26 Ocak 2018 Cuma

Politik Kültür versus Popüler Kültür

“Dünya yapay zekâyla ürettiği robotik varlıklara duygu aktarılıp aktarılamayacağını konuşuyor. Bizler ise sakız çiğnemenin veya denize girmenin orucu bozup bozmayacağını her sene öğrenemiyoruz. Böyle mi alternatif oluşturacağız? Dünyaya söyleyecek sözü olduğunu iddia ettiğimiz bir dinin müntesipleri olarak dünyaya söyleyecek sözümüz bunlar mı?”

Bir konferansta dinlediğim konuşmacı böyle diyordu. Bizler bugün dünyanın değişim hızına yetişmeyi bile hayal edemeyecek durumdayız. İçimizde el yordamıyla yol bulmaya çalışanlarımız mevcut ve fakat onlar da bu değişimi anlamaya çalışmaktan öteye geçemiyor. İstatistiki bilgileri pek sevmem. Meseleyi rakamlara devşirdiğinden anlamı boğduklarını düşünmüşümdür hep. Oysa anlamı derinleştirip anlatımı etkili hale getirerek anlamayı kolaylaştırdığı düşüncesi hâkimdir. Denemek de fayda var. Araştırmalara göre “son çeyrek yüzyıldaki bilim ve teknolojideki gelişmeler insanlık tarihinin tamamındaki bilim ve teknolojik gelişmelerden kat kat fazla” imiş. Bu değişimin elbette bilim ve teknolojiyle sınırlı kalması düşünülemez. Bu gelişmeler yanında siyasi, toplumsal, ekonomik, kültürel değişimleri, dönüşümleri beraberinde getiriyor. Kısacası dünya çok çok hızlı değişiyor ve biz…

Beyan Yayınları’ndan çıkan Yeni Politik Kültürün Dünyasında adlı kitap dünyadaki bu değişimi özellikle sosyolojik açıdan anlamlandırmaya yönelik bir değerlendirmeye tabi tutuyor. Kitap, 2006 yılında televizyonda yayınlanan ve iki yıl kadar süren Düşünce Gündemi adlı programdaki katılımcılardan Abdurrahman Arslan’ın görüşlerini içeriyor. Karşılıklı konuşma havasında geçen programdaki akış formu bozulmamaya gayret edilerek yazıya geçirilen eser Asım Öz tarafından hazırlanmış. Hazırlanışı itibariyle birbirinden bağımsız gibi duran konular yetkin bir bakış açısının ürünü olduğundan bağlantılarını kurmak zor olmuyor.

Abdurrahman Arslan’ın kitaba alınan değerlendirmelerinin çerçevesini kendisinin “yeni politik kültür” dediği kavram oluşturuyor. Bu kavrama göre modern anlamda politika yapılması artık imkânsız hale gelmiştir ve postmodern düşüncenin ortaya çıkardığı yeni bir düşünsel, eylemsel biçim oluşmuştur. Bu oluşum sanattan siyasete, ekonomiden çevreye, ahlaki değerlerden dine kadar geniş bir alanda siyasi, sosyolojik, kültürel farklılaşmalara yol açmıştır. Dikkat çekilen oluşuma neden olan en önemli şey teknolojideki muazzam gelişmedir.

1990’lardan itibaren medyanın, 2000’li yıllarla birlikte de internetin hayatımıza aniden girişi ve hızla yayılışı öncelikle ve özellikle toplumun işleyiş mantığını değiştirmiştir. Klasik modern dönemdeki gibi hareket etmeyen bu yeni toplum farklı özellikler sergilemeye başlamıştır. Süreç içinde ortaya çıkan değişimler toplumdaki bireylerin taleplerini belirtme ve eyleme dökme yöntemlerinde değişime/dönüşüme neden olmuştur. Arslan, bu değişim ve dönüşüm aşamalarında devletin durumu, siyasetin hareket kabiliyeti ve toplumun nereye gideceğine dair Müslümanca düşünerek oldukça önemli açılımlarda bulunuyor. Bunu yaparken de analizlerini desteklemek için değindiği konuların tarihi izlerini sürüyor, öne sürdüğü gerekçelerini anlamlaştıracak bağlantıları kuruyor, Batı siyasetinin felsefi yapısını irdeliyor, toplumun giderek çözülüşünü ele alıyor ve sözü tükenen ideolojileri analiz ediyor. Kitapta şerh düşülecek, itiraz edilecek noktalar fazlasıyla mevcut olmasına rağmen en önemli eleştiri, yaklaşık on yıl öncesinde yapılan analizleri içeren bir eserin bugün piyasaya sürülmesi olabilir. Fakat yapılan analizlerin haklılığını görmek, hatta bugün de canlılığına şahit olmak ve geçtiğimiz yüz elli yıla dair kapsamlı ve ufuk açıcı analizlere yer verilmesi bu eleştiriyi ortadan kaldırıyor.

Kitapta en önemli bulduğum nokta yapılan analizlerin bölgeyle, bölge insanıyla sınırlı kalmayarak insanlık adına çözüm odaklı bir arayış içermesi diyebilirim. Abdurrahman Arslan açtığı bu pencereden neredeyse tüm konuları Doğu-Batı bağlamında değerlendirmeye gayret ediyor ve/veya Müslümanlık-Hıristiyanlık arasında değer karşılaştırmasına tabii tutuyor. Arslan’ın değinilerinden yeri geldikçe Yahudilik, ideolojik yaklaşımlar ve diğer toplumlar da nasibini alıyor.

Kitaptaki yazılara konu başlığı olan ötekileştirme, medeniyetler çatışması, Filistin, Papalık, Avrupa, milliyetçilik, ulusçuluk, Marksizm, liberalizm, irtica ve anayasa gibi kavramlar hem tarihsel hem de sosyolojik açıdan siyasi anlamda önemli analizler yapılarak ele alınıyor. Abdurrahman Arslan bıçak sırtı konuları hamasete yer vermeden, polemiğe tevessül etmeden, sığ düşünceye girmeden o bilindik mütevazı ve buyurgan olmayan üslubuyla ortaya koymaya çalışıyor. Ele alınan konuların hemen hemen tamamı küreselleşme, sekülarizm, emperyalizm, modernizm, postmodernizm çerçevesinde irdelenerek dinin geçmişte nerede olduğuna dair tespitler ve gelecekte nerede olması gerektiğine dair öngörüler belirtiliyor. Bugün için var olan yeni politik kültürü önemsemenin önemine vurgu yapan Abdurrahman Arslan geçmişe takılmak ya da hayıflanmak yerine geleceğe odaklanılması gerektiğinin altını çiziyor. Oluşan bu yeni politik kültürün birilerinin isteyip istememesiyle veya kurgulamasıyla değil de postmodern yapının bilinemezliğinin üretmesiyle ortaya çıkan bir yapı olduğuna dikkat çeken Arslan, bunun farkında olunmadığı takdirde dünya toplumlarının nihilizm tehlikesiyle karşı karşıya olacağını söylüyor. Arslan, Batı’nın korkularının başında bunun geldiğini ve siyasi alanda söz konusu korkulara karşı modern toplum ve devlet refleksinin artık çözüm üretemeyeceğini belirtiyor. Bir ihraç ülkesi ve toplumu olan Türkiye’nin de aynı koşullara sahip olduğunu ve dolayısıyla aynı tehlikenin muhatabı olduğunun altını çiziyor. Abdurrahman Arslan’ın çok katmanlı ve hem tespit hem de çözüm sunan görüşlerini okurken bu toprakların insanı olduğunu tekrar tekrar anlıyor ve seviniyorsunuz. Seviniyorsunuz, zira hem bu toprakların insanı hem de dünyanın tamamına söyleyecek sözü olan birisi o.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Üzül çünkü bu hayatın heyecanı meyecanı yok

"Olacaklar hep elzem 
Depresyon gettoya kısmet 
Ve de kaygıya saplanmış 
Herkes mi zorlayan üstelik 
Yaşama sevincine el koyan denge."
- Gazapizm, Heyecanı Yok

Akıp geçen zamanı özümseyerek, idrak ederek yaşamak çok önemli bir meziyet. Bunu hakkıyla gerçekleştiren şairler ve yazarlar kendilerini bir şekilde belirgin kılarlar, haklarıdır. Onların metinleri bize ve birbirimize şifa olabilir. Bakış açılarıyla nefsimizi örseleyebilirler, bize var oluşun sahillerinden bahsedebilirler, başka insanların ve coğrafyaların bizimle ortak inançlarından, kaderlerinden ve kederlerinden söz edebilirler. Ahmet Murat, yazılarında daima bu bilinci taşır. Yaşadığımız kötülüklerden dahi bahsederken o kötülükler üzerinde asılı kalmaz. Başka taraflara da çevirir bakışlarını, metinlerini, fikirlerini. Ötekiyi ve ötede kalanı görmemizi sağlar.

Belki de Üzülmeliyiz, Ahmet Murat'ın Gerçek Hayat dergisinde yazdığı son dönem yazılarından oluşuyor. Benim gibi dergiyi 'gerçekten' takip etmeyenler için bu yazıların kitaplaşması önemli. Hatta dergiyi sıkı takip edenler için de önemli. Çünkü Ahmet Murat ismi bende biraz da özümsemeye çağrıştırıyor. Bırakıp geçmeyi değil takılıp düşünmeyi. Dergi arşivlemek çok güçtür, dergi takip etmek kadar. Dolayısıyla oradaki yazıların farkını fark etmek de güçtür. Kitaplaşınca iş biraz daha sadeleşir. Bu basitlik bize sağlıklı bir okuma yapma imkânı sunar. Profil Kitap tarafından neşredilen Belki de Üzülmeliyiz yanlış saymadıysam 43 yazıdan oluşuyor. Bu yazılardan bazılarını özellikle birkaç kez okumuş, notlar almıştım. Başlıkları bir şeyler söyleyecektir: Sıradan Şeylerden Bahsetmenin Sıradışılığı, Arsalarda Çocuklar, Bir Şehri Tanıma Yolu Olarak Sularından İçmek, Şehirlerimize Çöken Kabus, Davetli Listesinde Kaç Meczup Var?, Geleneğin Suyu mu, Çeşmesi mi?, Cumaya Giden Süper Kahraman Kız, Telefon Rehberindeki Hoca Numarası, Hocalar Yüzde Kaçlık Bir Kitleyi Muhatap Alıyor?, Hutbe Meselesi, Deneme ve Şerh, Küresel Ergenlik Çağı, Muhafazakar Siyasetçi İçin Kısa Kültür-Sanat Rehberi, İktidarın Kültürle İmtihanı, İktidar mı İklim mi?, Kültür Şûrası ve Kravat ve Yirmi Yaş Çetesi.

Görüldüğü gibi Ahmet Murat son dönemde şehir meselesiyle de kültür-sanat etkinlikleriyle de (yazının başında ismi geçen rapçimiz "herkes delirmiş, hiç etkinlikler etik değil" der söz konusu şarkıda) bolca ilgilenmiş. Bazen gündemin içinde sürüklenmekten gündemi meşgul etmesi gereken asıl meseleyle ilgilenmeyiz. İşimize gelmez ya da kaçırırız. Yazılarda bazı konulara tekrar dönüp hakikatla irtibat kurma noktasında önemli frekanslar yakalayabiliyoruz. Mesela son dönemde hutbelerin birer siyasi manifesto metinlerine dönüşmesi ve hocaların sadece yüzde elliyi hitap kitlesi olarak görmesi ciddi bir sıkıntı. "Görünen o ki, hocalarımızdan önemli bir kısmı ülkenin sadece yüzde ellisini muhatap kabul ediyor. Bu kitleyle siyasi bir tarafgirlik hizasında buluşarak, siyasetin dilini yankılayan bir din dili kuruyor ve kullanıyorlar." diyor Ahmet Murat. Bu durumun önüne geçmek için "Din, bir ideoloji olmadığı gibi, bir parti programından ibaret de değildir. Bu sebeple inhisarcı bir dil kullanmamalıdır. İnsanların Allah'la ilişkisinin imkanlarını tıkamamak, aksine açmak ama bunu yaparken de tavizkar, modernist, savunmacı olmaya da gerek duymamalıdır." yorumunu yapıyor ve çözümünü sunuyor: "Ve kestirmeden söylemem gerekirse, tasavvufi gelenek, bu imkanı içinde barındıran yegane seçenektir."

Hutbelerdeki sürekli kendini tekrar eden, bayık, sönük, pasif metinler konusunda da değinmiş Ahmet Murat. Ne zamandır hakkında yazmak istediğim bir meselede aynı şeyi düşünmemizin sevincini yaşadım. Hutbeleri daha enerjik, uyutmayan, harekete geçirici, gönle hitap edecek biçimde şekillendirmek için bir sürü reklamcı, stratejist ve hatta senaryo yazarı var. Nasıl ki siyasi partiler 'o gün geldiğinde' bu imkânları kullanıyorlarsa, bu tip durumlar için de yararlanılabilir. Kısa bir sürede önemli bir metni okumak, o metni dinleyenin zihninde canlandırabilmek, bir hikâye sunabilmek (ki buna bizim meslekte storytelling deniyor, bir de art of storytelling var) oldukça kritik şeyler. İnsan hikâyelerle yaşar. Kendi hikâyesini anlamlandırmak, o hikâyeye bir yoldaş bulmak ister. Aksi hâlde yokluk başlar. Yokluk ağırdır. İnsan sesine ses, derdine dertdaş ister. İnsana şifayı faturalar, aidatlar, dekontlar, ekstreler ve diğer otomatik yazılmış metinler-rakamlar veremez. Bunlar olsa olsa zehir verir. Düşünsenize hutbeleri bir psikolog, sosyolog, metin yazarı, şair ve senaristten oluşan ekibin oluşturduğunu? O namaz daha lezzetli olmaz mı? O cemaat, camiden çıkıp da kitapçı bulmak için sokakları tırım tırım etmez mi? Eder. Şairden okuyalım: "Üzerinde düşünmemiz gereken, bir çoğumuz için haftanın yegane dini dersi olan hutbeden, bize bir haftalık zihni, kalbi, manevi malzemenin çıkıp çıkmadığıdır. Bu meselenin sadece Diyanet yetkilileriyle, İlahiyatçılarla değil, edebiyatçılarla, senaristlerle, metin yazarlarıyla, televizyoncularla, psikologlarla, sosyologlarla birlikte ele alınma zorunluluğu var artık. Bir kampüs camiinde okunan hutbenin diliyle, bir dağ köyünde okunan hutbenin dilinin niçin ve nasıl farklı olacağına; eksikliğini gederek daha sık hissettiğimiz dramatik unsurların (kıssaların, menkıbelerin vb) hutbelere nasıl geri çağrılacağına, o tatlı şiveleriyle kalbimizde taht kurmuş mahalli hatiplerin niçin cemaati yakalamakta başarılı olduklarına dair bazı cevaplar bulup, bazı dikkatler de geliştirebiliriz böylece."

Dünyanın bize yakın ya da uzak başka bir şehrinde, bir dükkana girdiğinde, hemen kapının karşısındaki duvarda asılı olan dede-baba fotoğrafları ilgisini çeker Ahmet Murat'ın. Yaşlıların fotoğraflarda neden ellerinin hep dizlerinde olduğunu düşünür. Bir Marvel karakterinin Müslüman süper kahraman oluverme ihtimali heyecanlandırır. Sezai Karakoç'un Mona Roza'yı 19, İsmet Özel'in Evet İsyan şiirini 22 yaşında yazmış olmasına karşın genç şairleri, yazarları hiçe sayan 'yetkililere' şaşırır, şaşırmakla kalmayıp çok kritik telkinlerde bulunur, sorular sorar: "Hal böyleyken, yani kültür ve sanat beğenimizi yirmili yaşlardaki şairler, yazarlar, dergiciler belirlemişken, biz yirmili yaşlara fikirlerini sormayı niçin düşünmeyelim?"

Kitabın ilk yazısında koyduğu başlığı hatırlatırcasına daima düşünmek için yazar Ahmet Murat. Dolayısıyla okuyanı düşündürür. Ama hiç düşürmez. Hep belli bir ortalamada tutar. Canımızı sıkan konularda bizim canımızı 'yeniden' sıkmaz, sadece yeniden yorumlar. Bir nevi, meseleler üzerine deneme yazmak yerine şerh düşer. 'Bakın bir de şu var' der gibi, gösterir, hayal kurdurur. Yorgun, kırgın ama ümitli, umutlu bir üzgünlük düşer okuyucuya. Çünkü bu hayatın heyecanının kalmadığını düşünen okuyucu, aslında bu heyecansızlıkta pay sahibidir. Her eşyasını 'update' eder de kendini etmez. Gerçekten üzülürse, belki yeniden başlayabilir.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

25 Ocak 2018 Perşembe

Biz, güzel kaybedenler

Sevgili okurlar,

Daha çok biz annelerin, anne adaylarının, belki ana sınıfı öğretmenlerinin, belki de bir şekilde bir nedenle onu fark edenlerin okuduğu ve dilinden düşürmediği şahane insan Şermin Yaşar’ın son kitabı huzurlarınızda: Tarihi Hoşça Kal Lokantası. Yalnız bu sefer onu bildiğimiz Şermin gibi görmeyeceğiz, şimdiden söyleyeyim. Anneliğin kitabını yazmış, hem de bunu esprili, kendiyle zaman zaman dalga geçen, asla didaktik olmayan ama güzelliklerle paylaşan sevgili yazarımız bu sefer bizim için (yani yetişkinler için) bir öykü kitabı hazırlamış. Doğan Kitap’tan yakın zamanda çıktı, birçok kitapçı rafının baş köşesinde yerini buldu. Ne güzel oldu. İçinde tam 29 güzel öykü var. Hayallere dalıp komşu olabileceğiniz tam 29 dünya.

Kitabı alırken tereddütteydim. Şermin Yaşar yani bizim -benim- aslında tanıdığımız adıyla Oyuncu Anne nasıl bir öykü kitabı yazmış olabilir acaba? Hayal kırıklığı mı yaratacaktı yoksa “vay be bunu da başarmış o arı gibi çalışkan kadın” mı dedirtecekti? Dedirtti vallahi. Nefes almadan okuttu. Bazen ağlattı, bazen güldürdü, bazen hayal kurdurdu, bazen öfkelendirdi, bazen mutlu etti, bazen çocukluğuma götürdü ama nihayetinde “vay be” dedirtti bana.

Üslubu son derece akıcı olan kitapta bir öyküden diğerine geçmeden önce durup düşünmek için mola verme ihtiyacı hissediyorsunuz. Çünkü insanlık hallerini, anları öyle güzel resmediyor ki Yaşar, bulunduğunuz dünyanın gerçekliğinden koparıp alıyor sizi ve öykünün geçtiği mekâna ışınlayıveriyor. Kitaba başlarken “Kaya Bakkaliyesi” öyküsünde Şükrü Kaya’nın tezgâh altı kolonya şişesiyken, biraz daha ilerleyince “Tarihi Hoşça Kal Lokantası”nda sucuklu yumurta oluveriyorsunuz.

Anlatılara genel olarak baktığımda bir Sait Faik Abasıyanık tadı aldım diyebilirim konuları bağlamında. Neden derseniz, anı hissettiren, insanın iç dünyasına, mekanın ruhuna dokunan öyküler bunlar genelde. Birçoğunda girizgâhta pat diye anlatının içine düşüveriyorsunuz, sonra flashback tekniğiyle neden, nasıl, ne zaman sorularının cevabını buluyorsunuz? Dünle bugün arasında bir beşik misali sallıyor sizi kelimeler. Bu demek değil ki öyküleri okurken merak duygusunu hissetmiyorsunuz. Tam aksine o pat diye girdiğiniz girişte öyle bir detay yakalıyor ki o konunun mazisine inme ihtiyacı hissediyorsunuz. Diyebilirim ki giriş bölümü aslen bir düğümlenme ile başlıyor ve öyküde ilerledikçe çözüme kavuşarak tatmin oluyorsunuz. İşte o çözüm bölümlerinde yine bir “vay be” dedirtmeyi başarıyor anlatıcı.

Ben bu yazımda tek tek tüm öykülere değinemedim elbette. Genel bir tanıtma amacıyla sizlere kitabın “kesinlikle okumalıyım” listenize girebileceğini anlatmaya çalıştım. Ancak şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Bazen bir hikaye kitabı alırsınız; içinde harika öyküler, güzel öyküler, sıradan öyküler ve vasat öyküler olur. Bir istisna olarak Tarihi Hoşça Kal Lokantası’nda tüm öykülerin tadı damağımda kaldı. Tamamı ince ince nakış gibi işlenmiş. Bir kelimenin yerini oynatsanız o dünya yıkılıp gidecek gibi. İşte usta kalemini böyle kusursuz bir şekilde kullanmış Şermin Yaşar.

Kitabın kapağında Tarihi Hoşça Kal Lokantası altında küçük bir motto var: “kaybetmek bizim işimizdir”. Bence bu bir davet. Bu, çok ince bir zekanın ürünü üzerinde çalışılmış bir davet. Bu, açık bir davet. Çünkü insan olarak hepimizin kaybetmekten daha güzel yaptığımız neyimiz var ki? O zaman, nâmağlup kaybedenler olarak mutlaka okuma listenizin bir yerine kaydedin hemen.

Şimdiden keyifli okumalar dilerim.

Bu vesileyle Şermin’ciğim Yaşar’cığımı tebrik eder, kendisine sevgilerimi iletirim.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

24 Ocak 2018 Çarşamba

Bilinçli okumaya dair ilham veren bir anlatı

"Benim öylesine düz, öylesine durgun zavallı yaşamımda her tümce bir serüvendir."
- Gustave Flaubert, Üç Öykü

Son yıllarda hem yayınevleri bünyesinde hem de belediyelerin kültür faaliyetleri kapsamında en çok tanıtımı yapılan etkinlik; yaratıcı yazarlık. Kitabı olan ya da olmayan, kendini yazma eylemine dair yetkin bulan bulmayan öyle veya böyle birileri çıkıyor ve katılımcılara (elbette para karşılığında) yazarlığın sırlarını, gizemlerini, formüllerini anlatıyor. Genellikle iki saat süren bu etkinlikler yine genellikle iki günle sınırlı kalıyor. Bu etkinliklerden çıkan iyi bir yazarla şimdilik karşılaşmadık, kendini geliştirenler vardır muhakkak. Zaten bu etkinlikleri en çok bu açıdan önemli buluyorum: İnsanda yazma eylemine dair doğuştan gelen bir içgüdü varsa, onu tetiklemek ve geliştirmek. Yazma eyleminin sonradan ve sıfırdan 'gelebileceğine' asla inanmıyorum. Vardır ya da yoktur. Resim yapmak gibi, enstrüman kullanmak gibi. Çok mu uzattım? Olsun, bahsedeceğim kitap kısa. Biz uzatalım, çünkü kitabın konusu yazmadan daha önemli 'olması gereken' bir eylem: okuma.

Çevremizdeki insanlara neden okuyorsun diye sorduğumuzda en önce şu cevaplarla karşılaşırız: vakit geçirmek için, uyumadan önce hafiflemek için, yemeğime eşlik etmesi için, genel(?) kültürümü geliştirmek için. Şu cevaplarıysa ne yazık ki nadir duyarız: hayata ve kendime anlam katabilmek için, kendime ve etrafıma farklı bir anlayışla bakabilmek için, sorgulama ve merak etme güdülerimi geliştirmek için, kendimi daha iyi ifade edebilmek için, iyi ve güzel yazabilmek için, kelimelerin şifasından faydalanabilmek için. Okumanın herkes için farklı bir anlam ifade etmesi elbette doğal. Ancak fani ömür içinde 'maksimum fayda' sağlayabilmek adına kitap bizler için serinletici bir ırmak, ısıtıcı bir alev, gölge sunan bir ağaç, şaşırtıp meraklandıran bir yaprak, daima muhtaç olduğumuz bir toprak. Bunları bilmeliyiz.

Marcel Proust'un Palto Yayınevi tarafından Şubat 2016'da neşredilmiş anlatı kitabı Yaratıcı Okurluk, bizlere okuma eylemini ve yaşattığı iklimi 90 sayfa boyunca öykü tadında sunuyor. Uzun cümleler, bitmeyen paragraflar eşliğinde Proust şiir gibi konuşuyor aslında bu kitapta bizlerle. Bir yandan insanla kitap arasında psikolojik bir irtibat kuruyor, diğer taraftan insanla okuma arasında antropolojik bir kazıma yapıyor. Salt bir düşünce kitabından çok okumanın bir yanıyla ne kadar ciddiyet gerektirdiğini, diğer yanıyla da ne kadar doğal bir sürece sahip olduğunu yazıyor Proust. Ailesinin okumaya bakışından, dönemin sanat ikliminde okumanın yerinden misaller veriyor. Ama en önce çocukluktan başlıyor: "Çocukluğumuzda, o kayıp giden vakitleri her ne kadar yaşamaktan saymasak da, okumak için yanıp tutuştuğumuz bir kitap ile geçirdiklerimiz kadar kıymetlisi yoktur sanıyorum... Benim gibi hatırlayan yok mudur tatil zamanlarında yapılan şu okumaları; insan günün her bir saatine peşi sıra huzur dolu ve dokunulmaz bir sığınak sağlar."

Zaten her şey çocukluktan başlar. Okuma aşkı da hiç şüphesiz çocuklukta başlar. Üstelik bu ilginç bir başlangıçtır. Mesela hiç okumadan; kitapları seyrederek, dokunarak, bir kenarda koruyup saklamakla da başlayabilir bu aşk. Önce göz teması, dokunmak ve koklamak. Bir süre sonra ise tam teslimiyet. Her zaman, her yerde ve sürekli okumak, okur olmak.

Proust'un okumaya yaklaşımı arayıp bulmak, keşfetmek ve duygu odaklı. Dolayısıyla anlatımında okurken yaşadığı duygularını da zaman zaman anlatıyor: "Ben yalnızca, içindeki tüm şeylerin, benimkinden taban tabana zıt olan bir yaşamın ve yine benimkinden çok uzak bir beğeni algısının yansımalarını bulduğum, sanki farklı bir dil ve farklı bir yaratımın hüküm sürdüğü bu odada, bilincimin ürününden eser bulamadığım bir odada yaşar ve düşünür bulurum kendimi, hayalgücüm ise kendini, ben olmayanın derinliklerine dalmış olduğunu tahayyül ederek coşar."

Descartes'ın o meşhur sözü hani, ki doğrudur: İyi kitaplar, o yüzyıllarda yaşamış saygın insanlarla yapılan bir sohbeti sunar bizlere. Proust her ne kadar bu fikri yavan bulsa da iletişim kurmayı önemsiz bulmaz. Zaten kitaplara da ya insanlarla ya da başka şeylerle (eşya, rüya, film, müzik, resim) irtibat kurarak ulaşırız. Buna rağmen bir kitap ile bir dost arasında önemli farklılıklar vardır onun nazarında: "Okuma, insanların en bilgesiyle bile olsa, bir konuşmaya indirgenemez; bir kitap ile bir dost arasındaki esas fark, bilgeliklerinin büyüklüklerindeki farklılık değil, onlarla iletişim kurma biçiminde saklıdır; okuma, konuşmanın aksine, yalnızlığımızı sürdürür iken, yani yalnızken sahip olunan ve konuşunca çabucak dağılan entelektüel güçten yararlanmağa devam ederek, esinlere kendini açmaya ve zekanın kendi kendisi üzerindeki çalışmasını bütünüyle verimli kılmaya devam etmesidir."

Bu kısa anlatı, okumaya dair, bilinçli bir okumaya dair ince ince ilham veriyor. Yakalayan her okuyucu, dünyasını genişletecek ifadeler ve ögeler bulacaktır hiç şüphesiz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Ocak 2018 Pazartesi

Sorgulayış ve hesaplaşma

“Hayat, olması gereken bir şeydir ama bir derttir, hiçliğe geçiş, hayattaki tek mutluluktur.”
- Schopenhauer

Leo Nikolayeviç Tolstoy’un İtiraflarım adlı eseri onun dini-felsefi bir metni olarak geçmektedir.

Adı üzerinde itiraflarım olan eser Tolstoy’un içsel hesaplaşmalarını taşımaktadır. Hayatın anlamı ne sorusu üzerine başlayıp bir amaç uğruna yaşamanın gerekliliği üzerine bir sorgulayış...

Bu soru Tolstoy’un kafasını sıklıkla rahatsız eder. Bu rahatsız etme Tanrı-inanç-akıl kavramlarını da sorgulamayı gerektirir Tolstoy için. Başlarda hayatın amacını entelektüel kesimde görmüş olduğu mükemmelliyetçilik/mükemmelleşme inancı-ilerlemesi olarak alır. Mükemmelleşmeye olan inancı onu fikri anlamda etkiler, karşılaştığı her şeyi öğrenmeye çalışır. Zamanla fikri mükemmelleşmeden hareketle her türde mükemmelleşmeye iter kendisini Tolstoy. Bu kavram kendisi veya Tanrı için değildir ama. Başka insanların nazarındadır. Onlardan daha iyi, daha meşhur, daha zengin olma arzusu... Bu ilerleme kavramını da zamanla sorgular.

Nereye kadar ilerleyeceğim, en iyi olduğum takdirde elime ne geçecek” soruları aklını kemirir.

Zamanla bir kanıya varır ki hayat ona göre bir anlamsızlıktır. Birnevi hayatının durduğunu, yeme-içme-nefes alma vs. gibi şeylerin elinden gelmediğini düşünür. Hayatın anlamını başka bir kapıda aramak ister: Bilim. Ama bu sefer de şöyle düşünür: “Bütün bilimlerde aradım. Hiçbir şey bulmamakla kalmadım, hatta şu inanca vardım ki, benim gibi bilimlerde arayan bütün insanlar, aynı şekilde hiçbir şey bulamamışlardı. Hiçbir şey bulamamaları bir yana, beni ümitsizliğe götüren şeyin, yani hayatın anlamsızlığının, insanlığın ulaşabileceği tek kesin bilgi oluşudur.

Tolstoy varoluşu sorgulamaktadır aslında. Hayatın ne/niye olduğuyla olan hesaplaşma... Felsefe tarihinin bu soruya cevap aramakla geçtiğinin de farkındadır Tolstoy. Kant ve Schopenhauer’in sıkı takipçisidir. Hayatın sorusuna karşı bu arayışı esnasında ormanda yolunu kaybetmiş birisi olarak görüyordu kendini.

- Hayatımın anlamı nedir?
- Hiçbir şey
- Ya da hayatımın sonucu nedir?
- Hiç! ya da,
- Var olan her şey, ne içindir, ben ne için varım?
- Var olmak için!

Bir vakit sonra bu böyle olmaz/olmamalıdır der ve insanların geneline bakar. Görür ki insanlar basit bir inanç ile mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamaktadır. Sorgulamadan kabullenmişlerdir ve belirli ritüelleri gerçekleştirirler. Varoluştan beri mevcut olan bir sorunsal olduğu için insanların bunu bir şekilde hallettiğinin farkına varır ve zorlu arayış sırasında karşısına şu tespit çıkar ki çok öğrenmek isteyen kişinin çok acı çekmesi gerek. Kabullenme/sorgulamama durumunu kendisi de denemeye başlar. Bunun yanında aklından "varoluştan bu yana bir amaç için çalışan, yaşayan insanların var olduğu" gerçeğini de atamamaktadır. Devamlı olarak hayatın amacını, anlamını bulma yolunda düşünsel bir süreç içindedir. "İnsan hayatının başladığı zamanlardan bu yana, insanlar, hayatın anlamına sahipti. Ve onlar, bana gelinceye kadar o hayatı yaşadılar. Benim içimde, benim çevremde her ne varsa, maddi olan olmayan, her şey onların hayal hakkındaki bilgilerinin meyvesidir.".  Tolstoy'da bu sorgulayış onu bir seçime doğru sürüklemektedir. Akıl-inanç ikileminde bir seçim mi yapması gerekmektedir? Rahatsız olmasının ilacını inkarda mı bulacaktı yoksa? "Okumuşların ve bilgelerin temsil ettiği şekliyle akıl yoluyla elde edilen bilgi, hayatın anlamını inkar etmektedir. İnsanların muazzam toplulukları ise, bütünüyle insanlık ise, bu anlamı, akla dayandırılmamış bir bilgide fark ediyor. Akla dayandırılmamış bu bilgi ise, inançtır, ani benim iyice reddetmem gereken inanç. Bir ve üçlü bir Tanrıya, dünyanın altı günde yaratılmış olduğuna, şeytana ve meleğe ve benim aklımı kaybetmediğim sürece kabul edemeyeceğim her şeye inanç."

Aklı kabul ettiğinde hayatı inkar ettiğini düşünmektedir. Anlamsız, başıboş bir şekilde bu evrende yer kapladığını düşünmektedir. Din-akıl-bilgi meselesi ile ilgili Nurettin Topçu şöyle demektedir, "Din müsbet ilim değildir. Dinin hakikatleri deneyle açıklanmaz ve dinde deneyle kontrolü yapılabilen evrensel kanunlara ulaşılmaz. Matematikte olduğu gibi dinde aklın yapısına bağlı prensipler de yoktur. Onun prensipleri vicdanın yapısına bağlıdır; ilham ve inançlarla beslenir. Bütün hayat tecrübelerimizin yükseldiği sonsuzluktan tekrar varlığımıza dönen ilahi bir aks-i seda halinde benliğimizi kucaklar. Sonsuzluğun kollarıyla kucaklanma ruh için sonsuz kuvvet kaynağıdır. Durkheim'in bu manada 'din insanlar için bilgi kaynağı değildir, kuvvet kaynağıdır.' deyişi bu hakikati ortaya koyucudur."

Tolstoy bu ikilem karşısında sorusuna kendi aklının verdiği cevaplarla doğruya ulaşıp ulaşamayacağını sorgular. İnsanlığın hayat sorularına/insana yaşama imkânı veren cevaba inancın cevap verdiğini düşünmeye başlar ve bu inancın hayatına anlam katmaya başladığını söyler. "İnanç, beşer hayatının anlamının öğrenilmesidir.".  Fakat inanca yönelişi kafasındaki ikilemi kaldırmamıştı. Bunun yüzünden Tolstoy'un hayata bakışı kötümserliğe, ölüp gitmeye yöneliyordu zaman zaman. Bu süreçte Tanrı'yı arayışı, düşünmesi sürekli aklını meşgul ediyordu ve bir noktaya ulaşmıştı bu arayışın sonunda: Öyleyse, O vardır. O, onsuz yaşanmayan şeydir. Tanrı'yı bilmek ve yaşamak, bir ve aynı şeydir. Tanrı hayattır. Tanrı'yı arayarak yaşa, o zaman Tanrısız hayat olmaz.

Tolstoy'un hayatına yönelik bu itirafları, inanca yönelik sorgulayışı Gazzâlî'nin bir sözünü hatırlatır: "Şüphe duymayan, hakikati bulamaz.". Her şey zıddıyla kaimdir. Bu yüzden hakikati bulma sürecinde imanı, inancı bulmanın ölçütü bir sorgulayış ile başlar ve sonrasın bir inkarı getirtir ki bizde bunun karşılığı "Lâ İlâhe İllallah" lafzıdır. O'nun dışındakileri reddettikten sonra ancak O'na iman edersin. İmana, inanca ulaşmanın şartı budur.

Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici

20 Ocak 2018 Cumartesi

Yaşam bir savaş alanıdır ve yaşamak savaşmaktır

"Uyku dinlendirmezmiş bizi meğer, nesnelerin karaltılarıyla, yaptıklarımızın kalıntılarıyla, arzularımızın ölü nüveleriyle, işte böyle hayaletlerle doluymuş, hayat denen kazanın enkazıymış bunlar."
- Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

Gördüğümüz düşler, insan olma hâlinin, yani biricikliğimizin hikâyeleri değil midir aslında? Bu yüzden her düş, özellikle de bazıları bizim nezdimizde açıklanmaya muhtaçtır. Bir açıklama bekleriz, bir yorum. Neden gördük bu düşü deriz. Uykunun, yani o "yarı ölüm" denen eylemin bize sunduğu en karanlık ama bazen de en aydınlık zenginliğidir bu. Karanlığın zenginliği mi olur diye soracak olursanız da Feryal Tilmaç'ın kitabı belki bir cevap olabilir. Tilmaç on dokuz öyküsü boyunca özellikle hayatın rutin dengesinde göremediğimiz insan hikâyelerini anlatmış. "Mevt: Tek Hecelik Uyku", 2007 yılında Okuyan Us Yayınları'ndan çıkmış bir kitap. İthaki Yayınları bu kitabı yeniden basarak edebiyatımıza önemli bir katkı yapmış.

Her hayatın ama öyle ama böyle bir yerinden muhakkak kırılacağı, kitabın ilk uyarısı. Zaten biz de hikâyeler boyunca bu kırgınlığın etrafında dönen insan hâllerini izliyoruz. "Ah be canım!" diyoruz, "Sen hiç böyle şey duydun mu be Muharrem?" sorusuna arka fon oluyoruz, itiraflara şahit tutuluyoruz, bulantı yaşıyoruz, toplumdaki düşene dair izlenimleri yazarın büyüteciyle didik didik ediyoruz, gariplere ve çapaçulluklara yorum arıyoruz. En ağırı da, ölümün ve ölünün ardından yazılmış bir mektupla yola devam etmek belki: "Düşünebiliyor musunuz? Bir, üç, beş, sonunda dayanamayıp düpedüz düşünebiliyorum diyor doktor. Bir sen misin sanki! Başkalarının acıları kendimizinkini katlanır kılmaya yetmiyor kimi zaman diye karşı çıkıyorum. Bana değil ona anlat diyor. Nasıl diye soruyorum, yaz diyor. Otur yaz! Bunları sana yazmaya öylece başlıyorum. Kızgınlığım yavaş yavaş geçiyor. Yaşım seninkine yaklaşıyor. Ölüme geç kalınmazmış anlıyorum. Çocuğum beni bağışla diyorsun anlıyorum. Anladığım da bu kadar işte. Hepsi hepsi bu kadar. Babam... güzelim, bir mendil niye kanar? Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar? Mendilimde kan sesleri."

Hayatımızda hiç cinayet gördük mü? Yani cinayet anını yaşadık mı? Uzaktan ya da yakından. Sorusu bile ne kadar korkunç. Peki diyelim ki o anın içindeyiz, ne yaparız? Buna dair bir hikâye var kitapta, Hurma Ağacı Cinayeti. Soluk almadan okunuyor, bilhassa bu hikâyede Feryal Tilmaç görsel bir şova davet ediyor okuyucuyu. Muazzam bir anlatım, çok sert düşünceler var: "O anda dalların arasından göz göze geldik. Oydu. Neredeyse her gün kahvede gördüğüm garson. Oydu eminim. Saniyeler içinde sırtındaki ceketi bile tanıdım. Nasıl korktum anlatamam, dünyalar kadar üşüdüm. Toparlanıp deliler gibi kaçtı. Cesedi ertesi gün bahçede oynayan çocuklar bulmuşlar. Ben korkudan çıldırdığımdan, ne olursa olsun daha güvenli olur diye düşünüp işe gitmiştim. Polisler gelmiş, mahalle birbirine girmiş. Sonradan hiçbir görgü tanığı çıkmadı. Ben sustum, gördüğümü görüldüğümü unutmalıydım, unuttum."

Sözlük adlı hikâyede, bazı kelimelerin hikâyelerde nasıl yer aldığına dair bir metin okuyoruz. Hikâye yazmak isteyenler için bir atölye metni olabilir, o kadar sade ve etkileyici. Kelimeler şöyle: Teselli, meyve, düzen, duman. Hepsi birbirinden uzak ama Tilmaç'ın hikâyesinde yakınlaşabiliyor.

Benmişim adlı hikâye ise bir kişilik bilançosu. Nereden nereye gelmek gibi değil, daha çok kaderin içinde bir seçim de vardır der gibi. Bilince işaret ediyor sanki biraz bu hikâye. Daha çok da kapılıp gitmemeye, uyanık olmaya. Yoksa son, efkârlı oluyor: "Yapraklarıma ayrılıp tüm yenilgimi boşalmışım. İçimde gökler gürlemiş, soluksuz yığılmışım. Benmişim Ayşenmişim. Sanki dünya benmişim. Yorgun, bitkin ama hepmişim. Kadınlığımdan sızan kanın sıcaklığında uyuyakalmışım."

Feryal Tilmaç, babasına ithaf ettiği kitabının her bir hikâyesinde bizden karakterini saklıyor. Bazen cinsiyetini belli etmekten uzak bir üslup tutturuyor, bu da hikâyenin akıcılığını ve şaşırtıcılığını kuvvetlendiriyor. Katil olan kadın mı? Âşık olan erkek mi? Bu sorular önemsiz değil çünkü beynimiz bu topraklarda maalesef böyle çalışıyor. Çocuklarımıza oyuncak alırken bile öyle değil mi? Oysa hikâyeler bizi bu karanlıktan çıkartır. Çocuklarımızı daha bebekken bile sakinleştiren, uyumalarını kolaylaştıran, yetişkin olduklarında uyanmalarını sağlayan şey değil miydi hikâyeler.

Tilmaç kitabın bütününe bakıldığında uyku ve ölüm arasındaki yaşamın karanlık taraflarından keşfettiği aydınlık ifadelerle, bir tutam ışık yani umut tutuyor gözlerimize. Yine de şunu hep hatırlatıyor: yaşam bir savaş alanıdır ve yaşamak savaşmaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Ocak 2018 Perşembe

Hikayenin gölgesi: Hilafetten şehadete

Hz. Peygamber'in (sav) vefatından sonra İslam tarihinde dört halife dönemi başlar. Üçüncü halife Hz. Osman’ın şehadetinden sonra da Hz Ali’nin halifelik dönemi başlar. Bu dönem, Hz. Ali’nin ve bütün İslam ümmetinin büyük imtihanlara duçar oldukları dönemdir. Sözün burasında İmam-ı Azam’ın Fıkhu’l Ekber adlı eserinde beyan ettiği gibi bütün bu olayların ahirete bırakılmasını ve konuşulmaması gerektiğini söylemiş olalım. Buradaki konuşmadan kasıt sahabeler üzerine söz söylemek ve onlar için hüküm vermektir. Tüm bunları bir ölçüt olarak ele alıp şunu da ekleyelim. Günümüze kadar birçok tarihçi bu olaylar üzerine kafa yormuş, işin siyasi taraflarını, fikir ayrılıklarını anlatmaya çalışmıştır. Bu olaylar üzerine kafa yoran isimlerden biri de Corci Zeydan ve onun kitabı, geçtiğimiz ekim ayında Otto Yayınları’ndan çıkan tercüme kitap Yetiş ya Ali. Kitabın orijinal ismi: İmam Ali’nin Öldürülmesi.

Bahsini ettiğimiz kitap bir tarihçi gözlemi ve edebiyatçı titizliği ile kaleme alınmış. Özellikle Hz. Ali’nin şehadetine giden yolda haricilerin kurduğu tezgahların ve Hz. Ali’nin hayata karşı bakışının işlenişinin yanında asıl anlatılan konu bir aşk hikayesi. Bu aşk hikayesinin işlenişinin Hz. Ali’nin şehadetine evrilen yolla kesişmesi kader-i İlahi.

Kitap on dokuz bölüm olarak kaleme alınmış. Ve hikaye Kûfe şehrinden başlıyor. Kûfe şehri sazlıklardan yapılan bir şehirken o dönemde çıkan büyük bir yangınla tamamen yok olmuş dönemin halifesi Hz. Ömer’den, şehri yeniden imar için izin istenince o da şu ikazda bulunmuştur: Şehri yeniden inşa edebilirsiniz fakat hiçbiriniz odanızı üç odadan fazla yaptırmayın, binalarınızı gereğinden fazla yüksek tutmayın, yapılarınızda sünneti gözetiniz ki hayatta sizden yana olsun.

Müminlerin Emiri’nin ikazıyla başlayan kitap, her yanı betonlaşmış şehirlere ve onların yöneticilerine de mesaj vermeyi unutmuyor. Kûfe şehrinde yaşayan ve bir savaş esnasında babası ve kardeşi öldürülen Katam adlı genç bir kızın hikâyesi bu aslında. Kûfe’den başlayıp Mısır’da sona eriyor. İntikam ateşiyle yanıp tutuşan Katam adlı genç kız uzaktan akrabası olan Lübabe adlı yaşlı kadınla planlar yaparak Hz. Ali’yi şehit etmek ister. Bunun için güçlü bir erkeğe ihtiyaç duyar. Bu erkek ilk başta Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebu Ribab’ın torunu Said iken; Said’in, dedesinin vasiyetiyle görüş değiştirip Hz. Ali’yi korumak istemesiyle bu kişi, vehim olaya sebep olan bir harici olmuştur.

İşte bu kitap Hz Ali’nin şehadetine giden yolda onu bu hadiseden korumak için yarışan iki gencin Said ile Havle’nin aşk hikayesini, tematik olarak ön plana alarak arka planda bu hadisenin çeşitli entrikalar üzerinden nasıl ilerlediğini anlatır. Havle’nin babası, Hz. Amr’ın destekçisi iken, kızı Hz. Ali’den yana destekçi olmuştur. Bu uğurda ölümü göze alıp, babasından gizli olarak, bir gün şehre Hz. Ali taraftarlarıyla görüşmek için gelen iki gençten birine gönlünü kaptırır. Fakat asıl önemli meselenin bu olayı engellemek olduğunu düşünüp duygularını birbirlerinden gizlerler. Hadise vuku bulunca çeşitli hengame ve engellemeleri aşıp evlenirler.

Tüm bu hikâye anlatılırken, yazar aslında yazının başında söylediğimiz o ince bakış açısıyla hareket ederek, sadece tarihçi titizliği ve edebiyatını konuşturmuş. Bu bakımdan başarılı bir kitap. Kitabın tek eksiğine gelince yazarın kitabı yazarken yararlandığı kaynakları ve alıntıları kitabın sonunda vermiş olmamasıdır. Okur için büyük bir eksiklik bu.

Sıddık Yurtsever
s_yurtsever@hotmail.com.tr