11 Nisan 2018 Çarşamba

Babalar, oğullar ve kapanmayan hesaplar

"Yazdıklarım seninle ilgiliydi, orada senin göğsünde yakınamadıklarımdan yakınıyordum yalnızca."
- Franz Kafka, Babaya Mektup

Übermensch, yani ilkel baba, Freud'a göre hükmedici bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla da narsisistiktir. Nietzsche'nin 'gelecekte beklediği' baba figürü ise çocuklarının hayatına en az müdahele edecek bir yerde duran, onay beklemeyen ve hem kendisine hem de çevresine özgürlük aşılayan bir figürdür. O baba gelmiş midir bilemeyiz, muhakkak gelmiştir, ancak her toplumun ortaya çıkardığı yalın bir 'baba' mevcuttur. Bizim toplumumuzda bu baba, Freud'un bahsettiği 'ilkel baba'ya çok benzer. Özellikle erkek çocuklar ile babaları arasındaki iletişimde ya da iletişimsizlikte bu baba figürünün kusurlarını, etkilerini ve meydana çıkan sorunları görürüz.

Gaye Boralıoğlu'nun son romanı Dünyadan Aşağı, Hilmi Aydın karakterinin eşliğinde bize işte bu 'asırlık problemi' yaşatıyor. Kitabın, Özge Dirik'e ait epigrafı çok şey söylüyor: "Bir çocuğu kemiren ya bir babadır ya da yokluğu."

Hilmi Aydın, bildiğimiz otoriter baba figürünü reddediyor. Ergenliğinden itibaren başlayan bu reddedişin kökeninde babasının yol arkadaşı değil barikat oluşu var, tıpkı Kafka'nın babasına yazdığı mektuplardan birinde söylediği gibi: "Tek ihtiyacım olan şey ufak bir cesaretlendirme, arkadaşlık, biraz yoldaşlıktı. Sense her zaman yoluma engeller koydun.". Babasına itaat etmeyen Hilmi, kendine başka bir yol çizse de, türlü zevklerinin ve zaman zaman 'uçkuru'nun peşinden gitse de döner dolaşır ve babasından 'intikam' almanın yolu olarak onun silahını bulur: Babasının yıllarca işlettiği meşhur lokantayı yeniden ayağa kaldırmak. 'Öteki taraf'a çoktan gitmiş babasını kıskandıracak, delirtecek kadar. Bunu yaparken kimsenin okumadığı, basılmamış bir kitap yardım eder ona: Sırlar. Bu kitap, Hilmi Aydın'ın babasının yazdığı bir kitaptır. Yaptığı birçok yemeğin sırlarıyla birlikte mahremini de yazmıştır sayfalar boyunca. Çok eski bir Rum yemeğini kıvama getirirken, oğlunun bir türlü istediği kıvama gelemeyişindne dem vurur çokça. Hilmi intikam peşinde ya, her tarife küçücük bir ekleme yapıp tamamen o tarifi sahiplenmek ve böylece babasının tarifini tarihe gömmeyi arzu ediyordu. Böylece çevresindeki herkesin kendi istediği gibi yaşamasını ve her şeyin kendi istediği gibi olmasını istediği babasına sağlam bir cevap verecekti. Hesap kabarıktı: "Babamın sevdiği bir yemeği yaparken gösterdiği itinayı hatırlıyorum. Sebzeleri okşar gibi tutar, neredeyse canları acımasın diye yumuşacık hareketlerle soyar, sanat yapıyormuş gibi pişirmeye hazırlardı. Tencereye bir şeyler dizerken, yemeği karıştırırken, küçük bir kaşıkla üfleye üfleye tadına bakarken dikkati bütünüyle yaptığı işin üzerindeydi. Oysa bana bakarken hep aklı başka yerdeydi. Kafasının gerisinde bir olması gerekenler zinciri vardı ve daima o zincirin hangi halkasına tutunduğumu test ederdi."

Nihan, Hilmi'nin büyük sevdası. Evlenmiş, boşanmış çünkü onu Mine'yle aldatmış. Hilmi'ye göre bu aldatış erkek aklının ve gönlünün bir neticesi. Erkek aklına her şey girebilir, erkek gönlü her şeye kayabilir. Türlü türlü denemelerle yeniden Nihan'ın kalbini çalmak istiyor Hilmi. Denemeleri tam bir yere gelecekken ansızın kopuveriyor. Çünkü tıpkı babası gibi patavatsız, kibirli ve her zaman kendini haklı buluyor. Aslında babasıyla yaşadığı problemler sebebiyle saygı duyulmaya, varlığını hem ekonomik hem de sosyal manada ispat etmeye çok ihtiyacı var. Bu ihtiyaçlar giderilmeyince, bir de üstüne Hilmi'nin cinsel arzuları tetiklenince Nihan ve Mine dışında birkaç kadın daha giriyor Hilmi'nin hayatına. Aslında buna girmek de denilmez, uğruyorlar sadece.

Fazıl Hoca, Hilmi'nin manevi arayışında tabiri caizse bir rehber. Kimi zaman rahatlatıcı kimi zaman sarsıcı. Hilmi artık bu 'boş' hayatını bir hâli yoluna koyup hakikat yolunun yolcusu olmak istese de nefsi peşini bırakmıyor. Tam bir şeyleri yoluna koyacakken arzuları ve istekleri yakasından düşmüyor. Buna rağmen Hilmi de vazgeçmiyor. Fazıl Hoca sevap-günah matematiğini etkileyecek misaller aktarıyor: "Kimi sevaba on katı, kimi sevaba yüz, kimine yedi yüz katı rahmet verir. Kişiye, niyete, vaziyete bağlıdır. Nitekim sevap ve günah miktarını, göklerin büyüklüğünü, uzaklıkları ve ahiretteki zamanları ve dünyanın yaradılışını ve mahlukların sayısını bildiren rakamlar, miktar sayısını göstermek için değil, miktarların çokluğunu anlatmak içindir. Kuyuya inerek susuz bir köpeğe ayakkabısıyla su veren fahişe bir kadının cennete, evinde bir kediyi aç bırakıp ölümüne sebep olan kadının da cehenneme gittiğini beyan buyuran hadisler vardır."

Gaye Boralıoğlu roman boyunca psikolojik atıflarda bulunuyor ve bu atıflar bir baba-oğul ilişkisinin en kritik boyutlarına işaret ediyor. Kurgunun akıcılığı ve romanın sonuna yaklaştıkça her şeyin berraklaşmak yerine sürprize dönüşmesi, okuyucuyu fazlasıyla tatmin edecektir. Edebiyatın 'hayata katlanabilme' direnci vermesine dair bir metin var bu romanda. Yazar, roman karakteri üzerinden "eğer bu dünyaya tutunabildiysem, bir ölçüde kibrim ve çokça yazma yeteneğim sayesindedir" derken kendi tavrını ortaya koyuyor. Kaygısı yok, hiddeti var: "Edebiyatın gerçekle işi yoktur. İçinde gerçeği barındırsa bile edebiyat bir dünya tasavvurudur ve her tasavvur gibi özneldir."

Dünyadan Aşağı; psikolojik tarafıyla baba-oğul ilişkisini tüm gerçekçiliğiyle ortaya sererken bizlere çok özgün bir kurgu dersi de veriyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

9 Nisan 2018 Pazartesi

Söz uçar yazı kalır

Türk edebiyatında öykü, roman ve deneme kitaplarıyla sıklıkla karşılaşmak mümkün lâkin söyleşi kitapları konusunda aynı durumdan söz etmek pek de mümkün görünmüyor. Yazarların yarattıkları kahramanlardan, kurguladıkları dünyalardan daha çok kendi öz benliklerine dair yolculuğa çıkmak isteyen okur için söyleşinin yeri hep ayrı olmuştur. İş Bankası Kültür Yayınları’nın seri hâlinde yayımladığı söyleşi kitapları okurun ilgisini çekmişti. Attila İlhan, İlhan Berk, Muazzez İlmiye Çığ başta olmak üzere birçok tanınmış simayı bilinmeyen yönleriyle de tanıma fırsatı buldu okuyucu. Onur Ünlü ile yapılan söyleşi de Sel Yayıncılık’tan yakın bir zamanda çıktı. Sabahattin Ali’yi, Yaşar Kemal’i, Ahmet Arif’i de yine kendileriyle yapılmış söyleşi kitapları aracılığıyla daha iyi tanıdık ancak belirli bir konuda birçok farklı ismi bir araya toplayan derli toplu söyleşi kitaplarımızın sayısı bir elin beş parmağını geçmez. Bu alandaki en doyurucu kitap Sema Aslan’ın Benim Kitaplarım adıyla Doğan Kitap’tan çıkmış ve otuz beş ünlü ismin kütüphanesini evlerimize kadar getirmişti. Şimdi de elimizde Nedim Gürsel’in Söz Uçar adlı çalışması bulunuyor. Söylenen hiçbir sözün uçmayarak yazıya geçirilip raflardaki yerini almış olması da okur için ayrıca büyük bir sevinç…

Daha önce Yüzyılın Sonu adıyla okuduğumuz kitap, genişletilmiş baskısıyla geçtiğimiz ay Doğan Kitap’tan çıktı. Söz Uçar adıyla yayımlanan kitapta daha önceki baskılarda olduğu gibi Jorge Semprun, Juan Goytisolo, Nathalie Sarraute, Etiemble, Alain Bosquet, Lawrence Ferlinghetti, Yaşar Kemal, Mahmut Derviş ve Abidin Dino ile Gürsel’in çeşitli zamanlarda yaptığı söyleşiler yer alıyor. Ayrıca bu yeni basımda, iki büyük sürpriz daha bekliyor okuyucuyu. Bunlardan ilki Gürsel’in Paris’te ünlü halkbilimcimiz Pertev Naili Boratav ile yapmış olduğu söyleşi. Bu röportajda Boratav’ın halk edebiyatı ile ilgili görüşlerini okurken Köroğlu ve Karacaoğlan üslûbu hakkında daha da çok bilgi sahibi oluyoruz. Gürsel, sorularını sorarken okuyucuyu bilgilendirdiği kadar karşısındaki ünlü isimlerin de daha çok bilgi vermelerini teşvik ediyor. Boratav’a ezberden şiir okutuyor meselâ. Boratav; tüm yaşamını halk kültürünü, halk geleneklerini araştırmaya adamış bir insandı. Aydın denilen zümrenin; içerisinde yaşadığı halkın yaşantısını bilmiyor olmasının büyük bir eksiklik olduğunu şu sözleriyle dile getirmektedir: “Nasıl aydınımız, sanatçımız batı edebiyatını bilmekle kendi yaratıcılıklarını artırabilirlerse; aynı şekilde bizim halk geleneğimizi öğrenmek, bilmek suretiyle de kendi kültür güçlerini de arttırabilirler, yani Türk masallarını okumak, Türk türkülerini dinlemek, Türk destanlarını okumak Victor Hugo’yu okumak gibi bir şey.

Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal’in halk geleneğini, kalemlerine çok iyi bir şekilde yansıttığını söyleyen Boratav, geleneklerin ve inançların yazar tarafından bilinmesi gerektiğini ancak halk kültürünün idealize edilmesinin de yanlış bir tutum olduğunu aktarıyor. Halka inmek ve halk dilinden konuşmak ile halkı kimi zaman halka rağmen savunup yükseltmek bu bağlamda değerlendirilebilir.

Kitaba eklenen bir diğer yeni söyleşi ise Berlin’de Alman yazar Peter Schneider’le yapılmış. Berlin ile hesaplaşan bir yazarın duvarları yıkmak adına kaleme aldığı eserleri, söyleşinin odak noktasını oluşturuyor. Berlin Duvarı’nın yıkılmasına rağmen hayatlarımızdaki duvarların yıkılmadığını belirten Schneider’i, Gürsel’in soruları eşliğinde okumak ayrı bir haz veriyor.

Söyleşi yapma amacının ortak duygu ve düşüncelerin buluşmasını sağlamak olarak açıklayan Gürsel, çalışmasıyla ilgili olarak: “Bu söyleşilerin ayrıntılara yönelen, yazın-toplum-siyaset-kültür arasındaki ilişkileri irdelerken dünyamızın sorunlarına da açılan niteliği, sanıyorum günümüzde de geçerliliğini koruyor. Konuştuğum kişilere yalnızca soru sormakla yetinmediğimi, yapıtlarını çözümleyici bir yaklaşımla ele alarak onları okurların gözünde daha anlaşılır ve görünür kılmaya çabaladığımı özellikle belirtmek isterim.” demektedir.

Kitapta birbirinden farklı kültür coğrafyalarından gelen yazar ve sanatçıların görüşlerini; yaşamlarını anlamlandıran olayları okurken bu sanatçıların renkli yaşamlarına da yeni bir kapı açmış oluyoruz.

Nedim Gürsel’in İspanyol yazar Juan Goytisolo ile yaptığı söyleşide yazara olan hayranlığını görebiliyoruz. Gürsel zaten bir konuşmasında Goytisolo için şunları söylüyor: “Kendisiyle Saraybosna bombalar altındayken de birlikteydim. O yolculuk dönüşü hem milliyetçiliği eleştiren hem de benim gibi ülkesinin dışında ama anadilinde yaşayan bir yazar için çok anlamlı şu cümleyi söylemişti: ‘Uzun yıllar İspanyolca konuşmadım. Bu, İspanyolca yazmamı kolaylaştırdı. İspanyolcaya daha yoğun bir ilgi duymama yol açtı. Anadilimin konuşulmadığı ülkelerde yaşayıp İspanyolca yazdığım için kendi dilimi, kendi üslubumu bulabildim.’ Juan Goytisolo’nun bu sözleri benim yazarlık serüvenimi de özetliyor bir bakıma. Kendisinden çok şey öğrendim. Bu nedenle onu dostluk ve sevgiyle anıyorum.

İstanbul’da, Menekşe’de Yaşar Kemal ile yapılan söyleşi ise kitabın en çok ön plana çıkan söyleşisi diyebiliriz. Yaşar Kemal’in romanlarını yazarken esinlendiği efsaneler, destanlar ve halk hikâyeleri hangileridir, gelenekleri ne derece romanlarına sirâyet ettirmektedir gibi sorulara verdiği samimi yanıtlar, sizi ünlü yazarla karşılıklı konuşur gibi hissettirecektir. Alageyik efsanesinden, motiflere, düşlerden, mitolojiye değin Yaşar Kemal ile yapılmış en derin söyleşi olarak kabul edebiliriz bunu. Öyle ki Yaşar Kemal, Ölmez Otu’ndaki Medimik’in mitinden söz ederken; ne ölçüde gerçek dünyada yaşıyoruz, ne ölçüde yarattığımız mit içinde yaşıyoruz, diye sormayı da ihmâl etmiyor. Hatta sınırın belli olmadığı ve iç içe girmiş olan düş ile gerçeğin birbirinden ayırt edilmesinin imkânsızlığına da vurgu yapıyor ve şunları da ekliyor konuşmasına: “İnsanların ikinci bir dünya yaratmadan yaşadıkları daha görülmemiş yeryüzünde. Doğum ve ölüm oldukça, insanoğlu bir karanlıktan başka bir karanlığa gittikçe sürecek, bu.

Gürsel’in; Hippi akımının öncülerinden şair Lawrence Ferlinghetti ile San Francisco’da, ünlü İspanyol yazar Jorge Semprum ile Madrid’de, Filistinli şair Mahmut Derviş’le Paris’te yaptığı söyleşiler de okurun bir hayli ilgisini çekecek. Gürsel, röportajları sayesinde okuyucunun söz konusu şairlerin ve yazarların eserlerini de çözümlemesine imkân sağlıyor. Yüzyılın önemli yazarlarının, okurun gözünde daha çok görünür olmasını isteyen Gürsel, yazarlarla edebiyat ve siyasete dair birçok önemli meseleyi söyleştiği çalışması sayesinde; söz uçar; yazı kalır, bu yüzden bu söyleşilerin de geleceğe kalmasını ümit ettiğini, belirtiyor.

Kitabı okurken kirlenen dünyamıza bir kez daha bakıp XX. yüzyılın yazarlarının hayata bakış açılarıyla içerisinde bulunduğumuz XXI. yüzyılı yeniden kurmanın mümkün olup olmadığını sorguluyoruz. Kitabın satır aralarından çıkaracağımız yanıtlar ise sadece günümüzü değil önümüzdeki gelecek günleri de aydınlatacak güce sahip…

Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com

6 Nisan 2018 Cuma

Görünüyorum, o halde yokum

İnternet çağı, teknoloji çağı, bilgi çağı… Yaşadığımız çağı ifade etmeye çalışırken en çok kullandığımız kelime öbeklerinden birkaçı. Tabii ki her çağın kendine has özellikleri olduğunu kabul ediyor olsak da, özellikle sanayileşmenin başladığı zamanlardan bu yana durumun ‘insanlar’ için hayra gittiğini pek söyleyemeyiz. Tabii salt kalıplaşmış şekilde teknoloji çok kötü, en iyisi eski zamanlar, gibi cümleler kuracak değilim; ancak çağın götürdüklerini hesaplayıp insanların bu durumlara karşı nasıl tavır aldıklarını/almadıklarını eleştirebilirim. Sadece insanların değil, aynı zamanda devletlerin, sistemin, kapitalizmin, adına her ne dersek. Bu eleştirilecek özelliklerin en başta gelenlerinden biri şeffaflık arzusu. Şeffaf olma arzusu. Kendini gösterme uğraşı, hatta giderek büyüyen bir narsisizm. İnternet ve sonrasında da sosyal medyanın bu kadar büyümesiyle daha da artan bu istek, yaş farkı göstermeden herkesin üzerine çökmüş durumda. Yaptığımız en basit işten en komplike işlere kadar kendimizi tamamen şeffaflaştırıp, üzerimizdekileri soyup meydana çıkmadan ‘var olduğumuzu’ sanki kanıtlayamıyoruz artık. Cep telefonu kullanmayan insanlara, sosyal medyalarda görünmeyenlere birer meczup gözüyle bakılıyor. Bir telaş var ortada, kendimizi göstermek, şeffaf olmak telaşı. Tabii ki bunu sadece kişiler bazında ele almak meseleyi tamamen derinleştirmeye yaramaz. Çünkü kimse kendi kendine bu duruma gelmedi. Ortada, kabul edilsin veya edilmesin bir sistem var ve insanları gerek algısal olarak manipüle ederek, gerekse sosyal açıdan zorlayarak buraya kadar itti. Direnenlerin sayısı çok az. Fakat onlar da nereye kadar direnecek ya da görünmemenin bir nimet olduğunu bakalım ne zamana kadar koruyabilecek?

Güney Koreli yazar ve kültür kuramcısı Byulg-Chun Han’ın Şeffaflık Toplumu kitabı tam da yukarıdaki girişe uygun bir kitap. Metis Yayınları’ndan Mayıs 2017’de neşredilen eser, incecik, fakat buna mukabil ağır bir kitap. Sondaki notlarla birlikte 78 sayfadan oluşan Şeffaflık Toplumu, önsöz hariç dokuz bölüm içeriyor: Olumluluk Toplumu, Teşhircilik Toplumu, Apaçıklık Toplumu, Porno Toplumu, İvme Toplumu, Teklifsizlik Toplumu, Enformasyon Toplumu, İfşa Toplumu, Kontrol Toplumu. Bölümlerin hepsi birbiriyle bir yönden bağlantılı olsa da tek tek okunduklarında da bir sorun teşkil etmiyor. Hatta bölümler kendi içlerinde bir anlama sahip olmasına rağmen paragraf paragraf okunduğunda dahi okur birçok şey anlayabilir. Bir bütün içinde fakat tek tek de anlamı olan aforizmalar şeklinde yazılmış diyebiliriz eser için. Ancak kesinlikle tek bir okunmayı değil birçok kez okunmayı hak eden ve belki de başucumuzda durması gereken eserlerden Şeffaflık Toplumu.

Şeffaflık kelimesinin ne anlama geldiğinden bunun birçok kavram ve olguyla ilişkisine değinen yazar, Korece baskıya yazdığı önsözde şeffaflığın toplum nezdinde hangi yanlış anlamlara geldiğine, şeffaflığın olumsuz anlamda neler getirebileceğine, şeffaflık-enformasyon-verimlilik arasındaki ilişkiye değiniyor ve okuru şeffaflığın şiddetini açılayarak kitaba adeta itiyor: “Şeffaflık insanı camlaştırır. Şiddeti de buradadır. Sınırsız özgürlük ve iletişim topyekûn kontrol ve gözetime dönüşüyor. Sosyal medya da giderek toplumsallığı disiplin altına alan ve sömüren dijital panoptikonlara1 benziyor daha çok.

Bu şekilde yazılmış kitapların özellikle ilk bölümlerine her zaman dikkat ederim. Çünkü yazarın düşüncelerini, ne anlatmak istediğini bu bölümlerde çözebiliriz. Bu kitap özelinde de baktığımızda, kitabın en ilgi çekici bölümünün bu ilk bölüm olan “Olumluluk Toplumu” olduğunu söyleyebilirim. Olumluluk, kelime itibariyle insanların aklına güzel şeyler getiren bir kavram. Olumlu düşün deriz bir şey olduğunda, ya da hayata ne kadar olumlu bakıyor dediğimiz insanlar vardır. Fakat Han, bu kavramı insanların çoğunun düşündüğünün aksine bir yerden ele alıyor ve tam tersi bir anlatımla, “olumluluğun” şeffaflıkla ilgisine değiniyor. Olumsuzluğa karşı olumlu olma halinin üzerimize deyim yerindeyse karabasan gibi çöktüğünü savunan Han, olumlu olmaya zorlanma halimizi şeffaflık ve enformasyon ile birlikte ele alıyor. Şeffaflık toplumumun kendini öncelikle bir olumluluk toplumu olarak gösterdiğine değinen yazar, kitabın genelinde de ele aldığı gibi bu kavramı totaliter bir durumda olduğu için eleştiriyor. Kitabında genel anlamda “herkesi aynı olmaya zorlama” ile özdeş tuttuğu şeffaflığı geniş bir açıdan ele alan yazar, şeffaflık-hız ilişkisini, şeffaflığın totaliter bir unsur olduğunu, şeffaflığın şiddet içeren bir şey olduğunu her bölümde inceliyor. Kapitalist sistemin bizi getirdiği yerde görünme ve şeffaf olma halini yer yer psikolojik bir anlatımla da destekleyen Han, kitabında birçok sosyolog, psikolog veya başka yazarlardan da dayanak getirmiş yazılarına. Bu açıdan okura geniş bir okuma imkânı sunuyor.

Ruh, yalnızlık ister. İnzivaya çekilmeye benzer bir yalnızlığa sık sık ihtiyaç duyar insan ruhu. Modern hayatın dayattığı her zaman aktif olma hâli, hayata olumlu bakma hâli, paraya endeksli bir yaşam, güç gösterileri, her zaman her şeyi bilmeye çalışmak, kibir, insan ruhunu tüketir. Özellikle şehrin içinde ruhumuzu kaçıracak yer bulamazsak tükeniriz. Şeffaflık iyidir, diye düşünebilir birçok kişi. Görünür olma hâli, belki de unutulmayacağımızı hissettirir. Sosyal medyada veya hayatın herhangi bir anında her an şeffaf olmaya çalışmak insanın insan olma hâliyle ilgili değildir. Han, uzak doğulu bir yazar. Alman vatandaşı olmasına rağmen bu kitabında bir Avrupa insanından ziyade bir Asya insanı gibi yazmış yazılarını. Özellikle Avrupai bir hayatın özelliklerini sunduğu kitabına bir uzak doğulu bakışıyla bakabilmek önemli. Belki de bir Avrupa insanının ömrü boyunca düşünmeyeceği şeyler söylüyor. Biz de şu an Han’ın kitabında bahsettiği durumda olsak da bir Avrupalı gibi olmadığımızı düşünüyorum bu konularda. En azından bazen, ruhumuzun yorulduğunu hissediyor olmamız gerekir: “İnsan ruhu, görüldüğü kadarıyla, ötekinin bakışından uzak, kendi başına kalabileceği alanlara ihtiyaç duyar. Geçirgenlikten yoksun olma gibi bir özelliği vardır. Bütünüyle ışıklandırılması yanmasına ve ruhsal tükenişe (burnout) yol açacaktır. Sadece makineler şeffaftır. Hayatı hayat yapan kendiliğindenlik, olay doluluk ve özgürlük şeffaflığa izin vermez.

Han, kitabında sadece durum tespitinde bulunmuyor, aynı zamanda önerilerini de söylüyor fakat her yerde değil. Örneğin mesafe kavramı önerisi bunlardan biri. Ayrıca bütün kitabında şeffaflığı anlatırken bunu bir paradoksa bağlaması da ilginç. Hiçbir zaman tamamen şeffaf olunamayacağını savunan Koreli yazar, şeffaflığa ne kadar zorlanılırsa o kadar bundan uzaklaşılacağını savunuyor. Aslında bu ifadenin anlattıklarıyla bir çelişki oluşturduğu düşünülse de detaylı okunduğunda bunun böyle olmadığı görülüyor. Ancak Han, her halükarda sistemin kendi işini gördüğünü, işini hallettiğini de ekliyor.

Modern insan, bilgi sağanağı altında yaşıyor. Enformasyon kirliliği her yere sıçradı, ne kadar bilgiye sahipsek o kadar bilgin sayıyoruz kendimizi. İçselleştirilmemiş bilgilerin hamallığını yapıyoruz. Sanki okumadığımız kitapları sırtımızda taşır gibi. O kitapları taşıyınca nasıl bilgin olamıyorsak, bilgi sahibi olmakla da bilgin olunmuyor, hakikate giden yol açılmıyor. Han, şeffaflık-hakikat ilişkisinde anlamın eksikliğine dikkat çekiyor ve kitabının ilk bölümünde bahsettiği olumluluk ilkesinin bilgileri sadece bir yığın haline getirdiğini belirtiyor: “Şeffaflık ile hakikat özdeş değildir. Hakikat, diğer her şeyi yanlış ilan ederek kendini ortaya koyar ve kabul ettirir. Daha fazla enformasyon ya da enformasyon yığınından ortaya hakikat çıkmaz. Bunlarda yön, yani anlam eksiktir. Tam da hakiki olanın barındırdığı olumsuzluğun eksikliğinden ötürü olumlunun urlaşması, yığınlaşması söz konusudur. Aşırı-enformasyon ve aşırı-iletişim hakikat eksikliğinin, dahası varlık eksikliğinin belirtisidir. Daha fazla enformasyon, daha fazla iletişim bütünün temel belirsizliğini ortadan kaldırmaz. Hatta daha da artırır."

Kitabın sonraki bölümlerinde yine şeffaflığa temas eden noktaları değerlendirmeye çalışan yazar, ‘Teşhircilik Toplumu’ bölümünde ‘görünme’ ve ‘sergilenme’ durumunu inceliyor. Sergilenme ve insan siması üzerinden bir bağ kuran Han, fotoğrafçılık üzerinden fikirlerini genişletiyor. Kapitalist düzenin bir şiddeti görüyor yazar, teşhircilik ve reklamcılığı.

Kitapta, kavramlar çok önemli. Yazar, kitabının başında kullandığı bir kavramı yeri geliyor sonuna kadar kullanmaya devam ediyor. Bu yüzden okurun yüksek dikkatini istiyor kitap kendini okutmak için. Olumluluk, olumsuzluk, boşluk, kesintisizlik gibi kavramların yazar nezdinde ne şekilde kullanıldığını bilmek kitabı okumayı kolaylaştıracaktır.

Kitabın son bölümü ‘Kontrol Toplumu’ adına sahip. Yazar burada şeffaflık ve güven arasındaki bağı inceliyor fakat bu bölümün son paragrafı bütün kitabın özeti niteliğinde. Dünyanın, insanların, toplumların gittiği, daha doğrusu sürüklendiği yer açısından nerelere yol aldığını kısaca özetliyor Han ve kitabına noktayı koyuyor. İnsanların kayıtsızlığı ve dijital dünyanın geldiği noktada gözetlenme durumunu şöyle savunuyor: “Günümüzde yerkürenin bütünü bir panoptikon durumuna doğru gelişme gösteriyor. Panoptikonun dışı diye bir şey mevcut değil. Bir topyekûnlük söz konusu. İçerisini dışarıdan ayıran bir duvar yok. Kendilerini özgürlük alanları olarak sunan Google ve sosyal ağlar panoptik biçimlere bürünüyorlar. Bugün gözetleme, genelde sanıldığı şekliyle özgürlüğe saldırı şeklinde gerçekleşmiyor. İnsanlar kendilerini daha ziyade gönüllü olarak teslim ediyor panoptik bakışa. Kendilerini soyarak ve teşhir ederek dijital panoptikonun oluşuna bilerek katkıda bulunuyorlar. Dijital panoptikondaki mahkûm aynı zamanda hem kurban hem faildir. Özgürlüğün diyalektiği işte budur. Özgürlüğün kontrol olduğu ortaya çıkıyor.

Sorgulayıcı bir kitap Şeffaflık Toplumu. Bu dünyadan rahatsız olan herkes içinde kendine yakın birçok fikir bulacak ve bir bakış açısına sahip olacaktır. Bilinen felsefe kitapları gibi dili ağır olsa da başka filozof veya psikologlardan yapılan alıntılarla ağır dilini sadeleştirmiş Han. Her bölüm aynı zorlukta okunmasa da bazı bölümleri anlamak ciddi çaba gerektirebiliyor. Han, bu çağın panoptik açıdan bir özetini sunuyor okura. Gerisi okurun sorgulamasına kalmış.

*Panoptikon: İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham'ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modelidir. Tasarımın konsepti gözetlemeye izin verir. Şöyle ki; bütünü (pan-) gözlemlemek (-opticon) anlamına gelen bu tasarım birkaç katlık tek odalı hücrelerden oluşan bir halka üzerine kuruluydu.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

İnsandan insana mistik fısıltılar

Düşler, yıldızlar ve sonsuzlukta ebediyen kaybedilenler…

Ya da yeni bulunanlar… On dokuz öyküyle okurun ilgisine talip.

Akla gelenlerle, Halil Cibran’ın dünyasından, kelimelere yeniden başka yönden bakma isteği belki de:

“Beyaz bir alev tutacaktık ellerimizde
Ve diyecektik ki kalbimizin derinlerinden
Bu geri dönen kendimizden bir parça,
Firar eden nefesimizden bir nefes”

Uykudan uyandıran Mistik Fısıltılar okuruna, yeni bir nefes olma umuduyla Profil Kitap’tan ikinci baskısını yapmış başarılı bir öykü kitabı. “Bir gün insanlar günü olsa ve o gün herkes insan olsa!..” derken, Mehtap Altan; okul programlarında “aydınlatmak” cezaevi programlarında “arındırmak” için bıkmadan usanmadan, coşkulu edebi adımlarına devam etmekte. Yani kararlı ve üretken bir yazar olarak ilerliyor.

İmgesel bir örgüyle okuruna sesleniyor Altan: “Çünkü göğüne küstürülen her yıldız, yalnızlığın puslu perçemine değen suskusunda hapsedilir sonsuzluğa. Sonra yıldızları kendi sonsuzluğunda arama oyunu başlar. ‘Sobe’ diyen, kazanan değildir aslında, kaybedişe kucak açan yanık tenli düşlerdir.

Farklı bir çizgide, yazara has bir çerçevede, öykülerin su gibi aktığını gözlemlemek mümkün.

Kitabını kızları ‘Eda ve Rukiye’ye armağan etmiş yazar Mehtap Altan, “Minik… Evin yok mu senin?” diyor ansızın. Bam telinden yakalıyor okuru adeta.

Bu devirde kim heybesinde sayısız umut dağıtıyor ki?” böyle diyor ya, “Gri”de öykü kişisi; ”Beklemek; sancısına nâr saran gönlün, hüzne sevdalı öyküler doğurmasıdır. Hüzün olmadan us kıyısına kıvrılmaz gönül.”. Halep’teki Kerimiye Camii’ni özleyen, ya da namaz kılan dedesinin izini süren sürgün küçüklerin rüyası “Esvap” adlı öyküde birleşmiş sanki. Ümeyye Camii’ndeki Hz. Zekerriya kabrinin etrafında koşan çocuğun coşkusu ve Barra, Humus, Şam… “Hadi çocuk! Var mısın en cesur yanımda, benimle sonsuza uyumaya. Ne sen yaşamın kangren salınışlarında, canım yanarken bana çaresizce bakacaksın ne de ben her gece sana koşuşlarımda, iki arada bir derede kalacağım.

Acelesi olanların asla anlayamayacağı, dedesinin Mescid-i Aksa’ya dair sözlerini unutamayan kızlar... Liseyi okumasına izin verilmeyen ve gönülsüz evlendirilen bir kız çocuğunun dünyası “Sapan” ne çok şey anlatır meğer duyarlı okura. “İnsan dallarını kıranları değil de, kırılan dallarında çiçek olmak isteyene küsermiş önce…”. Kırılgan kadınların dili olan öyküler, Mistik Fısıltılar'da: “Bak! Kelebeğin kanatlarının rengini görüyor musun? Kardelenin köklerinde kalmış… Eğer o kelebeğin kanadını kurtarsaydın, yaşamdaki manayı çözmek için düşlerini satacaktın geceye!..”. Gece ki yeniden tanımlanıyor yazarın kelimeleriyle.

Salkım Saçak Gecenin Bağrında” çocuk ve kadın diyaloglarıyla sımsıkı örülü bir hesaplaşma öyküsü en çok: “Yaşam senin yürek ormanına bir kibrit çakarken, çıkan ilk yangında beni sınır dışı etmiştin yürek ülkenden.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

5 Nisan 2018 Perşembe

İkiyüzlü insanlar arasında yılkı atlarının mücadelesi

Yılkı Atı, Abbas Sayar’ın ilk romanı.

Abbas Sayar kimdir, kısaca bahsedelim: 1923 yılında Yozgat’ta doğmuş ve 1999 yılında hayata veda etmiştir. Çoğunlukla, Orta Anadolu kültürünü anlatan eserler vermiştir. Roman, öykü ve şiir alanında eserleri bulunmaktadır. Yazılarında Anadolu kültürün izlerini ve yöre insanlarının yaşantılarını açıkça görmek mümkün. Abbas Sayar denildiğinde aklımıza ilk gelen romanı büyük olasılıkla Yılkı Atı.

Yılkı Atı, 10 bölümden oluşuyor. Yılkı Atı’nın hikâyesi Üssüğünoğlu diye adlandırılan İbrahim’in Doru Kısrak’ı yılkılığa bırakma kararıyla başlar. Peki, ne anlama geliyor bu yılkılık?

Yılkı atı, doğada özgürce dolaşan at demek. At sahipleri, yaşlanmış ve artık işe yaramayan atları daha fazla beslememek amacıyla kış aylarında yılkılığa bırakıyorlar. Eğer at ilkbahara kadar hayatta kalmayı başarırsa sahibi tarafında tekrar alınıp bakılıyor. Yılkı atlarının soğuk hava şartları, açlık ve yabani hayvanlardan kurtulabilme mücadelesi tam da burada başlıyor.

Bu yaşlı atlardan biri olan Doru Kısrak’ın zorlu mücadelesini anlatır Abbas Sayar. Doru Kısrak’ın yaşadığı olaylar karşısındaki derin duygularını yılkılığın gözünden ustaca betimlemiştir. Bu betimlemeleriyle yılkı atlarının hayatlarını anlatan nadir bir roman ortaya çıkarmıştır. Romanın yayınlandığı 1970 yılında Sanat Ödülleri yarışmasında Yılkı Atı romanıyla “Başarı Ödülü” almıştır.

Atlar insanlara çok benzer derler, Doru Kısrak’ın hikâyesinde de kendimizden parçalar buluyoruz. Yaşam mücadelesi, eve dönmek için verdiği uğraş, yavrusuna duyduğu derin özlem, bu süreçte kendisine umut olacak bir sevginin peşine düşmesi ve zorlu şartlara rağmen özgürlüğünün peşinden gitmesi.

Yılkı Atının mücadelesinin yanı sıra kitapta insanoğlunun içinde bulunduğu ikiyüzlülüğe de sık sık yer verilmiş. Başta İbrahim’in Doru Kısrak’a yaptıkları ve köylünün bu yöndeki söylemleri en doğal haliyle samimi bir şekilde ifade edilmiş. “Bizim millet davulun iki tarafına da vurur”. İbrahim’in bu sözü insanoğlunun bu durumuna adeta ayna tutmaktadır.

Kitabı okuduktan sonra zihnimden şunlar geçti; her insan bir dönem yılkılığa bırakılmıştır ya da özgürlüğü adına uzaklara dörtnala koşmak ister. Belki de İsmet Özel bunun için söylemiştir; “ben atlara ve uzaklara hayrandım” diye. Atlara ilginiz varsa veya atların, bilhassa yılkılıkların gözünden dünyaya bakmak isterseniz Doru Kısrak’ın sürükleyici hikâyesine eşlik edebilirsiniz.

Elif Çıldır
twitter.com/elifcildirr