10 Ağustos 2018 Cuma

Doğu-batı ya da güney-kuzey dikotomisi

“Ben Kuzey’e ve soğuğa özlem duyan Güney’dim."
- Tayeb Salih, Kuzeye Göç Mevsimi

Okuma uğraşına yakayı bir kere kaptırınca kitaplar nereye sürüklerse oraya gidiyorsunuz. Okurun eğilimleri elbette önemli fakat bu gidişin esas belirleyicisi kitaplar oluyor. Her bir kitap başka bir kitaba kapı aralıyor ve dahası her kitap bir başka kitapta devam ediyor. Bir yerden sonra referansların olabildiğince çoğalması, içeriklerin karışmasa bile ilmek ilmek birbirine geçmesi yüzünden hangi kitabın hangisine kapı araladığını hatırlayamaz hâle geliyorsunuz. Kuzeye Göç Mevsimi’ne bir kitaptan yönlendirildiğimi hatırlıyorum ama hangi kitap olduğunu hatırlayamıyorum. Muhtemelen konusu Batı, oryantalizm, Afrika ya da emperyalizm olan bir kitaptı.

Kuzey Afrika’nın dini, siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal yapısı hakkında geniş bilgilerin yoğurulduğu Kuzeye Göç Mevsimi’nin yazarı Sudanlı aydın Tayeb Salih (1929-2009). Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan yüz atmış sayfalık eserin çevirisi Adnan Cihangir tarafından yapılmış. Hikâyenin kurgusu ve anlam derinliğinde Tayeb Salih’in yaşadıklarının önemli yer kapladığı kesin. Sudan’da eğitim görmüş ve İngiltere’ye yerleşerek BBC, UNESCO gibi önemli kurumlarda çalışmış olan Tayeb Salih hem Afrika’nın hem de Avrupa’nın kültürel yapısını yaşayarak görmüş ve dolayısıyla her iki kültürün hayata bakış biçimini yakinen bilen birisi. Yazarın bu yetkinliğini her iki yapıyı birbirine kıyaslayarak konumlandıran eleştirel yaklaşımından da anlıyorsunuz. Tayep Salih bir taraftan Batı’nın siyasi ve kültürel tahakkümüne yüzeysel olmayan bir karşı duruş sergilerken bir taraftan da içinden çıktığı toplumun kültürüne eleştirel bir tutum takınıyor. Kitapta bölge insanının bilim ve eğitimden tutun da çevre, siyaset, din, toplum ve kadına kadar çeşitli konularda nasıl düşündüğünü görebiliyorsunuz.

Kuzeye Göç Mevsimi’ni anlatımından takip ettiğimiz karakteri (anlatıcı) Avrupa’ya yüksek eğitim için gitmiş ve doktorasını tamamlayarak Sudan’a dönmüş birisidir. Anlatıcı köyüne döndüğünde onu karşılayanlar arasında tanımadığı bir sima ile karşılaşır ve ailesine bu yabancının kim olduğunu sorar. Sorduğu kişinin bir süre önce köye yerleşerek çiftçilik yapmaya başladığını öğrenir. Son derece sessiz ve uyumlu olan bu adamı köy sakinleri çabucak kabullenmiştir. Kendi halinde görünen bu orta yaşlı adamın vakur hâlleri anlatıcının dikkatini çekmiştir fakat o an için düşüncelerinin üzerinde yoğunlaşmamayı tercih etmiştir. Bir süre sonra tesadüfen bu gizemli adamın anadili gibi İngilizce bildiğini öğrenen anlatıcı meselenin peşine düşmüş ve öğrendikleri yüzünden şaşkına dönmüştür. Mustafa Said adındaki bu gizemli adam da tıpkı anlatıcı (ve Tayeb Salih) gibi İngiltere’ye giderek eğitim görmüş ve önemli mevkilere gelmiş birisidir. Hem anlatıcının ısrarı hem de Mustafa Said’in onu kendine yakın hissetmesi ona geçmişinden bahsetmesine sebep olmuştur. Mustafa Said’in hikâyesi çocukluğundan itibaren tuhaftır. Babasızlığı bir yana annesinin ilgisizliği ruhunda derin yaralar açmıştır. Okulda başarılı olduğu kadar da yalnızdır. Oldukça zekidir ve normalin üzerinde bir hatırlama yeteneği bulunmaktadır. Hafızası başına bela olacak derecede güçlüdür. Nitekim ileride öyle de olmuştur. Ondaki yeteneği keşfeden okul yönetimi iyi bir eğitim alması için girişimlerde bulunur. Mustafa Said önce, çocukları olmayan bir İngiliz aileyle Mısır’a, ardından da İngiltere’ye gider. İngiltere’de bir ‘Avrupalı gibi düşünen ve yaşayan’ Mustafa Said zekâsı ve başarıları sayesinde çabucak yükselerek tanınan birisi olmuştur. Fakat dışarıdan son derece başarılı görülen bu hayatın içi savaş meydanı gibidir. Mutluluğu ve sevgiyi hiç hissedememiş biri olarak kendini bohem bir hayatın içine bırakan Mustafa Said dizginleyemediği tutkularının esiri olmuştur. Kazandığı mevki ve başarılı çalışmalarıyla birçok Batılının takdirini kazanmıştır fakat tam olarak tanımlayamadığı bir şey onu rahatsız etmektedir. Özellikle kadın konusunda engelleyemediği arzulu bir tutumun içindedir ve birçok ‘Batılı’ kadının hayatında kalıcı sorunlar bırakmıştır. Sonunda bir kadının ölümüyle neticelenen bir ilişkisi olmuştur ve bu durum Mustafa Said’in dönüm noktasıdır. Yaşadığı tüm bu olaylar Mustafa Said’in ruhundaki yaraları daha da derinleştirmiştir. Bir yanda kurak çöl ikliminin ortaya çıkardığı sıcağın hayatı kuruttuğu Güney, diğer yanda dünyevi imkânların içinde yüzen ve soğukluğuyla hayata can veren Kuzey. Bir tarafta ezen, sömüren, her fırsatta üstün olduğunu kanıksatan Kuzey, diğer yanda bu üstünlüğe boyun eğmiş ve değiştirmek için elinden bir şey gelmeyen Güney. Bu ilişkilendirme Doğu-Batı arasındaki oryantalist ilişkinin bir benzeridir. Yalnızca gerilim Kuzey-Güney yönünde cereyan etmektedir. Tayeb Salih, romanda, Batı’nın bu ‘oryantalist’ tavrını her fırsatta ortaya koyuyor.

Mustafa Said mahkemeye çıkarılmış, yakın dostlarının ısrarlarına rağmen kendini savunmayarak cezalandırılmayı talep etmiştir. Hapis cezası sona erdikten sonra uzun bir deniz seyahatine çıkarak İngiltere’den ayrılmıştır. Sonrasında bir şekilde izini kaybettirmiş ve Sudan’a dönerek anlatıcının köyüne yerleşmiştir. Bir süre sonra köyde meydana gelecek bir selde hayatını kaybedecektir. Bu arada parça parça da olsa hikâyesini bilen tek insan eşini ve çocuklarını da emanet ettiği romanın anlatıcısıdır. Evinde belge ve kitaplarını sakladığı odanın anahtarını da ona bırakmıştır. Bu kilitli odada Mustafa Said’in büyük bir kütüphanesi ve kendisi hakkında detaylı bir arşivi vardır. Fotoğraflar, notlar, gazete kupürleri… Yaşadıklarına ve düşündüklerini dair her şeyin kaydını tutmuştur. Anlatıcı, Mustafa Said’in arşivini okudukça çektiği ıstırap da büyümektedir.

Birinci tekil kişi (ben anlatıcı) yöntemiyle yazılan romanda olay baştan sona çizgisel bir anlatımla ele alınmıyor. Dolayısıyla zincirleme olay örgüsüne sahip olan metinde eksik kalan kısımlar birbiriyle ilişkilendirilen bölümler okundukça tamamlanıyor. Romana kendi yaşamını aktararak başlayan anlatıcı hikâyeye Mustafa Said’in hayatıyla devam ediyor. Bu yöntemin kullanılmasındaki amaç anlatıcının bir araç olarak kullanılmasıdır. Mustafa Said’in hayatı kesitler halinde ve anlatıcının hayatıyla iç içe geçecek şekilde veriliyor.

Metnin içine bölge insanının kültürüne ve İslami anlayışına dair veriler yerleştiren yazar toplumsal, siyasi, ekonomik yapıyı gerçeklikle yansıtmış. Yönetim kademesinde bulunanların çıkar ilişkileri ve lükse düşkünlüğünün yanında kültürü dinleştiren toplumun yaşam standartlarının oldukça düşük olduğu görülüyor. Büyük oranda kadın-erkek ilişkilerinin işlendiği kitap müstehcen bulunarak uzun yıllar yasaklı kitaplar listesinde yer almış. Cinsellik konusunda yer yer Marquis de Sade’in (1740-1814) Yatak Odasında Felsefe kitabını hatırlatsa da yazar olmayan bir şeyi yazmamış, var olan bir şeyleri ‘gerçeğe’ uygun olarak romanlaştırmıştır. Toplumsal hayatta gerçekliği bulunan şeylerin romana konu edilmesinin bazı kesimleri rahatsız etmesi anlaşılabilir bir durum. Zira etkililiklerinin kaybolmasını istemeyen ve devamlılıklarını her daim bu zemin üzerinden devşiren kesimlerdir bunlar. Oysa asıl sorun edilmesi gereken şey, normalleştirilmesinde ve meşrulaştırılmasında insani değerler ve/veya dinin araçsallaştırıldığı çarpık ilişkiler ağıdır.

Tayeb Salih, anlatıcı üzerinden Güney’in kadını konumlandırdığı yeri gösterirken Mustafa Said üzerinden Kuzey’in kadına bakışının yansıtıyor. Batı’da sistem tarafından özgürlük ve eşitlik gibi kazanımlar vaadiyle fıtratından soyutlanan kadın erkek egemen anlayışın tutkuları doğrultusunda bir tüketim ve haz aracına indirgenmiştir. Bu sürecin başarılı olması sekülarizm sayesindedir. Güney’de ise durum en az Kuzey’deki kadar vahimdir. Ataerkil yapı, erkeği kadın üzerinde tek hak sahibi kılmıştır. Bu sayede kadın ile ilgili tüm tasarruf erkeğin inisiyatifindedir ve bununla da yetinilmeyerek erkeğin nefsi arzularına uygun bicimde konumlandırılan kadının durumu dinin araçsallaştırılmasıyla kutsanarak meşrulaştırılmıştır. Bu olgunun Müslüman toplumların genelinde görülmesi bir tesadüf değildir. Sığ düşüncenin başvurduğu sorgulamadan uzak taklidi/geleneksel din anlayışı mevcut kültürün dinleştirilmesine yol açmıştır. Bunun yanında ataerkil yapının incelenmesi gereken psikolojik ve sosyolojik açıdan derin arka planı bulunmaktadır.

Kitaba dair yapılan yorumlardan en dikkat çekeni Batı’nın fantezi dünyasında ürettiği oryantalist kurguya gönderme yaptığı iddiasıdır. Zorlama bir yorum gibi görünse de alt metin dikkatli bir şekilde değerlendirildiğinde bu yabana atılamayacak bir yorumdur. Üstelik Tayeb Salih bu değinilerini Batı’nın oryantalist literatürü üzerinden yapmaktadır. Bu bağlamda eser anti-emperyalist bir değerlendirmeye tabii tutulabilir. Afrika-Arap edebiyatında önemli bir yere sahip olan Kuzeye Göç Mevsimi bir taraftan ilk yayınladığı yılların (1966) Sudan’ının siyasi, ekonomik, kültürel, dini ve toplumsal durumunu yansıtırken bir yandan da kadim bir sorun olan Kuzey-Güney karşıtlığını gözler önüne seriyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

8 Ağustos 2018 Çarşamba

Herkes adına acı çekerken herkesi yaralamak

Birçoğumuz kitap raflarında parmaklarımızı gezdirirken bizimle aynı derdi yüklenmiş bir yazar, bir kitap ararız. Çoğu zaman ismiyle bizi ikna eder bu tür kitaplar. Ancak yazarla önceden tanış olmuşsak, en az bir-iki kitabını okumuşsak, daha önce okumadığımız bir kitabını görür görmez elimizi ona doğru götürürüz. Arka kapaktaki tanıtım metni şu dakikadan sonra sadece güdüleyicidir. Kötü bile yazılmış olsa tanışıklığımıza, sevgimize yahut ilgimize gölge düşüremez. Eğer ruh halimiz, elimizdeki kitabın derdiyle bir olabilecekse, geriye kalan tek şey ücretini ödeyip derhal sayfaları çevirmektir. İşte bu çevirme işlemi de çoğu zaman eve kalmaz, ya kitapçıdan sonra uğranan bir kafede ya da toplu taşıma aracında başlayıverir. İşte Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne'ye başlama öyküm. Uzun bir zaman sonra, yeniden Emil Michel Cioran. Kavuşturana şükür.

Okuduğum diğer tüm Cioran kitaplarından farklı bir kitaba başladığımın farkında olarak ve henüz ilk satırlarından itibaren coşkuya kapılarak, yıllarca üzerimde her şeye dair taşıdığım şüpheyi, endişeyi, merakı ve yeterli miktarda George Karelias And Sons tütünümü göğsümde biriktire biriktere başladım okumaya. Şöyle karşıladı beni: "Bütün bunlar niçin? - Çünkü doğdum. Doğumun sorgulanması özel bir uykusuzluktan kaynaklanır."

Okumalarımın ekseriyeti mutfakta ve insanlar uykularına daldıktan sonra gerçekleştiğinden bir kez daha sevgili yazarımı kendime yakın bulmanın gerekli-gereksiz tatminliğiyle ilerliyordum Cioran'ın aforizmaları arasında. Bir aforizma kitabı gibi gözükse de hepsi birbirini tamamlayan ve açan cümleler, fikirler, duygular saklıydı bu kitapta. Bölümleri vardı ama isimleri yoktu, rakamlar yeterdi. Dünyaya geldiğinden beri arayan, çoğu zaman bundan sıkılan ama yine de hep arayan, öfkesini kendini yıkmak değil kendini yakmak ve yeniden yazmak için üretip tüketen şu adam ne de açık biçimde aktarıyordu duygularını. Gizlisiz, saklısız ve hiç kaçmadan. "Her sevincin başında, hatta sonunda bir Tanrı vardır." derken de "Ne zaman ölümü düşünmesem, hile yaptığım, içimdeki birini aldattığım hissine kapılıyorum." diye söylenirken de kelimelerin altını çizerken aldığım haz tüyler ürperticiydi. Yetmiyordu altlarını çizmek, bir yerlere yazma ihtiyacı, not alma ihtiyacı tetikledi gece(ler) boyunca. Okuduğum diğer kitaplar sebebiyle üç gecemi ayırdığım bu kitabı bitirdikten sonra çantamdan çıkarmak istemedim. İş yerine götürdüm, eve getirdim, yolda çevirdim, kahvaltı ederken bakındım, çocuğu uyuturken acaba gözümden kaçan cümleler oldu mu diye iç geçirdim. Bu kadar yoğun duyguları yaşamayı kendime pek de yakıştırmayarak ve Cioran'ın "Meçhul olmayı sev" cümlesini memnuniyetle kabul edip bir hikâyeden aktardığı şu sorunun altını kalın kalın çizdim: "Bilgi için acı mı çektin?"

Her şeyi çok bilen ve fazla anlayan bunca insan arasında "cehennem de insanın anladığı, fazla anladığı yer olacaktır" diyen nadir yüreklerden biri Cioran. Bununla da yetinen bir kalemi yok elbette. O, özellikle de bu kitabında 'kırk yıllık derviş gibi' yorumlar yaparak da okuyucuyu gönlünden vuruyor. Mesela şu cümlesine benzer dizeleri, birçok tasavvuf şiirinde yakalamak mümkün: "İstemeye başlar başlamaz şeytanın hükmü altına gireriz."

Neredeyse aldığı nefesten bile şüphe ediyor Cioran. Bu şüphesini bizi yoğun biçimde ortak ediyor kitabında. Diğer yandan ilham veren bir öfkeyi de yüklüyor okuyucunun omuzlarına. Psikanaliz yıkan, sosyoloji boğan bir öfke bu. Doğmuş olmakla birlikte var olmanın anlamını yitirmesi gerektiğini vurgularken, yaşamın kocaman ve boş bir çaba olduğunun altını çiziyor sık sık. Onun bu çetrefilli yoluna ancak uykusuzların, uykularından feragat edenlerin çıkabileceğini de söylüyor. Yaşanan günler boyunca insan hayatın yara izlerini taşır Cioran'a göre ve "Her varoluş kırık bir ilahidir" daha önce söylediği gibi. Ölüm, yaşamın karşısındaki en büyük engel, en büyük talihsizlik. Eğer ölüm olmasaydı yaşam bir anlam bulabilirdi ve insan var olabilirdi. Ancak Cioran bu talihsizliği bir yıkım olarak görmüyor. Aksine, ölümün hayatı anlamlandırdığını vurguluyor cümlelerinde yüksek bir sesle. Başarının getirdiği yüz kızarıklığının yerine kaybetmenin getirdiği öğreticiliği kutsuyor. Umudu yorgunlukta, öğrenmeyi kaybetmekte bulan bir ses o: "Bir Marcus Aurelius bana çok daha yakın. Taşkınlığın lirizmi ile kabullenmenin düzyazısı arasında hiçbir tereddüdüm yok: Şimşekler çakan bir peygamberden ziyade yorgun bir imparatorun yanında daha çok teselli, hatta umut bulurum."

İnsanın ortaya çıkmasıyla birlikte diğer her şey 'nasibini' alıyor Cioran'a göre. En önce de çiçekler. Yalnızca insan ceset koktuğundan doğa bile insandan nefret eder, onunla mesafeli bir ilişki kurar. İnsanlarla aynı zamanda ortaya çıkan çiçekler, insan varlığının kirli yüzüyle karşılaştıklarından beri şaşkınlar. Bu acımasızlık, merhametsizlik, yok edicilik karşısında çiçeklerin şaşırmasına çok da şaşırmamalı. Hoşgörünün ve sohbetin ölümü, yani ilerlemenin vücut bulması karşısında doğanın bir değeri yok. Artık kimse ahşap bir evi hoş görmediği gibi bir ağaç gölgesinde toprakla sohbet de etmiyor. Fanatizmin getirdiği her şey yıkımı daha da şiddetlendiriyor. Yıkımın, acıların bile önemi yok 'yeni insan türü' için: "Modernler kader duygusunu yitirdiler, dolayısıyla yasın tadını da."

Cioran, ölümüne sebep olan hafıza kaybını, yani unutmayı mucizevi bir yetenek olarak görüyor. İnsanların çok korktuğu bu hastalık onun için sürekli hatırlamın getirdiği yükten bir korunma sağlıyor. Bu durumda bilinç "ete batmış bir kıymıktan çok, saplanmış bir hançer" durumunda olduğundan acıların kategorize edilmesi de anlamsız: "En büyük acı diye bir şey yok."

Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne; insanın kendini bilme ve bulma sürecine dair sarsıcı, çoğu zaman da ikna edici bir kitap. Peki neye ikna ediyor? Yaralarıyla buluşabilen insanın gücüne. Zaten Cioran da her kitabın bir 'yaralama girişimi' olması gerektiğini söylerken, kişinin kendiyle kalabilme formülünü 'herkesi yaralamak' olarak görüyor...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

3 Ağustos 2018 Cuma

Yüzün felsefesi

“Benim umutsuzluğum yüzümü kaybetmekten çok kaderimde diğer insanlarla hiçbir ortak nokta bulamamaktan kaynaklanıyordu.”
- Kobo Abe

Birçoğumuz Maske filmini izlemişizdir. Oldukça utangaç, sakar ve içe kapanık bir karakter olan Stanley Ipkiss (Jim Carrey) bulduğu maskeyi yüzüne taktığında fantastik bir süper kahramana dönüşür. Bu dönüşümle birlikte S. Ipkiss bambaşka biri olur. O silik karakter gitmiş yerine zapt edilemez biri gelmiştir. Maske, maskeyi takan kişinin bilinçaltını açığa çıkarma özelliğine sahiptir ve açığa çıkan düşünceler abartılı/absürt şekilde süper kahramanın fiillerine yansır. Haz çağının ürünü olan senaryoda sorunlar eğlendirerek çözülme yoluna gidilmiştir. Maske filmi, insanlık değerlerine katkı sağlayacak bir felsefesi olmamasının yanında Amerikan kültürünün propaganda aracı olarak tipik bir Hollywood projesi bilinciyle değerlendirilmelidir. Subliminal mesajların havada uçuştuğu bir dönemde komploculuk histerisine kapılmaya gerek yok lakin bu filmdeki maske ile bilinçaltı arasındaki ilişki oldukça ilgi çekici.

Maskenin ezoterik yönünün, gizemciliğe olan eğilimi nedeniyle insanın üzerindeki etkisini düşündüğümüzde sinema ve diziler için son derece cazip bir obje olması doğal bir durum. Zaten bunu her geçen gün artan örneklerinden anlıyoruz. Fakat biz, sinemanın kültürel hegemonya üzerine kurulu ideolojisinden Japon edebiyatına geçiş yapalım. Modern Japon edebiyatının en önemli kalemlerinden birisi olarak değerlendirilen Kobo Abe (1924-1993) hem romanlarının konusu ve kurgusu hem de felsefi arka planı açısından dikkate alınmayı hak ediyor. İnsan psikolojisini ele alış tarzı ve okuru tepkisiz/tahminsiz bırakan üslubu her defasında beni hayran bırakıyor. Hayatın içindeki basit detayları edebi bir ustalıkla hikâyeye yedirirken işlediği konuların fantastik ve/veya gerçeküstü olması hayatın gerçekliğini yansıtmasına engel olmuyor. Kobo Abe kurgusunun merkezine insan ve hayatı yerleştirerek eserlerinde modernizm algısına, toplumsal yapıya, siyasi anlayışa ve modern insana dair eleştirilerini sıralıyor. Bu işi öyle maharetle yapıyor ki kurgusal bir romanı okurken aynı zamanda eleştirel bir düşünce kitabı okuyorken buluyorsunuz kendinizi. Monokl Yayınları’ndan çıkan Başkasının Yüzü de aynı özelliklere sahip. İki yüz on altı sayfadan oluşan eserin çevirisi Barış Bayıksel tarafından yapılmış. Eseri salt roman olarak ele almak mümkün elbette fakat daha fazlasını içerdiğini ve aşkın bir okumaya tabi tutmanın okur adına daha yararlı olacağını düşünüyorum. Kitap, maskeye atıfla yüz ile karakter ilişkilendirmesini ve insanın eylemlerini felsefi ve eleştirel bir üslupla ele alıyor. Eleştirisinin temel noktasını görsellik üzerine oturtan yazar modern insanın değerlendirmelerinde belirleyici kıldığı maddeci yanına dikkat çekiyor.

Başkasının Yüzü, yönetici olarak çalıştığı enstitüdeki laboratuvarda bir kaza sonucu yüzünde tedavi edilemeyen yaralar oluşan ve bu yüzden sargılarla yaşamaya başlayan başkarakterin karısına yazdığı notlardan oluşuyor. Yüzündeki yaralar nedeniyle karısının ondan uzaklaştığını ve toplumun kendisini dışladığını düşünen adam çözümü bir maske yapmakta buluyor. Uzun araştırmalar ve hesaplamalar sonucunda gerçek olup olmadığı dokunulmadığı sürece anlaşılamayacak nitelikte bir maske yapıyor. Yazdığı notlarda maske yapma sürecinde yaşadıklarına ve düşündüklerine yer veriyor. Buradaki en önemli nokta, başkarakterin maskeyi taktıktan sonra karakterindeki değişimler diyebiliriz. Kişilik bölünmesi yaşayan başkarakter kendi karakteri ile maskenin karakteri arasında savrulmalar yaşıyor ve otokontrolünü kaybetmeye başlıyor. Bu şekilde toplumsal normları zorlayabileceğini hatta kanunları delebileceğini düşünüyor. Maske başkarakterin bilinçaltını harekete geçirerek gerçek kişiliğinin normal bulmadığı şeyleri yapma arzusunu açığa çıkarıyor.

Romandaki hikâye kendi seyrinde akarken Kobo Abe’nin farkı kendini gösteriyor. Eserlerinde eleştirel bir alt metin bulunan Kobo Abe bu kitapta ‘yüzün felsefesi’ni yapıyor desek abartmış olmayız. Adeta yüzün haritasını çıkaran yazar insanın eğilimleri ve yüz şekli-karakter ilişkisi üzerinde duruyor. Modern insanın yüz algısını zihnimize kazıyor. Farklı dönemlerde ve şartlarda farklı algılanabilen yüzün anlamından önemine kadar geniş bir alanda sorgulama yapıyor. İletişim ile yüz arasındaki ilişkinin boyutlarını irdeliyor. Maske takmak zorunda kalmayanların maskesinin kendi yüzleri olduğunu vurguluyor. Böyle hareket edenler yüzlü yüzsüzlerdir. İnsanların farklı olmak adına modanın da etkisiyle aynı şeylere meyletmesi gerçek kimliği maskelemektedir. Tüm insanların maske taktığı hayat insanların birbirini kandırdığı bir maskeli balodur. Başkarakter benzer mantığı makyaj ve dövme üzerinden de kuruyor fakat dövmenin dıştan bilindiğini, dolayısıyla kandırma potansiyelinin kısıtlı olduğunu belirtiyor. Makyaj ise tıpkı maske gibi bir şeyleri saklayan özelliğe sahiptir.

Edebi açıdan oldukça doyurucu olan metin boyunca kişileştirme, analoji ve aforizma okuyucuya eşlik ediyor. Kitapta kısa diyaloglar bulunsa da genel itibariyle başkarakterin içsel devinimlerinden oluşan monologlarla ilerliyor. Bu durum romana psikolojik özellik katıyor. ‘Ben’ anlatıcı diyebileceğimiz bir tarzı seçen yazar birkaç yerde ‘sen’ anlatıma başvuruyor. Elbette eser boyunca Kobo Abe’nin kendine has kasvetli/duygusal üslubu okuyucuyu yalnız bırakmıyor. Tüm bu özellikler kitabı psikanalitik açıdan da değerlendirmeye açık kılıyor. Zaman ve mekân açısından belirli bir dönem ya da yerle kısıtlanamayacak olan metin modern anlayışın hüküm sürdüğü, var olmanın görünür olmaya indirgendiği günümüze dair çok fazla şey söylüyor. Kişilerarası iletişim ve toplumsal ilişkilerde insanın yüzünün arkasına saklanarak takındığı tavrı sorgulatıyor. Başkasının Yüzü’nü okurken insan bir yandan da kendisiyle yüzleşiyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Para varsa huzur var mıdır ya da bir ailenin parayla imtihanı

“Para iyi bir hizmetçi, kötü bir efendidir.”
- Alexandre Dumas

Parayla imtihan dünyanın başa çıkılması zor olaylarından biri. Özellikle sonradan ve bir anda kazanılan parayla veya birden ‘havadan’ gelen parayla. Bu tür durumlarda insanın gerçek karakterinin su yüzüne çıkması olağan bir durum. Birçok kişinin çevresinde görebileceği durumlardandır bu. “Parayı buldu, yürüyüşü bile değişti” dendiğini herkes duymuştur, bazı kişiler için. Herkes bu yükü kaldıramaz, hem manevi olarak hem de maddi olarak parayla başa çıkamayıp karakterini ve varlığını kaybeden binlerce kişiyle dolu ortalık. Bu sadece bizim ülkemiz veya kültürümüz için geçerli olmasa gerek. Birçok yabancı dizide, filmde bu tür olayları gördük, görüyoruz. Bunun son örneklerinden biri ise Hindistanlı yazar Vivek Shanbhag’ın romanı ya da novellası diyebileceğimiz Gaçar Goçar’dır. Karmakarışık, iç içe anlamlarına gelen Gaçar Goçar, Türkçede Palto Yayınevi’nden geçtiğimiz mart ayında yayımlanmış ve Kannada diliyle yazılmış bir eserdir. Ayrıca şimdiden Hint Edebiyatı’nın iyi eserlerinden biri olacağının sinyallerini de verdiği kanaatindeyim.

Kısa bir kitap Gaçar Goçar. Kitabın sonundaki sözlükle beraber 104 sayfadan oluşuyor. İdris Çakmak tarafından başarılı bir şekilde Türkçeye kazandırılmış fakat orijinal dilinden değil, İngilizceden. Bu arada bir takım kayıplar olduğunu kabul ederek okuyoruz eseri.

Yazar Vivek Shanbhag bir mühendis. Anadili Konkani olmasına rağmen eserlerini Kannada diliyle yazıyor. Şimdiye kadar farklı türlerde birçok eser kaleme alan yazarın öyküleri İngilizceye ve diğer Hint dillerine çevrilmiş. Şu anda sadece yazarlıkla ilgilenen Shanbhag Banglore’da hayatını sürdürüyor.

Kitap altı kişilik bir ailenin (anne, baba, oğul, gelin, kız kardeş ve amca) hayatından bir kesiti okura sunuyor. Kitabın anlatıcısı aynı zamanda kitapta ismini bilmediğimiz tek karakter olan evin oğludur. Konu, anlatıcının ve aynı zamanda başkarakterin Coffee House’ta bir garson olan Vincent’e ailesinin serüvenini anlatmasıyla başlıyor. Daha sonra geri dönüş teknikleriyle bu Hint ailesinin yaşadıklarını öğrenebiliyoruz. Kitapta konu ikiye ayrılıyor. Bu, ailenin parasız, son derece fakir bir hayat sürerken yaşadıklarıyla, görece zengin olduktan sonra yaşadıkları arasındaki farklardan oluşuyor. Sona Masala adlı bir baharat şirketine sahip olan ve bunun ticaretini yapan ailenin farklı dönemlerdeki davranış değişikliklerinin başkarakter olan evin oğlunun bakışından anlatılan kitap yedi bölümden oluşuyor. Hemen her bölümde aileden birinin detaylı bir şekilde hayatı ve o ana kadar yaşadıkları aktarılıyor kitapta. Toplumsal değinilerin çok yer bulmadığı eserde olaylar genel olarak aileden dışarı taşmıyor.

Ailenin çalışan tek bireyi amcadır. Herkes Chikkappa olarak bize tanıtılan amcanın sırtından geçiniyor ve ailedeki her birey bu durum özelinde sanki sessiz bir şekilde sözleşmiş gibi davranıyor. Ailenin bütün rutini amcanın rahatı için programlanmış. Öyle ki, evde çalışan tek kişi amca olduğu için onun hoşlanmadığı kelimeler dahi söylenmiyor. Buna bir tür başkasının sırtından geçinme diyebiliriz. Çünkü işi kurarlarken evin babası bir miktar sermaye ortaya koyuyor ve kenara çekiliyor, evin oğlu yani anlatıcı ise şirketten sadece maaş alıyor. İşten anlayan tek kişi amca olduğu için de bütün her şey onun rahat etmesine endekslenmiş. Fakat bu durum eve bir gelin (anlatıcının evlendiği kişi) gelince değişiyor.

Ailenin son derece yoksul bir yaşam sürerken bir anda feraha kavuşması kitapta iyi işlenmiş. Kurgusal anlamda bu geçiş eksik anlatılsa da bundan sonraki süreç, ailenin içinde bulunduğu durum bakımından başarılı bir şekilde anlatıcının ağzından aktarılmış. Bir anda paraya kavuşmanın getirdiği tahribata şöyle değiniyor başkarakter, biraz da öz eleştiri yaparak: “Malati her zaman dengesiz olmuştur, patlamaya hazır bir avuç barut gibi. İhtiyaç duyduğu kıvılcım, maddi durumumuzun düzelmesi şeklinde parladı. Yeni eve taşındığımızda üniversiteye gidiyordu. O zamana kadar aşırı derecede idareli davranmıştık; başka seçeneğimiz var mıydı ki? Para harcanacağı zaman birbirimize danışıyor, net bir hesap veriyorduk. Aileyi birbirine karşı bağımlı olarak düşünüyorduk, para harcayan biri aynı zamanda ötekilerin payından alıyor demekti. Bu kısa sürede değişti. Artık izin almadan ya da kimseye haber vermeden, hatta bunu düşünmeden bile harcayacak kadar paramız vardı. Appa’nın üzerimizdeki kontrolü kalkmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse kendi kontrolümüzü de yitirmiştik.

Parayı biz kontrol etmeyiz, para bizi kontrol eder cümlesi ne kadar da doğru bir söz. Azken çok uysal davranır, artınca küstahlaşır ve bizi idare etmenin yolunu bulur. Para işte bizim üzerimizden öyle geçti ve bizi bir girdabın ortasına sürükledi.

Paranın bir ailede veya bir kişide ne gibi değişiklikler yapabileceğinden başka, ikili ilişkiler açısından da zengin bir kitap Gaçar Goçar. Birçok kültürde görülebilecek ‘gelin-kaynana’ arasındaki arızalı ilişkiden tutun da farklı sosyal ve kültürel tabakalardan olup hayata tamamen farklı bakan iki kişinin evliliğinin ne gibi sorunlar doğurabileceğine de değiniyor yazar kitabında. Ayrıca insanların para uğruna düşünsel anlamda da olsa ne kadar alçalabileceğinin de örnekleri yine bu aile üzerinden başarılı bir şekilde veriliyor.

Akıcı bir dili var yazarın. Son derece sade bir üslûp ve yer yer ironik bir anlatımla keyifli bir okuma sunuyor. İmgesel bir anlatıma bulaşmadan, bilinç dışı faktörlere girmeden, açıklayıcı bir anlatım okumayı çok kolaylaştırıyor. Fakat kitap İngilizceye çevrilirken bazı Hint ve Kannada diline ait unsurlar çevrilmemiş. Bunu yayıncının notundan okuyoruz. Türkçeye de İngilizceden çevrildiği için doğal olarak bizim dilimize de yansımıyor bu kavramlar. Bu durum yazarın dahliyle gerçekleşmiş olsa da her şeyin orijinal hâliyle kalması taraftarıyım. Ayrıca kitaptan çıkarılmayan Hint kültürüne ait bazı kavramlar koyu fontla gösterilmiş ve okurun dikkati dağılmasın diye dipnot olarak değil, kitabın arkasına bir sözlük eklenerek açıklanmış. Bu yöntemi çok doğru bulmadım. Dipnotu okumak, o tür kelimeler için kitabın son sayfalarını açmaktan çok daha kolay.

Yazar, kişi özelliklerini psikolojik olarak çok iyi aktarmış. Kişinin mizacı yazarın anlatımıyla net bir şekilde zihnimizde yer ediyor. Zaten roman olaylardan ziyade kişiler üzerinden gittiği için bu duruma ihtiyaç vardı. Kitabın başarısında yüksek bir payı var bu durumun.

Farklı, bambaşka bir kültürden, derli toplu bir eser Gaçar Goçar. Başka ülkelerin edebiyatlarını merak edenler ve takip edenler bu kitabı sevecektir. Tam olarak orijinal hâliyle çevrilseydi çok daha iyi olabilirdi ama bu durumda da oldukça başarılı demek mümkün. Uzaklardan farklı şarkılar dinlemeyi sevenler için Palto Yayınevi güzel bir iş gerçekleştirmiş.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10
* Bu yazı daha evvel Temmuz dergisinin Mayıs 2018 sayısında yayımlanmıştır.

31 Temmuz 2018 Salı

Bir Türk savaş sanatı var mı?

"Türk'ün ömrünün günleri sayılsa atının sırtında geçen günlerinin yerde oturduğu günlerden fazla olduğu görülür."
- Câhiz, Türklerin Faziletleri

At, ok ve kılıç. Türklerin dünya tarihindeki yerini belirgin kılan bu üç önemli şey de şüphe yok ki sadece savaşla ilgilidir. Türklerin savaş gücü ve savaşma kabiliyetiyle. Çünkü Türk, hem varlığını ispat etmeye giriştiği coğrafya hem de bu coğrafyada ortaya çıkan kargaşalar, değişimler sebebiyle daima savaş hâlinde olmuştur. Varlığını uzun çağlar boyunca savaşla anlamlı kılmıştır. Savaş, Türk'ün hem bağımsızlık aracı hem de taşıyıcı unsuru olmuştur.

Türkler savaş yoluyla Orta Asya'dan Anadolu'ya, Trakya'dan Doğu Avrupa'ya; dünyanın kıyısındaki köşesindeki ada parçacıklarına dek ilerlemiş, yeri geldiğinde gerilemiş ama savaştan asla vazgeçmemiştir. Denir ki Türk savaş tarihinde ric'at sadece Balkan Harbi'nde ağır bir yenilgiye sebep olmuştur. Onun dışında Türk, ric'at ederken bile kazanmayı düşünendir.

Türkler ve savaş, ülkemizde şimdiye dek sanat tasavvuru altında düşünülse de ortaya zihin açıcı, ilham verici bir eser konmamış, konamamıştır. Bunun sebeplerinden en bariz olanı tarihimizin ya aşırı övme ya da aşırı yerme arasında salınmasıdır. Son dönemlerde Türk tarihçiliğinin çalışkan ve özgün isimlerinden biri olmasıyla ön plana çıkan Erkan Göksu, Kronik Kitap tarafından neşredilen eserinde işte bu açığı kapatacak bir yol açıyor: Kutadgu Bilig'e Göre Türk Savaş Sanatı. 120 sayfalık bu kitap, Yusuf Hâs Hâcib'in siyâsetnâmesi Kutadgu Bilig'den ilhamla, Türklerin savaşırken nasıl birer sanatçı olduğunu önemli ve daha önce değinilmemiş noktalara temas ederek gösteriyor. Kitabın niyetini Göksu önsözünde şöyle iletiyor: "Elinizdeki bu kitap, Kutadgu Bilig’in hikmetli satırları arasına gizlenmiş Türk savaş sanatını gün yüzünü çıkarmak ve Türk savaş sanatıyla ilgili “temel bir metin” ortaya koymak düşüncesiyle kaleme alınmıştır. Bu bakımdan bir harp veya savaş sanatı tarihi ya da modern çağlara özgü stratejik yaklaşımların harp tarihinden ya da askerî tarihten seçmelerle süslendiği bir kişisel gelişim kitabı değildir. Bu çalışma, her ne kadar doğrudan doğruya savaş sanatını ele alan bir eser kadar geniş ve ayrıntılı olmasa da Türk düşüncesini, ahlâk, siyaset ve hukuk anlayışını en iyi şekilde özetleyen Kutadgu Bilig’in penceresinden yansıyan bir Türk savaş sanatı kitabı olarak değerlendirilmelidir."

Kitap en önce insan şiddet ilişkisi ve savaş konusunu irdeliyor. Burada tarihte şiddet, şiddetin gelişimiyle ortaya çıkan savaş, savaşa ve savaş sanatına dair yazılanlar, savaşsız bir toplum özlemi ve altınçağ kuramı, Türklerde savaş ve savaşçılık konuları üzerinden ilerleniyor ve şu soruya cevap aranıyor: Bir Türk savaş sanatı var mı? Göksu'nun cevabı şöyle: "Tarih boyunca savaşçılık ve askerî kültür konusunda akla gelen ilk milletlerden biri olan Türklerin bir savaş sanatının olduğu muhakkaktır. Ancak mesele, Türk savaş sanatının temel ilkelerini, kısa, sade ve net, ama aynı zamanda da felsefî bir yaklaşımla ortaya koyan, doğrudan doğruya bu konuya hasredilmiş tarihî bir metnin elimizde bulunmamasıdır. Bu durumda Türk savaş sanatını mevcut ana kaynaklarımızda, Türk düşüncesinin, Türk kültür ve medeniyetinin ilkelerini içeren temel metinlerimizde arayıp bulmaktan başka çare yoktur."

Kutadgu Bilig; felsefî derinliğiyle, üslubuyla, metoduyla, muhtevasıyla kendinden önce veya sonra yazılan siyâsetnâmelerden çok daha farklı bir yerde. Çok dikkat çekilmese de savaşa dair teferruatlı yaklaşımlar öne süren bu eserde kumandadan stratejiye, güzergâh tespitinden iaşe ve lojistik faaliyetlere, psikolojik unsurlara dek birçok hususa dair bilgiler veriliyor. Tıpkı alanının vazgeçilmez eseri, Sun-Tzu’nun Savaş Sanatı gibi. Ancak bilindiği gibi ne Yusuf Hâs Hâcib bir harp adamı, ne de Kutadgu Bilig bir savaş kitabı. Erkan Göksu ise şu noktaya dikkat çekiyor: "Kutadgu Bilig’in de tıpkı Sun-Tzu’nun Savaş Sanatı isimli eseri gibi savaşa, savaş öncesi hazırlıklara, savaş esnasında ve sonrasında yapılması gerekenlere dair kısa, sade ve net, ama aynı zamanda da felsefî ve psikolojik bir yaklaşım sergilediğini görmek mümkündür. Eserin müellifi Yusuf Hâs Hâcib, her ne kadar askerî bir stratejist ya da harp adamı olmasa da eserinde ifade ettiği görüşlerle -muhtemelen farkında bile olmadan- Türk savaş sanatının ana hatlarına işaret etmiştir."

Erkan Göksu'nun Kutadgu Bilig'i bilhassa savaş perspektifinden didik didik ettiği besbelli. Bu titizlik neticesinde oluşan Kutadgu Bilig'te savaş bölümü; kumandan özellikleri, ihtiyatlılık, ihmalkârlık, kibir, cesaret, korkaklık, cömertlik gibi savaşın daha çok ruhla ilgili tarafını içeren misallerle başlıyor:

"Korkak askerin cesaret alması için, kumandanın kahraman ve cesur olması lâzımdır."
"Anadan doğan hiç kimse ecelsiz ölmez; düşmanı görünce, neden korkarsın?"
"Cesur dediğin haysiyet sahibi olur; haysiyetli insan ölürken, vuruşarak ölür."
"Sağ elin ile kılıç sallar ve vururken, sol elin ile mal dağıt."

Bu savaşın ruh tarafıyla ilgili başlıkların sonrasında; savaşçıların İaşesi, tuz ekmek, ganimet ve yağma, ordu işleri ve siyaset, hile, askerin sayısı, çokluğu, azlığı ve seçme askerin önemi, ordunun bölümleri, karargâh ve konak yerlerinin belirlenmesi, kılavuz, yerçi ve keşif kolları, istihbarat ve casusluk, savaş öncesinde barış teklif etme gibi lojistik ve stratejik konular için Kutadgu Bilig'ten cümleler aktarıyor, yorumlar yapıyor Göksu:

"Onun tuzu-ekmeği ve yemeği bol, atı, elbisesi ve silahı da buna denk olmalıdır."
"Kötülere haşmet ve siyaset, iyilere ise, daima hürmet lâzımdır."
"Hile ve kurnazlık yollarını bilmelidir; çaresini bulan kimseye aslan bile baş eğer."
"Çok asker isteme, seçme asker iste; askerin seçkin ve tam teçhizatlı olmasını iste."
"Öncü kuvveti ile düşmanın yakınlarına sokulmalı; otuna ve suyuna iyice dikkat ederek, karargâh kurmalıdır."
"Eğer düşmanın askeri çok ve seninki daha az ise, savaşa acele etme ve ona göre tedbir al. Anlaşmak imkânı varsa, onunla anlaş; yok ise, zırhını giy (yarıklan), düşmana sıkı-sıkı yapış ve güreş."

Diğer başlıklar ise artık savaş esnasında ve sonrasında olanlarla ilgilidir. Düşmanı tedirgin etme ve baskın verme, savaşı uzatmamak, pusu, tecrübeli savaşçıların önemi, taarruz, cesaret ve kahramanlık, düşman saldırısı karşısında yapılması gerekenler, kaçan düşmanı takip, savaş sonrası askerlere muamele, ölü ve yaralılara muamele gibi.

"Düşmanlarını mağlûp etmiş, görmüş-geçirmiş, tecrübeli yiğit ne der, dinle."
"Öne ve arkaya emin kimseleri koy; bir kısmını da sağa ve sola yerleştir."
"Saflar karışınca, kılıç ve balta ile vuruş; dişle, tırnakla saldır yakasından tut, yapış. Dayan, düşmana hiçbir suretle arka verme; düşmanı vur veya vuruşarak, orada öl."
"Düşman ümitsizliğe düşerse, ölümü göze alır; ölümü göze alan kimse, çok şiddetle karşı koyar."
"Düşman kaçarsa, ölçülü takip et; arkasından pek ileri gitme, çok ileri giden doyuncaya kadar kamçı yer."
"Sen altınını, gümüşünü ve malını dağıt; sen ne kadar som altın verirsen, onlar da o kadar canlarından fedakârlık ederler."
"Yaralanan varsa, sen bakıp, tedavi ettir; esir olan varsa, kurtar, geri al. Eğer ölen olursa, hürmetle kaldır; çoluk-çocuğu varsa, onlara haklarını ver."

Kutadgu Bilig'e göre Türk Savaş Sanatı ilham verici bir çalışma. Bu ve buna benzer çalışmaların artması gerekiyor zira Türklerin savaş öncesi, savaş esnası ve savaş sonrasında yaptıkları hem çok merak ediliyor hem de gizemini koruyor. Erkan Göksu'nun kitabına geniş bir son yazmaması, yeni kapıların açılabilmesi için itici bir rol oynuyor kanaatimce.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Temmuz 2018 Pazartesi

Zamanın ruhu: Benzer düşünceler, benzer duygular

Tekin Şener’in Karakum Yayınları’ndan çıkan Ötekiler Günü: Dil Bahçesinde Cümle Tarhları başlıklı, denemelerden oluşan 149 sayfalık kitabı yayımlanır yayımlanmaz bana ulaştı. Kitabı elime aldığımda hem yazarını tanıdığım için hem de (2014-2015 yıllarında yapmış olduğumuz) TÜBİTAK SOBAG 114K576 Sedat Veyis Örnek Sözlü Tarih, Biyografi ve Belgelik Çalışması başlıklı projenin Sivas ayağında ortaklaşa çalışmalar üretmiş olmamızın yarattığı sıcak duygularla çok heyecanlandım. Elbette kitabı hemen okudum.

Beş bölümden oluşan ve her bölümde birbirinden etkileyici denemelerin olduğu kitabı Nisan ayında okuduğumda çok şaşırdığımı da anımsıyorum; çünkü kitap benim tanıdığım Tekin Şener’in bambaşka bir halini gösteriyordu. Benim birlikte çalıştığım, en çok da İlhan Başgöz, Sedat Veyis Örnek ve kendisinin genel yayın yönetmenliğini yaptığı Hayat Ağacı Şehir Kültürü Dergisi üzerine sohbet ettiğim Tekin Şener, bitmek bilmez bir enerjiyle, güler yüzle bin türlü işin peşinden koşturan, kotaran ve bu arada endişelerini veya kızdığında kızgınlığını hiç göstermeyen biriydi; fakat Ötekiler Günü’nde okura samimi bir öfkeyle günün ne yazık ki ötekiler günü olduğunu anlatmaya çalışan, “Hadi bize eyvallah!” diyerek kitabının son cümlesini yazan biri karşımdaydı.

Aradan üç ay geçtikten sonra kendisiyle telefonda konuştuğumda bana siyasal açıdan yine çalkantılı günlerden geçtiğimiz sırada kendisine söylediğim bir cümleyi hatırlattı, “Bütün mesele karakter aslında” demişim. Demişimdir. Son yıllarda ne zaman psikiyatriden sosyolojiye çok değişik alanlarda çalışan akademisyenlerle biraraya gelsem tartışmalarımızın konusu dönüyor dolaşıyor ve Kemal Tahir’in romanlarında hep anlatmaya çalıştığı bu hastalıklı karakter yapımıza gelip dayanıyor. Sonra konunun üzerine tekrar düşündüğümde Tekin Şener’in de kafasını bu meselenin kurcaladığına şaşırdığıma şaşırdım. İşte önümde kitap duruyor: Kapağında bir kayalığın tepesinde eğri büğrü, biçimsiz ağacın aşağısında başı önüne eğik bir adamın durduğu siyah beyaz bir fotoğraf var. Bu fotoğrafın henüz yeni vizyona giren Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filmini çağrıştırmaması mümkün değil. Nuri Bilge Ceylan’ın temelde bir baba-oğul ilişkisini anlattığı filminde, tek başınalığı ve biçimsizliğiyle ahlat ağacı Tekin Şener’in de “ötekiler” olarak adlandırdığı hastalıklı karakterin bir eğretilemesi bence. Nuri Bilge Ceylan’ın zihnini günümüzün bu karakterinin hayli meşgul etmesi gibi Tekin Şener’in “Mesafeler ölçülür, ruhlara meratib ayarı verilir, karakterler rütbelerine göre mevzilenir” diyerek bu insanlarla karşılaşmalarını anlattığı sayfalarda onun da zihnini bu karakterin işgal ettiğini görüyoruz. Zamanın ruhu: Benzer düşünceler, benzer duygular.

Tekin Şener, kitabının ilk bölümü “İlk Karşılaşmalar Ülkesi”nde çocukluk çağını anlatırken aslında çocukluk çağına bir saflık yükleyerek başlangıçta herkesi eşitliyor; fakat ay büyürken ne oluyorsa oluyor ve Tekin Şener’e göre çocuklar “[b]üyüklerin aynalarındaki kırılmaları ve buzlanmaları, nasılsa fark ediyor, taklit ediyor”lar. Kitabın ikinci bölümü “Vaktin Ayak İzleri”nde tüm bu olan biteni anlamlandırmak için geçmiş zamanın peşine düştüğümüzde Hayat Ağacı Şehir Kültürü Dergisi’ndeki “zamana düşülen dipnotlar” gibi olan fotoğrafların bile yanıltıcı olabileceğini anlatıyor. Dijitalleşen gündelik kültürün de bizi eğleyerek neliğimizi anlama konusunda benliğimizi güçsüz kıldığını ve varlığımızı bu “bombardımana karşı koruyacak filtreler geliştirmek zorunda” olduğumuzu söylüyor. Kitabın (“Hayal Meyal” değil) “Hayal Melâl” başlıklı bölümünde Tekin Şener hayal ile (sözcüğün “üzüntü, hüzün, dert” anlamına atıfla) “melâl” arasında bir bağ kurarak içine düşülen bu durumdan çıkışı bize gösterecek olan belki de en temel duygumuzun “elem, keder” olduğunu anlatıyor. Tekin Şener’e göre bu duygunun peşinden giderek kristal topları sağa sola fırlatıyoruz, söze yükleniyoruz, cümlelerin şirazesi şaşıyor ve ancak böylece olan biteni anlamak istiyoruz ve zihnimiz açıldıkça ruhumuz kabarıyor; çünkü “Melâl ikliminde bilenen hassalarımızla dalıyoruz gümrah hayata”.

Kitabın “Teori Değil Tefekkür” başlıklı dördüncü bölümü, Tekin Şener’in hayatımızda olan bitene öfkesini artık açıkça gösterdiği bölümdür. Tekin Şener’in “aceze” olarak adlandırdığı bu hastalıklı karakterlerden yayılan kötülükle çok güç mücadele edilebilmesinin belki de en temel nedeni aceze ittifakının “kayıtlı, belgeli, tescilli olmaması”dır. Aceze ittifakıyla mücadelede bize yardım edecek olan, “[k]elimelerin cümle içerisinde çiçek gibi açtığı, cümlelerin retoriği bir eser gibi dokuduğu ve düşüncenin tüm vuzuhuyla parladığı metinler”dir. Yazar, “Bir İnzivayı Haklı Çıkarma Çabası” başlıklı beşinci ve sonuncu bölümde hâlinden değilse de mevcudiyetinden memnuniyetini okurla paylaşıyor. Benim de kendisiyle zaman geçirdiğimde varlığını hiç fark edemediğim derin kızgınlığının açığa çıkmamasının nedeni olarak da hâlinden değil, satıhta gezinmeyip derinlere ve engebelere şevkle dalmasını sağlayan mevcudiyetinden memnuniyetini gösteriyor.

Tekin Şener’in okura önerisi, bir büyülü fener bularak içimizdeki karanlığa bakacak cesareti bulmak, bu çok zor olsa da. Yazar, bize inzivaya çekildiğini söylese de kitabının alt başlığı olan “Dil Bahçesinde Cümle Tarhları”ndan anlıyoruz ki inzivaya çekilmediği gibi bu kitabı yazarak okura önerdiği yola en başta kendisinin düştüğünü/çıktığını görüyoruz. Tekin Şener -okurları ve sevdikleri bir tarafa- bu yolda yalnız değil. Eşi Havva Hanım’ı tanıdığım için kendisinin bu yolda tek başına olmadığını ben zaten biliyordum; kendisi de kitapta ithafta yazmış, “Yorgun ümitlerimizi birlikte yeşerttiğimiz eşime” diyerek. Aceze ittifakına karşı en büyük gücü çünkü...

Serpil Aygün Cengiz

İçimizdeki şarkısı hiç bitmeyen şehre dair

"İçim Galata Kulesi, taş taş üstünde..."
- Ezginin Günlüğü, Gemiler Gibi

Kitaba geçmeden evvel Yağız Gönüler hocamdan bahsetmek istiyorum. Bundan yaklaşık üç buçuk yıl önce Kaan Murat Yanık’ın sunduğu “Edebiyat Kokusu” programında tanımıştım kendisini. O günden beri de yazdıklarını, okuduklarını, önerilerini takip ederek kendisinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam ediyorum. Bu vesileyle bir kere daha teşekkür ediyorum.

Şarkısı Biten Şehir; ‘dünyanın en güzel yeri’ olan o kadîm mirasımızın gözlerimizin önünde fütursuzca “betonlaştırılmasını” gönlüne kabul ettiremeyen ve bunu engellemek için elini taşın altına koyan bir kalemin eseri.

Hem yaşım gereği hem de İstanbul’un kokusunu -kendimi bildikten sonra- ilk kez 2016 yılında içine çekmiş biri olarak İstanbul’un bozulmamış güzelliğini fotoğraflardan, filmlerden, Tanpınar’ın Huzur’undan ve daha başka kitaplardan biliyorum sadece. Fakat buna rağmen İstanbul’a yapılanları gördükçe insanın içinin sızlamaması pek mümkün olmuyor. Kitabın sonlarına doğru okuduğum birkaç cümle de tıpkı böyle içimi sızlattı. Bir mimarlık kongresi için İstanbul’a gelen Uluslararası Mimarlar Birliği Başkanı Jaime Lerner Bu şehri Mimar Sinan’ın torunları inşâ etmiş olamaz.” diye bir cümle kurmuş. Bu utanç bence hepimize bir ömür yetmeli. Fethi Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından müjdelenen bir şehri biz hangi amaç uğruna yok ediyoruz? Bu soruyu sorarken bile üzülüyorum; çünkü İstanbul’un kokusunu henüz istediği gibi içine çekememiş biri olarak yapılan her kıyımda sanki biraz daha eksiliyorum. Ah Güzel İstanbul filmindeki o muhteşem cümleyi keşke hâlâ gönlümüz rahat bir şekilde kurabiliyor olsaydık. Ne diyordu Sadri Alışık: “Âh Güzel İstanbul… Nasıl da bozulmamış o bin yıllık güzelliğin.

Kitabın başında Lüffi Bergen’in yazmış olduğu takrîz yazısındaki bir cümle beni derinden etkiledi: “Yeryüzü alabildiğine geniş ve nüfus son derece sınırlı olduğu halde Habil ile Kabil’i birlikte yaşamaya zorlayan bir gerekçenin bulunması gereklidir.”. İstanbul’da da milyonlarca insanı bir arada yaşamaya zorlayan bir gerekçe olabilir; fakat insanları kendine görmeden bile âşık eden dünya harikası bu şehre kıymanın bir gerekçesi olabileceğini düşünmüyorum, dahası düşünmek istemiyorum. Zîrâ sunuş yazısında Yağız Gönüler hocanın “Varlığı güzelleştirecek, iyileştirecek olan en büyük araç insan.” cümlesinden sonra aksini düşünmek mümkün mü? Çünkü Turgut Cansever hocanın da dediği gibi “İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir”. Dünyayı yaşanmaz hale getirmek değil.

Fakat ne yazık ki başta İstanbul’da yaşayanlar olmak üzere hepimiz bu değişime alışıyoruz. Zamanla normal karşılıyoruz. İnsanız, günlük telaşların içinde düşünmeyi bırakıveriyoruz. Kitapta Sadettin Ökten hocanın bir konuşmasından yapılan alıntı da bu durumu şöyle anlatıyor: “Kırk yıl önce Üsküdar sahilinden gördüğüm o nefis siluetle şu anki siluet arasında büyük fark vardır. En başlarda bu acıyı daha yoğun yaşıyorduk, şimdi bakıyoruz; fakat o gökdelenleri, büyük ve çirkin yapıları görmüyoruz, göremiyoruz. Unutmayın, insanın önce gözleri alışır, sonra gönlü.”. Bu manzaraları bazen belki çok normalmiş gibi izliyoruz, ağlanacak halimize de bazı bazı gülüp geçiyoruz. “Bizim büyük çaresizliğimiz” de bu olsun.

Kitapta Sinan Yılmaz ile yapılan bir söyleşideki şu cümleler özellikle dikkatimi çekenler arasında: “Mesela bu şehirde yaşayan bir öğretmen, öğrencilerinin elinden tutup onları hâlâ yeşil kalmış bir alana götürüyorsa, velileri bu yönde teşvik ediyorsa, tarihi eserleri tanıtma amaçlı bir gezi düzenliyorsa, onlara Yahya Kemal’in şiirlerini ödev olarak veriyorsa, Beş Şehir tavsiye ettiği kitaplar arasına girmişse şehre sahip çıkıyor demektir. Herkes öncelikli olarak ‘Ben ne yapabilirim?’ sorusunu kendisine yöneltmeli. Ortaya çıkacak listenin peşinde yürümek, bu şehre sahip çıkmak demek.”. Aslında hepimiz özelde İstanbul ya da yaşadığımız başka şehirler için, genelde de bu ülke için ne yapabiliriz sorusunu kendimize sormalı ve elimizi bir şekilde taşın altına koymalıyız. Dünyayı belki tek başımıza güzelleştiremeyiz; fakat bu düşünceye sahip olmak ve onu yaymak için çabalamak pek çok değerimizi kurtarmaya yeter. En azından böyle umut etmekten başka şansımız yok. Öyle ki “Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.” diyor, Yağız Gönüler.

Yine Sinan Yılmaz ile yapılan söyleşiden birkaç cümleye değinmek istiyorum: “Dünyanın en sıradan şehirlerinin bile böyle hoyratça değişmediğini düşünürseniz, İstanbul’da olan bitenler için sözün bittiği yere geliyorsunuz... Ne kadar isterdik hep güzel şeyler yapılsın ve biz de avuçlarımız patlayıncaya kadar alkışlayalım.”. Buradan da yine Ah Güzel İstanbul filmindeki bir cümleye aklım ister istemez gidiyor: “Ah ihtiyar medeniyet! Çocuklarına sağlam, yepyeni bir dünya kurmaktan aciz misin? Bizi yabancı diyarlardan getirttiğin süslü yalanlarla mı besleyeceksin?

Şarkısı Biten Şehir; İstanbul’u dert edinmenin yanında ‘mahalle’nin yok olmasından, değerlerimizi çabucak yitirmemizden, şehir düşüncesinden ve aile olabilmekten bahsediyor. Ayrıca bu alanda çalışma yapmış Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Lütfi Bergen gibi isimlerle yapılan söyleşilerin ve konuşmaların da kitapta yer alması konuya çok yönlü bakabilmemizi sağlıyor. Tüm bunları anlatırken de söz konusu alanla ilgili zengin bir okuma listesini yazar okuyucularına sunuyor.

Yazarın “Esasen şehir, mekân ve meydan için son sözü vicdanlar söyleyecektir.” cümlesiyle yazımı bitirirken kitabın özünü oluşturan İstanbul’un biricikliğini kitaptaki denemelerden birinin de adı olan “Başka Bir İstanbul Yok” cümlesiyle yeniden dile getirmek istiyorum. İstanbul her şeye rağmen hâlâ çok güzel. Bizim ise bu güzelliği korumaktan başka şansımız yok. “Çünkü İstanbul’un manevi iklimi, hepimizden ayrı ayrı hesap soracaktır.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

29 Temmuz 2018 Pazar

Ateizm bir dindir!

Genel itibariyle herhangi bir meseleyi ilkesel ya da metodolojik olarak ele almayı kurumsallaştıramadığımız için konuşma, tartışma ve değerlendirmelerimiz hamasete kurban gidiyor. Bunun üzerine bir de yazılı kültürden ziyade sözlü kültüre olan yatkınlığımız eklenince düşünce dünyamız daha da sığlaşıyor. Elbette istisnalar olabilir fakat istisnaların bozmadığı kaide yerinde sapasağlam duruyor. Hâsılı, gerek düşünsel gerekse fiili faaliyetlerimiz üslup ve/veya usûl açısından ihtiyaç duyulan yeterliliği sağlayamıyor. Tabiri caizse çok konuşuyor ama boş konuşuyoruz. Söze gelince her şeyi çok iyi biliyoruz ama icraat hanesine yazılacak bir şeyimiz olmuyor.

Toplum olarak en çok konuştuğumuz şeylerden birisi din olunca hâliyle ateizm de bu durumdan nasibini alıyor. Meselenin tam bu noktasında kültürel bir açmazımız olan “vusûlsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” anlayışı kendini gösteriyor. Ateizm konusunda en önemli tepkimiz ya aşağılama oluyor ya da mantık kriterlerinin yanından geçmeyen ama büyük ilmi karşılık verilmiş izlenimine sahip saçmalıklar.

Bir teist için bilinçli bir ateistle tartışmanın ortalama bir teistle tartışmaktan çok daha faydalı olacağını düşünüyorum. Ne demek istediğimi sosyal medyanın sanal âlemi tekeline almadan önceki forum dönemini tanık olanlar daha iyi anlayacaktır. Günlük hayatta görecekleri tepki yüzünden kendilerini çok belli etmeyen ateistler internet sayesinde çok rahat bir konuşma alanı bulmuşlardı. Aralarında teist bağnazları aratmayanları da vardı elbette fakat çoğunluğunu belirli bir birikim sahibi olanlar oluşturuyordu. Forum dönemi kısa sürmüş olsa da herhangi bir konuyu (sanal ortamda) derinlemesine konuşmanın (sorgulamanın/tartışmanın) bugünkünden çok daha mümkün olduğu bir dönemdi. Bu yazıya konu olan Tanrısız Din bana o dönemi hatırlattı. Olvido Kitap tarafından neşredilen yüz yirmi sayfalık kitap Ronald Dworkin (1931-2013) imzasını taşıyor. İsmet Birkan’ın oldukça başarılı çevirisi yazıya sohbet havası vermiş. Ateizm ile ilgili ağır bir metni okumaktan ziyade yazarın konuşmasını dinliyormuş izlenimine kapılıyorsunuz. Karşınızda teorik kavram ve/veya kısır tartışmaya boğan bir metin olmayınca keyifle okumak düşüyor.

Genel olarak, ateizmin dini özellikler gösterdiği ve bir düşüncenin dini özelliklere sahip olması için illa tanrı düşüncesine ihtiyaç olmadığı iddia edilen çalışma dört bölümden oluşuyor. Ronald Dworkin dinin ne anlama geldiğini ele aldığı ilk bölümde din-tanrı ilişkisine değiniyor. Dworkin’e göre din, üstün yaratıcı bir varlığa ihtiyaç duymayan bir yapıdadır. Dolayısıyla din, tanrı kavramından aşkın bir konuma ya da anlama sahiptir. Bu düşüncenin temsilcisi olarak tanımlanabilecek -yazar dinsel ateizm diyor- ateizmin dünyaya dair değer atfetmesi bunun kanıtıdır. Daha da önemlisi bu durum teistler ile ateistlerin ortak noktasıdır. Tek fark ateist düşüncede “öte dünya” anlayışının olmayışıdır. Dünya ve insanlık için değer atfeden ateizm tarih boyunca ahlaksızlık ile ilişkilendirilmiş ve din/tanrı düşmanı kabul edilerek düzen bozucu gibi gösterilmiştir. Tanrı fikrine sahip iktidar destekli dindarların ateistlere karşı yaptırımı da bu minvalde acımasızca olmuştur. Oysa din kavramı teizme indirgenmek zorunda olmamalıdır. Dünya ve insanlık için değer atfeden ateist düşüncenin bağlıları da tıpkı teistlerin inançlarına bağlılığı gibi dindar bir görünüm arz ederler. Ateizme dindarca bağlıdırlar. Dworkin teist ve ateist düşüncenin dünyaya dair değer üretiminin kaynağının ne olduğunu ve değerlerin nasıl üretildiğine dair çıkarımlarını tanrısız din anlayışına sahip düşünürlerin görüşleriyle birlikte analiz ediyor. Farklı tanrı görüşlerinin yanı sıra tanrısız görüşlerin de olabileceğini belirtiyor. Bu bağlamda ahlak, hakikat, doğrulanabilirlik, duygu, bilim ve matematik gibi olguların öneminin altını çizen yazar konuya bilimsel bir biçim vermeye çalışıyor.

Ronald Dworkin ikinci bölümde teist ile ateist insanın düşünce yapısının analizini yapıyor. Yaptığı analizi doğa ve doğanın güzelliği üzerinden ortaya koyan yazara göre teist, varlığı üstün bir yaratıcı tarafından programlanmış, planlı bir oluşum şeklinde değerlendirirken ateist kaos ve rastgelelik formülüyle açıklamaya çalışmaktadır. Teizmdeki kaderciliğe benzeyen bu anlayış tipik bir determinizmdir ve her şey olması gerektiği gibi meydana gelmiştir. Gelecekte de bu hâlde devam edecek bu sürecin başka türlüsü olamayacağından varlığa aşırı anlam yüklenmemelidir. Doğal ve basit olan güzeldir. Ronald Dworkin bu bölümde hayatı ve varlığı fizik kuramlarıyla açıklamaya çalışan bilim insanlarının görüşlerine yer veriyor. Her şeyi teoriyle açıklamaya çalışan fizikçiler (bir anlamda bilim) bir yerden sonra ‘tahmin’ yürütmeye başlamaktadır. Örneği “Big Bang” üzerinden veren yazar varlık için düşünce dünyasının bir kanıt teşkil edemeyeceğini söylüyor. Zira Big Bang’in büyük bir kısmını tahminler yani kanıtı olmayan düşünceler oluşturuyor. Dworkin, fizikçilerin her şeyi teoriyle açıklamaya çalışmalarının sorunlu olduğunu, bazı durumların metafizik alana girdiğini ve ateist düşüncenin bu bilinmezi dini bir anlatım şekliyle ve fakat tanrıya yer vermeden açıklayabileceğini iddia ediyor. Yazar varlığın/doğanın üzerinden güzellik ve simetri etkisini göstermeye çalışıyor. Bu bağlamda güzellik ile hakikat ve simetri ilişkisinin üzerinde durarak simetrinin fiziki anlamda ele alınabileceğini belirtiyor. Ona göre simetri fiziki varlığın karşılığı olan mekânda vardır fakat metafizik bir zemin olan zamanda simetri bulunmamaktadır. Bu durumda fiziki anlatım yetersiz kalmaktadır.

Yazar, üçüncü bölümde din özgürlüğünün anayasal çerçevesini ele alıyor. Bu çerçeveye göre din özgürlüğünün olduğu söylenen bir organizasyonda (devlette) ateistler de teistlerin faydalandığı tüm kazanımlardan/ayrıcalıklardan faydalanmalıdır ve hangi din/inanç olursa olsun pozitif ayrımcılığa tabi tutulmamalıdır. Dünyadaki mevcut uygulamanın din özgürlüğünü ihlal ettiğini belirten yazara göre her devlet kendine uygun bir resmi dinsel anlayış üreterek toplumun bir kesimini üstün tutmaktadır. Ateistler ise bu sıralamada en sonlarda yer alarak büyük bir haksızlığa uğramaktadır. Oysa ateistlerin durumu ya da talepleri herhangi bir dine mensup olanlar gibi yani dindarlık adı altında değerlendirilmelidir. Dolayısıyla devletin laiklik statüsü ateizmi de bir din şeklinde algılayarak ateistlere buna uygun şekilde yaklaşmalıdır. Bunun için öncelikle dinsel özelliğinden soyutlanması gereken kamusal hayata kültürel bir form kazandırılmalıdır. Bu süreçte devlet herhangi bir dini gruba pozitif ayrıcalık tanımamak için dini simge denilebilecek her türlü obje ve aksesuar (giysi de dâhil) kısıtlama hakkına sahip olmalıdır. Yalnız bu uygulamada son derece dikkatli davranılmalı, laiklik baskı aracına dönüştürülmemelidir.

Ronald Dworkin son bölümde ateizm için bir anlam ifade etmeyen ölüm sonrası hayatı ele alıyor. Ölüm sonrası için yapılan yorumlar ya da beklentiler mantık dışıdır. Çünkü dinlerin ölüm sonrası için ortaya koyduğu hususlar (kanıta dayanmayan) fantastik bir kurgudan farklı değildir. Her şeyi bilen ve belirleyen bir tanrının varlığı ve insanların korkudan dolayı itaat etme zorunluluğu çok da anlamlı değildir. Kaldı ki, dünyada insani değerlere sahip olarak yaşamak için illa bir tanrıya ve yönlendirmelerine gerek yoktur. Ateizm insanları ölümü hatırlatmak yerine hayata değer atfederek ölümsüzlüğe çağırmaktadır.

Ronald Dworkin “tanrısız din” kavramını ele alırken bu kavrama bir yandan teolojik bir zırh giydiriyor bir yandan da felsefe, hukuk ve bilim açısından düşüncesini gerekçelendirmeye çalışıyor. Her ne kadar değerlendirme modern Batı düşüncesi etrafında şekillense de buradaki sorunun modern insanın sorunu olmanın ötesinde tarihsel bir mesele olduğu görülüyor. Dworkin’in metninde teist biri için itiraz edilecek, şerh düşülecek ve anlamsız gelecek açılımlar oldukça fazla fakat tartışma üslubu ve yöntemi açısından öğrenecek çok şey bulunuyor. Öyle ki yazarın bir teistten çok daha özgüvenli ve saygılı yaklaşımının takdir edilmesi gerekir diye düşünüyorum. Tanrısız Din, din felsefesi meraklıları için farklı pencereler açacak bir kitap.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Bir hazine sandığının içindeki şiirler

Ağustos Melâli. İlk başta yadırgatıcı bir isim gibi görünebilir. Ancak yazın bu son ayının ve hüzünle birlikte adı en çok anılan ay olan eylülün eşiğinin de ağustosta bulunduğu düşünülürse zamanın, yitip gidenlerin “Tapu Sicil MuhafızıHüsrev Hatemi’nin toplu şiirlerine niçin bu ismi verdiği daha net bir şekilde anlaşılabilir. Şiir isimleri üzerinden konuşabiliriz Hüsrev Hatemi’yi… “Zamanın Sesleri”ni şiirleştirir Hatemi. Kimi zaman “Yedikule Saz Semaisi” olur bu ses kimi zaman “Edinburgh Şarkısı”. “Aşık Garip Coğrafyası”nda da geçer onun şiiri “Ave Praha”da da. Hatemi’nin şiirinde selam verdikleri arasında Ingmar Bergman da bulunur, Cahit Zarifoğlu da… Bütün bunları kalabalık olsun diye şiirine yerleştirmez elbette. O kendi zihin ve gönül dünyasının haritasını pafta pafta çizerken kimseyi açıkta bırakmamaya çalışır hepsi bu.

Hüsrev Hatemi’nin şiirleri bir zihinde yer alan malumatların şiir formunda sunumunun çok ötesinde evvela “muhabbet” yüklüdür. Hüsrev Hatemi okuru, hiç tanımadığı kişiyi, coğrafyayı yahut eseri onun şiirine yüklediği muhabbetle sevmeye başlayabilir. Her ne kadar o meşhur Tapu Sicil Muhafızı şiiri, “Benim şiirim tüfeğidir kavgamın”/Diye kükreyerek/Zehir zemberek/Bir şiire başlamanın özlemiyle öleceğim” mısralarıyla başlasa da, Hatemi’nin böyle bir özlemi olmadığı, o mısralarında ironi yaptığı aşikârdır. “1943 Ablaları” adlı şiiri de bu muhabbete şahittir zaten. Nitekim Hatemi kendisiyle yapılan bir söyleşide kendi şiirine ilişkin şunları söyler: “Şiir, bilgi satmamalı diye düşünüyorum. Bazen vazgeçemediğim sızıntı olursa da onun gösterişinden süsünden arındırıp sızdırmayı seçiyorum. Bunu isteyerek yapıyorum. Gösteriş şiirinden üşendiğim usandığım için.

Hüsrev Hatemi’nin şiirini onun hayatından ayırmak zordur. Yine de şiiri otobiyografik de değildir. Burada temel ölçü “biyografi” değil “muhabbettir” esasen. Nitekim Hatemi’nin tapu sicil muhafızlığı zihin coğrafyamızın sınır tanımadan, red politikası gütmeden çizilen paftalarıyla doludur. “Berlin 1969” adlı şiirinde Berlin’de medfun Giritli Aziz Efendi’yi yad eder mesela. “Yedikule Hafif Zaman Metrosu”nun güzergâhı sürprizlere açıktır nihayetinde.

Hüsrev Hatemi’nin yarım yüzyılı aşan şiir macerasında küçük bir gezinti yapınca şiirinin bir yönüyle parmak izi gibi hep aynı kaldığını, büyük savrulmalar yaşamadığını görüyoruz; bir yanıyla da her dem taze kalmayı başardığına şahit oluyoruz. Hep kendi kalıp hem de kendini tekrar etmemek çok az şairin sahip olduğu bir meziyet ve o şairlerden biri de Hüsrev Hatemi.

Onun şiirinin ayırıcı vasıflarından biri de zengin bir kelime dağarcığına sahip olması. “Dil varlığın evidir” diyen Heiddeger’e kulak verirsek Hatemi şiirinin bu evin pek çok odasına emek verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada şiir yazmaya ilk başladığım, bazı kelimelerin şiire uygun olduğunu, çoğunun şiirsel olmadığını zannettiğim yıllarda beni o zan hapishanesinden azat eden şairlerden birinin de Hüsrev Hatemi olduğunu anmadan geçmek istemem.

Hüsrev Hatemi şiiriyle ile ilgili en anlamlı yazılardan biri de İbrahim Tenekeci’ye ait: “Tanpınar, ‘Edebiyatta benzememek esastır’ der. Hatemi şiirinin en belirgin yönü, yalnızca kendisine benzemesidir. Şu sözü, aslında her şeyi özetler: ‘Kendim kalmaya özen gösterdim’. Bana göre, meziyet ve şahsiyet bir bütündür, ayrı ayrı düşünülemez. Yazdıklarımız ile yaptıklarımızın çelişmemesi gerekir. Bu konuyla ilgili, verebileceğim en iyi örneklerden biri, hiç kuşkusuz, Hüsrev Hatemi Hocamızdır.

Kitapta Hatemi’nin ilk kitabına dâhil etmediği 1955-1962 yılları arasında yazdığı şiirlerle 2011’de yayınlanan Kişver’de yer almayan son dönem şiirleri de yer alıyor. Buna kitapta yer alan 12 Hüsrev Hatemi şiir kitabını da eklerseniz Ağustos Melâli’ni bir şiiri retrospektifi olarak tanımlamak mümkün.

Kitabın son bölümü ise Attila İlhan’ın pek çok kitabının son bölümünde yer alan “Meraklısı İçin Notlar”ı hatırlatıyor bize. Bu “Notlar/Açıklamalar” bölümü şiirlerin arkaplanlarını, içlerinde yer alan kimi kişi, kavram ve olayların didaktik ve kuru bir anlatımla değil Hüsrev Hatemi’nin o keyifli üslubuyla açıklanmasından meydana geliyor. Kesinlikle okumadan geçemeyeceğinizi rahatlıkla söyleyebilirim.

Hüsrev Hatemi şiirini bir araya getiren Ağustos Melâli bir hazine sandığı gibi okumamızı bekliyor.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

27 Temmuz 2018 Cuma

Bir varmış bir yokmuş dünya bir masal imiş

Onlarca, hatta yüzlerce kitap yığılır bazen hayatınıza. Kimi yan yana durur kimi alt alta kimi dağınık… Ah! Kitapların dili olsa da konuşsa. Sonra, bir kitapla karşılaşırsınız ve o kitabı çekip çıkarırsınız yığınların içinden. Yeni bir filizdir -ışkın derler bizim orada- daha çiçek açmamıştır. Göğünüzü genişletmemiştir henüz kelimeleri. Yoldaş olmamıştır dingin bir ikindinize. “Saksılara ektiği çiçekler tutmadı” diye başlar. Çok tanıdık/aşina bir duygu kaplar içinizi. Acaba yazar nereli, dersiniz? Bakarsınız ki, doğup büyüdüğünüz topraklardanmış. Asi Nehri’nin ikiye böldüğü kadim bir şehrin diliyle büyümüş meğer.

Şükrü Keleş’in “İmiş”i Satı ve Ahmet’ten oluşan üç kişilik bir roman. Upuzun bir hikâye mi desem yoksa bilemedim. Fonda bir gösteri grubu. Olaylar belli belirsiz. Duygular üzerinden ilerleyen bir kitap karşılıyor bizi. İnsanlara, eşyalara ve yaşantılara dair ayrıntılar tel tel işlenmiş. Kelimelerle örülen o geniş ağda fazlalıklara yer yok. Durultulmuş, dinlendirilmiş, sonra yerin yüzüne salınmış kelimeler/cümleler bunlar. “İnsan, nasıl bir şeyle sınar kendini? Bir başkasında sınar mı kendini? Ya da bir kitapta mesela?”. Sen söyle sevgili okur!

Çiçek, Ahmet’in avuçları arasında geldiğinde günlerden Salı, aylardan marttı.”. Yazar, anlatırken güzel bir günü imliyor cümlesiyle. İmlerken geçmişin geçmişte kaldığını da ima ediyor. “Gece, koyu lacivert ve yağmurlu. Uzakta, çok uzakta çakan şimşekler bir an şehri aydınlatıyor, gök gürültüsünün sesi yağmur damlalarının sesini bastırıyor. Işıkları söndürdüğünde gecenin bir yarısı. Karanlık. Ahmet, içinin bir yarısı artık; geçmişin bir parçası.

Hastane koridorları, bir anda dökülen saçlar, kel kalan genç bir kadın, aksayan ayağı ve içinde yaşattığı cehennemin o yenilmez yutulmaz karanlığı… Bazı kitaplar boşuna çıkmaz karşınıza, bazı isimler de. “İmiş hangi anlamda kullanılmış acaba?” diye sordum kitabı ilk gördüğümde. (İsmin kader olduğuna inanarak biraz da…) İmiş, meğer kahramanın adıymış.

Yalnız bir genç kadın. İmiş. Kel. Aksak. Hüzünlü. Dostlukla sınanıyor, aşkla ve daha birçok insani duyguyla… Bunu bize anlatan, öyle doğal anlatıyor ki sanki oradaymışız ve onunla beraber aynı şeyleri biz de yaşıyormuşuz gibi hissediyoruz. Yazarın başarısı da burada; hem seyirci olabiliyoruz hem oyuncu o sahnede. (Katarsis duygusu sadece sinemada mı olurmuş canım!)

Bir sevdanın kıyısında yürüyor, provaya gidiyordu”, “İnanayım, diyordu. İnanayım, onun suyuna karışayım. Dalgalarına çarpayım, dalgalarıyla boğuşayım, yeniden, yeniden”, “Her büyülü an gibi, o bir an da kısacık sürüyor. Gelmesiyle gitmesi bir oluyor”. Kitabın kalbi bu cümlelerde atıyor benim için.

Bir varmış bir yokmuş dünya bir masal imiş” diyerek okumaya başlamıştım kitabı. “O sırada İmiş, hikâyemizin başladığı yere gidiyoruz, diye fısıldadı Satı’nın kulağına. Satı, hepimizin hikâyesinin başladığı yere, diyerek çoğalttı sözü.

Söz, şimdi sevgili okura emanet!..

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt