15 Nisan 2020 Çarşamba

İnsan adil olmak istiyorsa değişmeli

İletişim Yayınları'na gittiğimde Mehmet Eroğlu kitapları hep dikkatimi çekerdi. İsimleri "acaba bu kitaplar deneme mi yoksa roman mı?" diye düşünmeme sebep olurdu: Kıyıdan Uzakta, Belleğin Kış Uykusu, Yarım Kalan Yürüyüş, Zamanın Manzarası, Düş Kırgınları, Issızlığın Ortası ve daha birçok kitap. Daha doğrusu bir sürü roman... Maalesef bazen, yazma serüvenine bizim doğduğumuz yıllarda başlayan bir insanı çok geç okuyup tanıyabiliyoruz. Maalesef desem de güzel bir duygu bu, insanın hayret duygusunu tetikliyor.

İyi Adamın On Günü; intikam, cinayet, yüzleşme, ruhun bilinmezliği gibi meseleler eşliğinde geçen ve bir adamla dört kadının merkezde olduğu bir roman. İsminden de anlaşılabileceği gibi on günde geçiyor. Süre meselesi kimseyi heyecanlandırmasın. Yazar, romanın kahramanı Sadık'ın kolundan saati söküp almış. Dolayısıyla okur da bir geri sayım telaşına düşmüyor. Elbette neden saat kullanmadığı romanın içinde kendine yer buluyor... "İnsan ömrü boyunca çocukluğunu içinde taşırmış. Hele bu çocuk gerçeğin gerektiğinden fazlasını taşımaya mahkum edilmişse." diyor Sadık. Çünkü bütün huylarını çocukluğunda ve ergenliğinde geliştirmiş. Saate ihtiyaç duymaması da bundan. Bir şeye karar vermeden önce içinden sayıyor mesela, beşte kararını uyguluyor. Karşısındakine soru sorunca o cevap verene kadar sayıyor, böylece kendisiyle beraber kişilerin davranışlarını da iyi çözümleyebiliyor. Neyi ne zaman yaptığını, erdemlerini, zaaflarını. Peki bu bize hangi yazarı hatırlatıyor? Elbette Dostoyevski'yi.

Roman biter bitmez -elbette kurgunun da etkisiyle- hemen ne zamandır beklettiğim bir Dostoyevski biyografisine başladım. Aslında sadece biyografi demek doğru olmaz. Edward Hallett Carr eşine az rastlanır bir edebiyat incelemesi yapıyor. Bir yazarın peşinden giderken o kendine mahsus engin tarih bilgisini de kullanıyor ve insan denen meçhulün duygu dünyasını, ruhunu en esaslı biçimde edebiyatla öğrenebileceğimizi anlatıyor. Kitabı bitirince belki hakkında bir şeyler yazarız ama şurası önemli: Carr, Dostoyevski'nin ortaya çıkardığı karakterlerde fiziki hiçbir özelliğin akılda kalmadığını çünkü onun insanları ruhlarıyla, arkalarındaki hikâyelerle ortaya koymak istediğini hatırlatıyor. Ancak bu şekilde insanla 'arkadaki bilinmeyen karanlık gerçek' arasındaki ilişki aydınlanabiliyor zira. İşte Mehmet Eroğlu da bunu başarıyla yapıyor. Sadık, çevresindeki insanları sürekli Dostoyevski karakterlerine benzetiyor ya da kıyaslıyor: Zverkov, Alyoşa, Katerine İvanovna, Mişkin, Stavrogin ve diğerleri... Okuyucuyu yanıltmak istemem, bu benzetme ya da kıyaslama en fazla bir iki cümlelik, kurguyu yoracak hiçbir olumsuzluğu yok yani. Yeniden Dostoyevski okumak için yazar tetikleyici görevi üstlenmiş ve bunda en azından benim adıma başarıya ulaştığını söyleyebilirim.

"Dostoyevsk, bir dilenciyi ya da bir arkadaşı hiçbir zaman geri çeviremezdi. İş yaptırdığı insanların şikâyetçi olmayan bir kurbanıydı." diyor Carr. Sadık da öyle. Patronu Maide'nin, eski karısı Rezzan'ın, hem sessiz hem de tuhaf bir dostluğa sahip olduğu Meral'in ve sevgilisi Fatoş'un. Gerçi Fatoş iyi ki çıkmıştı onun karşısına. Bir Tanrı'ya inanmanın imkânlarına, öç almanın insandaki merhamet duygusunu geliştirdiğine, iyi bir insan olduğu için ona yakıştırılan 'enayi' ve 'saf' gibi etiketleri umursamadan kendi yolunda yürümeye onun sayesinde bir defa daha inanmıştı. Tüm bunlardan daha ilginç bir şey vardı ki o da Sadık, Fatoş'la birlikte uyuduğunda rüya görebiliyordu. O hep görmek istediği rüyayı tamamlamak için her seferinde 'Fatoş'un inandığı Tanrı'ya' hürmet gösteriyordu. Bir adada, güneşi kertenkele gibi tüm bedenine yedirerek yatabileceği günlerin rüyasına inanıyordu. Bu rüyayı tamamlamak ve hatta o adaya dair yazmak istiyordu. Komik gibi görünebilir belki onun bu dileği. Ancak tıpkı Sadık'ın dediği gibi: "Eninde sonunda her insan kalbi kırık bir palyaço değil midir?"

Birçok karakteri zincirlemiş bir muammayı çözme peşinde Sadık düğüm düğüm olan hayatını da çözüyor. Dolayısıyla kitap hem bir polisiye hem de bir arayış romanı olarak değerlendirilebilir. "Risk almadan, yaşamını ortaya sürmeden adalat elde edilmiyor" diyor Sadık adalet peşinde koşarken, dünyaya adil olmanın gücünü gösterirken, herkesin onu "iyi bir insansın" diyerek pohpohlarken bile şımarmadan, hatta umursamadan daima yolunda yürürken. Sevgiye inanıyordu, sevilmeye, değer ve merhamet görmeye. Çünkü dünyada eğer bu duygulara aç ve bu duyguları hiç tatmamış birileri varsa, bunun sebebi olarak anneleri görüyordu. Ne tür anneleri? Şöyle:

"Benim yoktu ama annelerin çocuklarına bakarken kör olduklarını, onlara hiç elde edemeyecekleri meslekler yakıştırdıklarını, kendileri cehennemde yaşadıklarından olacak, cennet hayalleri, süslü gelecekler tasarladıklarını biliyordum. Tanrı onların hazırladığı özgeçmişleri okusa hiçbir çocuğun canını almazdı."

Sartre'a inanıyor Sadık, seçim yapmaya. Ama rehberi Dostoyevski ve onun kahramanları. İnsanlara yakınlaşırken ve uzaklaşırken bundan ödün vermiyor. İnsan ruhunun bilinmezliğini ortaya döken yazarlar ve onların romanları böyledir işte. Başka romanlara, başka karakterlere rehber olurlar.

Okuduğum ilk Mehmet Eroğlu kitabı olan İyi Adamın On Günü'nden gayet memnun ayrıldım. Ve hemen Kötü Adamın On Günü'ne başlayacağım günü beklemeye koyuldum. Çünkü şu iç sıkan günlerde insan zihnini çok zorlamadan bazen hayallerin bazen de rüyaların peşinde koşturacak romanlara ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

13 Nisan 2020 Pazartesi

İbretlik bir ders

Reşat Nuri’yi hep çok sevmişimdir. Bunun pek çok nedenlerinden biri de Anadolu’yu ve devlet memurlarının hallerini çok iyi anlatıyor oluşudur. Salgın, tam olarak bu ikisini aynı anda ibretlik bir ders gibi anlattığı, en sevdiğim hikâyelerindendir. Herkesin eve kapanıp yeni okuma listeleri yaptığı bugünlerde Salgın’ın da zorunlu okumalardan olduğunu belirtmek isterim. Hikâye kısaca şöyledir:

Hayat karşısında gerçek anlamda hiçbir şey yapmamanın ruhu ezen yorgunluğu ve her şeyin ölüme dönüşecek olmasının verdiği anlam yokluğuyla baş edemeyen zayıf bir karakterdir Gökpınar kaymakamı. Uzun yıllar taşrada ve taşra halkıyla baş başa olmanın verdiği bezginlik zamanla bir azaba dönüşmüştür.

Dairesinden nadiren dışarı çıkan, çıktığında ise ya mezarlığa yahut dere kenarına giden, insan arasına çok fazla çıkmayan, en sevdiği iki ağaçtan biri ölümün hüznünü hatırlattığı için servi ve diğer, yaşamın zevkini simgelediği için söğüt olan, dışarıdan bakıldığında tuhaf ama yakınlaştıkça sıradanlaşan bir ruh hali vardır Kaymakam’ın. Mutluluk onun için söğüt yaprakları gibi kararsız ve elle tutulamazdır; tıpkı hayatın kendisi gibi. Tıpkı kendisi gibi!

Otuz küsur yıllık memuriyet hayatı onda karar vermek, herhangi bir meseleyi kestirip atmak kabiliyetini büsbütün dumura uğratmıştır. Öyle olunca, gelen talepleri karara bağlayan kişi uzunca bir süredir Yazı İşleri Müdürü’dür. Taşradaki hemen her devlet dairesinde var olan, yerli halkı iyi bilen, gözü açık, zaman içinde üstündeki ve altındakileri idare etmekte pek mahirleşmiş biridir Yazı İşleri Müdürü. Kaymakamın bizatihi kendisine gelen ve üstünkörü okuyup öylece çalışma masasının çekmecesine attığı talepler ve haberdar etmeler hariç olmak üzere ne iş varsa Yazı İşleri Müdürü ona bırakmaksızın karara bağlar, gereğini yerine getirir.

Kaymakam, günlerden bir gün, yılda iki kere temizlediği masasının çekmecesindekileri atmadan önce bir kez daha okumaya dalınca iki satırlık bir cevabı bile çok gördüğü mektuplardan birine dikkat kesilir. Mektup, Karlıbey köyü ilkokul öğretmeni Cevdet’ten gelmiştir ve köyde baş gösteren bir salgını haber vermekte, derhal harekete geçilmemesi halinde olası toplu ölümlerden söz etmektedir. Köyde salgına tutulanlar, şiddetli baş, arka ağrıları ve kusmalarla yatağa düşmekte, ateşleri yükselmekte ve birkaç saat içinde kendilerini kaybetmektedirler. Üç dört gün bu halde can çekiştikten sonra da ölüp gitmektedirler.

Cevdet Öğretmen, canhıraş bir halde, doktor olmadığı için hastalığın ne olduğunu elbetteki bilemediğini, sadece gördüklerini anlattığını, elli hanelik köyde bir anda altı kişinin benzer şekilde ölmesinden hareketle bunun kuvvetle muhtemel bir salgın olduğunu yazmaktadır. Kaymakam ne kadar yorgun ve kararsız ise Cevdet öğretmen de bir o kadar cevval, dinç ve kararlı, işine ve kendine inanan bir mizaçtır. Cumhuriyet eğitimi almış, eğitimsizliğin büyük dert olduğunu Anadolunun ücra köylerinde yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Bütün gözü karalığıyla şöyle yazar:

Köylüler, cahil insanlar, hastalıktan sakınmasını, korunmasını bilmiyorlar. ‘Aman çoluk çocuğunuzu kollayın belki geçer’ diyecek olursam kızıyorlar. ‘Biz çok şükür Müslüman insanlarız. Hastadan iğrenmek günahtır’ diyorlar. Okulun eski öğretmeni olan ihtiyar imam da onları benim aleyhime kışkırtıyor. ‘İmanımızı bütün tutalım. Allah’a yalvaralım. Bir suçumuz, günahımız varsa affetsin. Kim bilir ne kusurlarımız var ki Allah bu belayı gönderdi’ diyor. Bu dağ tepesinde bütün dünya ile alakasını kesmiş garip, fakir köylülerin cehaletlerinden başka ne günahları olur? Halbuki o suçun sorumlusu da kendileri değil. Şimdiki halde bu salgın karşısında yapılan tedbir hastaları hocaya nefes ettirmekten ve köyün başından bu belayı defetmek için akşam namazlarında Kunut duasını okutmaktan ibarettir.

Bu durum karşısında Öğretmen, binbir zahmetle ağır kış şartlarında dağ köyünden kasabaya giderek nahiye müdürüne durumu anlatır ama hiçbir sonuç alamaz. Nahiye müdürü, başından savmaya çalışır. Bir şey yapmamış olmamak için ise bir süre sonra jandarmalarla solfato ilacı yollar köye. Bunun üzerine, Cevdet öğretmen yolu izi belli olmayan en sapa bu köyden kalkıp bir kez daha yollara düşer ve müdüre, “Bey, ayaklarını öpeyim. Bilmediğimiz bir hastalığa solfato ilacı kâr eder mi?” der. Buna hiddetlene müdür ise, “Ne diye üstüne lazım olmayan şeylere karışıyorsun? Ne diye izin almadan işi bırakıyorsun” diye azarlar.

Kaymakam, mektubu okudukça ne yapacağını bilemez, sayfalar eline “çam sakızı gibi yapışır”. Tabii ki hemen Yazı İşleri Müdürü’nü çağırır ve mektubu okutarak bu öğretmeni tanıyıp tanımadığını sorar. Yazı İşleri Müdürü, okuduklarından çok rahatsız olmuştur. “İstanbul öğretmen okulunun başımıza bela ettiği kişilerden…kendisini gayet iyi tanırım. Huysuzdur, geçimsizdir, ukaladır. Anarşist gibi bir adamdır. Köylü ile daima hır çıkarır.” diye cevap verir. Resmi yanı olmayan mektubu yırtıp atarak meseleyi kökünden çözmeyi önerir. Fakat Kaymakam bunu yapamaz, eli gitmez, içsel bir huzursuzluk duyar. Hayat karşısındaki bütün yorgunluğunu ve bedbinliğini bütünüyle üzerinden atmasına vesile olacak bir fırsat yakalamışcasına bir hisse kapılır. İlçedeki doktorun derhal gönderilmesini ister.

Yazı İşleri Müdürü, ayak diretir, türlü yalanlarla doktor Remzi’nin gitmesinin henüz elzem olmayabileceğini söylerse de Kaymakam umulmadık bir sertlikle karşılık verir. Yazı İşleri Müdürü yine de en azından Nahiye Müdürü’ne yazarak “gerçek” durumu öğrenme konusunda Kaymakam’i ikna eder, pek tabii ki gelecek cevabı kendi yazmışcasına bilerek.

Gelen cevapta, Cevdet Öğretmen’in geçimsiz ve köylülerle her fırsatta ters düşen, üzerine vazife olmayan işlere karışıp duran bir düzen bozucu olduğu yazmakta, hastalıkla ilgili durumu bilerek abarttığı ve devleti zor durumda, aciz bırakmaya çalıştığı yazmaktadır. “Karlıbel köyünün sağlık durumunda endişe edecek bir olağanüstülük olmadığını zannetmekle birlikte…” kasaba doktorunun çıktığı bir başka köy görevinden kasabaya döner dönmez göndereceğini de yazmaktadır. Yanı sıra Cevdet efendinin kendisine gelişlerinde haddini aştığı ve saygısız davrandığı, hükümetin güvenirliğini zedeleyecek sözler söylediği ve makam atlayarak kaymakamlığa yazı yazmasının üzüntü vericiliği de belirtilmektedir.

Bu sürüncemeler içerisinde Karlıbel salgını mektubu, gündelik olaylar arasında unutulur gider. On iki sonra kaymakamlığın bir üst mercii olan mutasarrıflıktan bir yazı gelir. Cevdet öğretmenden giden yeni bir mektuptan hareketle kaleme alınan yazıda, Karlıbel köyündeki salgından ve ölenlerin sayısının on üçü bulduğundan bahsedilerek, öğretmenin tüm çabalarına rağmen nahiye müdürlüğü ya da kaymakamlığın herhangi bir eylemde neden bulunulmadığı sorulmaktadır. Konunun incelenerek durumun ecilen bildirilmesi istenmektedir.

Nihayet sözde başka bir köye vazifeye giden doktor Remzi Bey nahiyeye dönmüş ve zorunlu olmasa asla yapmayacağı bir biçimde olanca kar fırtınasına rağmen jandarma neferleriyle birlikte Karlıbel’e gitmek üzere ikna edilmiştir. Ne var ki, kar kış kıyamet kısa sürede takatlerini keser ve yol üzerindeki bir başka köyde konaklayan doktor, Karlıbel hakkında köyün alaylı ihtiyar öğretmeninden bilgi alır. Öğretmen’e göre sorun öğretmendedir. Hastalık mastalık hep uydurmadır vs. Kar da iyice arttığından, Doktor Karlıbel’e gidemeyerek yeniden nahiyenin yolunu tutar. O da artık vazifesini yapmıştır.

Bir süre sonra Tanin’de Karlıbel köyündeki salgında on beşten fazla vatandaşın telef olduğunu bildiren birkaç satırlık bir yazı çıkması üzerine bu kez İl Sağlık Müdürü Vali tarafından tahkikat için görevlendirilir ve bu amaçla ilçeye gelir fakat o da vazifesini bir an önce, toz kaldırmadan yapıp işi başından savmaya çalışan, yükselmesini yalnızca dalkavukluğuna borçlu bir adamdır.

Tıpkı kaymakam gibi güzel yazıya, şiire, hat sanatına düşkündür ve Kaymakamla olan görüşmelerin konusunu daha ziyade bu konular teşkil eder. Ve, “bereket versin” Müdür, Yazı İşleri Müdürü’nün yakın dostu Kozacı Şakir’in eniştesidir. “Ahbaptan adama ziyan gelmez” fehvasında çok geçmeden Kozacı Şakir’in evinde büyük eğlenceler tertip edilmeye başlanır. Ne kadar eşraf varsa Kozacı Şakir’in sazlı sözlü eğlenceli akşam yemeğinde toplanır. “Zevk ehli” Sağlık Müdürü, durumdan pek memnun, herkese abartılı iltifatlarla coşkudan coşkuya atılmaktadır. Eğlencelere katılan kadı efendi ona göre “kabına erişilmez bir alim”, “öğretmenlerden biri, “Müslüman Aristo”, ve şeyh efendi, “Batı alimlerinin hariçte aradıklarını kendi nefsinde bulmuş ve davayı kökünden halletmiş bir arif”tir.

Tahkikat için gelen Sağlık Müdürü, eğlencelerden kalan vakitlerde, işi olabildiğince ağırdan almakta, kardan kapalı yol dolayısıyla köye bir türlü erişilemediğini resmi kayıt altına aldırıp işi “güzellikle” kapatmaya çalışmaktadır. Neticede bir ‘fen adamı”dır ve idari işlerden anlamaması gayet normaldir. “Bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkarmaya çalışmaktadır”. Hep birlikte el birliğiyle işin üzerini örtmeye çalışırlar. Karlıbel köylüleri dışındaki herkesi kurtaran bir rapor düzenleyip durumu nihayetlendireceği esnada son bir kez görüştüğü Yazı İşleri Müdürü’nün boş bulunup anlattıklarıyla içine bir kuşku düşer. Bunun üzerine tahkikatı sürdürür ve yakın köylerden gelip geçen köylülerle konuşur fakat yine duruma dair gerçek bir bilgi alamaz. Alamadıkça Cevdet öğretmene olan öfkesi artar. Tıpkı diğerleri gibi o da Cevdet öğretmenin mübalağacı, yalancı ve ortalığı bilerek karıştırarak kendini göstermeye çalışan bir adam olduğuna her defasında yeniden hükmeder.

Neticede, “ne şiş yansın ne kebap” türü bir tahmini ve danışıklı bir raporla ilçeden ayrılmak ve bu belalı işten sıyrılmak üzereyken bu kez de ilçeye neden geldiği belli olmayan çekirdekten yetişme, zeki ve dürüst aynı zamanda “kolay ve parlak muvaffakiyetlerle kendini göstermeyi seven” bir mülkiye müfettişi gelir. Adam aslında konudan bihaberdir fakat Sağlık Müdürü bu haberi alır almaz içine yine bir kurt düşer ve derhal gidip müfettişi ziyaret eder. Onu buralara taşıyan dalkavukluğundan en ufak bir şey esirgemeyerek müfettişi göklere çıkarırken bir yandan da tam bir boşboğazlıkla olan biteni anlatıp kendisinin bir fen adamı olduğunu, müfettişin engin idari tecrübesiyle raporunu sonlandırabileceğini ifade eder.

Neye uğradığını şaşıran müfettiş hem durumu hem de durumun içinde kendi açısından yatan fırsatı görerek işe dahil olmayı düşünür ise de bir gün sonra güçlü bir diş ağrısıyla uyanınca bütün hevesi kaçar ve durumu idare edip bir an önce İstanbul’a dönse iyi olacağını düşünür. “Bu Karlıbel işine el koymak tehlikeli bir şeydir…”. Müfettiş de engin tecrübesinin gösterdiği yolda ilerleyerek, Sağlık Müdürünü çağırır, inceleme evrakını şöyle bir gözden geçirip ona göre “gerekenleri yapacağını” söyleyerek ilçeden ayrılır ve hikâye burada biter.

Yaşananların ardından İl’in kararı şöyledir: “adi bir mevsim hastalığını helak edici bir salgın şeklinde haber vererek halkı dehşete düşürdüğü, devlet dairelerini ihmal ve salgının yayılmasına meydan vermekle itham eylediği, bu dairelerin başındaki kişileri üst makamlara şikâyet suretiyle fitne ve fesat çıkarmaya çalıştığı ve bunlara sırf yaradılışındaki karıştırıcılık ve intikamcılık meyillerinin sebeb ve etkili olduğu belirmiş bulunan Karlıbel öğretmeni Cevdet Efendi’ye kat’i bir ihtar ve on beş gün maaş kesme” cezası verilmesine…

Ona bu tebliği götüren zarf havalar açılıncaya kadar nahiye postanesinde bekledikten sonra Karlıbel’e gidebilmiştir. Birkaç gün sonra da sararmış, buruşmuş, kirlenmiş fakat açılmamış olduğu halde üstünde şu satırlarla geri dönmüştür:

Muallim Cevdet efendinin bir buçuk ay evvel bilinmeyen bir hastalıktan dolayı vefat ettiği anlaşılmış olmakla iade kılındı.

A. Erkan Koca
twitter.com/ahmeterkankoca
* Bu yazı daha evvel Serbestiyet'te yayınlanmıştır.

Sonsuzluk yurdunun talimi

İnsanlık tarihinin en eski sorularından biri şüphesiz; “Ben neden varım?” sorusudur. Varlık sebebini sorgulayan insan, hayatını anlamlı kılmak üzere çeşitli eylemler geliştirir. Eylemsizlik, anlamsızlık anlamına geleceği için insanın hayatını devam ettirmesinin gereği kalmayacak ve pek çok ruhsal problemle beraber intihar dahi kaçınılmaz olacaktır. Modern dünyadaki uyuşturucu, alkol, anarşi, terör, fuhuş gibi gayrı ahlaki olayların altında yatan sebeplerden biri ve belki de en güçlüsü bireylerin varlıklarını anlamlandırmada yaşadıkları zorluklardır.

İnsan, kendi kendine var olmamıştır, bir tesadüf eseri de değildir. Bu nedenle insanın varlığının anlamını kendi kendine ya da tesadüfen bulmasını beklemek mantık dışıdır. İnsan, “ne olduğu” sorusunun ardından sorar “neden var olduğu” sorusunu. Din ve felsefe insanı farklı tanımlasa da ruh ve beden bütünleşmesini her ikisi de kabul eder. Bunlardan birini diğerine üstün tutan dini ve felsefi görüşler insanın dünyaya karşı tutumunu kendi bakışları itibariyle izah etmeye çalışırlar. Bu izahlara göre insan bedeni ihtiyaç ve isteklerini doyurmak zorunda olan düşünen bir hayvandan ruhi derinliğini tatmin etmek zorunda olan şerefli bir varlığa kadar geniş bir zeminde kendine yer bulur. Bu iki zıt görüşü dengelemeye çalışan tanımlamalar da vardır.

İslam; son, esas ve tek din olması itibariyle insanı nasıl tanımladığı ve insanın varlık sebebi hakkında neler söylediği bizim için esas ölçüttür. İnsan, Cenab-ı Hakk karşısında kul yani “abd” olarak, varlık sebebi de Allah’a kulluk yani “ibadet” olarak açıklanmıştır. Bu tanımlama akli bir tanımlama olması dolayısıyla gönül ehli olanlar için eksiktir. Çünkü yaradılışın sırrı olarak izah edilen ”aşk” bu tanımların dışındadır. Peygamber Efendimizin (sav) kendisine islam’ın şartlarını soran ve “Bunları yaparım ancak fazlası yapmam” diyerek huzurundan ayrılan bir bedevi için mecliste bulunan ashabına “Eğer doğru söylüyorsa kurtuldu gitti, cennetlik bir kul görmek isteyen bu adama baksın” şeklinde buyurduğu hadis ravilerince rivayet edilir. Bununla beraber Efendimizin (sav); “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe (kamil manada) iman etmiş olmazsınız." buyurduğu bilinir. Peki, bu iki hadisin de doğruluğunu kanıtlayan prensip nedir? Kişi bildiğinden mesuldür. Zümer suresinin; “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” mealindeki ayeti kul ile Allah arasındaki ilişkiyi belirleyen esas ölçünün ilim olduğunu ortaya koyuyor. Peygamber Efendimiz gerek icraatlarında gerekse beyanlarında ilmin önemini göstermiş, İslam’ın hâkim olduğu yüzlerce yıl boyunca pek çok bilimsel gelişme yaşanmış ve nihayet Avrupa’da Rönesans ve reform hareketlerinin tetikleyicisi olmuştur.

İlmin kaynağı şüphesiz Allah’tır. İlmi talep eden herkes nasibince öğrenir. Kitaptan ve mektepten öğrenilen ilmin yanında bir de Cenab-ı Hakk’ın gönüllere bahşettiği sır vardır ki “irfan” sözcüğü bu sır için kullanılır. Kâinatın yaradılış sırrı aşktır dedik. Aşk, kitaplardan okuyarak öğrenilecek bir bilgi olmayıp ancak kalbe ilham edilebilir. “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, kâinatı yarattım.” mealindeki hadis-i şerif Cenab-ı Hakk’ın kendi sırrına erilmesini arzu ettiğini ifade eder. Yine Ahzab suresinde; “Biz emaneti göklere, yer küreye ve dağlara teklif ettik ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi, şüphesiz insan çok zalim, çok bilgisizdir.” mealindeki ayet de insana yüklenen bu sırra işaret eder. İnsanın bu cehaleti Allah’ın ilk emri olan “Oku” ayetini de izah eder. Bakara suresinde; “Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” buyrulur. Ayet ve hadislerde çok defa Allah’ın ilmi ve kudreti karşısında insanın acziyeti vurgulanır. İşte bu acziyetin teslimiyete dönüşmesi ve yaradılıştaki sırrın hayranlıkla temaşası ve şükür, tasavvufun çıkış noktaları olmuştur.

Tasavvuf ve sufi kelimeleri Kur’an ve hadislerde yer almamakla birlikte Peygamber Efendimiz ve sahabeler döneminde hatta tabiin döneminde de tasavvuflar yoktur. Prof. Dr. Kadir Özköse, bu durumu izah ederken; Peygamber Efendimizin sohbetinde bulunmuş kişilerin bu lezzetin haricinde bir arayışa girmediklerini, tabiin diye ifade edilen sahabelerin sohbetlerinden nasiplenenlerin de tasavvufa ihtiyaç duymadıklarını ancak daha sonraki yıllarda gerek Müslümanların ekonomik olarak refaha kavuşmaları gerekse dünyalık telaşlarının artması gibi nedenlerle Allah sevgisinin sırrına ermek isteyenlerin tasavvuf yoluna girdiklerini söyler.

Tasavvuf, pozitif bir bilim ya da disiplin olmadığı için tek geçerli tanımını yapmak mümkün değildir. Her mutasavvıf fıtratına ve derecesine göre farklı tanımlar yapmıştır. Hocamız; Seyyid Hüseyin Nasr'ın Modern Dünya’da Geleneksel İslam kitabından alıntıladığı “Tasavvuf insan gönlünün İlahi tecellilere mazhar olmasını hedefler. Bu sebeple talimden (öğretim) çok terbiyeyi (eğitim) benimsemiştir.” sözleriyle tasavvufun bir öğrenme sürecinden öte eğitme ve yaşama süreci olduğunu vurgular. Hocamızın işaret ettiği bir diğer ayet, Bakara suresinde yer alan; “Allah’tan korkun, Allah size öğretsin.” mealindeki ayettir. Bu ayetten de anlaşılacağı üzere tasavvufta bilginin en önemli kaynağı Kur’an’dır. Ayrıca hadis ve sünnetler de tasavvufi bilginin dayanak noktalarını oluşturur. “Ölüm gelip çatmadan evvel, şehvani ve nefsani hislerinizi terk etmek suretiyle bir nevi ölünüz.” mealindeki hadis gereğince mutasavvıflar “ölmeden evvel ölmek” düsturunu benimsemişlerdir. “Eline, beline, diline sahip ol” öğüdü Bektaşî dervişleri başta olmak üzere pek çok sufinin şiarı olmuştur. Tasavvuf; dervişlerin dünyadan el ayak çekmemesi ve halka hizmeti Hakk’a hizmet sayarak bir meslek icra etmesi, üretime katılması nefsini öldürmeyip Hakk’ın razı olacağı işlere yönlendirmesi gibi özellikleri bakımından Hristiyanlıktaki ruhban sınıfından ayrılır.

Hocamız tasavvufi ahlak ile ilgili Muhammed b. Ali Kessab’ın “Tasavvuf şerefli bir zamanda, şerefli bir insandan, şerefli bir toplulukla bulunurken zuhur eden şerefli huylardır.” tanımını veriyor ki mürit ve mürşit arasındaki ilişkiyi de ifade ediyor. Hucurat suresinde yer alan “Bedeviler iman ettik, derler. Sen onlara şöyle de: hayır iman etmediniz. Siz ancak Müslüman olduk, İslam dairesine girdik, deyin. Çünkü iman henüz kalplerinize girmemiştir.” mealindeki ayet imanın esas lezzetinin gönül yoluyla alınabileceğini de ifade eder. İşte mürşit gönül sohbetleri ve tarikat adabınca dervişlerin nefis terbiyelerini tamamlarken onların gönüllerini de ihya ederek imanın lezzetine varmalarını sağlar. Elbette her insanın fıtratı ve gönül zenginliği farklıdır. Bu da tasavvuftaki derecelerinin farklı olmasını sağlar.

Tasavvufta en merak edilen konulardan biri de keramettir. Gönül gözü açık bir Allah dostunun, Allah’ın bir ikramı olarak zor işleri kolaylaştırmasına keramet denir. Tarikata yeni girmiş olan dervişlerin şevklerini artırması bakımından önemli bir işlevi olan kerameti tasavvuf ehli pek önemsemez hatta nefsin hoşuna gitmesi sebebiyle şeytanın hilesi olabileceğinden keramete karşı mesafeli dururlar. Esas kerametin hizmet ve ibadet olduğunu belirtirler. Bununla beraber pek çok derviş kendi şeyhinde gördüğü halleri kerametle izah etmeyi sever.

Şeyh uçmazsa kerametle eğer / mürid uçurur ta be-kamer” beyti de bu durumu izah eder.

Seyahat, tasavvufun önemli bir unsurudur. “Gurbet olmadan kurbet olmaz” düsturunca dervişler önce kendilerini masivaya bağlayan bütün sevdiklerinden uzaklaşarak Allah'a yakınlaşmayı hedeflemişlerdir. “Bir milletin efendisi o millete hizmet edendir.” hadisindeki müjde sufilerin kendilerini halkın hizmetine sunmalarına yeter de artar bile. Sufiler, İlahi aşkı ve yaratılana sevgiyi hayatlarının merkezine koymuşlardır. Yunus’un; “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü” sözleri ile “Dövene elsiz gerek / sövene dilsiz gerek / derviş gönülsüz gerek / sen derviş olamazsın” dörtlüğünde dervişin gönlünde Allah sevgisi ve Allah korkusundan başka dünyalık bir sevgi ve nefrete de yer yoktur.

Tasavvuf ehli esas bilginin ancak gönle ilham edilebileceğini düşünürken kitabi bilgiye sırt çevirmez. Kaldı ki kelam yoluyla edinilen bilgilerin üstüne ilham edilen bilgilerle mertebelerin yükseleceğini ifade ederler. Anadolu’da “Bir şeyi kırk defa söylersen gerçek olur” diye bir söz vardır. Dil ile tekrar edilenler zamanla gönülden söylenmeye başlanır ve gönülden istenen şey de Allah’ın inayetiyle gerçek olur. Dervişlerin dillerindeki virdler de onların mertebelerini artırmak için tekrar ettikleri dualardır.

Hasılı, sufiler Allah’ın vaadi, Peygamber Efendimizin müjdesi olan sonsuzluk yurdunun talimini bu dünyada yapmış gül yaprağından hafif, pamuktan yumuşak insanlardır. Erdem Beyazıt’ın ifadesiyle;


Ölümsüzlüğü tattık
Bize ne yapsın ölüm.

Erhan Çamurcu
erhan.hoca.55@hotmail.com

12 Nisan 2020 Pazar

Hakk'ın feyzi ansızın gelir, lakin uyanık bir kalbe gelir

"Mürşid-i kâmil ve tabib-i rûhânîye ihtiyaç sabittir. Rehbersiz sülûk-ı tarik müteazzirdir [yola çıkmak zordur]."

Okuyucular ve yolcular birbirlerine çok benzerler. Ancak bir yanılgıları vardır ki okudukları kitapları  ya da gittikleri yerleri kendilerinin seçtiklerini zannederler. Oysa her şey bir tercihten ibaret değildir. Kalpten kalbe olan yollar -ki bu yolların en güzeli muhabettir- görünmez. Ansızın oluverir. Bazen bir kitap bizi bekler mesela, asırlar evvel Hakk'a göçmüş bir zât-ı muhteremin beklediği gibi. Çağırmak da denebilir buna. O hâlde kimi kitapların ve kimi insanların bizi esaslı bir muhabbete çağırdığını söyleyebilir miyiz? Bal gibi de söyleriz.

Dokuz Risâle'yi çıkar çıkmaz alıp kitaplığıma koymuştum. O güne dair aklımda kalan samimi bir tebessümdür. Zira İstanbul'u avucunun içi gibi bildiğini zanneden biz teknoloji çağı insanları çoğu zaman burnunun ucunu göremeyiz. Senelerce gitmeye niyet ederiz de gidemeyiz mesela bir mekâna yahut mezarlığa. İşte, Zeyrek’teki Pîrî Paşa (Soğukkuyu) Camii Kabristanı'nda sırlı Mehmed Emin-i Tokadî de ziyaretçisini 'gezdiren' büyüklerden. Hemen öyle 'arayan bulur' demeyin. Hayatı boyunca neler aramış da hiçbir şeyi bulamamış kimler gelip geçti bu diyardan. Bazı şeyler bırakın kolay bulunmayı, kolay aranmıyor bile artık. Kabristana girdiğinizde hazretin mezar taşı hafif tepelikte, güzelce korunan bir biçimde size güven verir. Gözlere ve gönüllere hoşluk verecek güzellikte bir mezar taşı vardır. Kâtibzâde Mehmed Refî'nin ta'lik hatla yazdığı kitabede, Tokadî Hazretlerinin medar-ı iftiharı dervişlerinden -yedi yıl hizmetinde bulunmuş ve kendisinden tarikat hilâfeti ile hadis icâzeti almıştır- Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin Efendi’nin tarih düştüğü şu beyit yazar: "Peyk-i vahdet sırr-ı pâkinden okur târîhini / Oldu lâhûta revan Allah deyip rûh-ı Emîn."

İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ının Müstakimzâde Süleyman tarafından Türkçe’ye tercümesini sağlayan Mehmed Emin-i Tokadî (v.1745) İstanbul Nakşibendî-Müceddidîliği’nin 18. yüzyıldaki en önemli temsilcisidir. Dokuz Risâle içinde yer alan bölümlerden Hâl Tercümesi'yle birlikte söz konusu kitap bir bütün olarak, hazreti yakından tanımak için oldukça önemlidir. Kitabı hazırlayan Hasan Şahin Aktaş'ın ismini daha evvel başka bir kitapla aklıma kazımıştım. Zira adını daha önce hiç duymadığım fakat tanıdıkça zevk dolu şaşkınlıklar yaşadığım Kitapsız Mustafa Efendi'yi Aktaş'ın vesilesiyle öğrenmiştim. Buraya bir not düşmekte fayda var: Sâliklerin Maksatları (Maksadu's-Sâlikîn) nefis bir kitaptır. Hâcegân yolunu, Kitapsız Mustafa Efendi ile halifelerinin hayatlarını ve dolayısıyla Bayburt çevresinden Anadolu'ya yayılan güzide tasavvuf bahçelerinden bir deste güldür.

Dokuz Risâle, adından da anlaşıldığı gibi içinde birkaç risâleyi barındırıyor. Terceme-i Hâl'de Tokadî Hazretlerinin hocalarına, tasavvufa intisabına, tekke şeyhliğine ve türlü vasıflarına dair bilgiler ediniyoruz. Burada beni şaşırtan iki bilgiyi paylaşmaktan memnuniyet duyacağım zira tasavvuf çevreleri hâlâ mûsıkînin haram olup olmadığını tartışırlarken bakalım bu yolun büyükleri nelere talip olmuşlar.

"Yazısı güzel olduğu hâlde meşhur hattat Yedikuleli Abdullah Efendi'nin yazısına âşık olup çalışarak ondan yazı dersi aldığından yazı sıfat-ı nefîsesinde de şöhret kazandı. Sesi güzel olduğundan bazı mûsıkî üstadlarından makâmât öğrendi. Kimi vakit Şehzâde Camii'nde bazı kimselere Hâfız Divanı okuttu."

"Sultan Mustafa Han'ın Edirne'ye gelmeleri üzerine Kesedâr Ali Efendi'nin oraya gitmesi icâb etti. Emîn Efendi de beraberinde Edirne'de mûsıkî üstâdlarından Hâfız Post, meşhur Itrî Çelebî ve Nazîm Çelebi ile büyük sohbetler eyledi.
"

Bir yandan Hâfız-ı Şîrâzî'nin Dîvân'ı diğer yandan büyük bestekârlarımız Hâfız Post ile Buhûrîzâde Itrî'nin mûsıkî meşkleri... Hazretin hayatında sanatın epeyce yeri olduğunu okuyabiliyoruz sayfalar boyunca. Şiirle de araları pek iyiymiş ki Nakşibendiyye'ye intisâb ettikten sonra şu beyitleri inşâd buyurmuşlar:

Men sâlik-i râh-ı ittikâ'yı dînem
Pâ beste-i în silsile-i zerrînem

Yâ Rabb ber-hemân zi-kayd-ı hestî vu hodî
Ez feyz-i Ebu Bekri Bahâeddîn'em

Hoş ân ki demî biyâr be-nişînem
Ve ravza-i Hâcegân gül-hâ-çînem

Gam nist Emîn eger mecnûn gûyend
Men bende-i dîvâne-i Bahâeddin'em

(Ben dinin takva yolunun yolcusuyum, bu altın silsileye bağlıyım. Ya Rab! Hz. Ebubekir ve Şah-ı Nakşbend'in feyzine mensubum, beni hemencik benlik ve varlık kaydından kurtar. Bize bu demin esintisini getir ki oturmuş, Hâcegân bahçesinin güllerini derliyorum. Ey Emin! Deli deseler de gam değil. Çünkü ben Bahaeddin'in divane bir bendesiyim.)

Malumunuz, hazretin mezarı her daim 'dua makamı' olarak kabul edilmiştir. Nakşibendî-Müceddidî şeyhi Murâd Buhârî (v. 1720) ve Nakşibendî-Hâlidî şeyhi Abdülfettâh el-Akrî (v. 1864) ile birlikte "İstanbul'un üç büyük evliyası" arasında gösterilen Mehmed Emin-i Tokadî'nin kabrinin neden dua makamı olduğuna dair şu bilgiler mevcut:

"Hazret-i Şeyh hâl-i hayatında o mezarlık önünden her ne vakit geçse orada bulunan mürşidlere Fatiha okur, bir zaman dahi teveccüh eder, yanından bulunanlara "Bu makamda her vakit böyle teveccüh edip Hakk Teâlâ'dan yardım isteyiniz" diye tavsiyelerde bulunurdu. "Bu merkadda birçok nurlar görünmektedir. Bildiğim çoktur lakin söylememek evladır" sözlerini havi zuhurat olduğu hiss olunmakta idiyse de Şeyh Efendi bundan ziyade ifşaatta bulunmazlardı. Bu gizli sırrın hikmeti ki vefatlarında bu makama defnolunacaklarmış. Bu makamda edilen dua makbul olacakmış."

Hazretin vasıflarına dair bilgileri okurken evvela hâlini ve şânını halktan gizleme konusunda son derece dikkatli olduklarını görüyoruz. Dervişlerine dahi bunu nasihat ederlermiş. Kendilerine mürşid muamelesi yapılmasını men etmişler. Daima hoca-talebe ilişkisini uygun bulurlarmış. Sohbetleri herkesin kabını farklı ölçüde doldurup ziyadesiyle külfetsizmiş. Onu dinleyenler dünya dertlerinden uzaklaşır ve gönülleri ferahlık bulurmuş. Eğer sohbeti dinleyenlerden biri "Efendim, kalbimden geçenleri bildiniz, keramet gösterdiniz" gibi bir söz söylerse hazret onu derhal "Ben aciz bir kulum" diyerek cemiyetinden uzaklaştırırmış. Bu sebeple dervişleri dikkat ve rikkat sahibiymiş. Sokakta dervişlerinden birine tesadüf ederse elini öptürmezmiş. Eğer tazim görürlerse celallenirlermiş. Kalp tasarrufu konusunda geniş bilgiye sahiplermiş: "Bir adamı bir mecliste bir an kendilerine hüsn-i zan sahibi âşık ederlerdi. Yine o mecliste o adamı ettiği hüsn-i zan ve muhabbetle tövbe ve istiğfar edici kılardı. Bu gibi acayip tasarrufları çok olup bu hâllerden zevk duyarlardı."

1743-44 tarihinde Şeyhülislam Mustafa Efendi tarafından vazifeli bulunmayan Emîr Buharî zaviyesi şeyhliği Mehmed Emin-i Tokadî'ye verilmiş. Hazret derhal şeyhülislama varıp "Malûm-ı devletinizdir ki bu fakir, meşihat erbabından değilim. İnayet buyurun. Benim şeyhe benzer bir kıyafetim var mı? Namüstehakka tevcih buyurulmuş. Bir mirasçı olursa onu ihsan buyurun" diye özür dilese de şeyhülislam "Emin Efendi biraderim, biz sizi biliyoruz. Ömrümüz pek kısaldı. Hâlâ kendinizi gizlemek kaydında oluyorsunuz. Mızrak çuvala sığmaz. Siz kendinizi gizlemek menzilini geçeli otuz sene oldu. Özrünüzde fayda yok. Tevcih padişahındır. Kabule mecbursunuz. Kabul etmezseniz emr-i şahaneye itaatsizlik manası anlaşılır. Bunu siz yapmazsınız" buyurmuşlar. Hazret de tekkede oturmayı kabul etmeden göreve uymuş. Senede bir kere tekkede okutulacak mevlüd gecesinde bile yerinde duramaz, bir an evvel evine geçmek istermiş. Etraftan şanını duyup da tekkeye akın eden halk içindeki abartılı yüceltmeler karşısında "Bu herifler bizi deccale döndürdü" derlermiş. Vefatlarından az evvel dervişlerine verdiği öğütlerden biri ise şöyledir: "Tekyemiz var diye bizi tekyeye defnederek üzerimize yüksek bir sanduka, başımız ucuna mum koymayın. Toprak silmeye, sarık sarmaya yarar. Kendisine kötülük eden Cabaz yumurtacısı gibi beni dilenci etmeyin. Gariblerin kabri arasına koyun ki saadet sahibi kimseye komşu olayım da necâtıma bais olsun. Sizin şu ikram ve ihtiram diye birbirinize yaptığınız ihaneti bilseniz, birbirinize rastladığınız zaman aslandan kaçar gibi kaçardınız. Tazîm ve tekrîm ettiğiniz dertli adamın kibir ve gururunu, kendini beğenmesini tahrik etmekten başka faidesi yoktur."

Kitabın devamında tevhîd risâlesi, suâller ve cevaplar risalesi -ki eski dönemlerin dervişlerinin sorduğu sorular şuurun ne kadar önemli olduğunu gösteriyor-, rûhiyye risâlesi, dervişleri koruma risâlesi, sâlikleri irşâd risâlesi, zikir ta'lîmi risâlesi, nakşbendî tarîkatının kaideleri risâlesi ve vasiyetnâme yer alıyor. Dokuz Risâle'nin sonunda ise Mehmed Emin Efendi'nin manzûmeleri bulunuyor.

"Hakikat yolcusu için yolun âdâb ve erkânı uyulması gereken kuralları, tutulması gereken töreyi ifade eder. İ'tikâd, âdâb ve erkân kitapları marifete ulaşmanın ilke ve yöntemlerini anlatır, sâliki ihsana hazırlar. Bu ma'nâ kalıpları araç olarak görüldüğünde hâl ve makâma ulaşmayı kolaylaştırdığı gibi amaç hâline getirildiğinde yolculuğu zorlaştırıp horlaştıran unsurlara dönüşebilmektedir. Bu imkân atlası ancak kâmil kılavuzların elinde irfan ve ihsanın araçları olabilir." diyor Hasan Şahin Aktaş, takdim metninde. Elhak doğrudur. Sadece kitap okumakla bir şey elde edilmez. Oradaki aşka varmadıktan sonra edinilen ancak kuru bir bilgidir. Kuru bilgi de belki boğazlardan geçer ama gönüllere ulaşamaz. Bundan mütevellit soru sormak, soru sorma imkânı bulmak lazım. Diğer yandan sadece bir kitap okumakla yahut sadece bir kitabı övmekle (maalesef hâlâ bazı büyüklerin kitapları için bundan başka okunacak kitap yoktur, en büyüğü budur gibi hissî sözler edilmekte) seyr edilmez. Seyr için cezbe, sohbet ve zikr olmazsa olmazdır. İşte Mehmed Emin-i Tokadî hazretleri de risâlelerinde dervişlerine ve cümle yolculara önemli nasihatler veriyor. Özellikle gece saatlerinin değerlendirilmesini, tövbenin ve kelime-i tevhid'in daima ağızda olmasını, Hâcegân'ın düstûru olan kelimât-ı kudsiyye'ye (hûş der dem, nazar ber-kadem, sefer der-vatan, halvet der-encümen, yâd-kerd, bâz-geşt, nigâh-dâşt, yâd-dâşt, vukûf-ı zamânî, vukûf-ı adedî, vukûf-ı kalbî) mutlak riayeti öğütlüyor.

Ne gariptir ki haftalarca elim gitse de başlayamamıştım Dokuz Risâle'ye. Bir berat gecesinde başlamak nasip oldu ve henüz ilk sayfalarında öğrendim ki hazret de bir berat gecesinde Hakk'a kavuşmuş. Şükrettik, Mevlâ'dan hayretimizi artırmasını niyaz ettik. Bir güzel gariplik de şu oldu, bir vakit evvel kıymetli bir büyüğüm yaşadığımız depremlerden dolayı panik atak hadisesinden yakındığımı işitince "kaç deprem yaşadın sen?" diye sual etmişti. Fakir de saymıştım; Marmara depremi, Bolu depremi... diye. Hâlbuki doğana kadar yani yeryüzüne gelene kadar kaç deprem yaşıyoruz, kaç zelzeleden geçiyoruz öyle değil mi? Dokuz Risâle'nin soru-cevap risâlesinde bu meseleyi açan oldukça öz bir cevaba tesadüf etmem de pek hayırlı oldu. Panikle değil atakla meşgul olmak lazım. Asgaride kalmayıp azamiye çıkmak lazım. Kalp ancak öyle ateşlenir. Nakşibendî büyüklerinden mesnevîhan Hoca Hüsâmeddin-i Buharî şöyle demiştir: "Murâkabenin hakikati beklemek, yolun nihayeti de bu bekleyişin neticesidir. Bu bekleyiş aşk ve muhabbetin galeyanından doğar. Mürid için biricik kılavuz odur."

Yola çıkmış dervişler için zikr-i kalbî, azimet ve vuslat yolları, murakabe, rabıta, nefy ü isbat, zikir vakitleri, ism-i celal zikri, sükût, açlık ve seherde uyanıklığın ehemmiyeti, uzlet gibi son derece kıymetli kavramları ve tenbihleri barındırıyor Dokuz Risâle. Daima uyanık olmayı öğütlüyor Tokadî hazretleri. "Derviş, agah olur" diyor. O hâlde şu beyitle bitirelim:

Feyz-i Hakk nâgâh âyed
Velî bir dil-i âgâg âyed

(Hakk'ın feyzi ansızın gelir, lakin uyanık bir kalbe gelir.)

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Nisan 2020 Perşembe

Nâzım Hikmet'in en sevdiği Kemal Tahir hikâyeleri

Nâzım Hikmet’in hapishaneden Türk Edebiyatı’na kazandırdığı iki büyük isim vardır. Bunlardan biri Orhan Kemal diğeri de Kemal Tahir’dir. Nâzım, bu iki ismin çoğu eseriyle birebir ilgilenmiş ve acımasız tenkitlerini onlara ve eserlerine yöneltmiştir. Hatta Orhan Kemal’e acımasız bir şekilde şiiri bırakmasını söyleyen de odur. Fakat sonunda Türk Edebiyatı büyük bir düzyazı ustası kazanmıştır. Aynı şekilde Kemal Tahir’in de özellikle hapishanede yazdığı roman ve öyküleriyle birebir ilgilenmiş, yorumlarını uzun mektuplarında yazara aktarmıştır. Kemal Tahir’in en ünlü ve en önemli öykü kitabı olan Göl İnsanları hakkında “Senden o kadar defa dinlediğim, âdeta birçok satırlarını başlarken sonunu getirecek kadar hatırladığım ilk hikâyeyi yine büyük bir lezzetle, iştiha ile ve gururla okuyorum,” der. Ve bir başka mektubunda ise düşüncesini açık ve değişmez bir biçimde ortaya koyar: “Hiç endişeye düşme. Göl İnsanları Türk edebiyatının en güzel dört hikâyesi olarak kalacaktır.”. Bundan başka da övgüleri vardır bu kitapla ilgili şairin: “Çok yüksek bir yere çıkıp haykırmak istiyorum: ‘Şu Göl İnsanları hikâyelerini yazanı biliyor musunuz? O daha ne güzel şeyler yazacaktır.

Nâzım Hikmet en güzel dört hikâye demiştir ancak Kemal Tahir’in İthaki Yayınları’ndan neşredilen kitabında sekiz öykü vardır. Bu durumun açıklaması ise şudur: Kemal Tahir 10 Mart 1941 ve 25 Nisan 1941 tarihleri arasında ilk dört öyküyü Tan Gazetesi’nde tefrika halinde yayımlamıştır. Daha sonra bu öyküleri 1955 yılında kitaplaştırmıştır. Fakat daha sonraki yıllarda, kitabın bir başka baskısı olacağı zaman (1969) Kemal Tahir bu dört öyküye dört tane daha eklemiştir. Ayrıca ilk neşredilen dört öykü içinde de bazı değişiklikler yapmıştır. Bu değişiklikler çok ufak değişikliklerdir. Bazen bir cümle eksiltme veya başka bir kelime yerleştirme gibi, öykünün kurgusunu etkilemeyecek değişikliklerdir. Böylece yazarın sağlığında yayımlanan Göl İnsanları son haliyle sekiz öyküdür. İthaki Yayınları bu son basımı temel alarak eleştirel basım adı altında bir baskı yapmış, öykülerde hem tefrika halindeki kısımları hem de yazarın sonradan değiştirdiği kısımları göstermiştir. Tefrika halindeki cümle dipnot şeklinde belirtilmiş, yazarın değiştirdiği kısım ise asıl metin içinde gösterilmiştir. Bu açıdan Sevengül Sönmez’in kitaba yazdığı önsöz önemlidir.

Kitapta sekiz öykü var demiştik. Aslında bu kitap iki ayrı öykü kitabı olarak ele alınabilir. Kemal Tahir her ne kadar kendi düşüncesiyle bu birleştirmeyi yapmış olsa da ilk dört öykü ile sonradan eklenen dört öykü arasında pek benzerlik yoktur. Yazar ilk dört öyküde, ekonomik koşullarla şekillenen ve değişen kadın-erkek ilişkisini, köylünün hayata bakışıyla beraber verir. Yani toplumsal ilişkileri daha net görürüz. Fakat sonradan eklenen dört öykü daha yüzeysel konulardan bahseder. Hatta Sevengül Sönmez’in dediği gibi bu öyküler onun mizah dergilerinde takma adlarla yayımladığı öykülere benzemektedir… İlk dört öykünün insanı anlamaya ve ona yakın olmaya çalışan dokusu bu öykülerde neredeyse yoktur.

Göl İnsanları’nın ilk dört öyküsünün isimleri sırasıyla şöyledir: Göl İnsanları, Çoban Ali, Gelin-Kadın Oyunu, Arabacı. Sonradan eklenen öyküler ise Nam Uğruna, Kondurma Siyaseti, Bir Kodoşluk Hikâyesi ve Fermanlı Hoca isimlerine sahiptir. Fermanlı Hoca’nın farklı bir biçimi Kemal Tahir’in bir başka öykü kitabı Zehra’nın Defteri’nde de yer alır.

İlk öykü olan Göl İnsanları kitabın ilk halinde olan diğer üç öyküden daha farklı bir konumda bulunuyor. Kemal Tahir’in kadın-erkek ilişkilerinin toplumsal hayata yansımasının en az olduğu öyküdür bu. Beş tane arkadaşın denizden Terkos Gölü’ne çakıl taşımalarını konu eder. Bu beş arkadaştan Hamdi, diğer karakterlerin merkezinde yer alır ve diğerlerini etkiler. Öbür karakterler ister istemez Hamdi’ye göre konum alırlar. Yazar, Hamdi karakterini merkeze alarak ahlaki bir bakış açısı sağlamaya çalışır. Günlük rutinde bir nevi vicdandır bu karakter. Öykünün kahramanları son derece realisttir. Herhangi bir olay olmadan, bir durumdan nefis bir öykü çıkarmıştır Kemal Tahir. Tek mekânda geçer. İşçilerin patronu Kaptan Şerif karakteriyle kötülüğü ve işçinin üzerinden kazanmayı somutlaştırır Tahir. Bir nevi Hamdi-Şerif karşılaşmasıyla vicdan muhasebesi yaptırır okura. Bunun dışında masumiyeti veya başka değerleri/kavramları temsil eden kişiler de vardır öyküde (Küçük Salih gibi).

İkinci öykü olan Çoban Ali’de yazar köydeki kadın-erkek ilişkilerine daha net değinir. 1940’lı yılların İskilip’inde geçen öykü dört kısımdan oluşur. Çoban Ali ile Fatma’nın evlilik hikâyesi şeklinde kısa bir özet geçebiliriz bu öyküye. Ancak normal bir evlilik değildir bu. Fatma’nın zorla kaçırılması ve bir dizi zor kullanma ve tehdit sonunda onun jandarmaya “kendim kaçtım” demesini sağlama uğraşını içerir. Dört bölümden oluşur demiştik; bu bölümlerden ilkinin öykünün kalan kısmıyla bir bağı yok gibidir. Diğer kısımlardan kopuk durur. Çoban Ali’nin koyunlarını İstanbul’a götürüp satmasını konu eden bu bölüm olmayıp olmasaydı öyküden bir şey eksilmezdi. Asıl öykü ikinci bölümle birlikte başlıyor. Kadın-erkek ilişkisiyle beraber o zamanlarda taşradaki askerin ve bürokrasinin gücünü de hissediyoruz. Hatta jandarmanın zenginin yanında yer almasını içeren pasajlar da mevcut. Bir nevi toplumsal gücü elde tutanla toplumsal yetkiye sahip unsurların çıkar doğrultusunda anlaşması diyebiliriz.

Öykülerdeki kadın-erkek ilişkilerine bakış açısının birçoğu aslında hâlâ Anadolu’daki birçok yerde mevcut. Bu bakış açısına ek olarak bir de ‘kişiye göre muamele’ işin içine giriyor ve ‘namus’ kavramı, toplumdaki en adaletli veya dindar görünen kişilerin gözünde bile ‘adamına göre’ bir hâl alabiliyor. Bunun iyi bir örneğini Gelin-Kadın Oyunu öyküsünde, Sultan’ın aklından geçenlerde görüyoruz. Ancak o da sadece aklında karşı çıkabiliyor bazı şeylere:

…Kanının sıcak sıcak yüzüne toplandığını hissediyordu. Az daha, ‘Halil’le bu haltı eden bir ben miyim? İmam’ın gelini Şehime, Karagöz’ün karısı, muhacirin karısı hep Halil’le tutulmadı mı?’ diyecekti. Az daha, ‘Hacer teyze ayartmadık gelin mi bıraktı köyde… Kocası gurbette olan karıların yoldan çıktığını, be imam, sen bilmezden mi gelirsin?’ diye bağıracaktı.

Arabacı öyküsü ilk üç öyküden bazı yönleriyle ayrılıyor: Doğrusal bir istikamette devam eden öyküde çok az karakter bulunuyor örneğin. Az olaylı, hatta olay bile bulunmuyor diyebiliriz öyküde. Başka bir köye iş için giden bir arabacının yolda gördüğü iki yaşlı kadını at arabasına alıp belli konuşmalardan sonra onların birinin kızıyla evlenmek için işi bırakıp köylerine gidişini konu ediyor. Daha sonra da, aslında evli olduğu için bir kurtuluş yolunu aramasına değiniyor. Bu öykünün toplumsal tarafı çok baskın değil; daha çok arabacının vicdanıyla olan muhasebesini konu ediyor. Aslında birkaç olay eklenip biraz daha uzatılsa çok daha biçimli ve başarılı bir öykü çıkabilirdi ortaya. Ancak yine de keyifle okunuyor. Diğer üç öyküye göre daha trajikomik demek de mümkün.

İlk dört öykü bu şekilde. Sonradan eklenen diğer öykülere de daha genel değinmek istiyorum. Bu öykülerde Kemal Tahir’in toplumsal eleştirilerini daha ironik bir anlatım ve diyaloglarla yaptığı çok bariz belli oluyor. Kitabın uzun öykülerinden olan Nam Uğruna öyküsünde bir barajın açılış hikâyesini konu ediyor örneğin. Bürokrasinin ve köylünün aynı anda yer aldığı bu öykü başından sonuna güldürü unsurlarından sıyrılmıyor. Fakat her an genellenebilecek politik eleştirilerini de sıralıyor Tahir:

İşçiler barajın iki yanında, gölgelerde oturuyorlardı. Son gündelikleri vermeyerek açış törenlerini kalabalıklaştırmak, Şaban Bey’in önemli buluşlarındandı.

Kondurma Siyaseti’ne de değinmek gerekiyor çünkü bu öykü anlatım yönünden diğer öykülerden biraz daha farklı bir konumda bulunuyor. Tunceli sürgününü konu eden öykü ‘ben’ diliyle oluşturulmuş. Ayrıca bir halk hikâyesini anlatır gibi bir üslûp söz konusu. Hatta destansı bir dil kullanmış diyebiliriz yazar için. Sürgünle, dramatik unsurlarla başlayan öykü daha sonra bir mizah öyküsüne dönüyor. Bürokrasinin şaşkınlığı, devletin baskısı, yağma, hırsızlık gibi olumsuz durumların iç içe geçtiği öyküde göç ettirilenlerin sosyal yapısına ve ekonomik düzeylerine önem vermiş yazar. Ancak karşıt unsurları öyküde anlatması en önemli özelliği. Zorla göç ettirilmek o insanlar için oldukça zor bir durum ancak bunun dramatik tonunu iyi ayarlamış Kemal Tahir ve bürokrasinin durumuyla ilgili verdiği örneklerle de öyküyü dengelemiş. Örneğin, göç kararı verirken son derece ciddi olan bürokrasi ve bürokratlar, konu bir işi halletmeye geldiğinde nasıl hallere düşüyor, şu örnekler yeterli olacaktır:

Hükümat bu kez işi her nedense sıkı tutmuş… Yol boyunun iki yanına çifter çifter nöbetçiler dikmiş… Sağa sola bükülmek yok! Otlağı buldun, biraz soluklanacaksın! Hayır! Bakmışsın şurdan bir atlı kopar hışım gibi… ‘Nerede sizin Büyük Bey’iniz?’ ‘N’olacak?’ ‘Vali emridir, size durmak yok! Basın bakalım ağır ağır!’

Bir Kodoşluk Hikâyesi ve Fermanlı Hoca öyküleri de son derece mizahi öyküler olarak görülebilir. Kemal Tahir’in kitaplarında cinselliğin baskın olduğu her zaman vakidir; ancak bu kitapta kadın-erkek ilişkileri yoğun olarak işlenmesine rağmen bu temaya çok değinilmez. Sadece Bir Kodoşluk Hikâyesi öyküsünde biraz daha baskındır. Ancak öyküleri bir sıralama yapacak olsak sanırım bu öykü en son sırada yer alacaktır. Fermanlı Hoca ise kitaptaki en komik öykülerden biridir. Ama daha önce de dediğim gibi, bence bu son dört öykü okura eğlence ve biraz da bazı konularda dokundurmalar dışında çok şey katmaz. İlk dört öykü ise Nâzım Hikmet’in dediği kadar vardır. Genel anlamda iyi, keyifli bir kitaptır Göl İnsanları. Son dört öykü eklenmese daha mı iyi olurdu diye soruyorum kendime. Böyle olsaydı bu durum Göl İnsanları’nı daha yukarı çekebilirdi. Kalan dört öykü de bir iki eklemeyle müstakil bir öykü kitabı olarak basılıp kendi kulvarında iyi bir öykü kitabı olabilirdi. Yine de bu kararı veren yazarın kendisi olduğu için bize söz düşmez artık. Bize, Kemal Tahir okuyup biraz dertlenmek, biraz düşünmek ve kitabın ikinci yarısında da bolca gülümsemek düşer. Kahkaha attırmaz çoğu zaman ama insanın suratında ironik gülümsemeler oluşturur.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10