30 Temmuz 2018 Pazartesi

Zamanın ruhu: Benzer düşünceler, benzer duygular

Tekin Şener’in Karakum Yayınları’ndan çıkan Ötekiler Günü: Dil Bahçesinde Cümle Tarhları başlıklı, denemelerden oluşan 149 sayfalık kitabı yayımlanır yayımlanmaz bana ulaştı. Kitabı elime aldığımda hem yazarını tanıdığım için hem de (2014-2015 yıllarında yapmış olduğumuz) TÜBİTAK SOBAG 114K576 Sedat Veyis Örnek Sözlü Tarih, Biyografi ve Belgelik Çalışması başlıklı projenin Sivas ayağında ortaklaşa çalışmalar üretmiş olmamızın yarattığı sıcak duygularla çok heyecanlandım. Elbette kitabı hemen okudum.

Beş bölümden oluşan ve her bölümde birbirinden etkileyici denemelerin olduğu kitabı Nisan ayında okuduğumda çok şaşırdığımı da anımsıyorum; çünkü kitap benim tanıdığım Tekin Şener’in bambaşka bir halini gösteriyordu. Benim birlikte çalıştığım, en çok da İlhan Başgöz, Sedat Veyis Örnek ve kendisinin genel yayın yönetmenliğini yaptığı Hayat Ağacı Şehir Kültürü Dergisi üzerine sohbet ettiğim Tekin Şener, bitmek bilmez bir enerjiyle, güler yüzle bin türlü işin peşinden koşturan, kotaran ve bu arada endişelerini veya kızdığında kızgınlığını hiç göstermeyen biriydi; fakat Ötekiler Günü’nde okura samimi bir öfkeyle günün ne yazık ki ötekiler günü olduğunu anlatmaya çalışan, “Hadi bize eyvallah!” diyerek kitabının son cümlesini yazan biri karşımdaydı.

Aradan üç ay geçtikten sonra kendisiyle telefonda konuştuğumda bana siyasal açıdan yine çalkantılı günlerden geçtiğimiz sırada kendisine söylediğim bir cümleyi hatırlattı, “Bütün mesele karakter aslında” demişim. Demişimdir. Son yıllarda ne zaman psikiyatriden sosyolojiye çok değişik alanlarda çalışan akademisyenlerle biraraya gelsem tartışmalarımızın konusu dönüyor dolaşıyor ve Kemal Tahir’in romanlarında hep anlatmaya çalıştığı bu hastalıklı karakter yapımıza gelip dayanıyor. Sonra konunun üzerine tekrar düşündüğümde Tekin Şener’in de kafasını bu meselenin kurcaladığına şaşırdığıma şaşırdım. İşte önümde kitap duruyor: Kapağında bir kayalığın tepesinde eğri büğrü, biçimsiz ağacın aşağısında başı önüne eğik bir adamın durduğu siyah beyaz bir fotoğraf var. Bu fotoğrafın henüz yeni vizyona giren Nuri Bilge Ceylan’ın Ahlat Ağacı filmini çağrıştırmaması mümkün değil. Nuri Bilge Ceylan’ın temelde bir baba-oğul ilişkisini anlattığı filminde, tek başınalığı ve biçimsizliğiyle ahlat ağacı Tekin Şener’in de “ötekiler” olarak adlandırdığı hastalıklı karakterin bir eğretilemesi bence. Nuri Bilge Ceylan’ın zihnini günümüzün bu karakterinin hayli meşgul etmesi gibi Tekin Şener’in “Mesafeler ölçülür, ruhlara meratib ayarı verilir, karakterler rütbelerine göre mevzilenir” diyerek bu insanlarla karşılaşmalarını anlattığı sayfalarda onun da zihnini bu karakterin işgal ettiğini görüyoruz. Zamanın ruhu: Benzer düşünceler, benzer duygular.

Tekin Şener, kitabının ilk bölümü “İlk Karşılaşmalar Ülkesi”nde çocukluk çağını anlatırken aslında çocukluk çağına bir saflık yükleyerek başlangıçta herkesi eşitliyor; fakat ay büyürken ne oluyorsa oluyor ve Tekin Şener’e göre çocuklar “[b]üyüklerin aynalarındaki kırılmaları ve buzlanmaları, nasılsa fark ediyor, taklit ediyor”lar. Kitabın ikinci bölümü “Vaktin Ayak İzleri”nde tüm bu olan biteni anlamlandırmak için geçmiş zamanın peşine düştüğümüzde Hayat Ağacı Şehir Kültürü Dergisi’ndeki “zamana düşülen dipnotlar” gibi olan fotoğrafların bile yanıltıcı olabileceğini anlatıyor. Dijitalleşen gündelik kültürün de bizi eğleyerek neliğimizi anlama konusunda benliğimizi güçsüz kıldığını ve varlığımızı bu “bombardımana karşı koruyacak filtreler geliştirmek zorunda” olduğumuzu söylüyor. Kitabın (“Hayal Meyal” değil) “Hayal Melâl” başlıklı bölümünde Tekin Şener hayal ile (sözcüğün “üzüntü, hüzün, dert” anlamına atıfla) “melâl” arasında bir bağ kurarak içine düşülen bu durumdan çıkışı bize gösterecek olan belki de en temel duygumuzun “elem, keder” olduğunu anlatıyor. Tekin Şener’e göre bu duygunun peşinden giderek kristal topları sağa sola fırlatıyoruz, söze yükleniyoruz, cümlelerin şirazesi şaşıyor ve ancak böylece olan biteni anlamak istiyoruz ve zihnimiz açıldıkça ruhumuz kabarıyor; çünkü “Melâl ikliminde bilenen hassalarımızla dalıyoruz gümrah hayata”.

Kitabın “Teori Değil Tefekkür” başlıklı dördüncü bölümü, Tekin Şener’in hayatımızda olan bitene öfkesini artık açıkça gösterdiği bölümdür. Tekin Şener’in “aceze” olarak adlandırdığı bu hastalıklı karakterlerden yayılan kötülükle çok güç mücadele edilebilmesinin belki de en temel nedeni aceze ittifakının “kayıtlı, belgeli, tescilli olmaması”dır. Aceze ittifakıyla mücadelede bize yardım edecek olan, “[k]elimelerin cümle içerisinde çiçek gibi açtığı, cümlelerin retoriği bir eser gibi dokuduğu ve düşüncenin tüm vuzuhuyla parladığı metinler”dir. Yazar, “Bir İnzivayı Haklı Çıkarma Çabası” başlıklı beşinci ve sonuncu bölümde hâlinden değilse de mevcudiyetinden memnuniyetini okurla paylaşıyor. Benim de kendisiyle zaman geçirdiğimde varlığını hiç fark edemediğim derin kızgınlığının açığa çıkmamasının nedeni olarak da hâlinden değil, satıhta gezinmeyip derinlere ve engebelere şevkle dalmasını sağlayan mevcudiyetinden memnuniyetini gösteriyor.

Tekin Şener’in okura önerisi, bir büyülü fener bularak içimizdeki karanlığa bakacak cesareti bulmak, bu çok zor olsa da. Yazar, bize inzivaya çekildiğini söylese de kitabının alt başlığı olan “Dil Bahçesinde Cümle Tarhları”ndan anlıyoruz ki inzivaya çekilmediği gibi bu kitabı yazarak okura önerdiği yola en başta kendisinin düştüğünü/çıktığını görüyoruz. Tekin Şener -okurları ve sevdikleri bir tarafa- bu yolda yalnız değil. Eşi Havva Hanım’ı tanıdığım için kendisinin bu yolda tek başına olmadığını ben zaten biliyordum; kendisi de kitapta ithafta yazmış, “Yorgun ümitlerimizi birlikte yeşerttiğimiz eşime” diyerek. Aceze ittifakına karşı en büyük gücü çünkü...

Serpil Aygün Cengiz

İçimizdeki şarkısı hiç bitmeyen şehre dair

"İçim Galata Kulesi, taş taş üstünde..."
- Ezginin Günlüğü, Gemiler Gibi

Kitaba geçmeden evvel Yağız Gönüler hocamdan bahsetmek istiyorum. Bundan yaklaşık üç buçuk yıl önce Kaan Murat Yanık’ın sunduğu “Edebiyat Kokusu” programında tanımıştım kendisini. O günden beri de yazdıklarını, okuduklarını, önerilerini takip ederek kendisinden çok şey öğrendim ve öğrenmeye de devam ediyorum. Bu vesileyle bir kere daha teşekkür ediyorum.

Şarkısı Biten Şehir; ‘dünyanın en güzel yeri’ olan o kadîm mirasımızın gözlerimizin önünde fütursuzca “betonlaştırılmasını” gönlüne kabul ettiremeyen ve bunu engellemek için elini taşın altına koyan bir kalemin eseri.

Hem yaşım gereği hem de İstanbul’un kokusunu -kendimi bildikten sonra- ilk kez 2016 yılında içine çekmiş biri olarak İstanbul’un bozulmamış güzelliğini fotoğraflardan, filmlerden, Tanpınar’ın Huzur’undan ve daha başka kitaplardan biliyorum sadece. Fakat buna rağmen İstanbul’a yapılanları gördükçe insanın içinin sızlamaması pek mümkün olmuyor. Kitabın sonlarına doğru okuduğum birkaç cümle de tıpkı böyle içimi sızlattı. Bir mimarlık kongresi için İstanbul’a gelen Uluslararası Mimarlar Birliği Başkanı Jaime Lerner Bu şehri Mimar Sinan’ın torunları inşâ etmiş olamaz.” diye bir cümle kurmuş. Bu utanç bence hepimize bir ömür yetmeli. Fethi Hz. Muhammed (s.a.s) tarafından müjdelenen bir şehri biz hangi amaç uğruna yok ediyoruz? Bu soruyu sorarken bile üzülüyorum; çünkü İstanbul’un kokusunu henüz istediği gibi içine çekememiş biri olarak yapılan her kıyımda sanki biraz daha eksiliyorum. Ah Güzel İstanbul filmindeki o muhteşem cümleyi keşke hâlâ gönlümüz rahat bir şekilde kurabiliyor olsaydık. Ne diyordu Sadri Alışık: “Âh Güzel İstanbul… Nasıl da bozulmamış o bin yıllık güzelliğin.

Kitabın başında Lüffi Bergen’in yazmış olduğu takrîz yazısındaki bir cümle beni derinden etkiledi: “Yeryüzü alabildiğine geniş ve nüfus son derece sınırlı olduğu halde Habil ile Kabil’i birlikte yaşamaya zorlayan bir gerekçenin bulunması gereklidir.”. İstanbul’da da milyonlarca insanı bir arada yaşamaya zorlayan bir gerekçe olabilir; fakat insanları kendine görmeden bile âşık eden dünya harikası bu şehre kıymanın bir gerekçesi olabileceğini düşünmüyorum, dahası düşünmek istemiyorum. Zîrâ sunuş yazısında Yağız Gönüler hocanın “Varlığı güzelleştirecek, iyileştirecek olan en büyük araç insan.” cümlesinden sonra aksini düşünmek mümkün mü? Çünkü Turgut Cansever hocanın da dediği gibi “İnsanın vazifesi dünyayı güzelleştirmektir”. Dünyayı yaşanmaz hale getirmek değil.

Fakat ne yazık ki başta İstanbul’da yaşayanlar olmak üzere hepimiz bu değişime alışıyoruz. Zamanla normal karşılıyoruz. İnsanız, günlük telaşların içinde düşünmeyi bırakıveriyoruz. Kitapta Sadettin Ökten hocanın bir konuşmasından yapılan alıntı da bu durumu şöyle anlatıyor: “Kırk yıl önce Üsküdar sahilinden gördüğüm o nefis siluetle şu anki siluet arasında büyük fark vardır. En başlarda bu acıyı daha yoğun yaşıyorduk, şimdi bakıyoruz; fakat o gökdelenleri, büyük ve çirkin yapıları görmüyoruz, göremiyoruz. Unutmayın, insanın önce gözleri alışır, sonra gönlü.”. Bu manzaraları bazen belki çok normalmiş gibi izliyoruz, ağlanacak halimize de bazı bazı gülüp geçiyoruz. “Bizim büyük çaresizliğimiz” de bu olsun.

Kitapta Sinan Yılmaz ile yapılan bir söyleşideki şu cümleler özellikle dikkatimi çekenler arasında: “Mesela bu şehirde yaşayan bir öğretmen, öğrencilerinin elinden tutup onları hâlâ yeşil kalmış bir alana götürüyorsa, velileri bu yönde teşvik ediyorsa, tarihi eserleri tanıtma amaçlı bir gezi düzenliyorsa, onlara Yahya Kemal’in şiirlerini ödev olarak veriyorsa, Beş Şehir tavsiye ettiği kitaplar arasına girmişse şehre sahip çıkıyor demektir. Herkes öncelikli olarak ‘Ben ne yapabilirim?’ sorusunu kendisine yöneltmeli. Ortaya çıkacak listenin peşinde yürümek, bu şehre sahip çıkmak demek.”. Aslında hepimiz özelde İstanbul ya da yaşadığımız başka şehirler için, genelde de bu ülke için ne yapabiliriz sorusunu kendimize sormalı ve elimizi bir şekilde taşın altına koymalıyız. Dünyayı belki tek başımıza güzelleştiremeyiz; fakat bu düşünceye sahip olmak ve onu yaymak için çabalamak pek çok değerimizi kurtarmaya yeter. En azından böyle umut etmekten başka şansımız yok. Öyle ki “Umutsuz olmaz. Umutsuzluk insanı da şehri de bitirir.” diyor, Yağız Gönüler.

Yine Sinan Yılmaz ile yapılan söyleşiden birkaç cümleye değinmek istiyorum: “Dünyanın en sıradan şehirlerinin bile böyle hoyratça değişmediğini düşünürseniz, İstanbul’da olan bitenler için sözün bittiği yere geliyorsunuz... Ne kadar isterdik hep güzel şeyler yapılsın ve biz de avuçlarımız patlayıncaya kadar alkışlayalım.”. Buradan da yine Ah Güzel İstanbul filmindeki bir cümleye aklım ister istemez gidiyor: “Ah ihtiyar medeniyet! Çocuklarına sağlam, yepyeni bir dünya kurmaktan aciz misin? Bizi yabancı diyarlardan getirttiğin süslü yalanlarla mı besleyeceksin?

Şarkısı Biten Şehir; İstanbul’u dert edinmenin yanında ‘mahalle’nin yok olmasından, değerlerimizi çabucak yitirmemizden, şehir düşüncesinden ve aile olabilmekten bahsediyor. Ayrıca bu alanda çalışma yapmış Turgut Cansever, Sadettin Ökten, Lütfi Bergen gibi isimlerle yapılan söyleşilerin ve konuşmaların da kitapta yer alması konuya çok yönlü bakabilmemizi sağlıyor. Tüm bunları anlatırken de söz konusu alanla ilgili zengin bir okuma listesini yazar okuyucularına sunuyor.

Yazarın “Esasen şehir, mekân ve meydan için son sözü vicdanlar söyleyecektir.” cümlesiyle yazımı bitirirken kitabın özünü oluşturan İstanbul’un biricikliğini kitaptaki denemelerden birinin de adı olan “Başka Bir İstanbul Yok” cümlesiyle yeniden dile getirmek istiyorum. İstanbul her şeye rağmen hâlâ çok güzel. Bizim ise bu güzelliği korumaktan başka şansımız yok. “Çünkü İstanbul’un manevi iklimi, hepimizden ayrı ayrı hesap soracaktır.

Nur Özyörük
twitter.com/nurozyoruk

29 Temmuz 2018 Pazar

Ateizm bir dindir!

Genel itibariyle herhangi bir meseleyi ilkesel ya da metodolojik olarak ele almayı kurumsallaştıramadığımız için konuşma, tartışma ve değerlendirmelerimiz hamasete kurban gidiyor. Bunun üzerine bir de yazılı kültürden ziyade sözlü kültüre olan yatkınlığımız eklenince düşünce dünyamız daha da sığlaşıyor. Elbette istisnalar olabilir fakat istisnaların bozmadığı kaide yerinde sapasağlam duruyor. Hâsılı, gerek düşünsel gerekse fiili faaliyetlerimiz üslup ve/veya usûl açısından ihtiyaç duyulan yeterliliği sağlayamıyor. Tabiri caizse çok konuşuyor ama boş konuşuyoruz. Söze gelince her şeyi çok iyi biliyoruz ama icraat hanesine yazılacak bir şeyimiz olmuyor.

Toplum olarak en çok konuştuğumuz şeylerden birisi din olunca hâliyle ateizm de bu durumdan nasibini alıyor. Meselenin tam bu noktasında kültürel bir açmazımız olan “vusûlsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” anlayışı kendini gösteriyor. Ateizm konusunda en önemli tepkimiz ya aşağılama oluyor ya da mantık kriterlerinin yanından geçmeyen ama büyük ilmi karşılık verilmiş izlenimine sahip saçmalıklar.

Bir teist için bilinçli bir ateistle tartışmanın ortalama bir teistle tartışmaktan çok daha faydalı olacağını düşünüyorum. Ne demek istediğimi sosyal medyanın sanal âlemi tekeline almadan önceki forum dönemini tanık olanlar daha iyi anlayacaktır. Günlük hayatta görecekleri tepki yüzünden kendilerini çok belli etmeyen ateistler internet sayesinde çok rahat bir konuşma alanı bulmuşlardı. Aralarında teist bağnazları aratmayanları da vardı elbette fakat çoğunluğunu belirli bir birikim sahibi olanlar oluşturuyordu. Forum dönemi kısa sürmüş olsa da herhangi bir konuyu (sanal ortamda) derinlemesine konuşmanın (sorgulamanın/tartışmanın) bugünkünden çok daha mümkün olduğu bir dönemdi. Bu yazıya konu olan Tanrısız Din bana o dönemi hatırlattı. Olvido Kitap tarafından neşredilen yüz yirmi sayfalık kitap Ronald Dworkin (1931-2013) imzasını taşıyor. İsmet Birkan’ın oldukça başarılı çevirisi yazıya sohbet havası vermiş. Ateizm ile ilgili ağır bir metni okumaktan ziyade yazarın konuşmasını dinliyormuş izlenimine kapılıyorsunuz. Karşınızda teorik kavram ve/veya kısır tartışmaya boğan bir metin olmayınca keyifle okumak düşüyor.

Genel olarak, ateizmin dini özellikler gösterdiği ve bir düşüncenin dini özelliklere sahip olması için illa tanrı düşüncesine ihtiyaç olmadığı iddia edilen çalışma dört bölümden oluşuyor. Ronald Dworkin dinin ne anlama geldiğini ele aldığı ilk bölümde din-tanrı ilişkisine değiniyor. Dworkin’e göre din, üstün yaratıcı bir varlığa ihtiyaç duymayan bir yapıdadır. Dolayısıyla din, tanrı kavramından aşkın bir konuma ya da anlama sahiptir. Bu düşüncenin temsilcisi olarak tanımlanabilecek -yazar dinsel ateizm diyor- ateizmin dünyaya dair değer atfetmesi bunun kanıtıdır. Daha da önemlisi bu durum teistler ile ateistlerin ortak noktasıdır. Tek fark ateist düşüncede “öte dünya” anlayışının olmayışıdır. Dünya ve insanlık için değer atfeden ateizm tarih boyunca ahlaksızlık ile ilişkilendirilmiş ve din/tanrı düşmanı kabul edilerek düzen bozucu gibi gösterilmiştir. Tanrı fikrine sahip iktidar destekli dindarların ateistlere karşı yaptırımı da bu minvalde acımasızca olmuştur. Oysa din kavramı teizme indirgenmek zorunda olmamalıdır. Dünya ve insanlık için değer atfeden ateist düşüncenin bağlıları da tıpkı teistlerin inançlarına bağlılığı gibi dindar bir görünüm arz ederler. Ateizme dindarca bağlıdırlar. Dworkin teist ve ateist düşüncenin dünyaya dair değer üretiminin kaynağının ne olduğunu ve değerlerin nasıl üretildiğine dair çıkarımlarını tanrısız din anlayışına sahip düşünürlerin görüşleriyle birlikte analiz ediyor. Farklı tanrı görüşlerinin yanı sıra tanrısız görüşlerin de olabileceğini belirtiyor. Bu bağlamda ahlak, hakikat, doğrulanabilirlik, duygu, bilim ve matematik gibi olguların öneminin altını çizen yazar konuya bilimsel bir biçim vermeye çalışıyor.

Ronald Dworkin ikinci bölümde teist ile ateist insanın düşünce yapısının analizini yapıyor. Yaptığı analizi doğa ve doğanın güzelliği üzerinden ortaya koyan yazara göre teist, varlığı üstün bir yaratıcı tarafından programlanmış, planlı bir oluşum şeklinde değerlendirirken ateist kaos ve rastgelelik formülüyle açıklamaya çalışmaktadır. Teizmdeki kaderciliğe benzeyen bu anlayış tipik bir determinizmdir ve her şey olması gerektiği gibi meydana gelmiştir. Gelecekte de bu hâlde devam edecek bu sürecin başka türlüsü olamayacağından varlığa aşırı anlam yüklenmemelidir. Doğal ve basit olan güzeldir. Ronald Dworkin bu bölümde hayatı ve varlığı fizik kuramlarıyla açıklamaya çalışan bilim insanlarının görüşlerine yer veriyor. Her şeyi teoriyle açıklamaya çalışan fizikçiler (bir anlamda bilim) bir yerden sonra ‘tahmin’ yürütmeye başlamaktadır. Örneği “Big Bang” üzerinden veren yazar varlık için düşünce dünyasının bir kanıt teşkil edemeyeceğini söylüyor. Zira Big Bang’in büyük bir kısmını tahminler yani kanıtı olmayan düşünceler oluşturuyor. Dworkin, fizikçilerin her şeyi teoriyle açıklamaya çalışmalarının sorunlu olduğunu, bazı durumların metafizik alana girdiğini ve ateist düşüncenin bu bilinmezi dini bir anlatım şekliyle ve fakat tanrıya yer vermeden açıklayabileceğini iddia ediyor. Yazar varlığın/doğanın üzerinden güzellik ve simetri etkisini göstermeye çalışıyor. Bu bağlamda güzellik ile hakikat ve simetri ilişkisinin üzerinde durarak simetrinin fiziki anlamda ele alınabileceğini belirtiyor. Ona göre simetri fiziki varlığın karşılığı olan mekânda vardır fakat metafizik bir zemin olan zamanda simetri bulunmamaktadır. Bu durumda fiziki anlatım yetersiz kalmaktadır.

Yazar, üçüncü bölümde din özgürlüğünün anayasal çerçevesini ele alıyor. Bu çerçeveye göre din özgürlüğünün olduğu söylenen bir organizasyonda (devlette) ateistler de teistlerin faydalandığı tüm kazanımlardan/ayrıcalıklardan faydalanmalıdır ve hangi din/inanç olursa olsun pozitif ayrımcılığa tabi tutulmamalıdır. Dünyadaki mevcut uygulamanın din özgürlüğünü ihlal ettiğini belirten yazara göre her devlet kendine uygun bir resmi dinsel anlayış üreterek toplumun bir kesimini üstün tutmaktadır. Ateistler ise bu sıralamada en sonlarda yer alarak büyük bir haksızlığa uğramaktadır. Oysa ateistlerin durumu ya da talepleri herhangi bir dine mensup olanlar gibi yani dindarlık adı altında değerlendirilmelidir. Dolayısıyla devletin laiklik statüsü ateizmi de bir din şeklinde algılayarak ateistlere buna uygun şekilde yaklaşmalıdır. Bunun için öncelikle dinsel özelliğinden soyutlanması gereken kamusal hayata kültürel bir form kazandırılmalıdır. Bu süreçte devlet herhangi bir dini gruba pozitif ayrıcalık tanımamak için dini simge denilebilecek her türlü obje ve aksesuar (giysi de dâhil) kısıtlama hakkına sahip olmalıdır. Yalnız bu uygulamada son derece dikkatli davranılmalı, laiklik baskı aracına dönüştürülmemelidir.

Ronald Dworkin son bölümde ateizm için bir anlam ifade etmeyen ölüm sonrası hayatı ele alıyor. Ölüm sonrası için yapılan yorumlar ya da beklentiler mantık dışıdır. Çünkü dinlerin ölüm sonrası için ortaya koyduğu hususlar (kanıta dayanmayan) fantastik bir kurgudan farklı değildir. Her şeyi bilen ve belirleyen bir tanrının varlığı ve insanların korkudan dolayı itaat etme zorunluluğu çok da anlamlı değildir. Kaldı ki, dünyada insani değerlere sahip olarak yaşamak için illa bir tanrıya ve yönlendirmelerine gerek yoktur. Ateizm insanları ölümü hatırlatmak yerine hayata değer atfederek ölümsüzlüğe çağırmaktadır.

Ronald Dworkin “tanrısız din” kavramını ele alırken bu kavrama bir yandan teolojik bir zırh giydiriyor bir yandan da felsefe, hukuk ve bilim açısından düşüncesini gerekçelendirmeye çalışıyor. Her ne kadar değerlendirme modern Batı düşüncesi etrafında şekillense de buradaki sorunun modern insanın sorunu olmanın ötesinde tarihsel bir mesele olduğu görülüyor. Dworkin’in metninde teist biri için itiraz edilecek, şerh düşülecek ve anlamsız gelecek açılımlar oldukça fazla fakat tartışma üslubu ve yöntemi açısından öğrenecek çok şey bulunuyor. Öyle ki yazarın bir teistten çok daha özgüvenli ve saygılı yaklaşımının takdir edilmesi gerekir diye düşünüyorum. Tanrısız Din, din felsefesi meraklıları için farklı pencereler açacak bir kitap.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Bir hazine sandığının içindeki şiirler

Ağustos Melâli. İlk başta yadırgatıcı bir isim gibi görünebilir. Ancak yazın bu son ayının ve hüzünle birlikte adı en çok anılan ay olan eylülün eşiğinin de ağustosta bulunduğu düşünülürse zamanın, yitip gidenlerin “Tapu Sicil MuhafızıHüsrev Hatemi’nin toplu şiirlerine niçin bu ismi verdiği daha net bir şekilde anlaşılabilir. Şiir isimleri üzerinden konuşabiliriz Hüsrev Hatemi’yi… “Zamanın Sesleri”ni şiirleştirir Hatemi. Kimi zaman “Yedikule Saz Semaisi” olur bu ses kimi zaman “Edinburgh Şarkısı”. “Aşık Garip Coğrafyası”nda da geçer onun şiiri “Ave Praha”da da. Hatemi’nin şiirinde selam verdikleri arasında Ingmar Bergman da bulunur, Cahit Zarifoğlu da… Bütün bunları kalabalık olsun diye şiirine yerleştirmez elbette. O kendi zihin ve gönül dünyasının haritasını pafta pafta çizerken kimseyi açıkta bırakmamaya çalışır hepsi bu.

Hüsrev Hatemi’nin şiirleri bir zihinde yer alan malumatların şiir formunda sunumunun çok ötesinde evvela “muhabbet” yüklüdür. Hüsrev Hatemi okuru, hiç tanımadığı kişiyi, coğrafyayı yahut eseri onun şiirine yüklediği muhabbetle sevmeye başlayabilir. Her ne kadar o meşhur Tapu Sicil Muhafızı şiiri, “Benim şiirim tüfeğidir kavgamın”/Diye kükreyerek/Zehir zemberek/Bir şiire başlamanın özlemiyle öleceğim” mısralarıyla başlasa da, Hatemi’nin böyle bir özlemi olmadığı, o mısralarında ironi yaptığı aşikârdır. “1943 Ablaları” adlı şiiri de bu muhabbete şahittir zaten. Nitekim Hatemi kendisiyle yapılan bir söyleşide kendi şiirine ilişkin şunları söyler: “Şiir, bilgi satmamalı diye düşünüyorum. Bazen vazgeçemediğim sızıntı olursa da onun gösterişinden süsünden arındırıp sızdırmayı seçiyorum. Bunu isteyerek yapıyorum. Gösteriş şiirinden üşendiğim usandığım için.

Hüsrev Hatemi’nin şiirini onun hayatından ayırmak zordur. Yine de şiiri otobiyografik de değildir. Burada temel ölçü “biyografi” değil “muhabbettir” esasen. Nitekim Hatemi’nin tapu sicil muhafızlığı zihin coğrafyamızın sınır tanımadan, red politikası gütmeden çizilen paftalarıyla doludur. “Berlin 1969” adlı şiirinde Berlin’de medfun Giritli Aziz Efendi’yi yad eder mesela. “Yedikule Hafif Zaman Metrosu”nun güzergâhı sürprizlere açıktır nihayetinde.

Hüsrev Hatemi’nin yarım yüzyılı aşan şiir macerasında küçük bir gezinti yapınca şiirinin bir yönüyle parmak izi gibi hep aynı kaldığını, büyük savrulmalar yaşamadığını görüyoruz; bir yanıyla da her dem taze kalmayı başardığına şahit oluyoruz. Hep kendi kalıp hem de kendini tekrar etmemek çok az şairin sahip olduğu bir meziyet ve o şairlerden biri de Hüsrev Hatemi.

Onun şiirinin ayırıcı vasıflarından biri de zengin bir kelime dağarcığına sahip olması. “Dil varlığın evidir” diyen Heiddeger’e kulak verirsek Hatemi şiirinin bu evin pek çok odasına emek verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada şiir yazmaya ilk başladığım, bazı kelimelerin şiire uygun olduğunu, çoğunun şiirsel olmadığını zannettiğim yıllarda beni o zan hapishanesinden azat eden şairlerden birinin de Hüsrev Hatemi olduğunu anmadan geçmek istemem.

Hüsrev Hatemi şiiriyle ile ilgili en anlamlı yazılardan biri de İbrahim Tenekeci’ye ait: “Tanpınar, ‘Edebiyatta benzememek esastır’ der. Hatemi şiirinin en belirgin yönü, yalnızca kendisine benzemesidir. Şu sözü, aslında her şeyi özetler: ‘Kendim kalmaya özen gösterdim’. Bana göre, meziyet ve şahsiyet bir bütündür, ayrı ayrı düşünülemez. Yazdıklarımız ile yaptıklarımızın çelişmemesi gerekir. Bu konuyla ilgili, verebileceğim en iyi örneklerden biri, hiç kuşkusuz, Hüsrev Hatemi Hocamızdır.

Kitapta Hatemi’nin ilk kitabına dâhil etmediği 1955-1962 yılları arasında yazdığı şiirlerle 2011’de yayınlanan Kişver’de yer almayan son dönem şiirleri de yer alıyor. Buna kitapta yer alan 12 Hüsrev Hatemi şiir kitabını da eklerseniz Ağustos Melâli’ni bir şiiri retrospektifi olarak tanımlamak mümkün.

Kitabın son bölümü ise Attila İlhan’ın pek çok kitabının son bölümünde yer alan “Meraklısı İçin Notlar”ı hatırlatıyor bize. Bu “Notlar/Açıklamalar” bölümü şiirlerin arkaplanlarını, içlerinde yer alan kimi kişi, kavram ve olayların didaktik ve kuru bir anlatımla değil Hüsrev Hatemi’nin o keyifli üslubuyla açıklanmasından meydana geliyor. Kesinlikle okumadan geçemeyeceğinizi rahatlıkla söyleyebilirim.

Hüsrev Hatemi şiirini bir araya getiren Ağustos Melâli bir hazine sandığı gibi okumamızı bekliyor.

Suavi Kemal Yazgıç
twitter.com/suavikemal

27 Temmuz 2018 Cuma

Bir varmış bir yokmuş dünya bir masal imiş

Onlarca, hatta yüzlerce kitap yığılır bazen hayatınıza. Kimi yan yana durur kimi alt alta kimi dağınık… Ah! Kitapların dili olsa da konuşsa. Sonra, bir kitapla karşılaşırsınız ve o kitabı çekip çıkarırsınız yığınların içinden. Yeni bir filizdir -ışkın derler bizim orada- daha çiçek açmamıştır. Göğünüzü genişletmemiştir henüz kelimeleri. Yoldaş olmamıştır dingin bir ikindinize. “Saksılara ektiği çiçekler tutmadı” diye başlar. Çok tanıdık/aşina bir duygu kaplar içinizi. Acaba yazar nereli, dersiniz? Bakarsınız ki, doğup büyüdüğünüz topraklardanmış. Asi Nehri’nin ikiye böldüğü kadim bir şehrin diliyle büyümüş meğer.

Şükrü Keleş’in “İmiş”i Satı ve Ahmet’ten oluşan üç kişilik bir roman. Upuzun bir hikâye mi desem yoksa bilemedim. Fonda bir gösteri grubu. Olaylar belli belirsiz. Duygular üzerinden ilerleyen bir kitap karşılıyor bizi. İnsanlara, eşyalara ve yaşantılara dair ayrıntılar tel tel işlenmiş. Kelimelerle örülen o geniş ağda fazlalıklara yer yok. Durultulmuş, dinlendirilmiş, sonra yerin yüzüne salınmış kelimeler/cümleler bunlar. “İnsan, nasıl bir şeyle sınar kendini? Bir başkasında sınar mı kendini? Ya da bir kitapta mesela?”. Sen söyle sevgili okur!

Çiçek, Ahmet’in avuçları arasında geldiğinde günlerden Salı, aylardan marttı.”. Yazar, anlatırken güzel bir günü imliyor cümlesiyle. İmlerken geçmişin geçmişte kaldığını da ima ediyor. “Gece, koyu lacivert ve yağmurlu. Uzakta, çok uzakta çakan şimşekler bir an şehri aydınlatıyor, gök gürültüsünün sesi yağmur damlalarının sesini bastırıyor. Işıkları söndürdüğünde gecenin bir yarısı. Karanlık. Ahmet, içinin bir yarısı artık; geçmişin bir parçası.

Hastane koridorları, bir anda dökülen saçlar, kel kalan genç bir kadın, aksayan ayağı ve içinde yaşattığı cehennemin o yenilmez yutulmaz karanlığı… Bazı kitaplar boşuna çıkmaz karşınıza, bazı isimler de. “İmiş hangi anlamda kullanılmış acaba?” diye sordum kitabı ilk gördüğümde. (İsmin kader olduğuna inanarak biraz da…) İmiş, meğer kahramanın adıymış.

Yalnız bir genç kadın. İmiş. Kel. Aksak. Hüzünlü. Dostlukla sınanıyor, aşkla ve daha birçok insani duyguyla… Bunu bize anlatan, öyle doğal anlatıyor ki sanki oradaymışız ve onunla beraber aynı şeyleri biz de yaşıyormuşuz gibi hissediyoruz. Yazarın başarısı da burada; hem seyirci olabiliyoruz hem oyuncu o sahnede. (Katarsis duygusu sadece sinemada mı olurmuş canım!)

Bir sevdanın kıyısında yürüyor, provaya gidiyordu”, “İnanayım, diyordu. İnanayım, onun suyuna karışayım. Dalgalarına çarpayım, dalgalarıyla boğuşayım, yeniden, yeniden”, “Her büyülü an gibi, o bir an da kısacık sürüyor. Gelmesiyle gitmesi bir oluyor”. Kitabın kalbi bu cümlelerde atıyor benim için.

Bir varmış bir yokmuş dünya bir masal imiş” diyerek okumaya başlamıştım kitabı. “O sırada İmiş, hikâyemizin başladığı yere gidiyoruz, diye fısıldadı Satı’nın kulağına. Satı, hepimizin hikâyesinin başladığı yere, diyerek çoğalttı sözü.

Söz, şimdi sevgili okura emanet!..

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt