18 Nisan 2018 Çarşamba

Lanson ve Edebiyat Tarihinde Usûl


Edebiyat Tarihinde Usûl-Edebî Metin ve İnsan adlı bu eser, Büyüyenay Yayınları’ndan Yusuf Şerif Kılıçel çevirisiyle okura “merhaba” dedi. Yayına hazırlayan ise, Eren Yavuz. Kitaba dair mütercimin notu hayli ilgi çekici: “Kanaatimce bu yazı, edebî bilginin ve edebiyat tarihinin en ilmî ve en güzel tarifidir. Onu sadece edebiyat ve edebiyat tarihiyle iştigal edenlerin değil, manevî ilimlerin rolünü kavramak ve hudutlarını bilmek isteyen herkesin okmuş olması icap eder.

Mütercim Yusuf Şerif Kılıçel’in dikkat çekmek istediği şey, edebiyat tarihiyle kısıtlı değildir. Daha bütüncül bir bakış açısıyla eserden nasıl faydalanılır, ona işaret etmektedir. “Çalışmamızın konusu geniş ölçüde sosyolojiktir. Edebiyatta o kadar açık olan, o kadar reel olan ferdin rolü, kişiliklerin tasviri, tenkidin de, edebiyat tarihinin de vazgeçilmez görevidir. Ama bu görev arzettiğimiz hakikati unutturmamalıdır.

Edebî metne nasıl yaklaşılır, yolu, yöntemi, haritası nedir? Eserler; edebiyat tarihi, hepimizden önemlisi insan unsurunun altı önemle çizilmiştir. Edebiyat tarihi ve tarih ilişkisi sorgulanırken geçmiş üzerinden sağlama yapıldığı görülür: “Tarihçilerin mevzusu, mazidir; mazidedir.

Her edebiyat eserini sosyal bir olay olarak kabul eden Gustave Lanson, ayrıca eserin fertle toplum arasında bir “bildirişim” vasıtası olduğunu vurgular. “Kitap yaratıcı bir kuvvet olmaktan çok, düzenleyici bir güçtür. Koordine edici, birleştirici, zaptı rapt altına alıcı bir organ. Yazar bir orkestra şefi. Onun yaptığı seslerin accord’u!” diyen Lanson, kitabın okur üzerindeki etkisini şöyle dile getirir: “Her okuyucunun içinde önceden kendisine düşen müzik parçası vardır.

Amaç, zaten şarkıyı dinlemeye hazır olan okurun kalbini fethedip, müziği hissetmesini sağlamaktır. Bu başarıldığında gücün varlığı ortaya çıkar. Haliyle, “Okuyunuz, hissediniz. Okuduğunuz eserlere karşı aksülâmellerde bulununuz.” diyen Lanson’un ısrarını haklı buluruz. Sosyoloji ve edebiyat tarihi ile ilgili çıkarımların altı çizilecek kadar önemlidir. Edebiyat-hayat derken, sosyolojinin sağladığı katkılar azımsanmayacak kadar çoktur.

Mehmet Fuad Köprülü ve Cemil Meriç belirgin biçimde Gustave Lanson’dan etkilenmişlerdir. Nitekim Mehmet Fuat Köprülü 1913’te ülkemizde Lanson’dan ilk bahseden isimdir. Yani keşif ona aittir. “Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl” adlı makalesi tarihe geçecek kadar meşhurdur. Mehmet Fuat Köprülü’ye göre Fransız edebiyatı, çıkış noktası ve oluşumu, gelişimi göz önünde tutulursa Türk edebiyatından çok ayrı bir yerdedir. Farklıdır. Hatta zıttır.

Yazar hakkında çözümlemeler, özgünlük, şahaser-yazar ilişkisi dikkatle ve önemle irdelenmiş bu kitapta. “Vakıaların ve metinlerin mânâsını hemen daima zorlayarak genişletiyoruz. Hâlbuki onu bilakis büyük bir titizlikle daraltmalıyız.”. Cemil Meriç ise, Lanson’dan önemle aktarır: “Gözlemden vazgeçmek değil, aksine gözlemi derinleştirmek söz konusu.

Sosyoloji ve edebiyat tarihi arasındaki sıkı bağı şöyle çevirir okurlarına yazar: “Bir edebiyat felsefesi ister istemez, bir edebiyat sosyolojisi denemesidir. Apriori olmayan her genelleme ister istemez sosyolojiktir.” Evvela insan olmanın güzelliği öne çıkar. Sonra yazmak üzerine yine nefis bir Lanson tanımı: “Yazmak bir davete icabet etmektir. Eseri okuyucu ısmarlar. Farkında olmadan ısmarlar. Yazar sükse kazanmak için bunu yapmaz.

Edebî eserler, ilk okuyucular, eserin tarifi, edebiyat tarihi ve toplum, usûlün güçlükleri, parçadan bütüne, edebiyat tarihi çalışmalarının millî niteliği, objektiflik, subjektif bilginin sınırı, Cemil Meriç’e ait tercüme, orjinalinden çevirisi ile pek çok alt başlıkla çeşitlendirilmiş bu çeviri kitap, usûl araştırmaları yapan, merak dolu okur için kıymetli bir eser niteliğindedir.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

12 Nisan 2018 Perşembe

Kitaplar tehlikeli midir?

Kitaplar insanların kaderlerini değiştirir.
İnsanlar kitapların kaderlerini de değiştirir.
- C. M. Dominguez, Kâğıt Ev [sf.11, sf.69]

Her kitapsever dillendirmese de kitaplardan kurduğu bir dünyada yaşar. Kendisinden başka kimsenin giremediği bu dünyayı istediğince düzenler. Burası -muhtemelen- kitapseverin en huzurlu olduğu yerdir. Bazı ayrıcalıklı kişilerin bu dünyaya girmesine izin verilir lakin ne giren kişi bu dünyaya tam anlamıyla vakıf olabilir ne de ev sahibi gerçekten her şeyi tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Kitapsever tarafından inşa edilen kitaplık, içini detaylarıyla yalnızca inşa edenin bildiği çok odalı bir ev gibidir. Kitaplardan ev yapmak bir metafor olarak çok şey anlatıyor. Kitaplardan ev yapmayı soyut bir anlatım olarak değil de yaşanılan somut bir vakıaya dönüştürmek ise kulağa çılgınca geliyor. Duvarları tuğlalar yerine kitaplarla örülen bir çılgınlık! Kâğıt Ev böylesi bir çılgınlığın izini süren bir kitap. Jaguar Kitap etiketli Carlos Maria Dominguez’e ait eser Seda Ersavcı tarafından Türkçeye çevrilmiş. Doksan sayfalık küçük hacmine rağmen son derece yoğun bir içerik karşılıyor okuyucuyu.

Kitabın girişi oldukça çarpıcı. Akademisyen olan Bluma Lennon bir kitapevinden şiir kitabı alarak çıkar ve sokakta kitaba göz atarken bir arabanın altında kalarak ölür. Dominguez bu olayı aktardıktan sonra kitabın benzer olaylara malzeme olduğunu gösteren birkaç örnek daha sıralıyor ve kendi hayatından bir detayı aktarıyor: “Büyükannem ne zaman yatakta kitap okuduğumu görse bana, “Bırak şunu, kitaplar tehlikelidir,” derdi. Yıllarca bunu onun cehaletine verdim, ama zaman Alman büyükannemin bilgeliğini kanıtladı.”. Kitapla insan arasındaki ilişkiyi gösteren bu ‘olumsuz’ örnekler ve hatıra metin boyunca süren ama rahatsız etmeyen dozunda bir karamsarlığın işareti gibi. Sanırım hikâyeye hüznünü veren de, yapılan bu -gayriihtiyari- ilişkilendirme. Diğer taraftan, Bluma Lennon olayına kaza demek yerine “onu bir araba öldürdü, şiir değil” sözü farklı bir bakış açısını yansıtıyor. Belki de tehlikeli olan kitap değildir!

Carlos Maria Dominguez, Bluma Lennon ile aynı üniversitede öğretim görevlisidir ve kazanın ardından onun yerine geçmesi muhtemel kişilerden birisidir. Lennon’ın ölümünden sonra adına gelen postalardan birinde bir kitap çıkar. Çimento kalıntıları bulunan kitap Dominguez’i hem heyecanlandırır hem de merakta bırakır. Kitaptaki ithaf yazısı el yazısından tanıdığı Lennon’a aittir. İthaf edilen isimden hareketle Lennon’un arşivinden başlayarak kitabın hikâyesinin izini sürmeye başlayan Dominguez birkaç seyahat yapar. Bu seyahatleri sırasında tanıştığı ilginç kişilerden sıra dışı şeyler dinler. Her ne kadar anlatılanların odak noktası kitap olsa da buradaki en önemli etken insandır. Yazar, öğrendiklerinin üzerindeki etkisini, “öğrendiklerimi kimseye anlatmaya cesaret edemedim; şu an yazıyor olmamın tek sebebi ise hâlâ olanları anlamaya çalışmamdır” şeklinde özetliyor.

Kitapta salt bir öykü ya da hikâye anlatılmıyor. Dominguez ele aldığı olaya düşüncelerini de ekleyerek yeni bir boyut kazandırıyor ve meselenin arka planını görmeye çalışıyor. Yaptığı ziyaretlerde insanlar için kitabın ne anlama gelebileceğini ve kitabın yaşam içerisinde kapladığı yeri görme şansını yakalayan yazar özeleştirisini de yapmayı ihmal etmiyor. Süreç içinde kitaba bakış açısının değişmesi kitaba dair farkındalığını arttırıyor diyebiliriz. Seyahati sırasında tanıştığı kişilerden birinin anlattığına göre kitapla ilgilenen iki çeşit insan vardır; “koleksiyoncular ve okurlar”. Bu bağlamda kitaba sahip olmanın anlamı, kitap okuma biçimleri, kitap okurken önemli görülen satırların altının çizilmesi veya kenarlarına not düşülmesi gibi konular kişiden kişiye önemli farlılıklar gösterebiliyor. Yazılanları okurken kitapseverler tarafından bir fetişizme dönüştürülen bu konuların abartılıp abartılmadığını düşünmeden edemiyorsunuz. Bu bağlamda temel soru ya da sorunlardan ilki, kitabın biriktirilmesi mi yoksa okunması mı gerektiği şeklinde kendini gösteriyor fakat “çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zor” olduğundan gerekli olanlar ile gereksiz olanların ayrıştırılması bir başka sorunu ortaya çıkarıyor. Konu derinleştikçe kitaba düşkünlüğün boyutlarına dair yazarın izlenimleri oldukça ilgi çekici hâle geliyor. Örneğin bazı insanların sahip oldukları kitapları sergilemekten mutluluk duyması, kitaplarının miktarı ya da baskı özellikleriyle gururlanması ve itibar devşirmeye çalışması bu ilginç detaylardan bir kaçı.

İnsani eğilimlerin kitabın merkeze alınarak anlatıldığı bir eser olan Kâğıt Ev oldukça saçaklı ve dağınık bir anlatım örgüsüne sahip. Okuyucu farklı açılardan birçok karakterin yansımasına tanık oluyor. Bu karakterlerin ortak noktasını, kitapların bir şekilde hayatlarını değiştirecek şekilde etkilemesi şeklinde özetleyebiliriz. Kitapta, İngiltere, Brezilya ve Uruguay arasında gerçekleşen seyahati yazarın içsel bir yolculuğu olarak okumak da mümkün. Dominguez’in, teorik alana sürüklemediği akıcı düşüncelerinin yanında psikolojik bunalımla boğmayı denemediği duygularını gizlememesi hikâyeye ayrı bir yoğunluk ve tat katıyor. Bu açıdan yazarın yormayan üslubu ve özenli çevirinin eseri kolay okunur hale getirdiğini belirtmeliyim. Kitabın sonunda peşinden gidilen hüzünlü hikâyeye dair yazarın öngörüleri dışında net bir sonuca ulaşılamıyor fakat her kitapseverin kendinden bir şeyler bulacağı muhakkak.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

İç dünyamızı dış gerçekliklere rağmen sağaltmaya çalışmak

"Okula giderek eğitimime bir süre ara vermek zorunda kaldım."
- Bernard Shaw

Faulkner gibi en iyi ihtimalle lise yıllarında okulun hiç de ilginç bir şey olmadığını akıl edip bırakmalı, kendi yolumu çizmeliydim. Ama bu istidada eğitim maceramın hiçbir döneminde erişemedim. Sussam gönül razı değil, konuşsam olmaz. Ama en azından şunu söylemeliyim. Niteliksiz eğitim, eğitim hakkının ihlalidir.

Delikanlı çağımızı feda etmek uğruna, hem de tüm mahrumiyetine rağmen uzun yollar kat ederek kapısına vardığımız yitik bir kentin edebiyat fakültesi bize ne Oğuz Atay’ı ne Sabahattin Ali’yi ne Kemal Tahir’i sundu. Ne Faulkner’ı ne Rimbaud’u ne Rilke’yi sundu. Kapısına ram olduğumuz akademi bize Türk Edebiyatı diye olmadık şeyler anlattı durdu. İlk köy romanı realitesi diye Karabibik diye bir eser okuduk mesela. Bir çift öküz edinmeye çalışan tek çocuklu dul bir çiftçinin başından geçenler anlatılıyordu kısaca. Ve roman çok ilginçtir ki tam da şöyle başlıyordu.

hakikiyun mesleğinde yazılmış bir roman mütalaa etmemişseniz işte size ben bir tane takdim edeyim.

Dünya kadar derdi olan bir coğrafyanın en gözde edebiyatçılarından biri hakikiyun diye bize gevezelikler anlatıyordu. Ve acı gerçekle yüzleşmem gerekti. Demek ki fakülte bizi uyandırmak için değil uyutmak içindi ve haliyle dersleri boşladım. Şimdilerde yaşım otuz üç ve Ferit Edgü’nün Hakkâri’de Bir Mevsim adlı romanını okuyunca son zamanlarda Türk Edebiyatında bu kadar hakikiyun bir roman okumadığımı fark ettim. İşte bu uzun girizgâh 1976 yılında basılan bu eşsiz roman içindi. Böylesi bir roman dururken hakikiyun diye Karabibik’ten bahsetmek bence cinayet masasının konusu olmalı.

İlk olarak “O” adıyla basılan kitap İshak’ın yazarı Onat Kutlar tarafından senaryolaştırılıp filmi yapılınca “Hakkâri’de Bir Mevsim” olmuş ve şimdilerde otuz dördüncü baskısıyla Sel Yayınları'nda.

Dilini ve kültürünü hiç bilmediği bir köye öğretmen olarak atanan anlatıcının insanlarla iletişime geçme çabaları ve kendine yeni yaşam yolları denemesini anlatıyor kitap. Şehir hayatının debdebesinden küçük bir köyde yaşama tutunurken sadeleşmesi ve iyileşmesini anlatıyor bize. Bir kere sanılanın aksine hiç de yadsımaz köyü anlatıcı, reddetmez. Bütün doğallığıyla ve merhametiyle hemen bir bağ kurar o insanlarla. Oradan kaçmak gibi bir lüksü varken onları anlamaya çalışır. İlginç şekilde köye nasıl geldiğini de bilmez anlatıcı. Rüyayla gerçek arasında bir yerlerdedir. Bu yanıyla romanda bir Borges havası yok değil. Gerçeklik algımızla oynar anlatıcı. Çünkü gerçek olamayacak kadar ironik bir durumun tam ortasına düşmüştür.

Uzun gecelerde, yalnızlığın gecelerinde bir de bakarsın ki dilinden anlamadığın kitap, sizin dilinizden anlamaya başlamış ve size açılıyor” der bir yerinde anlatıcı. Duymak isteyene bir çift kulak yeter de artar çünkü. Duymak istemeyenin yüz kulağı olsa ne yazar?

Romanın dili oldukça şiirsel ve mensur diyebileceğimiz biçimde yazılmıştır. Ayrıca yazarın ressam kimliğinden de olsa gerek karlı ve yüksek tepelerin tasvirleri öylesine canlı ki görsel bir dil hâkim olmuş romana. Az kelimeyle çok şey anlatmaya çalışmış Ferit Edgü. Çehov’un “vaktim olsaydı daha kısa yazardım” sözünü burada anmazsak olmaz herhâlde.

Bireyin varoluşsal meselesini coğrafi bir kasvetin de getirdiği baskı altında sorgulaması alabildiğine gerçek alabildiğine hüzünlü bir kurgu. İç dünyası ile dış gerçeklik arasında gelgitler yaşayan bir öğretmenin kendini karlı kaplı dağlar arasında bulduktan sonra en çok da kendini sağaltmak için giriştiği aynı zamanda da oldukça insani olan mücadele takdire şayan. Bu açıdan ideolojilerin kör ettiği gözleri açacak çok unsur barındırıyor roman. İşte insanını kendine dert edinmiş bir zihnin kalemin dökülecek roman budur diyesim geliyor. Üçüncü dünya aydınının ise bize sunacağı romanlar maalesef topyekûn müfredatta. Toplum gerçekleri ayan beyan ortada dururken, çarpık bir modernleşmenin bütün problemlerini her hücremizde hissederken anlatılacak meseleler hassas gözlerin ve kalplerin ilgisine muhtaç. Bir roman çağına bir şey katmıyorsa onu neden okuyalım ki?

Kenan Yusuf Taşkın
twitter.com/knnysf

11 Nisan 2018 Çarşamba

Serçe yüreklilere ses

Az cümlelerle çok şey anlatılabilir mi? Dev bir cüssede, serçe yürek olur mu demeyin, kimsenin anlamadığı bir dili konuşan, sırf anlatmak için giden ve dönmeyenlerin hikâyesi... Yozgatlı öykücü Ercan Köksal, pek çok dergide öyküsü yayımlanan ve bu yolda emin adımlarla ilerleyen bir öykücü. Ocak 2018’de raflarda yerini alan bir öykü kitabıyla okuruna sesleniyor.

Komik İnsanlar Fotoğrafhanesi ve Sahneler adlı iki ayrı bölümden oluşan kitabın naif bir ismi var. Kesit Hikâye’den hoş bir kapakla öyküseverlere seslenen Ercan Köksal, kızı Elif’e ithaf etmiş bu kitabı. Adı: Serçe Yüreği. Çocuklara ve yetişkinlere dair pek çok mesajı içermekte. Mesela, “Figüran” öyküsündeki yer yer psikolojik olarak tahribata uğrayan kişi kendini ispatlamak, işe yaramak için çabalamaktadır. “İşte böylelikle ölmeye küçükten başlamış oldum. Annem bana “Seni işe yaramaz!” demişti, ama işe yarıyordum. Hiç değilse esas oğlan beni vurduğunda yere düşüyor, karşılığında bir onluk alıyordum. Bu da önemli bir iş sayılmaz mıydı?”. Hikâye kişisinin “Böylece ölümle kardeş oldum” itirafı artık kendi içinde bulunduğu durumu yadırgamayan, kabullenmiş bir insan halidir. Kendi ölümüne en sonunda inandırılmış, ölü kalan bir figüranı tanıyoruz bu öyküyle.

Herkesin bir hikâyesi vardır” diyen anlatıcının, bir bildiği vardır diye düşünüyoruz. “Yazdığım satırları ne için ve kimin için yazıyordum? Yazmak kendimi tatmin etmekten başka hangi yüce davaya hizmet ediyordu?” diyerek kendini sorgulayan yazarın, öykü kişisiyle didişmesine ne demeli? Sonuçta hikâye dediğimiz yazı türü zor, öyle kolay yazılmıyor, dedirten türden bir sonuca varıyoruz. Evet, cinayet işleyen baba figürü mü istersiniz, hayat her haliyle Köksal’ın hikâyelerinde, gerçekçi işlenmiş. Hüzün ve çocuklar, bazen havuzdan çıkmış bir ölü minik beden, beş çocuğun ona bakıp kalması. İnsan hayatındaki bazı katı ve öylesine geçiştirilemez anların, o acımasız ağırlığını taşıyan hikâyeler. “Söylenemeyen Acı”... Bir torbaya neler sığmaz ki? sorusuyla düşündürüyor okuru yer yer, “Torbaya Sıkıştırılmış Umutlar” hikayesinde. “Babanın Vurduğu Yerde Gül Biter” de ya haksızlıklar? Büyüklerin anlayıp dinlemeden çocukları cezalandırış şekilleri dikkatimizi çekiyor. Yine minimal diyebileceğimiz bir hikâyesiyle Ercan Köksal, “Ardından bir Çığlık” diyor. Günahsız çocukların baba dikkatsizliğine kurban gitmesi, hayli acıklı ve düşündürücüdür. Gitmeler, karlar içinde rüyasına koşanlar, eski bakkallar, ağlayan sümüklü çocuklar ve bitmeyen “Umutsuz Bekleyiş”...

Hamza’nın Heybesi” çerçi geleneğinin eşeğiyle birlikte yok oluşu ve AVM gerçeğimiz mizahi bir dille ele alınmış yazar tarafından. Nerede o eski köy köy dolaşan çerçiler? Biz niye AVM’lere dadandık? Sorular birbirini kovalıyor. Belki “Ahlât Ağacı” ahlât, kan, toz şeker çağrışımlarıyla gövdesi toprağa karışan ağaçların hikâyesi.

Türk Ali’nin okuyamadığını, Rum Aleksi çözer. Tezat gibidir. Oysa sadece “Ali olmak”, yetmemektedir. "Kendi geçmişini, dilini, geleneğini ne kadar muhafaza etmiştir Ali?" sorusunu düşünmeye başlamışken, “Burada Dua Yok” eski çeşme kitabesi, aslında Anadolu’nun kültürel zenginliklerine işaret eder. İşaretleri takip etmek cevapları bulmak demektir nihayetinde.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

Babalar, oğullar ve kapanmayan hesaplar

"Yazdıklarım seninle ilgiliydi, orada senin göğsünde yakınamadıklarımdan yakınıyordum yalnızca."
- Franz Kafka, Babaya Mektup

Übermensch, yani ilkel baba, Freud'a göre hükmedici bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla da narsisistiktir. Nietzsche'nin 'gelecekte beklediği' baba figürü ise çocuklarının hayatına en az müdahele edecek bir yerde duran, onay beklemeyen ve hem kendisine hem de çevresine özgürlük aşılayan bir figürdür. O baba gelmiş midir bilemeyiz, muhakkak gelmiştir, ancak her toplumun ortaya çıkardığı yalın bir 'baba' mevcuttur. Bizim toplumumuzda bu baba, Freud'un bahsettiği 'ilkel baba'ya çok benzer. Özellikle erkek çocuklar ile babaları arasındaki iletişimde ya da iletişimsizlikte bu baba figürünün kusurlarını, etkilerini ve meydana çıkan sorunları görürüz.

Gaye Boralıoğlu'nun son romanı Dünyadan Aşağı, Hilmi Aydın karakterinin eşliğinde bize işte bu 'asırlık problemi' yaşatıyor. Kitabın, Özge Dirik'e ait epigrafı çok şey söylüyor: "Bir çocuğu kemiren ya bir babadır ya da yokluğu."

Hilmi Aydın, bildiğimiz otoriter baba figürünü reddediyor. Ergenliğinden itibaren başlayan bu reddedişin kökeninde babasının yol arkadaşı değil barikat oluşu var, tıpkı Kafka'nın babasına yazdığı mektuplardan birinde söylediği gibi: "Tek ihtiyacım olan şey ufak bir cesaretlendirme, arkadaşlık, biraz yoldaşlıktı. Sense her zaman yoluma engeller koydun.". Babasına itaat etmeyen Hilmi, kendine başka bir yol çizse de, türlü zevklerinin ve zaman zaman 'uçkuru'nun peşinden gitse de döner dolaşır ve babasından 'intikam' almanın yolu olarak onun silahını bulur: Babasının yıllarca işlettiği meşhur lokantayı yeniden ayağa kaldırmak. 'Öteki taraf'a çoktan gitmiş babasını kıskandıracak, delirtecek kadar. Bunu yaparken kimsenin okumadığı, basılmamış bir kitap yardım eder ona: Sırlar. Bu kitap, Hilmi Aydın'ın babasının yazdığı bir kitaptır. Yaptığı birçok yemeğin sırlarıyla birlikte mahremini de yazmıştır sayfalar boyunca. Çok eski bir Rum yemeğini kıvama getirirken, oğlunun bir türlü istediği kıvama gelemeyişindne dem vurur çokça. Hilmi intikam peşinde ya, her tarife küçücük bir ekleme yapıp tamamen o tarifi sahiplenmek ve böylece babasının tarifini tarihe gömmeyi arzu ediyordu. Böylece çevresindeki herkesin kendi istediği gibi yaşamasını ve her şeyin kendi istediği gibi olmasını istediği babasına sağlam bir cevap verecekti. Hesap kabarıktı: "Babamın sevdiği bir yemeği yaparken gösterdiği itinayı hatırlıyorum. Sebzeleri okşar gibi tutar, neredeyse canları acımasın diye yumuşacık hareketlerle soyar, sanat yapıyormuş gibi pişirmeye hazırlardı. Tencereye bir şeyler dizerken, yemeği karıştırırken, küçük bir kaşıkla üfleye üfleye tadına bakarken dikkati bütünüyle yaptığı işin üzerindeydi. Oysa bana bakarken hep aklı başka yerdeydi. Kafasının gerisinde bir olması gerekenler zinciri vardı ve daima o zincirin hangi halkasına tutunduğumu test ederdi."

Nihan, Hilmi'nin büyük sevdası. Evlenmiş, boşanmış çünkü onu Mine'yle aldatmış. Hilmi'ye göre bu aldatış erkek aklının ve gönlünün bir neticesi. Erkek aklına her şey girebilir, erkek gönlü her şeye kayabilir. Türlü türlü denemelerle yeniden Nihan'ın kalbini çalmak istiyor Hilmi. Denemeleri tam bir yere gelecekken ansızın kopuveriyor. Çünkü tıpkı babası gibi patavatsız, kibirli ve her zaman kendini haklı buluyor. Aslında babasıyla yaşadığı problemler sebebiyle saygı duyulmaya, varlığını hem ekonomik hem de sosyal manada ispat etmeye çok ihtiyacı var. Bu ihtiyaçlar giderilmeyince, bir de üstüne Hilmi'nin cinsel arzuları tetiklenince Nihan ve Mine dışında birkaç kadın daha giriyor Hilmi'nin hayatına. Aslında buna girmek de denilmez, uğruyorlar sadece.

Fazıl Hoca, Hilmi'nin manevi arayışında tabiri caizse bir rehber. Kimi zaman rahatlatıcı kimi zaman sarsıcı. Hilmi artık bu 'boş' hayatını bir hâli yoluna koyup hakikat yolunun yolcusu olmak istese de nefsi peşini bırakmıyor. Tam bir şeyleri yoluna koyacakken arzuları ve istekleri yakasından düşmüyor. Buna rağmen Hilmi de vazgeçmiyor. Fazıl Hoca sevap-günah matematiğini etkileyecek misaller aktarıyor: "Kimi sevaba on katı, kimi sevaba yüz, kimine yedi yüz katı rahmet verir. Kişiye, niyete, vaziyete bağlıdır. Nitekim sevap ve günah miktarını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıkları ve ahiretteki zamanları ve dünyanın yaradılışını ve mahlukların sayısını bildiren rakamlar, miktar sayısını göstermek için değil, miktarların çokluğunu anlatmak içindir. Kuyuya inerek susuz bir köpeğe ayakkabısıyla su veren fahişe bir kadının cennete, evinde bir kediyi aç bırakıp ölümüne sebep olan kadının da cehenneme gittiğini beyan buyuran hadisler vardır."

Gaye Boralıoğlu roman boyunca psikolojik atıflarda bulunuyor ve bu atıflar bir baba-oğul ilişkisinin en kritik boyutlarına işaret ediyor. Kurgunun akıcılığı ve romanın sonuna yaklaştıkça her şeyin berraklaşmak yerine sürprize dönüşmesi, okuyucuyu fazlasıyla tatmin edecektir. Edebiyatın 'hayata katlanabilme' direnci vermesine dair bir metin var bu romanda. Yazar, roman karakteri üzerinden "eğer bu dünyaya tutunabildiysem, bir ölçüde kibrim ve çokça yazma yeteneğim sayesindedir" derken kendi tavrını ortaya koyuyor. Kaygısı yok, hiddeti var: "Edebiyatın gerçekle işi yoktur. İçinde gerçeği barındırsa bile edebiyat bir dünya tasavvurudur ve her tasavvur gibi özneldir."

Dünyadan Aşağı; psikolojik tarafıyla baba-oğul ilişkisini tüm gerçekçiliğiyle ortaya sererken bizlere çok özgün bir kurgu dersi de veriyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf