30 Ekim 2018 Salı

Bir özgürlük yanılsaması

Yazar-okur etkileşiminin en çetrefilli konularından birisi yazarın anlattığı ile okurun anladığının ne kadar örtüştüğüdür. Eleştirmenler meseleyi üzerinde kuram oluşturmaya kadar götürmüştür. Metnin gerçek anlamını bulmak için eser yazardan bağımsız/soyut ele alınmalıdır demeye varmıştır işin ucu. Konuya bu kadar kesin bakmıyorum fakat okuduğum her kitapta aynı meseleyi düşünürüm. Bu açıdan “şair/yazar burada ne anlatmak istiyor” ‘mottosu’ yüzeysel bir bakıştan başka bir şey ifade etmiyor. Zira yazarla okur arasındaki anlamsal gerilim sonsuz bir uzamdır. Özellikle kurgusal eserlerde bu makasın daha da açıldığını düşünüyorum. Bana göre meselenin temelinde ontolojik bir gerçeklik boy gösteriyor. Yani, yazar-okur arasındaki örtüşmezlik kitaptan evvel insanın doğası gereğidir. Her insanın düşün dünyası farklı şekillenmiştir ve dolayısıyla her insan farklı anlama, algılama düzeylerine sahiptir. Sözün kısası, bu satırları bana yazdıran aşağıdaki kitabın yazarı muhtemelen benim anladığımı anlatmak istememiştir.

Oryantalist literatürün tarihi Haçlı Seferleri’ne kadar dayandırılır. Öncesinde izleri vardır belki ama asıl gücünü ve misyonunu bu dönemde kazanmıştır diyebiliriz. Avrupalı bu seferler sayesinde muhayyelesindeki egzotik/fantastik dünyayı yakından tanıma imkanı bulmuştur. Sonrasında gördüğü bine bin katarak kurguladığı fantezisini Doğu imgesine izafe etmiştir. Gerçeküstü ve heyecan verici anlatılar (metinler) zamanla içerik değiştirmiştir. Yine bir zenginleştirici olarak egzotik/fantastik ögeler bulunur fakat Batı bunların sahibi konumuna yükseltilmiştir. En azından niyet budur. Bilim ve teknikteki yeniliklerin Batı’ya sağladığı siyasi ve ekonomik güç kültürel ve sosyal açıdan da güçlü olduğu ön kabulünü doğurmuştur. Manipülasyon, propaganda ya da retorik… İsmine ne denirse densin işe yaramıştır. Batı kurguladığı fantastik dünyanın efendisi olmuştur. Bir sonraki aşama oryantalizme maruz kalmış toplumlarda aynı bakış açısını içselleştiren insanların ortaya çıkmasıdır. Süreç içerisinde bu da gerçekleşmiştir. Artık Batı kurtuluşun menzilidir. İlerlemek, güç sahibi olmak, yüksek refah seviyesinde yaşamak için Batı’nın izlediği yolu izlemek zorunluluktur. Batılı gibi düşünmeli, Batılı gibi yaşanmalı, Batılı gibi olunmalıdır.

Oryantalizmin köşe taşları diyebileceğimiz yazarların metinleri Batı’yı cilalayıp yüceltirken Doğu’yu ötekileştirerek hakir gören söylemi güçlü vurgularla öne çıkarır. Amaç bellidir ve zaten onlar da ne kimliklerinde ne de ürettileri metinlerde bunu gizlerler. Bu kulvarda olmayan bazı yazarların insani değerler ve hümanizm bağlamında yazdıkları da ister istemez benzer kalıba girer ve aynı amaca hizmet eder. Zira Batı’nın bağrından neşvünema eden her düşünce aynı paradigma içinde şekillenir, gelişir ve kalır. Lamia Berrada-Berca’nın yazdığı Kant ve Kırmızı Elbise de kulvar dışında bulunup kulvara katkı sunan cinsten. Maya Kitap etiketli yüz kırk dört sayfalık eserin çevirisi Mine Karataş tarafından yapılmış. Hakkında verilen bilgilendirme yazısında Lamia Berrada-Berca’nın sadece genetik olarak değil kültürel olarak da melez olduğunu öğreniyoruz. Yazarın melezliği öyle iki uluslu da değil üstelik. Kendisine Afrikalı, Ortadoğulu ve Avrupalı genlerinin buluştuğu bir havuz denilebilir. Tam tersini beklemek daha makul geliyor ama yazarın melezliği metne Avrupa merkezciliği motifleriyle sirayet etmiş.

Romanın başkarakteri Afrikalı Müslüman bir göçmen kadındır. Kocası ve bir kızıyla birlikte Fransa’da yaşamaktadır. Fransızca bilmemesi zaten içe kapanık olan kadını iletişim konusunda daha da zora sokmaktadır. Diğer yandan aynı dili konuştuğu kocasıyla da iletişim problemi yaşaması kültürel sorunların bir yansıma olarak okunabilir. Doğduğu toplumda kendisine aktarılan anlayışa göre “Bir kadın, kendi cinsinin en büyük günahının erkekleri baştan çıkarmak olduğunu daima aklında tutmalıydı.”. O, kadının hiç bir etkisinin olmadığı erkek egemen bir kültürde doğmuştur ve bu pasiflik burada da kendini göstermektedir. Kızının annesi hakındaki şu düşünceleri bu durumu özetliyor: “İnsanlar annemin bir birey olmasını görmezden geliyor, ona bir hiçmiş gibi bakıyorlar. Çehresi olmayan olmayan birinin nasıl bir birey olabileceğini anlamıyorlar.”. Burada vurgulanan en önemli şeylerden biri kadının çarşaflı oluşudur. Yazar metin boyunca olumsuzlaştırarak kullandığı çarşafı Aydınlanma’nın önünde bir engel olarak görmektedir. “Kara peçeyi yüzüne geçirdiği andan itibaren, bedenini açığa çıkarılması güç bir sırra” hapseden “genç kadın artık görünür olmak istemektedir.”. Çarşaf onu gizlemekte, pasifleştirmekte, hayata katılmaktan alıkoymaktadır. Kısacası kadının içinde doğduğu kültürde içselleştirdiği toplumsal cinsiyetçi anlayış bu yabancı ülkede de peşini bırakmamıştır. Yazarın kaba ve cahil olarak tanımladığı koca için erkek çocuklarının olmaması büyük bir sorundur. Sorunun tüm yükü de suçu da kadının omuzlarındadır: “Karısına öfkeyle bağırmaya başladı: ‘Bana sadece bir kız çocuğu verdin! Şimdi de gelmiş erkek çocuğu vermeyi reddediyorsun!’”. Kadın bu anlayış yüzünden kızı için de tedirgin olmaktadır. Bu anlamda kendi bahtsızlığını kızına daha sevecen yaklaşarak rehabilite etmeye çalışmakta, kocasından gizlediği şeyleri kızıyla paylaşmaktadır. Örneğin Kant’ın kitabı ve satın aldığı kırmızı elbise kızıyla arasında sırdır.

Romanda kurgulanan tiplerde oryantalist bakış açısının yansımaları mevcut. Otoriter, özgürlüğü kısıtlayan, güven vermeyen, kadını önemsemeyen, cahil, bencil, kaba bir erkek ve görmezden gelinen, haksızlığa uğrayan, sessiz kalan, cinsel obje olarak görülen bir kadın. Diğer taraftan kadının karşılaştığı Fransızlar olumlu özelliklere sahiptir. Güler yüzlü, iyi niyetli, nazik, hümanist, aklı kullanmaya önem veren insanlardır. Kadının toplum içinde yaşadığı tedirginlik/rahatsızlık kendinden kaynaklanmaktadır. Başta giyim şekli olmak üzere bir çok açıdan farklılığı bunun başlıca nedenidir.

Kocasının gölgesinde silik hâlde yaşayan kadının hayatı karşı komşularının kapısı önünde bulduğu bir kitapla değişmeye başlar. Kitap, Immanuel Kant’ın (1724-1804) "Aydınlanma Nedir?" adlı eseridir. Okuma bilmeyen kadın kocasından korkuyla sakladığı kitabı kızının öğretmenine götürerek merakını gidermeye çalışır. Aynı dili bilmemeleri iletişim kurmalarına engel olmuştur. Yetersiz de olsa kızının öğrendiği Fransızca sayesinde kitabı okumaya başlamışlardır: “‘Separe aude.’ Aklını kullanma cesaretini göster! Bu söz şimdi Aydanlanma’nın parolası olmaktadır.”. Akla yapılan vurgu kadının bakış açısını değiştirmiştir. Bir birey olarak var olmayı, kabul edilmeyi, önemsenmeyi arzulamaktadır. Aydınlanma düşüncesi ekseninde gelişen hikâyeye kadının bir mağazada görüp hayran kaldığı kırmızı bir elbise eşlik ediyor. Kadın elbiseyi çok beğenmiştir fakat almış olsa bile giyebilme ihtimali bulunmamaktadır. Sadece evde, kapalı kapılar ardında giyebilecektir. Ona da kocası izin verirse. Yazar analoji yaparak dekolteli kırmızı elbiseyi özgürleşmenin simgesi olarak kullanıyor. Özgürlüğe ulaşmak içinse aklın harekete geçirilmesi gerektiği mesajını Immanuel Kant üzerinden veriyor. Kendi kültürüyle büyük bir çatışma yaşayan kadının giderek değiştiği (yazara göre aydınlandığı) görülüyor. O eski ürken, korkan, çekinen kadının yerine cesur, aklını kullanan, kararlı birisi geliyor. İçinde yaşamaya başladığı kültürün özelliklerini benimsemeye başlayan kadına hediye olarak gelen ‘Kutsal Kitap’ ve yanında gelen mektuptaki Hıristiyanlık güzellemesi meselenin özeti oluyor. Oysa Aydınlanma, Hıristiyanlık’a karşı aklı temel alarak başlatılan bir harekettir. Sanırım yazar hümanizm adına burayı atlıyor.

Romanda gözlemci ve tanrısal konumlandırılmış ‘o’ anlatım tekniği bir arada kullanılmış. Yazar, bir gözlemci gibi aktarıyor lakin olaylardan düşüncelere kadar her şeyi biliyor ve yönlendiriyor. Bunun dışında leitmotive ya da iç monolog gibi yöntemlere bolca yer verilmiş. Kant, Aydınlanma, çarşaf, kırmızı gibi kelimeler leitmotive’e örnek olarak verilebilir. Ayrıca sembolizmden de oldukça fazla yararlanıldığı görülüyor. Özellikle kırmızı rengiyle özel bir anlam dünyası oluşturulmuş. İç monoloğun kullanılması az da olsa romana psikolojik düzey katmış.

Olay hikâyesinden ziyade durum hikâyesi şeklinde kurgulanan romandaki akış kısa kısa kesitlerden oluşuyor. Modern dönemde geçmiş olsa da kesin bir zamansal düzlemden bahsedilemez. Mekan olarak ise yazarın yaşadığı Fransa seçilmiş. Roman karakterleri özenle kurgulanmış. İnsani değerlerden uzak Müslüman bir koca, birey olmaya çalışan Müslüman bir kadın, kadına yardımcı olmaya çalışan öğretmen, kırmızı elbisenin satıldığı mağaza çalışanı ve kadının dönüşümündeki en önemli faktör kocasının zıttı özelliklere sahip erkek komşu…

Kitabın sonunda bazı Aydınlanma dönemi düşünürlerinin eserlerinden alıntılar bulunuyor. Din, akıl, insan, kadın konuları hakkındaki yazılar dönemin konulara bakışını yansıtıyor diyebiliriz.

Her ne kadar kapaktaki tanıtım yazısında “Paris’te yaşayan göçmen bir kadının özgürlük mücadelesi” denilse de Kant ve Kırmızı Elbise kitabı günümüz oryantalist bakış açısının tüm özelliklerini taşıyor. Bir yandan kültür ve din konularında Batı’nın bilinçaltını açığa çıkıyor. Diğer yandan da insani değerleri önemsemeyen kültürlerde ıslah edilmesi gereken yanların olduğu görülüyor. Bu bağlamda din anlayışı, kadın-erkek ilişkileri ve kültür eleştirisi konularında yazarın haklı olduğu konuların olduğu su götürmez bir gerçek. Fakat diğer taraftan metne göre özgürlüğün yolu asimilasyondan geçiyor. Ötekileştirilen birey kendine yabancılaştırılarak uyumlu hâle getirilerek sisteme entegre ediliyor. Özgürleşme ile başlayan süreç başka bir bağımlılık ile son buluyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Kendi değerini kendi biçen gözüpek bir yazarın romanı

Hani bir sözcük yazarsınız, sonra üstünü karalayıp başka bir kelimeyi denersiniz de camdaki su damlalarının kıvrılıp gittiği incecik bir selinti oluşur. İşte böyle bir kitap Hasan Yurtoğlu’nun Pathika’sı.

Üslubundaki efendiliği koruyan, yer yer de düşünce dozunu artırarak abartısındaki samimiyetle destekleyen bir anlatımla ve ancak felsefeye rağmen felsefe yapmak kaydıyla öykücülük adına özgül bir ilerleme sağlıyor. Biçimci yanı ağır basan kitap belli sorunsallar oluşturarak parmaklarınızın arasında kayıp gidiyor. Yerellik taşıyan deyim ve benzetilerden sıkça yararlanan, bu yönüyle de tanıdık gelen öyküleri, çocukluğa dair izler taşıyan bir dağardan kendisine çeşni olarak katıyor.

İlk karşılaştığımız güçlük, kimlik bağlamında bir çözümlemeyi güç hale getiriyor. Zaman zaman yazarın özdeşlik ilişkisi içinde sunduğu, gerçek bir isimle mi yoksa çıldırmanın eşiğinden yazıya akan bir tür kara güldürüyle mi okuduğumuzu ayırt edemiyoruz.

Kitapta açlık, kimlik arayışı, etik değerler, alışveriş teorisi, yemek ve yolculuk zamanı üzerine sözünü ettiğimiz tüm bu sorunsallara dair de tikel bir yaklaşımın denendiğini söyleyebiliriz. Korkmayın, Spinoza’dan, Hegel’den, Kant’tan, Feridüddin Attar’dan yararlanıyor görünse de kitap baş etmesi zor felsefi bilgiyi lümpen aşk şarkılarının, gündelik duyumların arasına ve çizgi dışı bir serüvene aktarmada başarılı. Kimlik arayışı, bireyin aşk çıldırmasından kurtulmak için sığındığı dünya, mesleki dezenformasyona ait uçurum ve rakip gördüğü kişiye karşı etik tutum her kelimede aşkla modern dünyanın eşiğinden tahayyül etmesi hoşnutluk uyandırıcı bir karakterizasyon çiziyor sınırlarıyla…

İlk kitap Veysel Paradoksu’ndaki aynı alaycı güldürü üslûbu, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar önsözünde söylendiği gibi gümbürtülü davulunu bütün insan coğrafyasına teşmil etmeyi de kotarıyor. En tutarlı felsefi bir akıl yürütmeden birkaç sayfa içinde Türkiye’deki adsız kalabalığın devinimiyle yüklü bir parçaya denk geliveriyorsunuz. Derişik (yoğun-konsantre) bir anlatım sanırım kitabı her şeyin teorisi olarak okumaya çekiyor okuru. Doğru-yanlış, iyi-kötü üzerine Spinoza’nın söyleyebileceğinden daha az hatayla söz açabilen, hafif çatlak bir felsefe hocasının sevimliliğinde hayat bulan kendi değerini kendi biçen gözüpek bir yazarla karşı karşıyasınız.

Karakum Yayınları en arka sayfanın arkasına boş kâğıtlar bırakarak yeniden basarsa, kitaptaki sayfaları boş kitap metaforu Edgar Poe’nun çağdaşı bir kalem olarak belki o dört sayfalık mutluluk veren kitapçığı bulabilir.

Şu cümleyi rastgele alıntılıyorum:

Yaşlı amcalar evimizi sorduklarında, ben çoktan kaybolmuş bir çocuktum.

Kitap açısından eleştiri:
Hasan Yurtoğlu’nun ikinci kitabı Pathika, hemen söyleyeyim, ilk kitap Veysel Paradoksu'nun devamı; ancak yalnız bu ikincisini okursanız da samimiyetini hiç yitirmeyen bir yazarın sıcak anlatımıyla karşılanmış olacaksınız. Öykü, daha çok bir hayalet yazarın yazar hayaletinin izini sıcağı sıcağına yakalaması esasına dayanıyor. İyi kitaplarda arıyor olduğumuz sanılan bir yazar siluetinin hırsla bizi bir kitap yazma gayretine sürükleme olasılığı bu kitapta hızla gerçeklikle bağıntısını yitirmeyen yazar tarafından bölünüyor neyse ki. Böylece metni yazarın handiyse iç sesini duyacak kadar yakından dinliyoruz. Yani ben öyle yaptım. Kitabın beni sürüklemesine izin vermedim. Oldukça gözüpek bir bakış siyasete ve medyaya oradan da kişisel hayat yanılsamasına ışık tutuyor. En personel, girilmez yerden giriyor en impersonel eşyaya… Kitaba dair özel bir gerçekliğin yerini daima inancasıyla sınayarak. Yanlış bir sözcükten, yanlış çekirdek inanışlarına, vicdanına çağıran sesten uçuk kaçık felsefe öğreniminin değeri bilinmedik yanlarına sizi ustaca sürüklüyor. Okurun donanımına ihtiyaç duymuyor dersek yalan söylemiş oluruz. Okuru bilgilendirme görevini sıkı sıkıya etik bir sorumlulukla sürdürüyor yer yer de varılan yanlışın yergilenmesi hayıflanmasına dönüşüyor sesi. Nesne kitap bir çıkrığa dönüşmüştür ve bir çıkmazda altın bir el elinizi tutmuş gibi oluyorsunuz.

Okur açısından eleştiri:
Hayalet bir yazar olarak kendimi şaşırtma görevini üstlendiğim tuhaf gülümseme anlarında binlerce kitabın bir yerleri arasına gizlediğim yazı, tüy, çiçek karşıma tesadüfen çıktığında şaşkınlığımı ya belli edemiyorum, şaşırmıyorum ya da… Olası hayalet yazar bu kez Behçet Necatigil’in Radyo Oyunları kitabının içine gizlenmiş şiirlerle çıktı. Bunlar Necatigil’in kendi şiirleriydi benim el yazımla yazılmış. Çok şaşırdım canım yalan mı söyleyeyim. Bu şaşırmayan bene güvenilmez. Çünkü bense beklerdim ki kendime ait bir şiir çıksın. Oysa kitabın kalınlığına şaşıran ben aynı kitabın tekli formalardaki küçük versiyonuna da bir kendi kule şiirini yazamadığı hatırlatmasını not etmişti. Bütün bunlar hiç şaşırtmıyorsa kitabın arka kapak yazısı şuydu ki şu ana kadar da etkiledi: “Yolunu arayanların, bulduğu anda yitirenlerin, kendileri olamayanların hikâyelerini dinleyeceksiniz. Aşk uğruna her yaşanmışlık parçasını rastgele savuranların, yolları sonunda kendilerine çıkanların replikleri dolduracak odanızı. Seversiniz ya da hoşlanmazsınız, ama onları tanıyacaksınız. Yolda yanınızdan geçen insanların düşündüklerini, parçalanmış hayatlarını bütünleştirme çabalarını öğreneceksiniz.”. Şiirler kitabın tam da Yol Radyo oyunu arasında otel aradıkları yere yerleştirilmişti. O kitabı okurken bu kitabın etkisinden kurtulamamıştım. Hasan Yurtoğlu da Feridüddin Attar gibi bir yazarın etkisinden sıyrılarak adım adım kayboluşa ilerliyor. Sanırım kuantum evrende olduğu gibi sayısız ikiz var orda, özneden tam bağımsız olmamalarına rağmen…

Yazar açısından eleştiri:
Felsefede yeni yönelimlerden bahsedeceğim biraz: Pascal Quignard’ı hiç duymuş muydunuz? Kitabı okurken Enis Batur’la da ilişkilendirirsin bu yazdıklarını olur biter demiştim. Arka kapak yazısı şöyle devam ediyor: “bir dil ustası farklı kişilikleri sizin için sizin adınıza konuşturmuştu. Şimdi onu dinleme zamanı. Kendinizden ve çevrenizden çok şeyler bulacaksınız.

"Bir takım hayatlar elinizde. Herkes kendi repliğini seçecektir kuşkusuz. Benim üzüntüm kitabın fişidir. 1.700.000 yazıyor ya işte ona sarılıp parmağımı emmektir. Sıkı bürokrasinin içinden yalnızca yazarlık heyecanıyla beni çekip kurtaran kitabın çok başarılı arka kapak yazısıdır. Başlıklar ne kadar etkiliyse arka kapak yazıları da o derece kurtarıcı rol üstleniyor kitaplarda. Salim bir kıyıya yanaşan bir denizci gibi söylersek parçaların bütüne irca ettiği o yerde duyulur bu nameler.

Yazarın şiirleri de olduğunu unutulmaz bir utangaçlık kisvesi altında onları herkesten gizlediğini mahcubiyetinin altında bu şiirin öbeklendiği utanç çemberinde okuyorsunuz daha çok.

Hüve Hiye Hüme
Huvva hiyya humma
Huvva hiyya humma
Huvva hiyya humma
Ben kendim geldim
Kendim kendim geldim
Ben kendim geldim
Kendim kendim geldim

Ben eleştiri yazısı yazamıyorum. Bu kitabı okumalısınız diyorum yalnız.

Gökhan Ünen

27 Ekim 2018 Cumartesi

Sadece kadınlara!

Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa, parası ve kendine ait bir odası olmalıdır,” diyen Virginia Woolf’un kaleminin,19. yy gelene değin yok hükmündeki kadına dair anlatısı olan kitap; İngiltere’de seçme ve seçilme hakkının elde edilmesinden bir yıl sonra yayımlanınca, her dem, taze feminist tartışmalar içinde anıldı.

Bu yüzden dönemin koşulları değişse de, kendine ait bir odası hatta evi dahi olsa kadının, Woolf’tan öğreneceği omurgalı bir duruş her daim vardı.

123 sayfada 123 not alırsın aklına ya da kitabına.123 konu ile ilgili meraklanır, birçok yazarı yeterince okumadığını fark edersin. 123 sayfa ile dolaylı bir yılın dolar. Ve 90 yıldır artarak ilerleyen etkisi ile Woolf, kısaca anlatırken, okuyucu kadın, uzunca anlamak ister “Kendine Ait Bir Oda”nın sadece bir “oda” olmadığını.

Çünkü Jane Austen veya Charlotte Bronte’nin niçin bir “Savaş ve Barış” yazamadıklarına, Shakespeare’in hayali kız kardeşine, kadının yoksulluğuna, namusuna, hatta yaratıcı tarafından kadına bırakılan doğasına kadar cesurca karalayan Woolf, sana köprüden önceki son çıkışı anlatmak ister gibidir.

Edebiyatın neden erkeğin ismi ile anıldığını genişletirken; yerleşmiş olan inancın, erkek diktesi ve kadın onayı olduğu derdindedir.

Baba ya da kocanın para kazanmasına karşılık “hizmet etmeliyim” teslimiyetini irdeler kadının ve buna rağmen evde çalışmanın maaşa ve iltifata tabii bir marifet olmayışından kaynaklı kadın kabulünü eleştirir.

Bütün bu yüzyıllar boyunca kadınlar, erkeği olduğundan iki kat büyük gösteren bir ayna görevi gördüler, büyülü bir aynaydı bu ve müthiş bir yansıtma gücü vardı. Böyle bir güç olmasaydı dünya hâlâ bataklık ve balta girmemiş ormanlardan ibaret olurdu. Savaşlarda zafer kazanıldığı duyulmazdı... Çar ve Kayzer ne taç giyerler, ne de tahttan inerlerdi. Uygar toplumlarda hangi işe yararlarsa yarasınlar, bütün şiddet ya da kahramanlık eylemlerinde aynalar gereklidir. İşte bu yüzden Napoléon da Mussolini de kadınların erkeklerden aşağı olduğunda bu kadar ısrarcıdırlar, eğer onlar aşağıda olmasalardı kendileri büyüyemezlerdi.

Kadına, sabah başlayıp uyuyunca biten mesaisinde, “aydın” olarak hayata bakma görevi verilmeyişini; üzerine, eve gelip gazetesini alıp bütün gece oturan erkek tarafından, -sanki kendisi bilgi ve ışıkla doğmuş gibi haspam- sanat ya da edebiyattan anlamamakla suçlananın yine kadın olmuşunu anlatır.

Baba olmama hakkını istediği zaman kullanan, ailesinden uzaklaşma alternatifini “sanatçı” kimliğinde hak gören, yüzlerce edebiyatçı erkek sayabildiğimizi; bunun karşısında kadının anne olma hakkından asla feragat etmeyişinin onurunu hissedersiniz kemiklerinize kadar!

Woolf hayali bir karakter ile çizer iddiasını şekle koymak için; Shakespeare’in kardeşi Judith! Judith kadınlara verilmeyen eğitim, sanat, edebiyat imkanının metafor söylencesidir say ki. Masa başında çalışan bir Shakespeare ve yer silen bir kardeş canlanır gözünüzde. “Shakespeare, kadın olsa idi edebiyatta yoktu” gerçeğini kabullendirir. Sanki şiirlerin adı geçmeyen, geçirilmeyen ruhu gibidir Judith. (Salome de Sartre’nin gövdesi iken gölgesinde gibi gösterilmek istenmemiş midir?) Judith içinize siner koku gibi. Nerede görseniz benzerini, onu hatırlarsınız artık. Kendinizdeki Judith’den taşınırsınız. O sizin rızanız veya toplumsal kabuller ile üzerini örttüğünüz ilhamınızdır. Odanızın camlarını silmeyi bırakır, ruhunuzun camlarını açar, derin bir nefes alırsınız; Hoşgeldiniz!

Hemen devamında; siz nefes alırken, nefesi daralan erkeklerden uzaklaşmanız gerektiği bilgisini edinirsiniz Woolf’dan, kim mi bunlar;

Başarılı kadınlarla ilgili “feminist” olmaları üzerinden entelektüel kimliklerine saldıranlar; erkek çocuğunu “veli nimet”; kızını “dizini dövmek” le eşleştirenler; ellerinin kirini yıkayıp, kadını “ahlaksızlık” ile suçlayanlar; sanatçı kimliği ile öne çıkan kadınları “lezbiyenlik” ile anmaya çalışanlar...

Aman ha, siz siz olun, yukarıdan konuşan Divan Edebiyatı şiirlerinden “oğlan sevici” dizeler dizmeyin yine de onlara, saldırır ama eşdeğer cevapları kaldıramazlar pek! Şanlı padişahlarının tarih ve edebiyat kitaplarına işlemiş eşcinsel eğilimleri yokmuş gibi davranın! Savaş meydanında sevdalandığı oğlanın dizine kapananları; Yeniçeri Ocağı’nda “civelek” kime denildiğini; sarayların peçeli oğlanlarını; Yunan hamamlarının içine kadın almayan hedonist bilgeleri; Gemi’ye uğursuz diye kadın sokmayıp oğlancılıktan nam yapan denizcileri, Avrupa’nın gay düşünürlerini; Kazıklı Voyvoda’nın nefretinin psikanalitik incelemesini ve kime karşı, neden olduğunu; Papa’nın ve kilisenin 8 yaşındaki oğlanların ırzına geçişini; Doğu’daki ağanın çocuk gelininin pedofili boyutunu; Kösem’in sırlarını… Aman ha, aramızda kalsın!

Zira ben; Doğu usulü oğlancılık ile Batı usulü homoseksüellik üzerinden daha fazla örneğe ihtiyaç duymadan da konunun anlaşılabildiğine inanıyorum şu an. Ve eşcinsellik konusunda en az edebiyatta olduğu kadar, erkeğin, gerek tarihte gerek güncel verilerde istatistiksel üstünlüğünü kabul ediyorum!

Bu yüzden, erkek, Woolf gibi kadınların edebi başarısını lekeleyecek başka sıfatlar ararken; siz Woolf’un size açtığı mavi pencerede nefes almaya devam edin, gözleriniz kapalı, yüzünüzde hınzır bir gülümseme…

İnsanlar olgunlaştıkça ”taraflara” inanmayı bırakırlar.” farkındalığı ile…

Mavi Çınar
the.blue.gaia@gmail.com

26 Ekim 2018 Cuma

Her yönüyle insana dönük denemeler

"Her gelen benzim sorar
Bilmez kalbimde ne var."

- Kerkük Türküsü

Deneme yazmak en çok da etraflıca düşünebilenlere yakışıyor. Nedir etraflıca düşünmek? Belki şudur: Olanı biteni, olduğu bitti zamanla ve mekanla birlikte düşünebilmek. Böylece yorum yaparken adım adım, ahenk içinde yapmak. Her ahenkli metin bir mücevher gibi parlar edebiyat cenderesinde. Neden parlamasın? Çünkü o bir kenarda, tüm harfleri yüklense de sessizce durur. Okurunu bekler. Denemenin hikmeti galiba bu: okurunu beklemek. Okuruna gitmez deneme. Bir reklam panosunda sırıtan romanlardan apayrı bir yerde olması bundandır. "Gel gel" de demez üstelik, o gelişi bekler. O gelişteki hâle değer verir ve o hâlle birlikte hayaller girdabına sokar hem kendisini hem okuyucusunu.

Köksal Alver, 'etraflıca düşme'yi ülkemizde en sakin-sessiz yapan, ortaya koyduğu eserlerle okuyanı germeyen, aksine asıl mucizenin sıradanlığın içinde sırlı olduğunu söyleyen bir isim. Kitaplarına verdiği isimler, esas yazılması ve söylenmesi gerekenin ancak bir kenara çekilerek olabileceğini anlatıyor sanki: Çevgen, Yerli Yerinde, Bahane, Saklı Yara...

Bir sosyolog olarak etrafını çoktan belirlemiş, o etrafın sorumluluğuyla çalışan bir isim. Edebiyat, kültür, mekân ve kent; eser ürettiği alanlar. Henüz tanışmayanlar için söylemek gerekirse "Mahalle: Mahallenin Toplumsal ve Mekansal Portresi", "Mekân Hikâyeleri", "Taşra Halleri", "Kent Sosyolojisi" ve "Kültür Sosyolojisi" bu toprakların hem geleneksel yanını hem de modern yüzünü keşfe çıkmak için oldukça önemli eserler.

Haller Hayaller, Alver'in tanımlamasıyla "insanı, hayatı, hatırayı, hafızayı anlamaya dönük" bir deneme kitabı. Bölümlere ayrılmasa da samimi bir okuyucunun muhakkak fark edebileceği bir akışa sahip. Bu akış insan ruhu ve davranışlarından başlıyor, yakın çevreyle olan ilişkiyle sürüyor, şehir ve şehir alışkanlıklarıyla devam edip doğa ve mevsimlerle son buluyor. Son yazıya gelinceye kadar "ah bir de müzik olsaydı şu kitapta" diye düşünebilirsiniz. Alver de bunu düşünmüş olacak ki kitabın son yazısı "Türküler ne söyler?" imdada yetişiyor. Yazar özellikle ilk sayfalardan itibaren, bir duruş olarak neden deneme yazdığını, deneme yazmaya götüren yolları anlatıyor sanki. Mesela iyi deneme yazan insanların sık sık yalnızlığı seçmeleri konusunda şu cümleleri çok önemsedim: "Yalnızlık bir keşif düzlemidir. Tıpkı bir yüce dağa, tepeye tırmanıp etrafı seyre dalmak gibidir. Kendini ve diğer her şeyi yalnızlık penceresinden izlemeyi seçen insan, duyulmamış sözlere, görülmemiş resimlere ulaşabilir."

Zaman anlamında hafızaya, mekan anlamındaysa hatıralara dokunan bir kitap Haller Hayaller. Çünkü "İnsan mekanlara öylesine uğrayıp geçmez; orada kalır. Birikir, kendini biriktirir, damıtır, kazır. Bir hafıza ve hatıra abidesi olarak yükselir mekân.". Eski sokaklardan geçerken, eski yapılar arasında gezinirken, mazisi geniş olan bir iklimde bulunurken ruhumuzun tuhaf duygular arasında gidip gelmesi bundandır. Bazı karşılaşmalar bu duyguları daha da artırır. Mesela çocukluk yıllarımızda sık sık geçip gittiğimiz bir sokak köşesindeki mezarlığın hikâyesi yirmi sene sonra karşımıza çıkabilir. Şaşırıp kalırız. Tekrar ve derhâl görmek isteriz orayı. "Umarım değişmemiştir" diye de dua ederiz. İsteriz ki hep o yalın, gösterişsiz ve ulvî hâliyle kalsın hem hatrımızda hem hafızamızda. Günümüzde ortalıkta yığınla dolaşan kişisel gelişim kitaplarıyla anlamını iyice kaybetse de aslında hafızayı yoklamaktan ziyade hafızanın tam da içine girip oradaki hatıralara ulaşmak, ulaşılan bölgede bir süre yoğunlaşmak, insana türlü türlü şifalar sunabilir. Hiç kapanmamış dosyalar kapanabilir, affedilmemiş meseleler son bulabilir, keşifler nihayete erebilir. Hafıza ve hatıra, insana insanlığını yeniden sunabilir.

Bellek saklı bir hazinedir ve zaman zaman kurcalanmak ister. Hiç kurcalanmadığında işlevini kaybeder. Teknolojik ürünlerde bile bu böyledir. Bir usb belleği uzun süre kullanmadığınızda bir daha hiç kullanamayabilirsiniz. Zaman zaman tazelemek gerekir, hatta bazen format atmak, yani sıfırlamak bile gerekebilir. Böylece yeniden kullanım için uygun hâle gelir bellek. İnsan belleğinden ilham alındığı besbelli. Bellek bize zamanın ve mekanın ötesindekileri ikram eder. Bak der, böyle böyle olmuştu, sen de şöyle şöyle yapmıştın. Şimdi aradaki bağlantıyı kur ve yoluna başka türlü devam et. Tam tersi de olabilir, daha önce girilmemiş bahçelere, sapılmamış yollara götürebilir bellek bizleri. Burada 'zamanı ve mekanı dost etmek' önemlidir: "Mekânlar da tıpkı insan gibi gelip geçicidir, fanidir. Her mekân kendince bir hayatı ve dili oluşturarak zamanı hecelemekte, zamandan geçmektedir. Eski mekânlar gibi yeni mekânlar da kendine özgü bir dili, sözü ve hayatı temsil etmektedir. Zamanın ruhu, mekânın ruhuyla buluşmaktadır. Kaybolan mekânlar, elbette, bir şeylerin kaybolduğunu da belki acımasızca haykırmakta; yeni mekânlar da yeni ama farklı bir hayatın cisimleştiğini belki hoyratça, belki kabaca, belki de munisçe dillendirmektedir. Kaybolan yahut yıkılan mekân, nasıl koca bir hatıra denizini kurutmakta ise, yeni zamanların mekânı da yeni yeni hatıra denizine su taşımaktadır. Hayat da zaten bu şaşmaz döngüde kendini bulmaktadır. Aslolan o mekânları var eden ruhla bütünleşmek ve o ruh iklimini hayata taşımak, hayatı o iklimde sürdürmek olsa gerek. Hayatı mekânla, mekânı hayatla süslerken, aynı şekilde ikisini birbirine kefil, dost ve aşina kılmak gerek."

Edebiyatın hayatımızda kapladığı yer önemli değil. Edebiyatın kapladığı yerde hayatımıza ne kattığı önemli. "Her gün en az iki saat kitap okurum" lafı bir alışkanlığın ifadesiyken "tarih okumak beni şiire ve müziğe götürdü" sözü daha anlamlı şeylerden bahseder, gerçek bir dokunuşu. Köksal Alver bunu oldukça güçlü biçimde anlatıyor: "Edebiyatın sırrı çağları aşan bir söz oluşunda saklıdır. Çağları çağlara katan edebiyat, insan tecrübesinin, insan hikayesinin kaydını tutar. İnsan ancak edebiyatta kendi çıplak ve yalın halini izleyebilir; geçtiği yolları, kıvrımları, düzlükleri ve tepeleri ancak edebiyatın izini sürerek çıkarabilir. Bunun için de her söylem edebiyata öykünmedir, edebiyatlaşma arzusu ile dile gelmedir. Çünkü söylem ancak edebiyatlaşırsa toplumun damarlarında akabilecektir. Aslolan edebiyattır, gerisi hikâye!"

Her yönüyle insana dönük bir kitap Haller Hayaller. Küsüp barışan, susup söyleyen, yorulup yürüyen ve hayatla sahici temaslar kuran.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

24 Ekim 2018 Çarşamba

İyi ile kötünün kadim savaşı

Makamların en güzeli “hayret makamı” olsa gerek. Beni bu makamda gezdiren üç şey var. Biri tabiat, diğeri çocuklar ve iyi kitaplar. Hepsinin de hamurunda büyülü bir yaratılış var.

John Steinbeck, “Cennetin Doğusu” romanıyla bir edebiyat şölenine imza atarken bana düşündürttükleri tam olarak böyle bir şey. Salinas Vadisinde yaşam süren iki köklü ailenin süregelen iki neslinin hayatlarını derinlemesine ele aldığı bu roman temelde iyilik ve kötülük arasındaki kadim savaşın bir yansıması.

Steinbeck genelde alt sınıfı, toplumdaki ötekini basit olaylar çerçevesinde anlatmayı tercih eder. Sahneler oldukça vurucudur. Gösterme konusunda çok mahirdir. İnanılmaz durulukta bir tasvir gücü vardır. Okuyucuyu derinden etkileyen ve okurken yazarına sempati beslemesine neden olan başlıca şey de bu bence. Steinbeck’e göre siyah ve beyaz vardır ama gri yoktur. Romandaki karakterlere baktığımızda da bunu görürüz. Karakterler bir zıtlık üzerine inşa edilmişlerdir. Sevgi ya da nefret ağır basan iki duygudur.

Cennetin Doğusu’nda da hep iyi ile kötünün kavgasını izleriz. Karakterler oldukça canlı ve görünürlerdir. Bu kavgayı aktarırken yazar bir yandan da iyiliğin ve kötülüğün doğuştan mı yoksa sonradan edinilen bir seciye mi olduğu konusunda düşünür. Okuyucu da düşünmeye sevk eder böylece ama hiç vaaz etmez. Hatta bazen Tanrı’nın kötülüğü niye yarattığını sorgularken işi dönüp dolaştırıp kutsal kitaplara ve insanların anlayışına getirir. Bir sözcük üzerinden kutsal metin okuması yaptırırken teoloji derslerinde bulur kendini okuyucu. O “bir sözcük” romanın final sahnesinde okuyucuyu vurucu bir sahnede beklemektedir.

Roman boyunca savaşın insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkisi, bilgelik, aile, yabancılık, çiftçilik, kasaba hayatı, trajedi gibi konular etrafında dolaşırken durup soluklandığımız nokta hep insan ruhu olur. Yaratılıştaki fıtratın kaderi nasıl şekillendirdiğin deneyi gibidir karakterlerin hayatı.

Daha romanın ikinci sayfasında “insanın başka şeyi yoksa sahip olduğu her neyse onunla övünür. Belki ne kadar az şeyi varsa, o kadar çok övünmesi gerekir” gibi bir cümleyle durup da hayata baktığı noktanın çok başka bir yer olduğunu imler bize yazar.

Romanın ikinci bölümünü şöyle açar yazar: “Gördüğünüz gibi, kitap 1900 adı verilen büyük sınıra vardı. Bir yüzyıl daha öğütülüp çalkalandı; olan bitenler insanların isteği doğrultusunda bulandırıldı.”. Bu cümle sizce de tarih yazma konusunda galiplerin riyakârlığını da açığa vurmuyor mu? Özellikle de savaş tarihi konusundaki yalanları.

Ve sarsıcı bir cümle daha. Zamanını bir cümleyle özetleyen mahir bir yazarın hayrette bırakan ifadesi. “ Öyle ki bazı uluslar Tanrı düşüncesinin yerine kollektiflik düşüncesini koydular. Benim zamanımın tehlikesi bu. Dünyada müthiş bir gerilim var, kopma noktasına yaklaşan bir gerilim; insanlar mutsuz, kafaları karışık.

Mevzu edebiyat olunca beni düşündüren şeylerden biri de ancak bir sosyoloji çalıştayından ortak akıl ile çıkacak bir sonucun bir roman yazarının kaleminden çıkabilir olması. Tıpkı psikanaliz biliminin ilk örneklerine Dostoyevski’nin romanlarında rastlanması gibi. Bu bir hayat ustası olma sanatı mıdır yoksa gözlem gücünün etkileyici yansıması mı? Bu denli psikolojik tahlillerin, sosyolojik tespitlerin bir edebiyat eserinde bulunması beni hep büyülemiştir. Edebiyatı kıymetli yapan şey de bu olsa gerek.

Roman sanatını Fransızların bulduğu, Rusların geliştirdiği ve belli bir seviyeye çıkardığı söylenir. Faulkner, Ernest Hemingway, Salinger ve Steinbeck gibi isimleri düşününce Amerikalıların da onu bambaşka bir seviyeye getirdiği aşikâr.

Romanın 337. Sayfasında oldukça vurucu bir sahne var. Beni derinden etkileyen bir sahne. Neredeyse tam bir film sahnesi. Tüm canlılığıyla halen gözümün önünde. Bu kısmı okuduktan sonra durup nefeslenmek ve o anın tadını çıkarmak istedim. O an uzun sürsün istedim. Tekrar okudum ve bu kitap bitmesin diye vites düşürmek durumunda kaldım.

Bu edebiyat şölenine romanın çevirmeni Roza Hakmen de ustalıkla ayak uydurmuş ve ortaya usta işi bir çalışma çıkmış. 656 sayfalık hacmi ise uzaktan okuyucuyu korkutsa da elinize alıp Steinbeck ’in dünyasına girdiğinizde size az bile gelebilir.

Ve yazarın öykü sanatına dair manifesto niteliğinde bir cümlesiyle sizi baş başa bırakıp sonlandırıyorum.

Gerçekte daha fazla güzellik vardır, derdi. Korkunç bir güzellik bile olsa. Şehir kapılarındaki öykücüler hayatı çarpıtır, tembellere, aptallara ve güçsüzlere güzel görünecek şekle getiriler; oysa bu, dinleyenlerin zaaflarını pekiştirir sadece, hiçbir şey öğretmez, hiçbir şeyi iyileştirme, kalbi de havalandırmaz.

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf