12 Ocak 2018 Cuma

Bu kitap burada bitmez!

"Burada olan benim biyografim değil içsel olaylarımın gerçek akışıdır."
- Giovanni Papini

Hayat çok hızlı ve değişerek geçiyor. Geleceğe dair planlar yapıyor, hayaller kuruyoruz. Bazen kendimizin ortadan kaldırdığı planlarımız çoğu zaman hayatın akışı tarafından yıkılırken, hayallerimiz en başta hayatın akışından dolayı hiç oluşmadan yok oluyor. Bu hengâmeden en fazla nasibini alan özelikle çocukluğumuza dair hayallerimiz olsa gerek. Daha saf, daha temiz, daha katışıksız, daha gerçek -ya da gerçeküstü- bir düş dünyası ile inşa ettiğimiz hayallerimiz bizler büyüdükçe hayatın gerçekliğine çarparak paramparça oluyor. Hiç gerçekleş(e)meyecek olmasına rağmen zihnimizin bir yerinde saklı kalan hayallerimiz hatırımıza geldikçe kalbimizde buruk bir heyecan dalgası bırakabiliyor. Bu durumu salt ümide tevil edemeyiz belki ama biliyoruz ki aslında ‘bitse de bitmiyor’.

Monokl Yayınları tarafından neşredilen Bitik Adam adlı kitap İtalyan yazar Giovanni Papini (1881-1956) tarafından kaleme alınmış. Eserin çevirisi Sinem Carnabuci’ye ait. Yazar, çocukluğundan başlayarak otuzlu yaşlarına kadar geçen sürecin ‘mücadeleci’ hikâyesiyle buluşturuyor okuru. Sıkıntı içinde geçen bir hayatın içsel yansımalarını şahit oluyoruz. Bu yanıyla kitapta on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın başlarının İtalya’sını içeren gerçek bir kesit söz konusu. Eserde tek düze bir anlatım yok. Kitaptan edebiyata, sanattan dine, felsefeden toplumsal yaşama kadar kapsamlı ve birbiriyle etkileşimli bir anlatımın olması okumayı tetikleyen bir etken oluyor.

Eserde yazarın henüz çocukken hayata geçirmek için planladığı bir şeyin büyüdükçe hayale dönüşümünü, bir anlamda gerçek olamayışını adım adım izliyorsunuz. Bilgiye ve kitaba hastalık derecesinde düşkün bir çocuğun var olan kitapların yetersizliğinden dem vurmasıyla başlıyor hikâye. Bir sandıktan oluşan kısıtlı bir ev kitaplığına sığamayan çocuk gördüğü/okuduğu kitaplardaki eksik bırakılan noktaların sıkıntısını çekiyor. Kendince yöntemler geliştirerek konuları yeniden yazmaya girişiyor. Notlar alıyor, çizimler yapıyor, yeni yeni kitaplarla tanışıyor. Ailesinin maddi zorluklar içinde olması daha fazla kitapla buluşmasına engel oluyor. Kitap elde etmek için yalan dâhil çeşitli yollara başvuruyor ama istediği kitapların çoğunu elde edemiyor. Kitapçılar ile ilgili iyi duygular beslememeye başlasa da kitap için atan kalbi onu kitapçıların karşısına çıkarmaktan geri durmuyor. Kütüphaneleri mesken tutuyor. Okudukça, öğrendikçe, bilgiye açlığını giderdikçe yaptığı planları revize ediyor. Öğrendiği her yeni bilgi yaptığı planın yeterli olmadığını, yazdıklarının düşündüğü gibi her şeyi kapsamadığını anlamasına sebep oluyor. Revize edilerek yeniden yeniden yapılan planlar her şeyi içerecek olan kapsamlı bir ansiklopedi yazma girişimine dönüşüyor. Daha çok okuyor, daha çok öğreniyor, daha çok yazıyor ve ne kadar çok öğrenirse çaresizliğinin o kadar arttığını görüyor. Bütün bu yaşadıkları onun sadece akranlarından ayrışmasına değil çevresindeki insanlardan da uzaklaşmasına neden oluyor.

Geçen yıllarla birlikte yazarın önceki planları gibi kapsamlı bir ansiklopedi yazma planı da hayale dönüşüyor. Oldukça asi, hırçın ve hırslı bir çocuklukla başlayan ideal, bir o kadar da inatla devam etse de belirli bir aşamadan sonra imkân denilen kavrama takılıp kalıyor. Bu durum onun okuma ve öğrenme isteğine ket vurmuyor ama planını gerçekleştirme yolunda yavaşlatıyor. Artık dünyayı ve insanları farklı bir pencereden görmeye başlıyor lakin bu değişim hiçbir zaman planından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Kendisi gibi insanlarla tanışıyor, okuyor, düşünüyor, tartışıyor, dergi çıkarıyor, kitap yazıyor. Çabasının kendisini yaptığı plana yaklaştırması gerektiğini düşünürken her geçen gün uzaklaştığını gözlemliyor. Yaşadıkları ve elde ettiği sonuç insanlar için bitmek anlamına gelse de yazar bitmediğini, bitmeyeceğini haykırıyor. Öyle ki bu haykırışı “bitti dediğiniz adam yaptıklarıyla burada, siz neredesiniz” diyerek bir meydan okumaya dönüştürebiliyor.

Okur kitabın her sayfasında hem kitabı okuma hem de yazarın okuma serüvenine şahit olma bağlamında okuma eyleminin çift katmanlı keyfini sürerken yazarın şahsında insanın imkânının sınırlarını keşfediyor. Giovanni Papini’nin, yaşadıklarının iç dünyasındaki yansımalarını ustaca yazıya dökerek aslında kendisiyle birlikte kitapların da hikâyesini yazmış olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla Bitik Adam her kitapseverin kendinden bir şeyler bulabileceği muhteşem bir eser olarak karşımıza çıkıyor.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

10 Ocak 2018 Çarşamba

Dublörün Dilemması: Klişe mi? Tesadüf mü?

“Okuduğunuz romanda, olayların akışıyla ilgisiz bölümlerin bulunması ihtimali 2’de 1.”
- Dublörün Dilemması, syf. 149

Dublörün Dilemması; Nuh Tufan, İbrahim Kurban, Habip Hobo ve Ferruh Ferman isimli dört ana karakter üzerinden kurgulanmış bir Murat Menteş romanı. Karakterler arası geçiş sayesinde okuyucusunun olayları farklı açılardan görmesini sağlayan yazar okuyucusunu hem şaşırtıyor hem de kitap sonuna kadar ilginin diri kalmasını sağlıyor. Fakat Dublörün Dilemması’nın bu başarısı olaylara farklı karakterler tarafından farklı çözümlemeler getirilmesi ile değil “polisiye film aldatmacası” vari daha sonra aydınlatılmak üzere olayın bir bölümünün bilerek karanlıkta bırakılması ya da okuyucu algısının başka yöne çekilmesi sonucu elde edilmiş. Hülasa roman bu konudaki başarısını okuyucusunu aldatmasına borçlu.

Konusu itibari ile bilim-kurgu yahut ütopya dahi olsa romanın kıymeti yazarın zihninde canlandırdığı dünyayı okuyucusuna aktarabildiği bir bakıma okuyucuyu bu kurguya inandırabildiği kadardır. Bu inandırıcılığı sakat bırakacak iki şey ise klişe ve tesadüftür. “Canımın içi, böyle şeyler yalnızca romanlarda olur” alıntısıyla romana başlayan yazar romanındaki klişe ve tesadüf sarmalını mazur gösterme gayretinde gibi. Romanda ki Nuh Tufan karakteri hem yetim hem albino hem şizofren, İbrahim Kurban zengin, mutasavvıf ve mucit, Ferruh Ferman fabrikatör, kekeme, mafya kayınbiraderi tarafından öldürülmek istenen bir arkeolog, Habip Hobo kılık değiştirmekte mahir, ustasının kitabını tamamlamaya soyunmuş yazar-casus. Tüm bu “orijinallik” yetmezmiş bu karakterlerin birbirleri ile olan münasebetleri de sürekli tesadüfler üzerine oturtulmuş. Bir süre sonra bu kadar “renkli” karakterler ve bir o kadar “tesadüfî” ilişkiler okuyucunun romana inandırıcılığını kaybetmesine neden oluyor.

Yazın ürünü ortaya koyma yazarın o ona kadar biriktirdiklerini bir sentez mekanizmasından geçirme süreci ise Menteş bu sentez konusunda hiç zahmet etme gereği duymamış. Yazar bir daha kitap yazamayacağı zehabına kapılmış olmalı ki şimdiye kadar istif ettiği bütün müktesebatını bu kitaba doldurmuş. Çünkü kitap baştan sona film, yönetmen, şarkı müzisyen, aktris-aktör, filozof isimleri ve bunlardan yapılmış alıntılar ile dolu. Bu teker teker kıymeti tartışılmaz olan şeylerin bir araya getirilme gayretinden daha beter bir durum ise kitabın bir tür “oradan buradan bilgiler ansiklopedisine” çevrilmesi. Kurmaca mı gerçek mi olduğunu bile kestiremediğiniz birçok bilgiyi yazar adeta üzerinize boca ediyor. Nuh Tufan karakterinin Whitcomb Judson’un kim olduğunu tahmin etmesi için İbrahim Kurban’a sıraladığı alfabenin yirmi dokuz harfinden mürekkep şıklar, Çırağan sarayının hikâyesi, resim hakkında malumat, Turgut Özatay filmleri, Canetti’den Adorno’ya bir yığın filozof, Baudrillard hakkında bütün filozoflardan daha fazlası, savaşta kullanılmış hayvanlar, Colt marka silah hakkında katalog bilgisi, Hz. Âdem’den bu yana köpekler, pek zeki hayvan fareler, buzullardan çıkarılmış adam Otzi ve daha birçok şey. “Bu sene televizyonda görünme ihtimaliniz 119’da 1” veya “depresyona girme ihtimaliniz 9’da 1” gibi onlarca ihtimalde kitapta kendine yer bulmuş. Görüleceği gibi yazar birikimini bir senteze tabi tutmaktansa bunları kitabın orasına burasına doldurmayı daha uygun görmüş. Sentez yapmaya kalktığında ise durumun vahameti daha da ağırlaşıyor. Menteş’e göre uyuşturucu madde kullanma ile dine yönelmenin belirtileri aynı mesela. Dindarlık ve müptezelliği aynı kefeye koymakta beis görmeyen yazara göre her iki tipinde de aile ilişkileri azalır, okul başarıları düşer, daha fazla para harcarlar, gün içinde bazen neşeli bazen sakin bazen öfkeli veya saldırgan tutumlar gösterirler vesaire. Üzerinde düşünülmeden yapılmış bir benzetme ise yazarının yerine okuyucusunu utandıran cinsten, hayır bilinçli yapılmış ise heyhat ki Tanzimat’tan bu yana aydınımızın zihin dünyasında değişen hiçbir şey yok!

Taha Selçuk
twitter.com/ecztaha

Hayal ile gerçeğin sınırında Weysel Paradoksu

İç monologlarla örülü kitaplar okuyucuyu her yönüyle ele geçirmeli ki eser kendini sonuna kadar okunur kılsın. Aylak Adam’ın satırları arasında dolanırken bizi ondan kaçmaktan alıkoyan pek çok şey vardır şüphesiz. İşte şimdi, böylesi bir yapıta daha tanıklık ediyoruz. Hasan Yurtoğlu’nun, yazın dünyamıza önemli bir eser kazandırdığını söyleyebiliriz.

Kitabın ilk sayfalarında rastladığımız Ankara betimlemesi, okuru ülkenin bayramlıklarını giydiği kurtuluşun o ilk günlerine götürüyor. Başlarda, Paris görmüş Osmanlı münevverlerince küçümsenmiş bir Anadolu kasabası iken(bir yönüyle hep öyle kalmış gibidir) diğer yandan Türklüğün var olma cesaretini temsil etmesi bakımından başkent olmakla taçlandırılan bir Ankara görüyoruz. Cumhuriyetle özdeşleştirilen Ankara. Zira Cumhuriyetin başarıları da başarısızlıkları da Ankara’da izlenebilir. Bu yönüyle şehre sirayet eden gurur benzersizdir. Ankara’nın o yıllardan kalma cepheden iyi haberler bekler bir hali vardır hep. Hacıbayram’ın avlusunda meczuplar dua etmektedir: Allah devletimize zeval vermesin. Kale burçlarından sızarak sinsice şehre tasallut eden ve kendi şahsi çıkarlarını her türlü değerin üstünde gören Sodom Gomore halkı yanında İstiklal ruhunun taşıyıcısı olan ve hala kurtuluş mücadelesi veren şehrin hakiki ahalisi de burada bir aradadır. Veysel adlı kahramanın iç dünyasına yaptığımız yolculukta onun imkânsız aşkını, hayata karşı naif tavrını, üzüntü ve kaygılarını ve kimseyi mutlu etmeyeceği muhakkak olan talihsiz olaylar karşısında takındığı sıra dışı tavrını en yalın çıplaklığıyla okuyoruz. Bir kadını memleketini sever gibi seven kahraman memleketini de bir kadını sever gibi güçlü bir tutkuyla seviyor.

Adeta Aylak Adam’ın ruhu dolaşıyor satırların arasında. Kıvrak dili sayesinde okuyucuyu sayfalarına hapseden kitabın kendine has bir kurgusu var. Bu kurgu, bazen baş döndürücü olabiliyor. Örneğin, kitap için tam bir fikir kitabı diye düşünmeye başladığınız sırada diyaloglara yelken açıyor hemen; kendinizi Veysel’in Selma’ya yönelik platonik ilgisine eşlik ederken buluyorsunuz. Veysel, nasihatinize ihtiyacı olduğunu hissettiğiniz bir dostunuz kadar yakın size. Her an kıyısında dolaştığı uçurumdan çekip almak için güçlü bir arzu duymanızı sağlıyor. Arkadaşınıza yönelik nutkunuza başlamak üzereyken de bunun bir anlatı olduğu gerçeğini anımsıyorsunuz birden. Hayalin ve iç seslerin oluşturduğu bir metnin okurda meydana getirdiği gerçeklik hissi şaşırtıcı boyutlara ulaşıyor. Goethe’nin ve Fuzuli’nin benzer duygularını vücuda getirmek için alıntılandığı daha kaç kitap vardır bilinmez ancak Yurtoğlu’nun kitabı buna güzel bir örnek. Hayal ile gerçeğin; aşk ile cinnetin oluşturduğu kaostan kurtulmak adına ipten atlamayı düşünen ancak bu isteğini gerçekleştirmeye bir türlü cesaret edemeyen cambazın yaşamöyküsüdür aslında bu. Annesinin ve Selma’nın varlığı müsaade etmiyor buna. Şarkılar, onu tutuyor. ‘Annemin sesini duydum. Selma’nın yüzü gözümün önüne geldi.’ Goethe ve Dostoyevski’nin kahramanlarını zaman ve mekânda yolculuğa çıkaran yazar çocukluğun en saf haliyle bir böceğin ruh dünyasını özdeşleştirerek bu yalın gerçeği şu sözlerle dile getiriyor: "Büyürken benimle birlikte büyüyen ve küçülen şeyleri izlemek müthişti. Onların uzaklaşıp kayboluşlarını, ufalıp yok oluşlarını... Bir kelebek için dünya nedir? Sabah veya akşam olması fark eder mi kelebeğe? Güz yahut ilkbahar oluşu, kelebeğin değerlendirmesini nasıl etkiler? Annesini yitirmiş bir kediye, oğlunu yitirmiş kadına nedir dünya?" [sf. 184]

Ölümle alay eden insanların intihara meylettiği düşünülse de, aslında o insanlar, hayatı daha da kıskıvrak yakalamak adına alay etmektedirler varoluşlarıyla. Dede Korkut Hikâyelerinin önemli karakterlerinden birisi olan ve üzerinden geçmeyenin de zorla ücret ödediği köprüyü yapan Deli Dumrul’a bir saygı duruşudur, Veysel’in Azrail’e “ne zaman istersen, o zaman canımı al” demesi.

Yaşam ile ölümün bu denli girift yapılar oluşturduğu ve her iki olguyu birbirinden bağımsız bir şekilde değerlendirmemize imkân vermeyen günümüz dünya algısında Weysel Paradoksu, herkesten evvel okuyucusunun da sahipleneceği ve gurur duyacağı bir paradoks olarak karşımızda beliriyor. Herkesin ve her şeyin paradoksunu yazıp çizen literatür artık yepyeni ve elimizdeki ayna ile karşısına geçtiğimiz boy aynasında çektirdiğimiz tuhaf fotoğraflar gibi bir paradoks daha yazacağa benziyor. Hem de tüm kaosu delip geçen ve okuyanı kozmos ile buluşturan bir paradoks: Weysel Paradoksu.

Ömer Ünal
* Bu yazı daha evvel Aydınlık Kitap'ta yayınlanmıştır.

7 Ocak 2018 Pazar

İnançlar paketlenmiş, tecime elverişli

Modern anlamda kapitalizmin Batı’da ortaya çıkışı Rönesans ve Reform hareketleri sonrasında toplumsal, siyasi ve ekonomik alandaki değişimlerle ilişkilendirilir. Bu ilişkilendirmede en önemli noktalardan biri de dindir. Söz konusu ilişkilendirmeyi Protestanlık ve Kalvenizm gibi Hıristiyanlığın ‘piyasaya’ yönelik yeniden yorumlanmasına bağlayan Weberyan görüş, sosyolojik ve siyasi bakımdan süreci anlamlandırma bağlamında önemli bir açılım sunar. Bu yeni yorumlar üzerinden zenginleşme ümidinin özgürleşme cilasıyla parlatılması yoluyla oluşturulan anlayış Kilise’nin var olan kanaat ve bağlılık doktrinini Batı dünyasından söküp atmıştır desek yanılmış olmayız. Kilise’ye karşı kazanılan zaferin meydana getirdiği yıkıcı rüzgârı arkasına alan Aydınlanma ve pozitivist bilim anlayışı kapitalist hegemonyanın başat gücünü oluşturarak Batı merkezli gelişim ve ilerlemenin ideal formunu ortaya çıkarmıştır.

Başta İslam coğrafyası olmak üzere Batı dışı toplumların Batı’nın geçtiği süreci yaşamamış olması söz konusu idealden uzak olduğu ya da ayrı kaldığı anlamına gelmiyor. Söz konusu gelişme ve ilerleme ideali uzun süredir seçim ya da talep konusu olmaktan çıkarak bir ‘mecburiyet’ haline almış durumda. Zira başlarda dayatılan bu anlayışın artık rızaya yönelik bir eğilim olduğu görülüyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra baskısını arttırarak devam ettiren bu anlayışın küreselleşme miti sayesinde en kapalı toplumlara kadar sirayet ettiğini görmek şaşırtıcı değil. Geçen süreç içerisinde bazı toplumların oluşturduğu suni kapalılığın işe yaramayarak kısa sürede dağılmış olması kendiliğinden kapalı olan toplumların vereceği tepkiyi merak ettiriyor. Şimdiye kadar iyi bir görüntü sergileyemeyen İslam coğrafyası çatışmanın en yoğun yaşandığı bölge olarak göze çarpıyor. Piyasa İslamı adlı kitap Müslümanların bu çatışmayı nasıl yaşadığını ve neye evrildiklerini anlamaya yönelik bir çalışma. Patrick Haenni imzasını taşıyan Piyasa İslamı adlı eser Heretik Yayınları’ndan çıkmış. “İslam Suretinde Neoliberalizm” alt başlığı taşıyan ve sosyolog-siyaset bilimci Ali Yaşar Sarıbay’ın takdimiyle sunulan eseri "Türkçe Söyleyen" ise Levent Ünsaldı.

Giriş ve sonuç hariç dört bölümden oluşan eserde geçtiğimiz yüzyılın son yarısından bu yana hızlı bir dönüşüm yaşayan Müslüman toplumların yaşadığı değişim ekonomik ve siyasi olarak irdeleniyor. Çalışmada ele alınan konu özellikle Mısır, Türkiye ve Endonezya’da yaşanan siyasi ve ekonomik gelişmeler ekseninde genele yayılmaya çalışılmış. Geleneksel dini anlayışın yerini Batı değerleriyle uzlaşan ve Batı’nın kurumlarına eklemlenerek para ve güç devşirmeye çalışan bir anlayışın aldığını belirten yazar bu dönüşümün nereye varacağını açıklamaya çalışıyor. İslamcılığı Aşmak adlı ilk bölümde gelenekselci ve militan ütopyacı İslami anlayışın değişim ve dönüşümü ele alınıyor. Buna göre artık örgütlenme biçimi devlet ve siyasi merkezli olmaktan kültürel ve dışa dönüklüğü yansıtan dinsel yaşam şekline evrilmiştir. Burjuvalaşan Müslümanlar dünyaya açılarak Batı toplumlarının ‘kompleksiz ve rahat yaşam tarzlarını’ dinsel yaşamlarının içine yerleştirmişlerdir. Bu anlayış özellikle fıkıh alanında kendini göstererek geleneğin reddettiği birçok şey artık kabul edilir hale getirmiştir. Başta müzik olmak üzere sanattan modaya, spordan eğlenceye kadar öncekilerin edep sınırları dışında tuttuğu hatta yasak (haram/günah) saydığı şeyler yaşamın birer vazgeçilmezi olmuştur. Artık Müslümanlar için çileli yaşam biçiminin yerini kendilerini mutlu eden popüler kültür ikonları almıştır.

İkinci bölümde dönüşüme uğrayan Müslüman profilinin apolitikleşerek iş hayatına yönelişinin anlatıldığı Piyasa Destekli Dinsellik başlığını taşıyor. Bu yeni tip Müslüman profili kazanımlarını ekonomik alanda elde ederek dinselliğini “rahatça” ifade etmektedir. Artık amaç, kitleleri değişmez bir katılığa ikna ederek harekete geçirmek değil hedef grupların taleplerine yönelik arz sunmaktır. Bu bağlamda İslam (ticari) kâr için araçsallıştırılarak bir pazarlama yönteminin parçası haline getirilmiştir. Geleneksel ve radikal söylem ile arası açılan bu anlayış için ‘hicret’ militan ve cihadist olmaktan çıkmış burjuva ve ticari yönelimli bir hareket olmuştur. Bu yeni anlayış küresellik ve sekülerlik kavramlarının ahlakiliği sorunsalını evrensellik adı altında etik bir forma sokarak geçiştirmeyi ve meşrulaştırmayı başarmıştır.

Kültürel çekişmenin konu edildiği üçüncü bölüm Piyasa İslamı’nın Kültür Savaşları adını taşıyor. Kendini siyasi olarak tanımlamayan yeni Müslüman profili ekonomik alandaki başarılarıyla yeni bir kimlik oluşturmaktadır. Yalnız bu yeni tipolojinin burada atladığı şey İslam’ın kapitalist ekonomiye ilişkin yasaklamalarıdır. Bu süreçleri özellikle Türkiye, Mısır ve Endonezya’nın 1980’ler ve sonrasını ele alarak değerlendiren yazar söz konusu toplumların muhafazakârlaşarak burjuvalaştığını belirtiyor. Ortaya çıkan yeni anlayışa göre İslam fakir ve cahillerin dini olmaktan çıkmalı, Müslüman kaliteli bir yaşam sürmeli, zengin, güçlü ve refah içinde olmalıdır. Bunun için de var olan tamahkâr, kaderci ve çileci yani geleneksel dini anlayış terkedilmelidir. Yazarın, Avrupa’daki Protestanlık ve Kalvenizm dönüşümüne benzettiği bu anlayış için hatırı sayılır bir literatür de oluşmuştur. Kültürel alandan siyasi alana da kayan bu tutum, üzerinde epeyce ‘bilimsel’ çalışma yapılan işletme yönetimi biçimiyle yeni İslami ütopyanın temelidir ve Müslümanlar bir anlamda Batı’nın silahı olan kapitalizme küfretmek yerine ona nüfuz ederek Batı’yı kendi silahıyla vurmalıdır. Yazar bu bölümde başlıkla ilgili olarak 1980 darbesi sonrası Türkiye’de yürütülen siyasete ağırlıklı olarak değiniyor. Sosyal Devletin Kuyusunu Kazanlar başlığını taşıyan dördüncü bölümde yazar ‘Piyasa İslamı’ olarak tanımladığı kavramın yeni bir dini-siyasal duruşun doğmasına katkı sağladığını belirtiyor. Müslümanlar artık İslami bir devlet kurgusuyla değil masrafları en alt seviyeye çekilmiş kârlı bir şirket ideali ve bunun politik düzeydeki karşılığı minimum devlet mekanizmasıyla ilgilenmektedir. Özelleştirme politikalarından özel sektöre tanınan ayrıcalıklara kadar hem devleti hem de piyasayı yapılandıran yeni projeler sunulmaktadır. Örneğin, bazı hizmetler bürokrasi yerine daha özgür hareket edebilen sivil toplum eliyle yapılması gerektiği anlayışı geliştirilerek uygun ortam sağlanmaktadır. Bu bağlamda dini vakıf ve cemaatler kullanışlı ve önemli bir kaynak olarak değerlendirilmektedir. Yazar tüm bu uygulamaların Avrupa değerlerinden öte Amerikan muhafazakârlığının tipik bir kopyası olduğunu söylüyor.

Sonuç bölümünde Müslümanların geldiği noktanın neoliberalist görüşlerin ta kendisi olduğunu belirten yazar aslında bu durumun giderek kendine özgü biçimde dindarlaşan muhafazakâr Amerika’nın net bir yansıması olduğunu ifade ediyor. Yazara göre İslam coğrafyasındaki bu gelişmelerle birlikte ortaya çıkan yapı ABD ve İslam coğrafyasının ittifakı anlamına geliyor ve bu ittifak giderek daha fazla Müslümanı sisteme dâhil ediyor. Sonuç itibariyle din, müntesipleri tarafından araçsallaştırılarak kapitalist bir form kazandırılmış ve piyasaya eklemlenmiş oluyor.

Son yüzyıl içinde Müslümanların sosyo-ekonomik ve siyasi değişimini anlamak bağlamında önemli açılımlar sunan kitapta Müslüman toplumların uğradığı değişim ve dönüşüm ustalıkla yazıya dökülmüş. Türkiye, Mısır ve Endonezya özelinde yapılan değerlendirmede İran ve Körfez Bölgesi’ne yer verilmemesi hayıflandıran bir eksiklik diyebilirim. Bunun dışında yazarın geleneksel din anlayışı ile ilgili yaptığı değerlendirmeyi ayrıca ele almak gerektiğini düşünüyorum. Kitapta yer yer değinilen geleneksel İslami anlayışın (sanki) Batı emperyalizmine karşı koyma potansiyeli varmış ama söz konusu değişim sebebiyle bu güç ortadan kalkmış gibi bir anlam oluşuyor. Öncesi tartışılır lakin İslam coğrafyasının Batı’ya karşı varlık gösterebilme olasılığının Sanayi Devrimi’yle birlikte tamamen ortadan kalktığı su götürmez bir gerçek. Süreç içinde sadece sosyo-ekonomik ve siyasi anlamda değil (belki de en çok) entelektüel anlamda da son derece yetersiz bir yapı bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla yazarın işaret ettiği değişim/dönüşüm aslında var olan geleneksel anlayışın zaaf ve eksikliklerinin doğal bir sonucu olarak değerlendirilmeli. Bu bağlamda kapalı toplum olmanın koruyucu bir güç olmaktan ziyade süreci geciktirmek dışında hiçbir işe yaramayan bir zaafa tekabül etmesi, üzerinde durulması gereken başka bir gerçek olarak ortaya çıkıyor.

Dipnot: İsmet Özel’in Esenlik Bildirisi şiirinin “Duygular paketlenmiş, tecime elverişli” dizesinden esinlenerek oluşturduğum başlık için şair ve sevenlerinin mazur görmesini isterim.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Mai ve Siyah ya da hayatın üç rengi

Mai ve siyah; hayaller ve gerçekler. Romanın başkahramanı Ahmet Cemil’in maiden siyaha sürekli bir yürüyüşünden ziyade mainin ve siyahın tonları arasında salınan lakin nihayetinde siyahın en koyusunda karar kılan birkaç yıllık serüveni. Ahmet Cemil’in bir vapur taburesinde karanlıkta kalakalması ile neticelenen bu salınımın öncelikli nedeni kahramanımıza romanın başında biçilen ruh hali. “Onda şiir ile uzun iştigal mariz bir hassasiyet husule getirmişti.” diyerek bir nevi kahramanını nakıs bırakan yazar “…bir gün bahtiyar diğer gün bedbaht; bu dakikada şad, biraz sonra hazin yahut bir anda kalbi hem neşe, hem gam ile doludur…” diye devam eder. İşte bu ruh hali Ahmet Cemil’i babasının ölümünden sonra omuzlarına binen geçim sıkıntısına çareler ararken bazen azimli bazen yılgın; şair hasmı Raci ve eniştesi Vehbi Bey ile ilişkilerinde bazen hoşgörülü bazen kızgın; kendine meşhur olmanın kapılarını açacak şiir kitabıyla alakalı bazen ümitli bazen yılgın; nihayetinde Lamia’ya olan aşkında bazen umutlu bazen çekingen bir arafta bırakır.

Yazar bu gelgitler arasında kıvranan ruhu roman boyunca Raci, Vehbi Bey ve Hüseyin Nazmi ile çatıştırarak hikâyesini örer. Romanın tezi ilk bakışta hayallerle matuf bir hayatın nihayetinde hayatın sadmeleriyle yıkılacağıdır. Yalnız roman bunun yanında mai ve siyaha galebe çalacak bir rengi de okuyucunun zihnine kazır. Bu rengin ne olduğunu anlamak işte bu karakterlerin çatışmalarını merkez alarak okumayla gerçekleşir. Raci ve Ahmet Cemil; eski ve yeni. “…siz şiirimizi bıraktıkları noktada sabit görmek istiyorsunuz…” diyerek önce eski şiirin donukluğundan dem vurur yazar. Sanat ve ziynet gibi iki belanın şiire musallat edildiğinden bahisle bu şiiri söyleyenleri kuyumcuya benzetir ve “…bir ucundan tutulsa da silkilse taş parçalarında başka bir şey dökülmeyecek…” der. Baki ve Nedim bu donuk kütle karşısında şaşıp kalmışlar, Veysi ve Nergisi birer bilmece söyleticisidirler. Zevcesini Frenk karılarıyla aldatan, her şeyi sattıktan sonra oğlunun istikbali kağıtlara göz diken, sonunda kendini hastaneye düşürecek kadar işret meclislerine düşkün Raci’nin oğlunun ismi Nedim’dir. Ahmet Cemil kendi eserini hazirunun önünde okuduktan sonra Süleyman Vahdet Efendi’nin Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ından bahsedeceği cümle tamamlanmaya bile değer görülmez. Tüm bunlara karşın lezzetleri ile mest olunucak şairler ise “Goethe, Schiler, Milton, Yung, Myron, Hugo, Musset ve Lamartine” dir. Halid Ziya Uşaklıgil bu şekilde Ahmet Cemil’i eski edebiyata düşman, yeni haliyle batılı olanın ise yılmaz savunucusu şeklinde okuyucuya sunar. Bundan başka olarak karakter roman boyunca idealize edilme çabası içerisinde bütün iyi hasletlerin membaıdır. Raci ise roman boyunca tam bir sefihlik halinde karşımızdadır. Ve Raci dört beyiti yan yana getirmekten aciz bir mezar taşı sevicisidir. Ahmet Cemil eserde uzun uzadıya anlatılan sanat görüşü doğrultusunda mailiklerin kapısını ardına kadar aralayacak şiir kitabını hitama erdirir. Ve Hüseyin Nazmi’nin düzenlediği bir toplantıda okuyarak takdir toplar. Ama ne tuhaftır ki biz ne bu eser yazılırken nede okunurken tek bir dize dahi duymayız. İşte bu eser okuduğunun ertesi günü Raci’nin ceridede yazdığı bir tenkide kurban gider. Yada bize öyle görünür. Çünkü Ahmet Cemil’in roman boyunca kaybettiği şeylerin hepsi kendi iradesi dışında gelişirken kahramanımızın bile isteye kaybettiği tek şey kendi şiir kitabıdır. Her şeyini kaybeden Ahmet Cemil kitabını kendi ateşe verir. Yazarın gönlü burada yeninin eski tarafından alt edilmesine razı olamamış, belki yeni kaybetmiş lakin eski de kazanamamıştır. Hülasa mai müsaade ettiği için siyah üzerini örtebilmiştir.

Romanda ikinci çatışma Ahmet Cemil ile eniştesi Vehbi Bey arasında süregelir. Hülyaları arasında bir matbaaya malik olma hevesi de yatan Ahmet Cemil sırf bu niyetle olmasa bile kız kardeşi İkbal’i matbaanın sahibinin oğlu ile evlendirir. Evini ipotek ederek matbaaya ortak mesabesine gelir. Vehbi Bey de Raci gibi mülevves bir ruha sahiptir. İşret meclislerine müptela, babasına karşı sorumsuz, evlerindeki hizmetçiye rahatsızlık verecek kadar çapkın, hoşgörüsüz, kaba, üslupsuz… Ahmet cemil kardeşinin mutsuz bir evlilik geçirdiğini tüm safhalarıyla tetkik etmesine karşın hep pasif pozisyondadır. Ta ki bu durum İkbal’in karnına aldığı bir tekmeyle düşük yapması ve ölümü ile neticelenir. Bu olaydan sonra Ahmet Cemil sokakta tesadüf ettiği eniştesine bir tokat atmakla yetinir. Ne var ki kız kardeşi ölmüş evinden, matbaadan, mesleğinden olmuştur.

Raci ve Vehbi Bey’in ne kadar sefih Ahmet cemil’in ne kadar ideal bir tip olarak tebarüz ettirildiğinden yukarıda bahsetmiştik. Hüseyin Nazmi için ise okuyucunun zihninde böyle bir ahlaki perspektif kalmaz. Ama onu Hüseyin Nazmi yapan başka bir özelliği vardır. Ve bu yönüyle Hüseyin Nazmi Ahmet Cemil’in öykündüğü kişidir. Bu öykünmenin ne Nazmi’nin karakteri nede sanat görüşüyle ilgisi vardır. “…Hüseyin Nazmi maliye işleri müdürüdür…”. İste dostluklarının bidayetinde Halid Ziya karakteri bu şekilde sahneye koyar. Ahmet Cemil babasını kaybedip hayatın zorlukları ile karşılaşınca yazar “...Ah! O da zengin olsaydı. Hüseyin Nazmi ne kadar mesuttu…” dedirterek bize mutluluğun anahtarını gösterir. Ahmet Cemil hikâye boyunca Hüseyin Nazmi’nin mai köşküne, bahçesine, kütüphanesine, hatta dışarı baktığı penceresine bile hayrandır. Kardeşine düğün yapamadığından muzdariptir. Eniştesinin parayla ilgili münasebetsizlikleri karşısında sürekli ezilir. Nihayete bakacak olursak romanın kaybedenleri Ahmet Cemil ve Raci iken kazananları Vehbi Bey ve Hüseyin Nazmi’dir. Yani maviye galebe çalan renk yeşildir.

Hayatın üç rengi: mai, siyah ve yeşil.

Taha Selçuk
taha_selcuk@hotmail.com