6 Ağustos 2019 Salı

Edebiyatın iyileştirici gücü adına

"Yabancısı olmadığım bir tek olgu var. O da kendi varoluşum. Belki tek mutluluğum bu. Tek bağlantım. Kendimi kavrayamazsam, tüm varoluşum yitmiş demektir."
- Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk

Kitap okumaya hangi yaşlarda başlamış olursak olalım, lise çağlarımızdan itibaren okuduğumuz kitaplar bizde bir şekilde etki bırakıyor. Özellikle de tutunduğumuz, sürekli yöneldiğimiz yazarlar oluşmaya başladığında kendi hikâyemiz de biçimlenmeye başlıyor. Önce bir yazarla başlıyoruz, o yazarın eserlerini okuyoruz, hayatını ve hakkında yazılanları okuyoruz. Derken yanına başka yazarlar ekleniyor ve kadro genişliyor. Bu kadro ne kadar genişlerse genişlesin, "benim yazarım" dediklerimiz hep bir yanda duruyor, onlar as kadro, esas ekip, çekirdek aile gibi. Yıllar geçtikçe "dur bir daha okuyayım şunu" dediğimiz yazarlar kimlerse, onlardır bizim yazarlarımız. Hayatımıza renk katanlar da onlar hayatımızı karartanlar da.

Mine Özgüzel, İstanbul Üniversitesi Umumi Psikoloji bölümünden mezun olduktan sonra mesleki yaşamına Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde Çocuk Nöroloji servisinde başlamış. Daha sonraki yıllarda, Şişli Etfal Hastanesi’nde Nöropsikiyatri Kliniği’nde çalışmalarına devam etmiş. Yani insanla, insanın iç dünyasıyla uğraşmış hep. O da lise yıllarında edebiyatla esas manada tanışmış ve her yazar ona farklı kapılar açmış. Varoluşçu terapiye olan merakı böyle başlamış. Peşinden diğer yazarlarını keşfetmiş ve ömür boyunca onlardan ayrılmamış. Bu birlikteliği, varoluşunu anlamlandıran ve insanlara dair meslekî çalışmalarına yön veren bu okuma-anlama-yazma deneyimlerini Edebiyat Terapi kitabında toplamış.

Bu kitabı ortaya çıkarana kadar uzunca bir süre, hep yaptığı gibi yazdığını, okuduğunu ve anlattığını söylüyor Özgüzel. "Çocuklara, çocukluğa ulaşmak istedim, belki de kendi çocukluğuma..." diyor. Çünkü çocukluğa giden yol, her seferinde farklı bir bilgiyi getiriyor. Gelen bir eksiklik olsa da tamamlanmak için kapı aralıyor, yeni keşiflere yön veriyor. Kendini okuyabilmenin en keskin, en zorlu ve en acımasız yoludur çocukluğa giden yola çıkmak. Öte yandan, okumanın ve edebiyatla hemhal olan bir insanın sıradan yaşamadığını, istese de sıradan yaşayamayacağını söylüyor yazar. Elbette bunca sene okuduğu kimseler de ona rehber oluyor: "Bu yazarlar beni içbenimle buluşturmanın yanı sıra beni konuşturdular da. Benim için en büyük değer, içsel varlığımı kendimin algılaması. Onu başka bir insanın algılayacağına dair bir beklentim yok çünkü bunun doğada zaten gerçek olmadığına inanıyorum. Gerçek olmayan bir şeyi yapmak yerine içbenimle ve kendi gerçeğimle buluşmayı çok daha doyurucu ve değerli buluyorum."

İnsanları daha derine inmeye ve iç konuşma yapmaktan kaçınmamaya yönelten bir yazar Mine Özgüzel. Edebiyat Terapi'yi okur ilk eline aldığında sadece 'yazarlara dair bir şeyler' okuyacağını zannedebilir. Ancak içerik son derece sarsıcı bir kurguya -belki de kurgudışılığa- sahip. Özgüzel, kendinde iz bırakan yazarı anlatmaya başlarken çocukluğundan başlıyor, kendi çocukluğundan. Muhakkak bizi bir hikaye bekliyor orada. Bu hikâyelerin birçoğu hepimiz tarafından yaşanılması son derece olası ve hatta yaşanılmış şeyler. Böylece ebeveynler için de ortaya küçük bir 'çocuğu doğru okuma' kılavuzu da çıkmış oluyor. Çocukluğunda yaşadığı şeyleri anlattıktan sonra, o şeyin nasıl değiştiğini ya da değişmeye doğru bir yol bulduğunu anlatırken de Özgüzel'in yazarını tanıyoruz. Onun çocukluğunu ve Özgüzel'in onunla ne zaman ve hangi koşullarda tanıştığını, kendisinde nasıl bir etki bıraktığını, yaşamının türlü zamanlarında nasıl yararlandığını, tekrar tekrar neden okuduğunu ve hatırladığını...

Kimler var kitapta? Liste kısa ve öz: Virginia Woolf, D. H. Lawrence, Jean-Paul Sartre, Franz Kafka, Stefan Zweig, Dostoyevski, Albert Camus, Andre Gide, Simone de Beauvoir...

Çocuklukta yaşanılan ruhsal algıların kişiliğin oluşumu üzerindeki etkisi, anne-baba-çocuk üçgeninde sağlıklı bir denge kurmanın önemi, bir başka insanın sorumluluğunu yok ederek hiçbir sorumluluğun var olamayacağını, ilişkilerin risk dolu cephelerini, siyasetin toplum ve dolayısıyla birey üzerindeki yıkıcı etkilerini, sahiden sevmenin değerini, ihtiyaç denen şeyin sinsi sinsi alışkanlığa dönüşmüş tuzaklar yumağı olduğunu, insanın mutlaka ama mutlaka yaşamını anlamlı kılacak şeylerle bir bağ kurması gerektiğini, yüzleşmenin ve kabullenmenin insanın bundan sonraki yaşamında nasıl bir ferahlık alanı açacağını, teknolojinin güvensizliğe ve kentleşmenin özgürlüğe olan müdahalesini, insanın yalnızlaşarak değil toplumla bağ kurarak sağlıklı yaşayabileceğini, yalnız kalmanın düşünme ve üretme sürecinde vazgeçilmez olduğunu, iyileştirici özellikteki şeylerle buluşabilmek için dünyaya öfkeyle ve nefretle bakmaktan vazgeçmek gerektiğini ve daha birçok 'hayati detay'ı sayfalar arasında okumak mümkün.

Bugün hâlâ Dostoyevski okunuyor çünkü o, insanı derinlemesine işledi. Hala Zweig okunuyor çünkü onun Freud'la yaptığı savaştan çıkan metinlerle biz insanın içinin dış dünyadan daha karmaşık olduğunu gördük. Woolf bizlere, kendimize ait zamanın ve mekanın ne olduğunu hatırlattı. Sartre, her geçen gün daha çok konuşulan 'kendini gerçekleştirme' meselesini Jung'tan alarak kişisel isyan ateşiyle genişletti. Camus, varoluşçu felsefenin kavramlarına takılı kalmayıp onların ruha dokunan taraflarını en yalın biçimiyle aktardı. Gide, bilhassa çocuk psikolojisini ve Oedipus kompleksini mitolojiden de yararlanarak en ayrıntılı hâliyle sundu. Simone, insanın kendi iç ihtiyaçlarını karşılamak üzere ihtiyacı olan şeyleri düşünce, ruh ve duygusal iç bağlar olarak açıkladı. Lawrence, bağımlılıklardan kurtulmadıkça insanın canlı kalamayacağını hem yaşamıyla hem de yazdıklarıyla anlattı. Kafka, özellikle Babaya Mektup'la bize bütünüyle gerçek ve psikolojik bir eser sunarak "sen busun, ben de buyum!" demenin önemini bilinç düzeyinde gösterdi. Özgüzel'in Kafka'ya dair söylediği bir şey daha var ki çok önemli: O, her insanın ve hatta Freud'un bile kaçtığı bilinçaltının gerçekliğini kabul edip bize veren insandır.

"Bakmak, görmek, gözlerle değil içsel varlıkla, içbenle olur. İçbenle görebilmek için kendimizi sahip olma hırsından sıyırıp dıştan içe girmemiz lazım. İçselleşemediğiniz müddetçe yaşadığınız yaşam körlüktür ve o körlüğün içinde yaşanılan hiçbir şey gerçek değildir" diyor Özgüzel ve şu önemli pratiği sunuyor: "Her insanın içindeki giz kendi içselliğinde saklıdır, onu yakalayamadığımızda kendi varlığımızın sadece suretini yaşarız. Ve kendisini çelişkilerinin karmaşıklığından doğuran büyük deha hepimize seslenir: Geç kalınmışlık diye bir şey yoktur. Bedeli ne olursa olsun toplumsal ben denen sırtımıza giydirilmiş şu eğreti elbiselerden sıyrılalım ve kendi içsel benliğimizin saflığına, çıplak gerçeğimize geri dönelim."

Edebiyatla psikanalizi yan yana koyunca Adam Phillips'i anmamak olmaz. Oldukça güzel eserler ortaya koymuş bu deli adam, edebiyat ve psikanaliz üzerine denemelerinden oluşan -zaten hep deniyor, her şeyi deniyor!- kitabı Hep Vaat Hep Vaat'te "İyi bir şair olmak insanı iyi bir psikolog, derin iç görüye sahip biri yapar, ama görünüşe göre iyi bir psikolog olmak insanı iyi bir şair yapmaya yetmemektedir." der. İyi edebiyat okurları bu sözün gerçekliğini defaatle görmüşlerdir. Bazen bir şair iki dizesiyle ruhumuzu açar, bazen bir roman kaçtığımız her duyguyu hatırlatır, bazen bir öykü yitirdiğimizi sandığımız duygularımızı koca bir sandıkla yeniden getirir. Böyledir edebiyatın gücü. O, çoğu zaman oyun gibi görünürken gerçeği içimize işler. Gelişim psikolojisi tarihinin büyük ismi Donald Winnicott da Oyun ve Gerçeklik'de bu ayrıntıyı cımbızlar: "Gerçekliği kabul etme işi hiçbir zaman tamamlanmaz, hiçbir insan iç ve dış gerçekliği birbiriyle ilişkilendirme geriliminden kurtulmuş değildir ve bu gerilimden kurtulma imkânını sağlayan, sorgulanmayan bir ara deneyim bölgesidir (sanat, din, vs.). Bu ara bölge, oynarken "kendini kaybeden" küçük çocuğun oyun alanıyla doğrudan bağlantılıdır."

Kitabı bitirmeme yakın bir zamanda Mine Özgüzel'in Yekta Kopan'la Yazar Söyleşileri'ne konuk olacağını öğrendim. Bir not kâğıdı aldım -tam burada çocukluğuma döndüm- ve "Her insanın yazmak istediği türden kitaplar vardır, size çok teşekkür ediyorum" yazarak arkadaşlarımdan kendisine iletmelerini ve mümkünse kitabımı imzalamasını rica ettim. "Edebiyatın iyileştirici gücü adına, sevgilerimle" diyerek imzalamış Mine Hanım, sağ olsun var olsun. Var olalım. Varlığın kıymetini bilelim. Esas yokluğa belki orada ulaşırız...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

31 Temmuz 2019 Çarşamba

Yol ayrımı değil, bir dönemeç

Tarık Buğra, Türk Edebiyatı’nın tamamına baktığımızda, tüm eserleri göz önüne alındığında en yetkin yazarlarımızdan biridir. Deneme, öykü, roman gibi birçok alanda eser veren yazar, Türk okurlarca iki romanıyla bilinir daha çok: Küçük Ağa ve Osmancık. Liselerde dahi bu iki roman dışında pek tanıtılmaz öğrencilere. Ancak her eseri birbirinden kıymetlidir ve okura bir şeyler öğretir, en azından bir bakış açısı kazandırır mutlaka. Bunlardan biri, diğer romanlarına göre daha az bilinen kitabı Dönemeçte’dir.

Bir misyon kitabı diyebiliriz Dönemeçte’ye. Bir görev duygusuyla yazılmıştır. Tarık Buğra Türk insanına, tek parti döneminden çok partili hayata geçiş dönemini Anadolu’nun küçük bir kasabasından bakış açısı sunmuştur. Bu tür kitaplar edebiyatımızda mevcuttur. Daha önce ‘Esir Şehir’ üçlemesinin üçüncü kitabı Yol Ayrımı’nda Kemal Tahir, Serbest Fırka'nın kurulma hikâyesini kendine göre yazmıştır. Bu kitap ise daha sonraki bir süreci, bu kez akamete uğramayan bir süreci konu edinir: Demokrat Parti’nin kuruluş aşamasıdır bu. Fakat Yol Ayrımı romanıyla şu açıdan farklılık gösterir: Yol Ayrımı’nda asıl konu particilik ve bunun etrafında dönen olaylardır. Ayrıca Yol Ayrımı’nın esas kahramanları siyasetin içinde olan kişilerdir. Dönemeçte’de ise, demokrasiye geçiş, küçük bir Anadolu kasabasından ve bu tür particilik ve siyaset işlerine uzaktan bakan kasaba halkı ve bu küçük kasabanın bazı memurları üzerinden kurgulanır. Ayrıca Dönemeçte romanında, asıl konu olan Demokrat Parti’yle beraber demokrasiye geçişten başka bir de bir aşk hikâyesi konu edilir. Hatta diyebilirim ki asıl konu bu aşk hikâyesi olmasa da bu konu, diğerinden çok daha fazla işlenmiştir. Kitap hâkim akış açısıyla yazılmıştır. Kitabın asıl kahramanı ‘hökumat’ doktoru Şerif’tir. Bundan başka Doktor Cevdet, Cevdet’in kızı Handan, kasabaya yeni atanan genç savcı yardımcısı Orhan, Eczacı Celal, kasabanın yerlisi, terzilik yapan, herhangi bir eğitimi olmayan ama oldukça bilgili ve açık fikirli Fakir Halid ve Kahveci Şükrü romanın asıl kahramanlarıdır ve okuyucunun gözünde başarılı bir şekilde somutlaştırılmışlardır.

Dönemeçte üç bölümden oluşur: Her İnsana Bir Başka Sabah, Hep Aynî Şarkılarla ve Kader Olandır. 271 sayfalık eserin ilk 100 sayfası ilk iki bölümü ihtiva ederken son 170 sayfa civarı üçüncü ve son bölüme ayrılmıştır.

"Tan yeri nerdeyse ağaracaktı" cümlesiyle birlikte ilk bölümünün temellerini atan yazar, her ana kahramanın aynı sabahına ışık tutar. Bu, hem kahramanların kim olduklarını okura etraflıca tanıtır hem de onların birbirleriyle olan ilişkilerini aydınlatır. Aynı günün aynı sabahına bütün kahramanlar nasıl başlamış bunu da öğrenmiş oluruz. Başlangıçta Handan ve Doktor Şerif arasındaki eski aşk hikâyesini de öğreniriz (yazar detayları ileriki bölümlerde açıklar), genç savcı yardımcısının kasaba treninden inişini de. Ancak kitabın asıl yazılma sebebi olan politik unsurlar yoktur. Hatta bu politik unsurlar kitabın içine diyaloglar veya iç monologlar yardımıyla serpiştirilse de ta kitabın sonlarında asıl yoğunluğuna kavuşur. Hatta bazı okurlara göre esas konunun aşk hikâyesi olduğu bile söylenebilir ancak değildir. Dönemeçte’de bu aşk ve demokrasiye geçiş konusunun dışında en net işlenen konu, kasabada bulunan Şehir Kulübü baz alınarak kurgulanan ve tek parti döneminin tipik bir özelliği olan aydın-halk kopukluğudur. Bu konu da oldukça detaylı işlenmiştir Tarık Buğra tarafından. Doktor Şerif ve Fakir Halid bu kopukluğun farkındadır ancak çaresizdirler, doktor kendini alkolle avutur, Halid ise işiyle. Şerif’in en yakın arkadaşı Operatör Doktor Cevdet de bu durumdan rahatsız olanlardandır ancak poker masasından ve dolayısıyla hiçbir şeyi umursamayan, halktan kopuk memur takımından kopamaz. Doktor Şerif de bu tür konulara dert ortağı olarak kendi gibi olan Fakir Halid ve bazen de kahveci Şükrü’yü seçer. Fakir Halid için de durum farklı değildir:

Sezişti ama sadece. Konuyu bu işleri iyice bilen, aklı eren biriyle, meselâ Doktor Şerif ile konuşmak isterdi. Ama onlar kendi âlemlerine dalıp gitmişlerdi. Şehir Kulübü etrafı kalelerle, aşılmaz surlar ve hendeklerle çevrili bir derebeyi konağına benzerdi. Girilemezdi oraya. İçindekiler dışarıya çıktıkları zaman da zırhlara bürünmüş gibiydiler; atlarını mahmuzlayıp dört nala geçer gibiydiler. Bu yüzden de, kendisine değilse bile, halka kala kala Karcı Yusuf’lar kalıyordu.

İsmet Özel 1946 seçimleri için “Türk Milleti’nin başında olmasını istediklerini değil, olmasını istemediklerini seçtiği seçimdir” der. Buna göre Türk Milleti Halk Partisini değil Demokrat Parti’yi seçmiştir. Demokrat Parti’nin kuruluşunu ve halk nezdinde bir karşılık bulma çabalarını Tarık Buğra yerel kahramanların rolleri üzerinden okura aktarır. Aslında bu kitap Tarık Buğra’nın taraf tuttuğu bir kitap değildir. Demokrat Parti’nin daha işe başlarken Halk Partisi’nin yanlışlarını benimseyerek başlamasını eleştirir ve dini siyasete alet etmekten basını sansürlemeye, örnekler üzerinden gider. “Haşâ sümme haşâ, Allah’ı bile fırkacı yapıp çıktık işte” ve “Siyasî haklar, bu arada da basın hürriyeti Demokrat Parti’nin, aşağı yukarı kuruluş sebeplerinin en önemlisi idi; buna karşılık bu partinin, kurucularında gördüğü bu sansür titizliği insanda hangi umudu bırakırdı” gibi cümleler bu konulara getirilen tipik örneklerdir.

Yazar kitabına Dönemeçte ismini vermiştir. Bu hem Türkiye’nin politik manadaki dönemecidir hem de Doktor Şerif’in özel hayatındaki dönemeçtir. Fakat doktorun özel hayatındaki dönemeç de particilikten ayrı tutulamaz ve kendisine verilen siyasi görevi bir nevi kabul etmek zorunda kalır Şerif. Türkiye’nin siyasi manadaki dönemecini ise Kemal Tahir’e belki de ‘taş atarak’ açıklar Tarık Buğra:

Ve düşünüyordu ki, dönemeç yalnız kendisinin değil, bütünüyle Türkiye’nin, Türkiye insanlarının önünde idi.. üstelik bir yol ayrımı söz konusu değildi: Yol mutlaka bu dönemeçten geçecekti.

Devlet konusunda, demokrasi konusunda kişisel fikirlerini satır aralarına yerleştiren Tarık Buğra’nın bu romanda yaptığı en önemli işlerden biri Anadolu insanının ya da Türk insanının güç karşısındaki duruşudur. 1940’larda da bu durum böyleydi, 1840’larda da, muhtemelen 2040’da da böyle olacak. Çünkü tek taraflı ve birbirini yok etmek üzerine kurulu siyaset her zaman vardı. Tarık Buğra’nın bunu görmesi olağan bir durumdur ve bu durumu da romanında kullanmaktan geri durmamıştır. Çünkü eğer bu Türkiye’nin dönemeciyse, aynı zamanda halkın da ‘dönmesi’dir belki de. Ve tabiî ki son dönemlerin moda tabiriyle kamplaşma da:

Dün Millî Şef’i övmeyi bir şan, şeref yarışı ve yurtseverlik gereği sayan bu insanlar; bugün ayni yüceliği ona sövüp saymakta, onun yönetimini ve onu şaşırtıcı, hattâ korkutucu bir hırsla kötülemekte görüyorlardı. Bu yeni faziletin kâşifleri ile eski inançta direnenler arasında kanlı bir savaş çıkıverecekmiş gibiydi. Doktora öyle geliyordu. Ve doktor bu milletin Yunan’a, Moskof’a veya Bulgar’a bile artık bu kadar düşmanlık duymaz olduğunu düşünüyordu.

Buraya kadar genelde, romanın Türk siyasi hayatının bir dönemine bakan tarafından söz ettim ancak Handan-Orhan-Doktor Şerif ve bunlara ekleyebileceğimiz Eczacı Celal arasındaki evlilik, karşılıklı aşk ve karşılıksız aşk türünden ilişkiler de daha önce dediğim gibi oldukça fazla yer kaplıyor. Ancak benim okuma sebebim ‘dönemeç’i öğrenmekti. Fakat bu aşk teması da romana oldukça iyi yedirilmiş. Karakterlerin insani yönünü betimleme açısından gerekliydi bile diyebilirim.

Önemli bir döneme, başarılı bir kurguyla ışık tutuyor Tarık Buğra. Osmancık ve Küçük Ağa’dan başka da bir Tarık Buğra var. Hiç eskimeyecek bir kitap ve hiç eskimeyecek bir yazar. Kemal Tahir ve Yakup Kadri’yle beraber milli edebiyat diyebileceğim kavramı oluşturan -bana göre- üçgenin üçüncü ayağı. Bu romanı da iyi romanlarından biri. Es geçilmemeli diyorum.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

26 Temmuz 2019 Cuma

Güncel olayları geçmiş ve gelecekle ilişkilendiren
esaslı analizler

“Marx, tarihin iki kez tekrarlama eğiliminde olduğunu söylemişti: Önce drama, sonra kaba komedi olarak.”
- Zygmunt Bauman, Bu Bir Günlük Değildir

Daha çok kurgu eserlerini okuduğumuz Jaguar Kitap’ın az da olsa kurgu dışı/düşünce ağırlıklı yayınları bulunuyor. Sosyolog Zygmunt Bauman’ın (1925-2017) kaleminden çıkan Bu Bir Günlük Değildir de onlardan birisi. İki yüz seksen sekiz sayfalık eserin çevirisi Didem Kizen tarafından yapılmış. Kitap, Bauman’ın 2010 yılının Eylül ayında başlayarak 2011 yılının mart ayına kadar geçen süreçteki notlarını kapsıyor. Toplamda yedi aylık bir süre içinde yazılan metin, her ay bir bölüm olacak şekilde oluşturulmuş ve yazılar tarih (ay/yıl) belirtilerek kronolojik olarak düzenlenmiş. Her ne kadar yazılar farklı günlere nispet edilerek yazılsa da ortaya çıkan ürün -isimlendirmede de belirtildiği üzere- bir günlük değil. Zira kitap ‘günlük duygu aktarımı’nın çok ötesinde güncel olayları geçmiş ve gelecekle ilişkilendiren esaslı analizler içeriyor.

Metnin formatı farklı olsa da Bauman okuru yine aynı muhalif-entelektüel karakter ile karşılaşıyor. Bauman her zaman yaptığı gibi sıkı bir ABD eleştirisi yapıyor ve Batı’nın tutarsızlıklarını, iki yüzlülüklerini sıralıyor. Eleştirilerini, Batı’nın ‘ilerleme’ dışında bıraktığı toplumları nasıl sömürgeleştirdiği ve çaresiz bıraktığı üzerinde yoğunlaştırıyor. Bu anlamda konuya tarihsel perspektiften bakan Bauman, Avrupa’nın sömürü açısından şansı olarak değerlendirdiği sanayileşme sürecinin bir daha yaşanmasının mümkün olmadığını belirtiyor. O dönem için üstün gücünü kullanan Avrupa diğer toplumları kolonizasyona tabi tutarak gücüne güç katmıştır. Bugünkü yaşananlar o dönem elde edilen üstünlüğün ve sömürünün sonucudur. Yalnız buradaki önemli konu, artık bu çarkın dişlilerinin kırılmaya başlamasıdır. Batı, on sekizinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar geçen süreçteki kolonizatör üstünlüğünü daha fazla devam ettirememektedir. Döngüyü kıracak olan ise bugüne kadar sömürülen toplumların sadece Batı’ya karşı değil, Batı’nın iş ortağı yerel yönetimlere karşı da demokrasi, adelet, özgürlük, eşitlik ve hukuku önceleyen bir anlayışı benimsemeleri olacaktır. Bu aşamada Bauman, Batı’nın ‘öteki’ toplumlara yönelik demokrasi savunuculuğunu da diğer icraatları gibi riyakârca bulduğunu belirtiyor. Suç kapsamındaki kirli ilişkileri ve gayriahlaki olarak olayları yönlendirmesine yönelik örnekler bunun kanıtıdır. Batı sadece kendini düşünen hırslarına yenik düşmüş bir anlayışın ürünüdür.

Bauman, güncele dair gelişmeleri, zenginlik ve yoksulluğun oluşumunu politik icraatlar açısından irdeleyerek ulaştığı sonuçları küreselleşme, yerelleşme ve küreyerelleşme bağlamında ne anlama gelebileceğini açıklıyor. Özellikle ABD’deki gelişmeleri analiz eden Bauman, siyasi iktidarın sermayenin kontrolü altına girişini ve kapitalist sistemin lehine verilen kararları gösteriyor. Bu süreçte gerçeklerden soyutlanan vatandaşın retorik ile kolayca ikna edildiğini söylüyor. Sosyal hakları elinden alınan birey çalışma dünyasında vahşi rekabete dayanamamaktadır. Toplumun neredeyse tamamı hayatını kredi ve kredi kartlarıyla idame ettirmeye alıştırılmıştır. Ev, araba, iş hayaliyle borçlandırılarak geleceği ipotek altına alınan toplum için başka türlü yaşam düşüncesi ortadan kalkmıştır. Bir zamanların “fırsatlar ülkesi” olarak anılan ABD artık o özelliğini kaybetmiştir. Dolayısıyla bir kabusa dönen Amerikan Rüyası’ndan uyanmanın vakti gelmiştir. Bauman’ın ABD ile ilgili yazdıklarını Türkiye bağlamında değerlendirdiğimizde benzerliklerin dehşet verici olduğunu söyleyebiliriz. “Küçük Amerika” söylemi Türkiye için bir dönemin hayaliydi. Bu hayale göre “her mahallede bir milyoner” peydahlanacaktı. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD güdümüne giren Türkiye’ye yapılan ‘yardım’ görünümlü ‘yatırım’ların karşılığını fazlasıyla verdiği görülüyor. Siyasi ilişkilere, iş dünyasının işleyişine, ülke politikalarının ve ssosyo-kültürel dokunun dönüşümüne baktığımızda ABD’nin küçücük bir imitasyonuyla karşı karşıyayız. Teknik olarak hiçbir farkın olmadığı bu yapıda sadece yerel unsurların kullanılıyor olması hiçbir anlam ifade etmiyor. Zaten Bauman da küreselleşmenin korkutucu yönüne karşın küreyerelleşme denilen olgunun uygulamaya sokulduğunu söylüyor. Bu açıdan Avrupa da dâhil olmak üzere dünyanın tamamında ürkütücü bir ABD hegemonyasının işbaşında olduğunu söyleyebiliriz. Burada Bauman’ın dikkat çektiği bir noktayı söylemek gerekiyor sanıyorum. Türkiye’deki Amerika(n)laşma politikaları sağ/muhafazakâr cenaha izafe edilir. Bu politikaların konjonktürel uygulayıcısı böyle gözükse de ABD’nin Türkiye’ye girişi, sistemi değiştirme y/etkisi ve yardımların başlangıcı kendini sol diye adlandıran yapı döneminde olmuştur. Kaldı ki, Türkiye’de yönetime gelen ilk sağ/muhafazakâr parti sol partinin içinden neşet etmiştir. Burada Bauman’ın dünya geneli için söylediği “sol, sol değil” tespiti Türkiye için de uygun düşüyor. Bauman özellikle sosyal demokratların liberallerin suyuna dümen kırdığını, bunun başlangıç noktasının ise “refah devleti” söylemi olduğunu belirtiyor. Sol da tıpkı sağ gibi konfor ve paranın peşine düşmüştür. Teorik söylem pratikte uygulanamamıştır.

Oldukça istifade ettiğim kitaptaki iki konu alışık olduğum Bauman figürünün dışında kalıyor. Bunlardan ilki olan, internet ve gençliği romantik derecede olumlayan bakışı -ki bu anlaşılabilir bir durum olarak görülebilir lakin metnin yazıldığı dönem itibariyle Mısır’daki gelişmelere atfen yazılan şeyler Bauman sağduyusuyla örtüşmüyor diye düşünüyorum. Müslüman Kardeşler’in demokratik yöntemlerle iktidara gelmesini Adolf Hitler (1889-1945) iktidarıyla (Hitler seçimle yönetime gelmişti) özdeşleştirerek sadece anakronizm yapmıyor Bauman. Aynı zamanda Batı’nın pozitivist bilimciliği temele alarak doğa bilimlerinin ilkelerini sosyal bilimlere uyguladığı genellemecilik/kesinlik hatasına da düşüyor. Farklı sosyo-kültürel yapıdaki iki toplumu aynı parametrelerle değerlendirmekle kalmıyor, farklı dinamikleri sahip iki olgu arasında olmuş olaylar üzerinden gerçekleşmemiş bir durumu açıklamaya kalkışıyor.

Değerlendirmelerinde çok yönlü bakış açısını benimseyen Bauman’ın yazıları tarihten ekonomiye, kültürden sanata kadar geniş bir alana yayılıyor. Örneğin aynı yazı içerisinde hem tarihten hem de internetten bahsedebiliyor veya sporla ilgili bir konuyu doğa sevgisi görünümlü popülizm ile harmanlayabiliyor. Ama genel olarak yazılarında kapitalizmin motor gücü olan tüketim kültürünü; zengini daha da zenginleştirirken yoksulu daha da yoksullaştıran liberal-ekonomik politikaları; internet ve teknolojinin insan hayatına etkilerini; küreselleşmenin getirdiklerini; teolojik anlayışın sosyolojik yansımalarını ve sosyo-kültürel farklılıkların çatışmacı yönlerini öncelediği görülüyor. Metinlerdeki temel izleğe baktığımızda yerel halklar, mülteciler, azınlıklar, etnik gruplar, demokrasi, adalet, eşitlik, özgürlük gibi kavramların öne çıktığını söyleyebiliriz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

24 Temmuz 2019 Çarşamba

Zamanının ötesindeki adamlardan ilham almak

"- Neler okuyorsunuz Lordum? 
- Kelimeler, kelimeler, yalnızca kelimeler."- William Shakespeare, Hamlet

M. Fatih Andı tarafından yazılan ve bu yıl Ketebe tarafından basılan kitaptan en çok akılda kalan, kelimeleri genişleterek vardığı yaşam gayesi oluyor.

Zamanının ötesinde adamlardan ilham edinmiş yazar, “etkisiz ödüller ödülsüz şahsiyetler”den bahsederken aslında edebiyata tutarlı bir tavrın şikayetini etmiş. Dehalar zaten zamanlarının ötesine yazmazlar mı?

Ahmet Hamdi Tanpınar’a, hepimizin kalbindeki özel köşeden bakan Andı, çok haklı serzenişler etse de yaşamış olması silinmek istercesine soluklaştırılmış bir Safiye Erol vardır mesela. Cumhuriyetin “Sinekli Bakkal” ergenliğine ihtiyacı olan yıllarının mağdurlarındandır. Ne batıya tutunmayı içi istemiş ne doğu da yer edinebilmiş. Nietzsche vardır, yüzyıl sonraya yazıyorum diyen. Etiğin babası olup bilginin değil irfanın kıymetini bas bas bağırsa da hala pozitivizmin sularında dolaşanların sahiplendiği. Sağın zahmet edip edinmediği solun anlamaya zihinsel kabiliyetinin yetmediği Nietzsche

M.Fatih Andı, “klasikler” kelimesinin içerik ziyanına, ithaf edebiyatına, dağınık yazıp gidenlerden kalanların edebiyata katılmasına, moda olan yazınların furya veya bereket olması üzerine kendi tabiri ile “niteliğin itibarı”na doğru meylederek değinmiş. Niceliğin istilasında olduğumuzun altını da ince ince çizmiş.

Okuduklarından değil tercümelerinden dilinin imkanlarına vardığını kendi dili ile de ifade eden Cemil Meriç’ten dem ederek, Ömer Hayyam Rubailer’inin tercüme serüveninin çileli öyküsünü anlatmış. Bir yüzyıl öcü muamelesi, sonrasında; Hüseyin Rıfat, Feyzullah Sacit, Abdülbaki Gölpınarlı, Asaf Halet Çelebi, Vasfi Mahir Kocatürk, Rüştü Şardağ, Yahya Kemal, Orhan Veli… Kimler dokunmamış ki Hayyam’a tercüman olmaya?

Bu bilgiden ilhamla insan nasılda hatırlar birden memleket insanının en cafcaflı kusurunu. Ya tekfir ederiz ya kutsarız biz. Taşınamadığımız orta, en büyük kusurumuz. Döneminin en ortasında yaşayan peygamberi bile kendi dönemimize aşırılık olarak ikame eder, adına “sünnet” deriz. Hayyam için de hayranlığın devşirildiği yılların ideolojik çalkantıları ve dönüştürmek istedikleri nüveye her türlü malzemeyi meze ediş ayrı bir bahsin konusu olur vesselam. Melamilikten dem vuranların deistler olduğu bir karmaşada mevcut durum geçerliliğini pek de yitirmiş sayılmaz zaten. Hayyam da orijinal adam ve her orijinal adam gibi sahip bulamaz yerli yerince. Nereye koysan güdük kalır. Meriç’in batılı okumasını, İsmet Özel şiirine Cezmi Ersöz hayranlığını anlayamayanlara, ifadesi zor keyiflerdir. Zihinsel sınıf meselesidir.

Kitaba dönelim:

En azından kendi adıma kaçaklarımı yakaladım diyebilirim. “Bir muazzam eserdir ki misli yok naziri yok; zahiren saat çalar manen hükümet seslenir” diye edebiyatçının saat kulelerine biçtiği devlet-i ali temsilinin zamanı dillendirişini fark edememişim mesela. “Hiç kimsenin, Yahya Kemal hariç tesirinde kalmadım” diyen Ahmet Hamdi Tanpınar’ı neden sevdiğimi daha bir anladım. 19. asır Avrupa’sının prototipi Beyoğlu’na bir daha baktım. “Ezansız Semtler”de yitenin dinden çok olduğuna kanaat ettim. “Ev” karşısındaki tutumu ile belki de bizim edebiyatçıların, bir yere ait olma hissine mukabil, batıdan ayrılan en derin yanlarını, en derin yansıtan Tevfik Fikret’e ve aşiyanına aşina oldum.

Zül Cenaheyn bilgeliğinde Osmanlı erenleri…“Bir doğu bir batı bir de biz varız” dedikleri bölgenin nev-i şahsına münhasır kerameti… Gözlerinde İslam medeniyetinin ışığı, akılları hür, hürriyetini Tanrı’dan aldığından emin yürüyebilen bir grup bilgenin nüveleri…

M. Fatih Andı, tüm bunları anlatırken bu nüvenin erezyona uğrayan etiğini, “salikin” düsturundan geriye doğru bozulan toplum ile bencilleşen bireye dönüşümünü, yine en iyi edebiyatla anlayabileceğimizi ifade etmiş:

17.yy’da sürgün ve umutsuzluklar içinde bir adem, Nâilî Yıkanlar hâtır-ı nâşâdımı yâ Rab şâd olsun / benimçün nâmurâd olsun diyenler bermurâd olsun” diye, şer olana hayır ile mukabele ederken; Akif Paşa ise “Ber-murad olmayacak ben, yere geçsin âlem” der. Yükselen öfkemizin, alçalarak gelen özümüzün resmi gibidir. Yazar, edebiyatın, cemiyetin sosyal-psikoloji dahlindeki fotoğrafını betimlemesini, çok estetik iki örnekle sayfalara kazır.

Keza, Ahmet Mithat Efendi’nin Jean Baudrillard’dan aşağı kalmayan anti-kapitalizm şiarı da bu nevi bir betim ile değerlendirilir. Ahmet İhsan’ın “ilancılık” dediği reklama “şarlatanlık” olarak yorumu “Türk dediğin anti-kapitalisttir” diyen herkesin yüreğine sular-seller serpmez mi? Propaganda reklam ve ilancılık diye nitelediği bu üç şarlatan işi için: “Bunu bizim her milletten iyi bilmemiz lazım iken hiç bilmeyiz. Her milletten iyi bilmekliğimiz lazım olması propagandanın ahkam-ı İslamiyye’den olmasındandır” demektedir. Tüm bunlar diklemesine anlatılardır. Belli ki üzerine tefekkür edilmiş, bizim de etmemiz tavsiye edilir.

Hülasa:

Okuduklarından tanrılar yaratan çıtayı geçecek kadar okumuşlara, okuduklarından kendini edinmişlere, edindikleri ile yeniden okumak isteyenlere, okudukça cehaletinin arttığı hissinden hem beslenen hem eksilenlere, bütün başladığını zannettiği yolda gittikçe yarım kalan ama yarım yanını sevenlere, yolun başında olanlara değil epeyce yol almışlara, bundan sonraki okumaları için önsöz yazmış yazar.

Kelimeler demiş! Kelimeler demişlerden demlenmiş:

"Sana durlanmış kelimeler getireceğim
pörsümüş bir dünyayı kahreden kelimeler
kelimeler, bazıları tüyden bazısı demir.
"

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

23 Temmuz 2019 Salı

Dünyanın gümbürtüsünden gariplerin sessizliğine

Şu dünya hayatını, kendine en yakın yerde yaşayan insanlara garip denir. Evet, pekala denir. Neresidir insanın kendine en yakın yeri? Herhalde kalbinin olduğu yer. İşte o yere türkülerimizde gönül deniyor. O hâlde gariplerin dostları gönülleridir dememizde bir sakınca yok. Ethem Baran, her öyküsünde olduğu gibi Döngel Dünya'da da gariplerin yanına çağırıyor bizi. Aslında götürüyor. Usulca, kolumuza girerek, hikâyelerine tam kalbinden şahit tutarak. Biraz da sanki bizi test ediyor, "ey okur bakalım sen ne göreceksin bu yazılanlarda, sen neler hissedeceksin, dertlenecek misin garibin derdiyle" der gibi.

Sanırım öyküde tercihim belli; günlük hayatta olan biten ama çok da gör(e)mediğimiz, hatta şu çağda görmemizin pek mümkün olmadığı hadiseler sadelikle, doğallıkla harmanlanınca okumaya doyamıyorum. Bu duyguyu Ethem Baran gibi ömrünün önemli bir bölümünü Yozgat'ta geçirmiş yazar Mustafa Çiftci'de de hissediyorum.

On beş öykü var Döngel Dünya'da, rakam korkutmasın çünkü kitap 115 sayfa. Üstelik öykü geçişlerinde hiç yormadığından roman gibi okunabiliyor. Sanki önümüzde bir perde var, yazar oraya birbiriyle komşu olan karakterleri teker teker yansıtıyor. Hâliyle insan bir oturuşta bitiriyor kitabı. "Derken, bahar geldi" diye açılıyor kitap. Bu bir taktik miydi, yoksa yazar bu öyküsünü yazmaya baharda mı başladı bilmiyorum ama henüz ilk sayfada karşılaşınca içi ferahlıyor insanın. Ne yazın teri ne ayazın donu. Baharlar güzeldir. Ancak peşinden, "Çoktan ölmüş annesini her gün dışarı çıkarmaya..." diye başlayınca ikinci satır, o ferahlık yerini tedirginliğe bırakıyor. Baharlar da böyle değil midir? Ferahlıkla tedirginlik iç içe, canlılıkla kaygı beraber.

Kitabın dördüncü öyküsü Kuşlar'dan bahsetmek isterim. Bazen bir kitapçıdan çıkıp başka bir yere giderken, içinde bulunduğumuz otobüste, vapurda, tramvayda sevdiğimiz bir yazarla karşılaşıyoruz. Aslında bu bir karşılaşma değil; bizim, okuyucu olarak sevdiğimiz yazarı görmemizden ibaret bir hâl. Ne oluyor bu hâli yaşarken? Önce mutlu oluyoruz. "Bak işte, koskoca yazar, tramvayda..." diyoruz. Boş bir yer bulup oturabilmişsek ve o ayaktaysa, yer vermenin formüllerini, eğer ikimiz de ayaktaysak ona yakınlaşmanın yollarını arıyoruz. Tek taraflı bir yakınlaşma, selamlaşma, helalleşme, vedalaşma mücadelesi. İşte Kuşlar'da bunun çok çarpıcı bir anlatımı var. Öykünün sonuna kadar kim olduğu sorusu havada duruyor, yaşanılan her şey bize çok yakın geliyor. Diğer yandan, okurla yazar arasındaki bu 'herkesin anlayamayacağı gerilim'in dışında olanlar da var tabii: "O böyle, hayranı olduğu ve tanışmak için can attığı yazarla bile konuşamazken, pırasalı poşetini kucağına çekmiş yaşlı adamla, bu öğretmen olduğunu söyleyen kadın ve şoför nasıl oluyor da yarım kalmış bir konuşmayı sürdüren kırk yıllık dostlarmış gibi hemencecik dünyalarını açıyorlardı! Oysa onu, her gün alışveriş yaptığı markettekiler, gazete, ekmek, sigara aldığı evinin yakınındaki büfeci, hatta yıllardır tıraş olduğu berberi bile tanımıyordu. Berberinin ona bir kez bile adıyla hitap ettiğini duymamıştı. Ağbi ya da hocam gibi aklına ne gelirse öyle sesleniyordu berberi, o da mecbur kalırsa."

Döngel Dünya'da sık sık terzilerle karşılaşmak da sanırım beni çok etkiledi. Terzileri, saat tamircilerini hep ilgiyle izlemişimdir. Bir de kasapları ama o daha çok fiziki bazı hareketlerin sakinleştirici etkisiyle ilgili. Terziler mesela, dünyanın en sessiz insanları birbirlerine belli etmeden bir araya gelmişler ve ölçüp biçmeye karar vermişler gibi. Gözlerle anlaşmak, işleri hiç aksatmadan daima yavaş hareket etmek, sabahtan akşama dek tatlı bir sessizliği sürdürmek terzilerin fıtratında olan özellikler sanki. Babam Terzi Ben Çocuk öyküsü bir çocuğun terzi olan babasıyla anlaş(ama)ma meselesini anlatıyor. Babasıyla doğru düzgün konuşamayanlar çocuklar babalarını en samimi biçimde anlatan çocuklardır: "Babam bir gün sustu. Ben bu dünyadan bir şey anlamadım dedi ve sustu. Daha doğrusu mecbur kalmadıkça konuşmadı. Sanki ölüp gitmiş ama yorgun bedenini burada, aramızda, gözümüzün önünde bırakmıştı. Benim ölüm, yaşayan halimden daha iyidir; varlığım, yokluğumdan daha çok acı verir sizlere dercesine usulcacık sıyrılmıştı aramızdan. O susunca, ben çocukluğumu, gençliğimi unutur gibi oldum."

Gördükleri hoşuna gitmeyebilir diye insanların yüreklerineyakından bakmamayı tavsiye edenler, yağmura ve hayata inat sigarasını yakanlar, saf görünmenin insanı rahatlatan, koruyan bir tarafı olduğuna inananlar bir arada Ethem Baran'ın öykülerinde. Radarcı Raci öyküsünde mesela, yaptığı iş ve yaşantısı nedense başkalarının gözünde hep bayağı biri Raci. Kırk yaşına gelmeden kendini radara hapsetmiş onlara kalırsa. Ama o bu 'kalış'ı hiç kalış olarak görmemiş, dert etmemiş, bildiği yolda yürümüş. Üstelik Raci onlara bu hayattaki tercihlerini hiç sormamış, gözle görülür tercihlerini de sorgulamamışken, onlar kendilerinde nasıl buluyorlardı böyle bir sınırsızlık? Bir bilselerdi keşke yüklerini: "Sizin yaşadıklarınız benimkinden fazla da ne olmuş sanki diyordu içinden. Bir sürü işe yaramaz, önemsiz şeyi zihinlerinde biriktirdiklerinden, gereksiz yere kocaman dağları sırtlandıklarından ve bütün bunları ömür boyu didikleyip duracaklarından habersizdiler. Üst üste yığdıkları bunca kalabalığı didikleyip duruyorlardı. Unutmak için uğraşacakları şeyler de çoğalıyordu böylece."

Üç İyidir öyküsünü de çok sevdim, hem de çok. Seksen altı yaşında bir dede. Dünyanın en ağır, hiç acelesi olmayan adamı. Hiçbir hikâyesi yokmuş gibi yaşayan, her kelimesinin arasına sonsuz boşluklar koyan, tamamlanmış cümlesi olmayan bir dede. Ne konuşursa konuşsun başladığı yere geri döner ama. Yürümekten çok yolda durmayı sevenlerden o. Yediği içtiği hep sayılı: çayını üç bardak içer, kahvaltıda ve akşam yemeğinde üç bardak su içer. Üç iyidir çünkü. Sayılarla yaşayan insanların da akıbeti az çok bellidir; unutkanlık, dalgınlık, yaşlandıkça boşlukta yaşama hissi. Ama bu dedenin her hâli ilginçtir: "Namazdan sonra ettiği dualar adrese teslimdir. Sesini bir türlü saklayamadığı için dua ettiğini duyar, zaman zaman dinlerim. Yeni tanıştığı insanların ahirete intikal etmiş yakınlarını da listeye ekler, böylece her geçen gün duaya ayırdığı süreyi uzatmış olur. Yalnız, bir karışıklık olmaması için adresi doğru verir dedem ve nokta atışı yapar: 'Küçük kızım Elif'in kocası, damadım Bahri'nin Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü'nden arkadaşı Tuncay Hoca'nın da ahirete intikal etmiş geçmişlerinin ruhlarına...' diye devam eder."

Döngel Dünya'nın son öyküsü Yamaçta Yağmur Var. İnsanı kaskatı eden bir anlayışsızlık, basiretsizlik ve görgüsüzlük öyküsüyle bitiyor kitap. Özellikle yazarların yaşadığı bir hadise ancak okurun da yüreğini sızlatacak, onu sinirlendirecek bir öykü. Statükonun liyakatsizlikle birleşmesiyle ortaya çıkan ve hiç de kızarmayan suretler. Koltuğun, makamın, unvanın her şeyi sağlayacağına inanan yüreksiz yürekler ve bir yazar. Kendi memleketinde dara düşen bir yazar: "Duvarlardaki gösterişli çerçevelerin içinden bize gülümseyen devlet büyüklerinin fotoğrafları, bu masa, bu koltuk, bu sıra sıra dizilmiş telefonlar ona günün herhangi bir ânında kendisi olması için bir fırsat veriyor muydu acaba?"

Dünyanın gümbürtüsünden gariplerin sessizliğine kaçmak isteyenlere seslenmiş Ethem Baran. Döngel Dünya her öyküsüyle böyle bir kitap. Hani çok sıkıldığınız bir anda of çeker, bu of'u denize yahut ufka doğru üflemek istersiniz ya, öyle.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf