24 Ocak 2018 Çarşamba

Bilinçli okumaya dair ilham veren bir anlatı

"Benim öylesine düz, öylesine durgun zavallı yaşamımda her tümce bir serüvendir."
- Gustave Flaubert, Üç Öykü

Son yıllarda hem yayınevleri bünyesinde hem de belediyelerin kültür faaliyetleri kapsamında en çok tanıtımı yapılan etkinlik; yaratıcı yazarlık. Kitabı olan ya da olmayan, kendini yazma eylemine dair yetkin bulan bulmayan öyle veya böyle birileri çıkıyor ve katılımcılara (elbette para karşılığında) yazarlığın sırlarını, gizemlerini, formüllerini anlatıyor. Genellikle iki saat süren bu etkinlikler yine genellikle iki günle sınırlı kalıyor. Bu etkinliklerden çıkan iyi bir yazarla şimdilik karşılaşmadık, kendini geliştirenler vardır muhakkak. Zaten bu etkinlikleri en çok bu açıdan önemli buluyorum: İnsanda yazma eylemine dair doğuştan gelen bir içgüdü varsa, onu tetiklemek ve geliştirmek. Yazma eyleminin sonradan ve sıfırdan 'gelebileceğine' asla inanmıyorum. Vardır ya da yoktur. Resim yapmak gibi, enstrüman kullanmak gibi. Çok mu uzattım? Olsun, bahsedeceğim kitap kısa. Biz uzatalım, çünkü kitabın konusu yazmadan daha önemli 'olması gereken' bir eylem: okuma.

Çevremizdeki insanlara neden okuyorsun diye sorduğumuzda en önce şu cevaplarla karşılaşırız: vakit geçirmek için, uyumadan önce hafiflemek için, yemeğime eşlik etmesi için, genel(?) kültürümü geliştirmek için. Şu cevaplarıysa ne yazık ki nadir duyarız: hayata ve kendime anlam katabilmek için, kendime ve etrafıma farklı bir anlayışla bakabilmek için, sorgulama ve merak etme güdülerimi geliştirmek için, kendimi daha iyi ifade edebilmek için, iyi ve güzel yazabilmek için, kelimelerin şifasından faydalanabilmek için. Okumanın herkes için farklı bir anlam ifade etmesi elbette doğal. Ancak fani ömür içinde 'maksimum fayda' sağlayabilmek adına kitap bizler için serinletici bir ırmak, ısıtıcı bir alev, gölge sunan bir ağaç, şaşırtıp meraklandıran bir yaprak, daima muhtaç olduğumuz bir toprak. Bunları bilmeliyiz.

Marcel Proust'un Palto Yayınevi tarafından Şubat 2016'da neşredilmiş anlatı kitabı Yaratıcı Okurluk, bizlere okuma eylemini ve yaşattığı iklimi 90 sayfa boyunca öykü tadında sunuyor. Uzun cümleler, bitmeyen paragraflar eşliğinde Proust şiir gibi konuşuyor aslında bu kitapta bizlerle. Bir yandan insanla kitap arasında psikolojik bir irtibat kuruyor, diğer taraftan insanla okuma arasında antropolojik bir kazıma yapıyor. Salt bir düşünce kitabından çok okumanın bir yanıyla ne kadar ciddiyet gerektirdiğini, diğer yanıyla da ne kadar doğal bir sürece sahip olduğunu yazıyor Proust. Ailesinin okumaya bakışından, dönemin sanat ikliminde okumanın yerinden misaller veriyor. Ama en önce çocukluktan başlıyor: "Çocukluğumuzda, o kayıp giden vakitleri her ne kadar yaşamaktan saymasak da, okumak için yanıp tutuştuğumuz bir kitap ile geçirdiklerimiz kadar kıymetlisi yoktur sanıyorum... Benim gibi hatırlayan yok mudur tatil zamanlarında yapılan şu okumaları; insan günün her bir saatine peşi sıra huzur dolu ve dokunulmaz bir sığınak sağlar."

Zaten her şey çocukluktan başlar. Okuma aşkı da hiç şüphesiz çocuklukta başlar. Üstelik bu ilginç bir başlangıçtır. Mesela hiç okumadan; kitapları seyrederek, dokunarak, bir kenarda koruyup saklamakla da başlayabilir bu aşk. Önce göz teması, dokunmak ve koklamak. Bir süre sonra ise tam teslimiyet. Her zaman, her yerde ve sürekli okumak, okur olmak.

Proust'un okumaya yaklaşımı arayıp bulmak, keşfetmek ve duygu odaklı. Dolayısıyla anlatımında okurken yaşadığı duygularını da zaman zaman anlatıyor: "Ben yalnızca, içindeki tüm şeylerin, benimkinden taban tabana zıt olan bir yaşamın ve yine benimkinden çok uzak bir beğeni algısının yansımalarını bulduğum, sanki farklı bir dil ve farklı bir yaratımın hüküm sürdüğü bu odada, bilincimin ürününden eser bulamadığım bir odada yaşar ve düşünür bulurum kendimi, hayalgücüm ise kendini, ben olmayanın derinliklerine dalmış olduğunu tahayyül ederek coşar."

Descartes'ın o meşhur sözü hani, ki doğrudur: İyi kitaplar, o yüzyıllarda yaşamış saygın insanlarla yapılan bir sohbeti sunar bizlere. Proust her ne kadar bu fikri yavan bulsa da iletişim kurmayı önemsiz bulmaz. Zaten kitaplara da ya insanlarla ya da başka şeylerle (eşya, rüya, film, müzik, resim) irtibat kurarak ulaşırız. Buna rağmen bir kitap ile bir dost arasında önemli farklılıklar vardır onun nazarında: "Okuma, insanların en bilgesiyle bile olsa, bir konuşmaya indirgenemez; bir kitap ile bir dost arasındaki esas fark, bilgeliklerinin büyüklüklerindeki farklılık değil, onlarla iletişim kurma biçiminde saklıdır; okuma, konuşmanın aksine, yalnızlığımızı sürdürür iken, yani yalnızken sahip olunan ve konuşunca çabucak dağılan entelektüel güçten yararlanmağa devam ederek, esinlere kendini açmaya ve zekanın kendi kendisi üzerindeki çalışmasını bütünüyle verimli kılmaya devam etmesidir."

Bu kısa anlatı, okumaya dair, bilinçli bir okumaya dair ince ince ilham veriyor. Yakalayan her okuyucu, dünyasını genişletecek ifadeler ve ögeler bulacaktır hiç şüphesiz.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Ocak 2018 Pazartesi

Sorgulayış ve hesaplaşma

“Hayat, olması gereken bir şeydir ama bir derttir, hiçliğe geçiş, hayattaki tek mutluluktur.”
- Schopenhauer

Leo Nikolayeviç Tolstoy’un İtiraflarım adlı eseri onun dini-felsefi bir metni olarak geçmektedir.

Adı üzerinde itiraflarım olan eser Tolstoy’un içsel hesaplaşmalarını taşımaktadır. Hayatın anlamı ne sorusu üzerine başlayıp bir amaç uğruna yaşamanın gerekliliği üzerine bir sorgulayış...

Bu soru Tolstoy’un kafasını sıklıkla rahatsız eder. Bu rahatsız etme Tanrı-inanç-akıl kavramlarını da sorgulamayı gerektirir Tolstoy için. Başlarda hayatın amacını entelektüel kesimde görmüş olduğu mükemmelliyetçilik/mükemmelleşme inancı-ilerlemesi olarak alır. Mükemmelleşmeye olan inancı onu fikri anlamda etkiler, karşılaştığı her şeyi öğrenmeye çalışır. Zamanla fikri mükemmelleşmeden hareketle her türde mükemmelleşmeye iter kendisini Tolstoy. Bu kavram kendisi veya Tanrı için değildir ama. Başka insanların nazarındadır. Onlardan daha iyi, daha meşhur, daha zengin olma arzusu... Bu ilerleme kavramını da zamanla sorgular.

Nereye kadar ilerleyeceğim, en iyi olduğum takdirde elime ne geçecek” soruları aklını kemirir.

Zamanla bir kanıya varır ki hayat ona göre bir anlamsızlıktır. Birnevi hayatının durduğunu, yeme-içme-nefes alma vs. gibi şeylerin elinden gelmediğini düşünür. Hayatın anlamını başka bir kapıda aramak ister: Bilim. Ama bu sefer de şöyle düşünür: “Bütün bilimlerde aradım. Hiçbir şey bulmamakla kalmadım, hatta şu inanca vardım ki, benim gibi bilimlerde arayan bütün insanlar, aynı şekilde hiçbir şey bulamamışlardı. Hiçbir şey bulamamaları bir yana, beni ümitsizliğe götüren şeyin, yani hayatın anlamsızlığının, insanlığın ulaşabileceği tek kesin bilgi oluşudur.

Tolstoy varoluşu sorgulamaktadır aslında. Hayatın ne/niye olduğuyla olan hesaplaşma... Felsefe tarihinin bu soruya cevap aramakla geçtiğinin de farkındadır Tolstoy. Kant ve Schopenhauer’in sıkı takipçisidir. Hayatın sorusuna karşı bu arayışı esnasında ormanda yolunu kaybetmiş birisi olarak görüyordu kendini.

- Hayatımın anlamı nedir?
- Hiçbir şey
- Ya da hayatımın sonucu nedir?
- Hiç! ya da,
- Var olan her şey, ne içindir, ben ne için varım?
- Var olmak için!

Bir vakit sonra bu böyle olmaz/olmamalıdır der ve insanların geneline bakar. Görür ki insanlar basit bir inanç ile mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşamaktadır. Sorgulamadan kabullenmişlerdir ve belirli ritüelleri gerçekleştirirler. Varoluştan beri mevcut olan bir sorunsal olduğu için insanların bunu bir şekilde hallettiğinin farkına varır ve zorlu arayış sırasında karşısına şu tespit çıkar ki çok öğrenmek isteyen kişinin çok acı çekmesi gerek. Kabullenme/sorgulamama durumunu kendisi de denemeye başlar. Bunun yanında aklından "varoluştan bu yana bir amaç için çalışan, yaşayan insanların var olduğu" gerçeğini de atamamaktadır. Devamlı olarak hayatın amacını, anlamını bulma yolunda düşünsel bir süreç içindedir. "İnsan hayatının başladığı zamanlardan bu yana, insanlar, hayatın anlamına sahipti. Ve onlar, bana gelinceye kadar o hayatı yaşadılar. Benim içimde, benim çevremde her ne varsa, maddi olan olmayan, her şey onların hayal hakkındaki bilgilerinin meyvesidir.".  Tolstoy'da bu sorgulayış onu bir seçime doğru sürüklemektedir. Akıl-inanç ikileminde bir seçim mi yapması gerekmektedir? Rahatsız olmasının ilacını inkarda mı bulacaktı yoksa? "Okumuşların ve bilgelerin temsil ettiği şekliyle akıl yoluyla elde edilen bilgi, hayatın anlamını inkar etmektedir. İnsanların muazzam toplulukları ise, bütünüyle insanlık ise, bu anlamı, akla dayandırılmamış bir bilgide fark ediyor. Akla dayandırılmamış bu bilgi ise, inançtır, ani benim iyice reddetmem gereken inanç. Bir ve üçlü bir Tanrıya, dünyanın altı günde yaratılmış olduğuna, şeytana ve meleğe ve benim aklımı kaybetmediğim sürece kabul edemeyeceğim her şeye inanç."

Aklı kabul ettiğinde hayatı inkar ettiğini düşünmektedir. Anlamsız, başıboş bir şekilde bu evrende yer kapladığını düşünmektedir. Din-akıl-bilgi meselesi ile ilgili Nurettin Topçu şöyle demektedir, "Din müsbet ilim değildir. Dinin hakikatleri deneyle açıklanmaz ve dinde deneyle kontrolü yapılabilen evrensel kanunlara ulaşılmaz. Matematikte olduğu gibi dinde aklın yapısına bağlı prensipler de yoktur. Onun prensipleri vicdanın yapısına bağlıdır; ilham ve inançlarla beslenir. Bütün hayat tecrübelerimizin yükseldiği sonsuzluktan tekrar varlığımıza dönen ilahi bir aks-i seda halinde benliğimizi kucaklar. Sonsuzluğun kollarıyla kucaklanma ruh için sonsuz kuvvet kaynağıdır. Durkheim'in bu manada 'din insanlar için bilgi kaynağı değildir, kuvvet kaynağıdır.' deyişi bu hakikati ortaya koyucudur."

Tolstoy bu ikilem karşısında sorusuna kendi aklının verdiği cevaplarla doğruya ulaşıp ulaşamayacağını sorgular. İnsanlığın hayat sorularına/insana yaşama imkânı veren cevaba inancın cevap verdiğini düşünmeye başlar ve bu inancın hayatına anlam katmaya başladığını söyler. "İnanç, beşer hayatının anlamının öğrenilmesidir.".  Fakat inanca yönelişi kafasındaki ikilemi kaldırmamıştı. Bunun yüzünden Tolstoy'un hayata bakışı kötümserliğe, ölüp gitmeye yöneliyordu zaman zaman. Bu süreçte Tanrı'yı arayışı, düşünmesi sürekli aklını meşgul ediyordu ve bir noktaya ulaşmıştı bu arayışın sonunda: Öyleyse, O vardır. O, onsuz yaşanmayan şeydir. Tanrı'yı bilmek ve yaşamak, bir ve aynı şeydir. Tanrı hayattır. Tanrı'yı arayarak yaşa, o zaman Tanrısız hayat olmaz.

Tolstoy'un hayatına yönelik bu itirafları, inanca yönelik sorgulayışı Gazzâlî'nin bir sözünü hatırlatır: "Şüphe duymayan, hakikati bulamaz.". Her şey zıddıyla kaimdir. Bu yüzden hakikati bulma sürecinde imanı, inancı bulmanın ölçütü bir sorgulayış ile başlar ve sonrasın bir inkarı getirtir ki bizde bunun karşılığı "Lâ İlâhe İllallah" lafzıdır. O'nun dışındakileri reddettikten sonra ancak O'na iman edersin. İmana, inanca ulaşmanın şartı budur.

Hasan Basri Yapıcı
twitter.com/hbasriyapici

20 Ocak 2018 Cumartesi

Yaşam bir savaş alanıdır ve yaşamak savaşmaktır

"Uyku dinlendirmezmiş bizi meğer, nesnelerin karaltılarıyla, yaptıklarımızın kalıntılarıyla, arzularımızın ölü nüveleriyle, işte böyle hayaletlerle doluymuş, hayat denen kazanın enkazıymış bunlar."
- Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı

Gördüğümüz düşler, insan olma hâlinin, yani biricikliğimizin hikâyeleri değil midir aslında? Bu yüzden her düş, özellikle de bazıları bizim nezdimizde açıklanmaya muhtaçtır. Bir açıklama bekleriz, bir yorum. Neden gördük bu düşü deriz. Uykunun, yani o "yarı ölüm" denen eylemin bize sunduğu en karanlık ama bazen de en aydınlık zenginliğidir bu. Karanlığın zenginliği mi olur diye soracak olursanız da Feryal Tilmaç'ın kitabı belki bir cevap olabilir. Tilmaç on dokuz öyküsü boyunca özellikle hayatın rutin dengesinde göremediğimiz insan hikâyelerini anlatmış. "Mevt: Tek Hecelik Uyku", 2007 yılında Okuyan Us Yayınları'ndan çıkmış bir kitap. İthaki Yayınları bu kitabı yeniden basarak edebiyatımıza önemli bir katkı yapmış.

Her hayatın ama öyle ama böyle bir yerinden muhakkak kırılacağı, kitabın ilk uyarısı. Zaten biz de hikâyeler boyunca bu kırgınlığın etrafında dönen insan hâllerini izliyoruz. "Ah be canım!" diyoruz, "Sen hiç böyle şey duydun mu be Muharrem?" sorusuna arka fon oluyoruz, itiraflara şahit tutuluyoruz, bulantı yaşıyoruz, toplumdaki düşene dair izlenimleri yazarın büyüteciyle didik didik ediyoruz, gariplere ve çapaçulluklara yorum arıyoruz. En ağırı da, ölümün ve ölünün ardından yazılmış bir mektupla yola devam etmek belki: "Düşünebiliyor musunuz? Bir, üç, beş, sonunda dayanamayıp düpedüz düşünebiliyorum diyor doktor. Bir sen misin sanki! Başkalarının acıları kendimizinkini katlanır kılmaya yetmiyor kimi zaman diye karşı çıkıyorum. Bana değil ona anlat diyor. Nasıl diye soruyorum, yaz diyor. Otur yaz! Bunları sana yazmaya öylece başlıyorum. Kızgınlığım yavaş yavaş geçiyor. Yaşım seninkine yaklaşıyor. Ölüme geç kalınmazmış anlıyorum. Çocuğum beni bağışla diyorsun anlıyorum. Anladığım da bu kadar işte. Hepsi hepsi bu kadar. Babam... güzelim, bir mendil niye kanar? Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar? Mendilimde kan sesleri."

Hayatımızda hiç cinayet gördük mü? Yani cinayet anını yaşadık mı? Uzaktan ya da yakından. Sorusu bile ne kadar korkunç. Peki diyelim ki o anın içindeyiz, ne yaparız? Buna dair bir hikâye var kitapta, Hurma Ağacı Cinayeti. Soluk almadan okunuyor, bilhassa bu hikâyede Feryal Tilmaç görsel bir şova davet ediyor okuyucuyu. Muazzam bir anlatım, çok sert düşünceler var: "O anda dalların arasından göz göze geldik. Oydu. Neredeyse her gün kahvede gördüğüm garson. Oydu eminim. Saniyeler içinde sırtındaki ceketi bile tanıdım. Nasıl korktum anlatamam, dünyalar kadar üşüdüm. Toparlanıp deliler gibi kaçtı. Cesedi ertesi gün bahçede oynayan çocuklar bulmuşlar. Ben korkudan çıldırdığımdan, ne olursa olsun daha güvenli olur diye düşünüp işe gitmiştim. Polisler gelmiş, mahalle birbirine girmiş. Sonradan hiçbir görgü tanığı çıkmadı. Ben sustum, gördüğümü görüldüğümü unutmalıydım, unuttum."

Sözlük adlı hikâyede, bazı kelimelerin hikâyelerde nasıl yer aldığına dair bir metin okuyoruz. Hikâye yazmak isteyenler için bir atölye metni olabilir, o kadar sade ve etkileyici. Kelimeler şöyle: Teselli, meyve, düzen, duman. Hepsi birbirinden uzak ama Tilmaç'ın hikâyesinde yakınlaşabiliyor.

Benmişim adlı hikâye ise bir kişilik bilançosu. Nereden nereye gelmek gibi değil, daha çok kaderin içinde bir seçim de vardır der gibi. Bilince işaret ediyor sanki biraz bu hikâye. Daha çok da kapılıp gitmemeye, uyanık olmaya. Yoksa son, efkârlı oluyor: "Yapraklarıma ayrılıp tüm yenilgimi boşalmışım. İçimde gökler gürlemiş, soluksuz yığılmışım. Benmişim Ayşenmişim. Sanki dünya benmişim. Yorgun, bitkin ama hepmişim. Kadınlığımdan sızan kanın sıcaklığında uyuyakalmışım."

Feryal Tilmaç, babasına ithaf ettiği kitabının her bir hikâyesinde bizden karakterini saklıyor. Bazen cinsiyetini belli etmekten uzak bir üslup tutturuyor, bu da hikâyenin akıcılığını ve şaşırtıcılığını kuvvetlendiriyor. Katil olan kadın mı? Âşık olan erkek mi? Bu sorular önemsiz değil çünkü beynimiz bu topraklarda maalesef böyle çalışıyor. Çocuklarımıza oyuncak alırken bile öyle değil mi? Oysa hikâyeler bizi bu karanlıktan çıkartır. Çocuklarımızı daha bebekken bile sakinleştiren, uyumalarını kolaylaştıran, yetişkin olduklarında uyanmalarını sağlayan şey değil miydi hikâyeler.

Tilmaç kitabın bütününe bakıldığında uyku ve ölüm arasındaki yaşamın karanlık taraflarından keşfettiği aydınlık ifadelerle, bir tutam ışık yani umut tutuyor gözlerimize. Yine de şunu hep hatırlatıyor: yaşam bir savaş alanıdır ve yaşamak savaşmaktır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

18 Ocak 2018 Perşembe

Hikayenin gölgesi: Hilafetten şehadete

Hz. Peygamber'in (sav) vefatından sonra İslam tarihinde dört halife dönemi başlar. Üçüncü halife Hz. Osman’ın şehadetinden sonra da Hz Ali’nin halifelik dönemi başlar. Bu dönem, Hz. Ali’nin ve bütün İslam ümmetinin büyük imtihanlara duçar oldukları dönemdir. Sözün burasında İmam-ı Azam’ın Fıkhu’l Ekber adlı eserinde beyan ettiği gibi bütün bu olayların ahirete bırakılmasını ve konuşulmaması gerektiğini söylemiş olalım. Buradaki konuşmadan kasıt sahabeler üzerine söz söylemek ve onlar için hüküm vermektir. Tüm bunları bir ölçüt olarak ele alıp şunu da ekleyelim. Günümüze kadar birçok tarihçi bu olaylar üzerine kafa yormuş, işin siyasi taraflarını, fikir ayrılıklarını anlatmaya çalışmıştır. Bu olaylar üzerine kafa yoran isimlerden biri de Corci Zeydan ve onun kitabı, geçtiğimiz ekim ayında Otto Yayınları’ndan çıkan tercüme kitap Yetiş ya Ali. Kitabın orijinal ismi: İmam Ali’nin Öldürülmesi.

Bahsini ettiğimiz kitap bir tarihçi gözlemi ve edebiyatçı titizliği ile kaleme alınmış. Özellikle Hz. Ali’nin şehadetine giden yolda haricilerin kurduğu tezgahların ve Hz. Ali’nin hayata karşı bakışının işlenişinin yanında asıl anlatılan konu bir aşk hikayesi. Bu aşk hikayesinin işlenişinin Hz. Ali’nin şehadetine evrilen yolla kesişmesi kader-i İlahi.

Kitap on dokuz bölüm olarak kaleme alınmış. Ve hikaye Kûfe şehrinden başlıyor. Kûfe şehri sazlıklardan yapılan bir şehirken o dönemde çıkan büyük bir yangınla tamamen yok olmuş dönemin halifesi Hz. Ömer’den, şehri yeniden imar için izin istenince o da şu ikazda bulunmuştur: Şehri yeniden inşa edebilirsiniz fakat hiçbiriniz odanızı üç odadan fazla yaptırmayın, binalarınızı gereğinden fazla yüksek tutmayın, yapılarınızda sünneti gözetiniz ki hayatta sizden yana olsun.

Müminlerin Emiri’nin ikazıyla başlayan kitap, her yanı betonlaşmış şehirlere ve onların yöneticilerine de mesaj vermeyi unutmuyor. Kûfe şehrinde yaşayan ve bir savaş esnasında babası ve kardeşi öldürülen Katam adlı genç bir kızın hikâyesi bu aslında. Kûfe’den başlayıp Mısır’da sona eriyor. İntikam ateşiyle yanıp tutuşan Katam adlı genç kız uzaktan akrabası olan Lübabe adlı yaşlı kadınla planlar yaparak Hz. Ali’yi şehit etmek ister. Bunun için güçlü bir erkeğe ihtiyaç duyar. Bu erkek ilk başta Mekke’nin ileri gelenlerinden Ebu Ribab’ın torunu Said iken; Said’in, dedesinin vasiyetiyle görüş değiştirip Hz. Ali’yi korumak istemesiyle bu kişi, vehim olaya sebep olan bir harici olmuştur.

İşte bu kitap Hz Ali’nin şehadetine giden yolda onu bu hadiseden korumak için yarışan iki gencin Said ile Havle’nin aşk hikayesini, tematik olarak ön plana alarak arka planda bu hadisenin çeşitli entrikalar üzerinden nasıl ilerlediğini anlatır. Havle’nin babası, Hz. Amr’ın destekçisi iken, kızı Hz. Ali’den yana destekçi olmuştur. Bu uğurda ölümü göze alıp, babasından gizli olarak, bir gün şehre Hz. Ali taraftarlarıyla görüşmek için gelen iki gençten birine gönlünü kaptırır. Fakat asıl önemli meselenin bu olayı engellemek olduğunu düşünüp duygularını birbirlerinden gizlerler. Hadise vuku bulunca çeşitli hengame ve engellemeleri aşıp evlenirler.

Tüm bu hikâye anlatılırken, yazar aslında yazının başında söylediğimiz o ince bakış açısıyla hareket ederek, sadece tarihçi titizliği ve edebiyatını konuşturmuş. Bu bakımdan başarılı bir kitap. Kitabın tek eksiğine gelince yazarın kitabı yazarken yararlandığı kaynakları ve alıntıları kitabın sonunda vermiş olmamasıdır. Okur için büyük bir eksiklik bu.

Sıddık Yurtsever
s_yurtsever@hotmail.com.tr

Haricîlik ne değildir?

Müslümanların tarihi ‘tabularla’ doludur. Bu hâliyle sorgulanamaz, araştırılamaz hatta dokunulamaz insan ve dönemlerden oluşur. Diğer yandan Müslümanların tarihi günah keçileriyle de doludur. Bir zamanlar var olmuş ve gerek etkileri gerekse sonuçlarıyla bugün de var olmaya devam eden sorunlar, kavgalar, karışıklıklar, anlamsızlıklar bu günah keçilerine mal edilir. Fıtratı itibariyle hatadan münezzeh olmayan insanın oluşturacağı toplumun da hatadan nakıs olamayacağı bir gerçektir. Dolayısıyla her insan gibi her insan topluluğunun da hata yapma potansiyeli bulunmaktadır. Bu gerçekleri görmezden gelerek bir kişi ya da kesimi hatasız görüp tüm hatayı başka bir kişi ya da kesime isnat etmek mantıksızlığın ötesinde evvela adil değildir. Müslümanların tarihinde bu konuma denk düşen oldukça fazla durum bulunmaktadır. Diğer toplumlarda da olduğu gibi çoğunluğun, iktidarın veya genel kabulün görüşü gerçeğin ve doğrunun belirleyicisi ve ölçütü olmuştur. İslam tarihinde ilk ayrılıkçılar veya fitneyi çıkaranlar şeklinde aktarılan Hariciler mevzusu da bu durumun örneklerindendir.

Haricilik Mezhebinin Doğuşu Bağlamında Din-Siyaset İlişkisi başlığını taşıyan eser Adnan Demircan tarafından kaleme alınmış. Beyan Yayınları’ndan çıkan kitap iki yüz sayfadan oluşuyor. Yazar, kitabın önsözünde konunun önemine binaen titiz bir çalışma yapmaya çalıştığının altını çiziyor ve bu çabasını “kabul gören görüşler tarafından itibar edilmeyen görüşleri de tartışmaya dâhil ederek” gösteriyor. Kısacası müellif kabul gören görüşleri farklı nedenlerle dikkate alınmayan görüşlerle birlikte değerlendirmeye çalışıyor. Kitapta, Haricilik mezhebinin kökeni, ortaya çıkışına neden olan etkenler, savunduğu düşünce şekli ve metodolojisi, dönemin diğer İslami gruplarına karşı duruşu ve Haricilerin bugün radikal olarak nitelendirilen İslami gruplarla ilişkilendirilmesi detaylarıyla birlikte ele alınıyor.

Genel hatlarıyla beş bölüm ve kitabın sonunda iki adet makale (ek) bulunan eserin birinci bölümü “Hariciliğin Doğduğu Tarihsel Zemin” başlığını taşıyor. Bu bölümde Allah Resulü’nün vefatıyla birlikte başlayan dört halife dönemi siyasi gelişmeleriyle birlikte aktarılıyor. Devlet başkanlarının seçilmesi ve/veya atanması mutedil bir değerlendirmeye tabi tutuluyor. “Hariciliğin Doğuşunu Hazırlayan Etkenler” başlıklı ikinci bölümde toplumsal yapı, ekonomik durum, siyasi çekişmeler etrafında devletin genişlemesinin sonuçlarına ve bu çerçevede dinin yorumlanmasına değiniliyor. Bu dönemde İslam’ın Arapların dışındaki toplumlara yayılması neticesinde var olan kabilecilik taassubunun yanında Arap-Mevali sorunu dinin farklı yorumlanmasında önemli bir zemin oluşturmuştur. Üçüncü bölümde, “Hariciliğin Doğuşundaki Temel Etmenlerle İlgili Görüşler” başlığı altında farklı dini anlayış ve politik görüşlerin Haricilik mezhebinin ortaya çıkmasındaki etkisi üzerinde durularak dinin politik bir mevzi kazanımı için kullanılması irdeleniyor. “Hariciliğin Başlangıcı” başlıklı dördüncü bölümde peygamber dönemindeki bazı olayların Haricilik bağlamında değerlendirilip değerlendirilemeyeceği sorgulanarak Hz. Ali ve Muaviye arasındaki mücadelenin sonuçlarına kadar geçen süreç tartışılıyor. Harici görüşler ve siyasal faaliyetleri ile kategorileştirilmelerinin konu edildiği beşinci bölüm “Harici Fırkalar” ismini taşıyor. Bu bölümde konu hakkında çalışma yapmış olan ilim insanlarının Harici fırkalar tasnifinin olduğu geniş bir listeye yer veriliyor. Kitabın sonunda iki Arap akademisyenin Haricilik ile ilgili makaleleri bulunuyor. Hariciliğin ortaya çıkışı üzerine detaylı anlatımların bulunduğu makaleler özellikle Hakem Olayı ile ilgili doğru bilinen yanlışlara dikkat çekiyor.

Kitap genel itibariyle söz konusu dönemle ilgili kabul gören görüşe dair önemli sorgulamalara kapı aralıyor. Bu anlamda, yapılan hatalı uygulamalar hamasete ve/veya duygusallığa yer vermeden gerçekçi bir değerlendirmeyle ele alınıyor denilebilir. Farklı anlamlar çıkarılmasına yer vermeden bir şeyin altını çizmek gerekiyor. Birilerini aklamayı ya da yermeyi amaçlamayan eser tarihsel bir olayın gerçeklik noktasında kaydını tutmaya çalışarak önemli bir misyonu üstleniyor. Dolayısıyla gerek Haricilik gerekse diğer mezhep oluşumlarının dini bir ihtilaftan çok siyasi bir çekişme nedeniyle ortaya çıkışının ve bu durumun itikadi alana kaydırılarak dini bir ihtilafa dönüştürülüşünün fotoğrafını çekiyor diyebiliriz. Buradaki siyasi-itikadi savrulmanın sadece Haricilik ile sınırlı olmadığını tekrarlamakta fayda bulunuyor. Herhangi bir konuyu yeterince iyi anlamak için farklı açılardan bakmak şarttır. Tarihsel perspektifte yanlı ve tek taraflı oluşturulmuş ‘Haricilik nedir’ sorusu baştan cevabı belirlenmiş bir sorudur. Dolayısıyla Haricilik kavramı çoğunluğun tanımlamayı ve konumlandırmayı kendilerince yaparak ötekileştirdiği bir olguyu temsil etmektedir. ‘Karşıtları’ tarafından Haricilik tanımlaması yerine Harici kaynaklar da dâhil farklı kaynakların konuya bakışını aktaran Adnan Demircan, Haricilik hakkında bilinenler üzerinden ‘Haricilik ne değildir’ sorusunun cevabını vermeye çalışmaktadır. Müellifin Hariciliği tek yönlü bakış açısıyla ötekileştirmek yerine kendilerini tanımlama imkânı tanıması önemli bir çabadır. İlmi ve adil olan da budur.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp