer almasına rağmen adil bir düzenin nasıl tesis edileceği açıklanmamıştır. Erbakan’a göre bu adil düzen ancak Adil Ekonomik Düzenle mümkündür.

Erbakan, dünya tarihi boyunca Hak ve batılın dünya düzenini şekillendirmede sürekli savaş halinde olduklarını belirtiyor. İlk olarak Mezopotamya’da Hz. İbrahim öncülüğünde Hakk’ı üstün tutan bir medeniyet oluşturulmuş ve bu medeniyet Mısır’ı etkilemiştir. Firavunlar bu medeniyeti bozarak kuvveti üstün tutan Mısır medeniyetini kurmuşlardır. Mısır’daki bu zulüm medeniyetinin karşısına Hz. Musa öncülüğünde yeniden Hakk’ı üstün tutan bir medeniyet kurulmuştur. Bu medeniyet eski Yunan’ı etkilemiş ancak Yunanlılar da bu medeniyetin aslını bozarak kuvvetin üstünlüğüne dayalı bir medeniyet kurmuşlar. Buna karşılık Hz. İsa öncülüğünde Hakk’ı üstün tutan yeni bir medeniyet kurulmuştur. Bu medeniyet de Roma’yı etkilemesine rağmen Romalılar da bu medeniyetin özünü bozup kuvvetin üstünlüğüne dayalı bir medeniyet kurmuşlar. Bu zulüm medeniyetine karşılık da Hz. Muhammet Efendimiz (sav) öncülüğünde yeni bir adil düzen kurulmuş ve bin yıldan uzun bir süre dünyaya hâkim olmuştur. Bugünkü kuvvetin üstünlüğü esasına dayanan sömürü düzenine karşı da yeni bir adil düzenin kurulması gerekir ve Türkiye bu düzenin kurulmasında başrol oynayabilecek ülkedir.

Erbakan’ın kitaptaki iddialarından biri de komünizm ve kapitalizmin uzun süre yaşayamayacağı yönündedir. Bu iki ekonomi modeli de “ezen-ezilen” ilişkisine dayandığı için sürdürülebilir değildir. Kapitalizm, kar ve faiz ekseninde hareket eden, sömürü odaklı ve şirketler aracılığıyla sermayenin tekelleşmesi esasını benimseyen bir model olduğu için büyük halk kitlelerinin açlığa ve yoksulluğa mahkûm olmasına yol açar. Komünizm ise aynı şeyi sermayenin devlette tekelleşmesi yoluyla yapar. Adil Ekonomik Düzende ihtiyaç, üretim ve tüketim dengesi gözetilir, sermayenin tekelleşmesi önlenir, devlet piyasanın ve sermayenin garantörü durumundadır. Faiz kesinlikle yasaktır, kredi kullanımının belirli ölçütlerini ve şartları vardır. En önemli şart ise üretim şartıdır. Üretim amaçlı kredi kullanımı piyasaya para akışı sağlayacağı ve işsizliğin önlenmesine katkı sunacağı için önemlidir.

Adil Ekonomik Düzen'in kredi türlerinden biri de “Selam Senedi Kredisi”dir. Bu kredi, bedeli daha sonra hizmet olarak ödenmek üzere kredi kullanımı olarak tanımlanabilir ancak yine faizsiz. Bu kredi türünün güçlü bir örneğini de Fransa’da bir belediye başkanı üzerinden veriyor Erbakan: “Fransa’da bir belediye başkanı, belediyenin parası olmadığını görünce özel fiş çıkartıp bu fişle çalışanların zaruri ihtiyaçlarını karşılayarak şehri imar edip genişletti. Caddelerdeki dükkânları ve iş yerlerini devletin parasıyla yüksek fiyata satarak zengin oldu. Çalışanları zengin etti ve şehri imar etti. Bu durum karşısında ırkçı emperyalizm, Fransa’daki mevzuata ‘kimse para yerine kaim olacak evrak tanzim edemez.’ ilkesini koyarak, kendi kontrolü dışında bu kabil faaliyetlerin yapılmasına engel oldu.

Erbakan kitapta, Adil Ekonomik Düzen modelinin ayrıntılarını verirken mevcut düzen içinde ekonomik faaliyetlerin vazgeçilmez bir unsuru olan faiz sorununa da değiniyor. En çok sorulan; “Bugünkü dünyada faiz kalkar mı?”, “Faiz kalkarsa kim kime para verir?” “Yatırım yapacak insan parayı nereden bulacak, nasıl bulacak?” sorularını da cevaplıyor.

En başta Adil Ekonomik Düzen içinde bankaların devlet tarafından işletilmesinin esas olduğunu ve kişilere üretimleri, sermayeleri, iş güçleri ve teminatları itibariyle faizsiz kredi sağlayacağını vurguluyor. Devlet, bütün şirketlerin doğal bir ortağı kabul edildiği için şirketlere sağlanan krediler üretimin artmasını ve doğal olarak devletin kar payının da yükselmesini sağlayacaktır. Kişiler bankaya yatırdıkları para oranında kredi kullanabilecekleri için yastık altında para tutmak gereksiz olacak böylece kredi için kaynak sıkıntısı yaşanmayacak. Her vatandaş, bedeli daha sonra faizsiz olarak ödenmek üzere bankadan birbirlerinin parasını kredi olarak kullanabilecek ancak kredi kullanmanın en önemli şartı üretim ve ihtiyaç. Stokçuluğun ve haksız kazancın önüne geçmek için gerekli şartları sağlamayan kişi ve kurumlara kredi verilmeyecek.

Adil Ekonomik Düzen'in en önemli unsurlarından biri de esnaf loncaları ve sendikalar. Kişi ve kurumlar bu tür sivil toplum örgütlerinden bir çeşit liyakat ve ehliyet belgesi almak zorundalar. Aksi takdirde kredi kullanımına izin verilmez. Kabul etmek gerekir ki Adil Ekonomik Düzen, ancak İslam ahlakının yerleştiği bir toplumda hayata geçebilir.

Özetle;
- Kapitalizmde sermaye tekeli, komünizmde devlet tekeli esasken Adil Ekonomik Düzen'de tekelleşme yoktur.
- Kapitalizm sermayeye, komünizm devlet kurumlarına kredi sunarken Adil Ekonomik Düzen üretime kredi sunuyor.
- Kapitalizm faiz ve kâr odaklı, komünizm ne faiz ne de kâr odaklı iken Adil Ekonomik Düzen faizsiz kâr odaklıdır.
- Kapitalizm ve komünizmde haksız vergiler fakirliğe yol açarken Adil Ekonomik düzende vergi yoktur, devletim şirketler ve üretim üzerindeki ortaklığına dayanan kazancı vardır.

Ezcümle, Adil Ekonomik Düzen faiz odaklı dünya düzenine savaş açarak evrensel barışı yani İslam’ı hâkim kılmayı amaçlayan siyasi, sosyal, toplumsal, ekonomik ve en önemlisi dini bir harekettir.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

15 Nisan 2020 Çarşamba

Daima insanca hayatlar, hep yaralı hatıralar

“Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.”
- Sâdık Hidâyet, Kör Baykuş

Mukadder Gemici’nin son öykü kitabı Hatırlı Yara, 2020 yılının başında okuyucuya, önceki kitapları gibi yine Dergâh Yayınları etiketiyle sunuldu. Bu kitap aynı zamanda Gemici’nin dördüncü öykü kitabı olma özelliğini taşıyor (Diğer kitapları sırasıyla Asla Pes Etme, Kar Makamı, Nuh’un Kızı). On bir öykü içeriyor Hatırlı Yara ve 84 sayfadan oluşuyor. Sayfa sayısı okuru aldatmasın çünkü insanı ruhen yorabilecek, sarsacak öyküler mevcut kitapta. Böylece ince kitapların etkisinin okuyucu üzerinde daha çok hissedileceği yönündeki tezimi de bir kez daha kendime kanıtladım. Özellikle duygu yönünden, lirizmin doruklarında bir anlatım mevcut öykülerin genelinde. Etkileyiciliğini artıran en önemli sebeplerin başında bu durum geliyor.

Birçok kitap için başlangıcın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, öykü kitaplarında ilk öykünün vurucu olması gerektiği sonucuna götürüyor beni. Muhtemelen içinden geçtiğimiz günlerin de bunda etkisi olacak ki, kitaba adını veren ilk öykü beni fazlasıyla etkiledi. Şehit olan bir askerin, Salih’in arkasından aydınlanan bir sırrın özelinde, bir anne ve bir genç kızı temel alan öykü, kısacık ancak kitabın dokunaklı öykülerinden. Duygunun yoğun olduğu ancak duygu sömürüsünün olmadığı bu öyküde bir şehit annesinin Allah’a teslimiyeti de işleniyor. Sanki çevremizde çocuğunu kaybetmiş bir anne gibi resmetmiş yazar Salih’in annesini. Gerçekliğin dışına çıkmadan ve realist bir donukluğa da varmadan oluşturulmuş Hatırlı Yara. Direkt bir vuruculuk hesaplanmış ve başarılmış: “Sanki aradan on iki yıl geçmemiş de haberi yeni gelmiş gibi, annesinin içinde bitmek tükenmek bilmeyen bir kaynaktan sızıyor, sıcak yara yeniden kanıyor, kanıyor…”. Bunun üzerinde önemle duruyorum çünkü bu duygu ayarını bazı öykülerinde başaramamış Gemici. Duygu sömürüsüne kaydığı yerler yok değil (buna değineceğim). Bu yüzden ilk öykü, 3.5-4 sayfalık dört başı mamur bir metin olarak karşımızda duruyor.

Kitapta anlatım olarak bazı öyküler birbirinden ayrılıyor. Bir olayın sürüklediği ve öykünün akışının diyaloglarla sağlandığı metinlerden başka öyküyü iç monologlarla sürdüren öyküler de mevcut. İkinci öykü Hırsız bu ikinci türe ayırdığım kısma giriyor. Ve o da kendi kısmında bir ayrıma tâbi oluyor. Aslında Hırsız öyküsü kitabın farklı öykülerinden. Çünkü gerçeküstücü özellikler taşıyor ve kişinin geçmişiyle hesaplaşmaya çalışmasını bu anlatımla sürdürüyor. Kitabın en başarılı öykülerinden olmasa da farklı bir yere konumlanıyor Hatırlı Yara’da.

Gelelim Su Köpüğü ve Yeni Komşular adlı öykülere. Bu iki öykü de birbirine benzer konular ve özellikler gösteriyor. Suriyeli ailelerin ülkemizdeki durumunu, birinde (Su Köpüğü) Suriyeli bir babanın gözünden, diğerinde ise Türk bir kadın karakterin (Meral) bakışından anlatmış Gemici. Fakat yazarın en önemli özelliği olan duyguyu okura aktarma becerisi Su Köpüğü’nde ne kadar iyiyse (…Durup onlara bakıyor. Boş sahilde eski bir hasır üzerinde oturan iki kızına, kucağında bebek ile karısına. Arkadan seyrettiği bu resimde bir eksik var, büyük oğlu. Sabah, ikinci derste bombalanan okulun enkazından ancak üç gün sonra çıkarabildikleri oğlu yok. Neresi sıkışıyor vücudunun bir türlü bulamıyor, göğsü değil, kalbi değil, bulamıyor. Her seferinde yaptığı gibi, geçen yılları usanmadan ilave ediyor. on yedi olacaktı. Kocaman bir delikanlı. Yaşasaydı). Yeni Komşular’da o kadar kötü. Çünkü yazar Yeni Komşular öyküsünde kendi düşünce yapısını da okura yansıtmış ve bunu bir sanatsal kaygı gütmeden dümdüz göstermiş.

Aslında iki öyküde de psikolojik ve toplumsal unsurlar ağır basıyor. İç monologu ve bilinç akışı tekniğini iki öyküde de iyi kullanmış yazar. Ancak Su Köpüğü içerik ve öyküyü sonlandırma olarak ne kadar başarılıysa diğeri hem içerik hem de bir son oluşturma açısından klişeye çok kaymış ve oluşturduğu karakter açısından hiç uygun olmayan bir durumla noktalanmış. Bütün öykü boyunca mahallelerine taşınan Suriyeli aileye içten içe düşünceleri ve kendi kendine söylenmeleriyle dediğini bırakmayan, empatinin e’sini kuramayan Meral’in, öykünün sonunda bir anda aydınlanması ve empati yeteneğine kavuşması hiç normal değil. Çünkü yazar Meral’i ve onun nezdinde bir insan tipini öyle betimlemiş ki; sığ bir bakış açısına sahip, vicdansız, sadece ânı düşünen ve kendisinden başka kimseyi önemsemeyen, yer yer ırkçı, her an sosyal medyada görebileceğimiz ‘Suriyeliler gitsin’ diyen tipi ete kemiğe büründürmüş. Bu sebepten keskin bir dönüş öyküye yakışmamış.

Göç ve savaş olgusunun hiçbir sosyolojik ve psikolojik tarafına değinmeden, tek bakış açısıyla ‘Suriyeli vatandaşlar koşulsuz istedikleri gibi gelip istediği yerde yaşamalı’ hayalciliği veya ‘kimseyi ülkeye sokmayın, gelenleri de gönderin’ nefretiyle öykü kurmak, öyküyü bir yere taşımaz. Gemici ilk bakış açısına sahip ancak Suriye konusuna ‘mesafeli’ olan herkes de vicdansız değil. Yani herkesi ‘Meral’ karakteri gibi görmemeli. Mesafeli olanların birçoğu zaten ‘Oh buraya geldiler, rahatlar’ ya da ‘defolup gitsinler’ bakış açısına sahip değil. Bu meseleye sadece iki zıt uçta bakmak zorunda değiliz. Ortada buluşmak lazım, o da maalesef bu öykü değil (Yeni Komşular).

Yazı uzuyor farkındayım ancak bir iki öyküye daha değinmem gerekli. Masallardaki Kız öyküsü kitabın en iyilerinden. Çağın gençliğinin durumu ve kendinden büyük kuşaklarla arasındaki farkın işlendiği başarılı bir öykü. Üniversite birinci sınıf bir kız öğrenciyle ilahiyat hocası babası arasındaki çatışma mükemmel işlenmiş; çünkü burada yazar gözlem gücünü de devreye sokmuş. Babanın, kızı ve ‘elalem ne der’ putu arasında ruhsal gidip gelişleri (Kaç kişi bakacak, kaç kişi beğenecek o fotoğrafları? Sürekli bir başkasını takip eden o yüzlerce, binlerce, milyonlarca gözü kör etmek istiyor. Sadece bu da değil, kendisi, adı ve mesleği de var orta yerde. O bakışların, başkalarının düşünceleri tek bir cümlede birleşiyor çünkü; ilahiyat hocasının kızına bak!) ancak son tahlilde kızına yönelişi… Psikolojik yönü de ağır basan bu öyküde az karakter ve neredeyse hiç olayla çok başarılı bir öykü ortaya çıkarmış Gemici. “Madem öyle. Bırak. Bırak ne yaparsa yapsın. Ne hâli varsa görsün” aşamasından “böyle yapma. Bırakma. Tut. Sadece yolunu şaşırmış bir insan o. Daha insan bile değil, olmasını bekle. Arıyor. Bulacak bekle” kısmına gelişin öyküsünü bir babanın gözünden çok iyi kotarmış.

Kitapta bunlardan başka, insan ilişkilerinin nereden nereye geldiğini, modern hayatın dış görünüm ve ambalaja ne kadar çok önem verdiğini ancak son tahlilde insanî olanın kazanacağı konulu öyküler (Yepyeni Bir İnsan), insanî olanla mekanik olanın karşılaştırıldığı ve başarılı bir şekilde işlendiği (Kalple Bilmek) ve farklı konuların işlendiği öyküler de mevcut. Hepsine değinirsek kitabı anlatmış oluruz o yüzden bunlar okura kalmalı.

Gemici iyi bir öykü yazarı. Daha önce de belirttiğim gibi okurun duygu durumunu iyi yönlendiriyor ve anlatımla da bunu destekliyor. Farklı anlatım tarzlarını da aynı yetkinlikte kullanması onun önemli becerilerinden. Bazı öykülerde eksikler ve olumsuz yanlar olsa da genel olarak gayet başarılı bir kitap Hatırlı Yara. Bu yılın başında yayımlanmasına rağmen yılın en iyi öykü kitaplarından biri olacaktır.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

İnsan adil olmak istiyorsa değişmeli

İletişim Yayınları'na gittiğimde Mehmet Eroğlu kitapları hep dikkatimi çekerdi. İsimleri "acaba bu kitaplar deneme mi yoksa roman mı?" diye düşünmeme sebep olurdu: Kıyıdan Uzakta, Belleğin Kış Uykusu, Yarım Kalan Yürüyüş, Zamanın Manzarası, Düş Kırgınları, Issızlığın Ortası ve daha birçok kitap. Daha doğrusu bir sürü roman... Maalesef bazen, yazma serüvenine bizim doğduğumuz yıllarda başlayan bir insanı çok geç okuyup tanıyabiliyoruz. Maalesef desem de güzel bir duygu bu, insanın hayret duygusunu tetikliyor.

İyi Adamın On Günü; intikam, cinayet, yüzleşme, ruhun bilinmezliği gibi meseleler eşliğinde geçen ve bir adamla dört kadının merkezde olduğu bir roman. İsminden de anlaşılabileceği gibi on günde geçiyor. Süre meselesi kimseyi heyecanlandırmasın. Yazar, romanın kahramanı Sadık'ın kolundan saati söküp almış. Dolayısıyla okur da bir geri sayım telaşına düşmüyor. Elbette neden saat kullanmadığı romanın içinde kendine yer buluyor... "İnsan ömrü boyunca çocukluğunu içinde taşırmış. Hele bu çocuk gerçeğin gerektiğinden fazlasını taşımaya mahkum edilmişse." diyor Sadık. Çünkü bütün huylarını çocukluğunda ve ergenliğinde geliştirmiş. Saate ihtiyaç duymaması da bundan. Bir şeye karar vermeden önce içinden sayıyor mesela, beşte kararını uyguluyor. Karşısındakine soru sorunca o cevap verene kadar sayıyor, böylece kendisiyle beraber kişilerin davranışlarını da iyi çözümleyebiliyor. Neyi ne zaman yaptığını, erdemlerini, zaaflarını. Peki bu bize hangi yazarı hatırlatıyor? Elbette Dostoyevski'yi.

Roman biter bitmez -elbette kurgunun da etkisiyle- hemen ne zamandır beklettiğim bir Dostoyevski biyografisine başladım. Aslında sadece biyografi demek doğru olmaz. Edward Hallett Carr eşine az rastlanır bir edebiyat incelemesi yapıyor. Bir yazarın peşinden giderken o kendine mahsus engin tarih bilgisini de kullanıyor ve insan denen meçhulün duygu dünyasını, ruhunu en esaslı biçimde edebiyatla öğrenebileceğimizi anlatıyor. Kitabı bitirince belki hakkında bir şeyler yazarız ama şurası önemli: Carr, Dostoyevski'nin ortaya çıkardığı karakterlerde fiziki hiçbir özelliğin akılda kalmadığını çünkü onun insanları ruhlarıyla, arkalarındaki hikâyelerle ortaya koymak istediğini hatırlatıyor. Ancak bu şekilde insanla 'arkadaki bilinmeyen karanlık gerçek' arasındaki ilişki aydınlanabiliyor zira. İşte Mehmet Eroğlu da bunu başarıyla yapıyor. Sadık, çevresindeki insanları sürekli Dostoyevski karakterlerine benzetiyor ya da kıyaslıyor: Zverkov, Alyoşa, Katerine İvanovna, Mişkin, Stavrogin ve diğerleri... Okuyucuyu yanıltmak istemem, bu benzetme ya da kıyaslama en fazla bir iki cümlelik, kurguyu yoracak hiçbir olumsuzluğu yok yani. Yeniden Dostoyevski okumak için yazar tetikleyici görevi üstlenmiş ve bunda en azından benim adıma başarıya ulaştığını söyleyebilirim.

"Dostoyevsk, bir dilenciyi ya da bir arkadaşı hiçbir zaman geri çeviremezdi. İş yaptırdığı insanların şikâyetçi olmayan bir kurbanıydı." diyor Carr. Sadık da öyle. Patronu Maide'nin, eski karısı Rezzan'ın, hem sessiz hem de tuhaf bir dostluğa sahip olduğu Meral'in ve sevgilisi Fatoş'un. Gerçi Fatoş iyi ki çıkmıştı onun karşısına. Bir Tanrı'ya inanmanın imkânlarına, öç almanın insandaki merhamet duygusunu geliştirdiğine, iyi bir insan olduğu için ona yakıştırılan 'enayi' ve 'saf' gibi etiketleri umursamadan kendi yolunda yürümeye onun sayesinde bir defa daha inanmıştı. Tüm bunlardan daha ilginç bir şey vardı ki o da Sadık, Fatoş'la birlikte uyuduğunda rüya görebiliyordu. O hep görmek istediği rüyayı tamamlamak için her seferinde 'Fatoş'un inandığı Tanrı'ya' hürmet gösteriyordu. Bir adada, güneşi kertenkele gibi tüm bedenine yedirerek yatabileceği günlerin rüyasına inanıyordu. Bu rüyayı tamamlamak ve hatta o adaya dair yazmak istiyordu. Komik gibi görünebilir belki onun bu dileği. Ancak tıpkı Sadık'ın dediği gibi: "Eninde sonunda her insan kalbi kırık bir palyaço değil midir?"

Birçok karakteri zincirlemiş bir muammayı çözme peşinde Sadık düğüm düğüm olan hayatını da çözüyor. Dolayısıyla kitap hem bir polisiye hem de bir arayış romanı olarak değerlendirilebilir. "Risk almadan, yaşamını ortaya sürmeden adalat elde edilmiyor" diyor Sadık adalet peşinde koşarken, dünyaya adil olmanın gücünü gösterirken, herkesin onu "iyi bir insansın" diyerek pohpohlarken bile şımarmadan, hatta umursamadan daima yolunda yürürken. Sevgiye inanıyordu, sevilmeye, değer ve merhamet görmeye. Çünkü dünyada eğer bu duygulara aç ve bu duyguları hiç tatmamış birileri varsa, bunun sebebi olarak anneleri görüyordu. Ne tür anneleri? Şöyle:

"Benim yoktu ama annelerin çocuklarına bakarken kör olduklarını, onlara hiç elde edemeyecekleri meslekler yakıştırdıklarını, kendileri cehennemde yaşadıklarından olacak, cennet hayalleri, süslü gelecekler tasarladıklarını biliyordum. Tanrı onların hazırladığı özgeçmişleri okusa hiçbir çocuğun canını almazdı."

Sartre'a inanıyor Sadık, seçim yapmaya. Ama rehberi Dostoyevski ve onun kahramanları. İnsanlara yakınlaşırken ve uzaklaşırken bundan ödün vermiyor. İnsan ruhunun bilinmezliğini ortaya döken yazarlar ve onların romanları böyledir işte. Başka romanlara, başka karakterlere rehber olurlar.

Okuduğum ilk Mehmet Eroğlu kitabı olan İyi Adamın On Günü'nden gayet memnun ayrıldım. Ve hemen Kötü Adamın On Günü'ne başlayacağım günü beklemeye koyuldum. Çünkü şu iç sıkan günlerde insan zihnini çok zorlamadan bazen hayallerin bazen de rüyaların peşinde koşturacak romanlara ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf