5 Ocak 2018 Cuma

Geçmişine güvenemeyen hangi kalabalığa güvenebilir?

“Ya her şeyim ya hiçim
Sorma dünya ne biçim
Bir kördüğüm ki içim
Çözdükçe dolanıyor."
- Şevket Rado

Bir şarkı bir kitaba ancak bu kadar uyum sağlayabilirdi. Usta yazar Ayşe Kulin de bu sebeple kitaptaki her bir bölümü bu şarkının mısraları ile başlıklandırmış olmalı.

Fikriyat anlamında Ayşe Kulin’le aynı safta yer almamız mümkün değil. Biz aynı coğrafyada, inandığı değerleri ve siyasi görüşleri bambaşka olan, belki de dünyanın iki uzak ucunda iki bambaşka kadınız. Ama farklı olmak benim için hiçbir zaman başka hayatlara kulak tıkamak, onları görmezden gelmek, ötekileştirmek anlamına gelmedi. Bilakis daha çok merak edip anlamaya çalıştım ve itiraf ediyorum Ayşe Kulin’i bir anlatıcı olarak naçizane çok başarılı buluyor, raflarda yeni bir kitabını görünce almadan edemiyorum.

Bazı kitaplar uzar gider, bazıları bu uzama sürecinde zevk de verebilir okuyucuya ancak Kulin’in kitapları benim için her zaman bir solukta okuduğum, tadının damağımda kaldığı romanlar oldu. Kördüğüm’ü de bu heyecanla alıp ilk sayfasını açtım. Özetle, muhteşemdi! (Eklemek istediğim bir nokta var, Müslüman bir kadın olarak zorla başı örtülen, Ortadoğu’da Işid benzeri bir örgütün eline düşen kadın karakter -ki bu tarz ortalama bir karakter Kulin’in diğer kitaplarında da var, beni rahatsız etmedi desem yalan olur. Bu klişeden tez vakitte vazgeçilmesini diliyorum.) Polisiye romanları çok severim. Ahmet Ümit bu konuda Türk edebiyatına ciddi katkı sağlamış olan bir yazarımız ve benim sanırım okumadığım kitabı kalmadı. Daha az yazan (elbette yine şahane yazan) yazarlarımız olsa da (Barış Uygur gibi) kabul edelim edebi sahamız polisiye roman alanında çok zengin değil. Ayşe Kulin de bu alana Kördüğüm ile göz kırpmış ve çok da iyi yapmış. İlk polisiye denemesi olmasına rağmen ben son derece çarpıcı buldum bu ilk denemesini. Şimdi kısaca kitabın konusuna da değinelim.

Son hatırladığı bir arabanın parlak farları olan, bir kaza sonrasında gözlerini hastanede geçmişi silinmiş bir kadın olarak açan Gizem’in hayatı var ellerimizin arasında. Bir klinikte Gizem. Etrafında bir psikiyatrist, tuhaf bir hasta kız, bir komiser var. Ama geçmişine güvenemeyen hangi kalabalığa güvenebilir ki? O da böyle işte. Kimseye güvenemiyor. Geçmişinde bir karanlık olduğunun farkında ancak bu karanlığı bir türlü aydınlığa kavuşturamıyor. Ta ki bir yere kadar. Geçmişinin iplerini eline alınca da bu karanlığı kiminle paylaşacağının derdine düşüyor ve biz o geçmişi, Gizem’in yaşadıklarını öğrenip tam da burada bir polisiyenin kucağına düşüyoruz.

Bir sevgili… İhanet mi etti yoksa yoksa gerçekten çok mu güvendi?
Bir psikiyatrist… Ona yardım mı etse yoksa beladan uzak mı dursa?
Aile… Her biri başka yerde, sevgi daim ama mesafeler uzak.
Bir anane… Koca bir çocukluğu, gençliği ve yetişkinliği sırtlayan bir dost gibi.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu Ortadoğu problemi sahnesinde ilerleyen kitap son derece akıcı bir üslupla bu şekilde devam ediyor. Her bir sayfada bir sonraki sayfayı merak ederek ilerliyorsunuz, okuyucuyu derine çekiyor, kendinizi Gizem’in yanıbaşında buluyorsunuz.

Sonu nasıl mı bitiyor? Her polisiye gibi elbette bir çözüme kavuşuyor. Ama bu çözüm mutlu bir son mu yoksa acıdan mı ibaret, tavsiyem, siz de okuyup kendi gözlerinizle görün.

Feyza Gönüler
twitter.com/feyzagonuler

4 Ocak 2018 Perşembe

Korkudan korkmamak için önce onu tanımak gerek

"Tüm korkular bir şey için duyduğumuz sevgiden kaynaklanır.''
- Thomas Aquinas

"Her şey bir yana, yürüme arzunu kaybetme. Yürüyüşe çıkabildiğim sürece hiçbir şeyden korkmuyorum, ölümden bile."
- Soren Kierkegaard

Bazı hisler tek başına çökmezler insan ruhuna. Peşlerinden başka hisleri de getirirler. Mesela korku: son yıllarda hepimizin en çok hissettiği, yakamızdan paçamızdan ayrılmayan o ölümcül his. Korkuyu hissederken aynı zamanda kaygıyı, paniği, tedirginliği, kuşkuyu, şüpheyi, baskıyı, tehlikeyi, daralmayı ve sıkışmayı da hissederiz. Bu durumda korkunun ilk ve en şiddetli eyleminin özgürlüğümüze, varoluşumuza yönelik olduğunu söyleyebiliriz. Korkmaya başladığımızda özgürlüğümüz de kısıtlanmaya başlamıştır. Korktuğumuzda savaşın en zor şartlardaki cephesinde çoktan yerimiz hazırdır. Geriye iki mesele kalıyor: korkunun ne olduğunu keşfedip üzerine gitmek yahut korkuya teslim olup hayatı daha da yaşanılmaz bir hâle getirmek. Ne yapmalıyız?

Yayın hayatına başladığından bu yana 'gerçekten' ilginç ve önemli kitaplar neşreden Redingot, bu kez de Murat Erşen çevirisiyle Korkunun Felsefesi'ni kazandırdı Türkçeye. Norveçli yazar ve düşünür Lars Fredrik Handler Svendsen'i daha önce dilimize çevrilmiş Sıkıntının Felsefesi kitabıyla tanıyoruz. Yazarın önceliği, modern çağın ve modern insanın en temel sorunlarını irdelemek. Sıkıntı ve korku; hangimizin temel sorunu değil ki? Hayatımızın her günü uyanıştan uyuyuşa dek bu iki hisin gerilimiyle savruluyor. Evden çıktığımız anda korku yanımızda bir gölge gibi beliriyor. "Korktuğumuz bir dünya kendimizi bütünüyle evde hissedemeyeceğimiz bir yerdir" diyor Svendsen. Birçok felsefecinin düşüncelerinden faydalanarak korkunun ne'liğine dair hatları çiziyor. Heidegger'e göre korkuyla birlikte kendi imkânlarımızı gözden kaybederiz. Sartre için korkudan kurtulmanın çaresi ise kendimizi kendi olanaklarımıza atmak. Biri korkuyla imkânlarını kaybediyor, diğeri korkudan kurtulmak için olanaklarına sarılıyor. Tabiri caizse korku birine kaybettiriyor diğerine bulduruyor.

Kaybediş ve buluş arasında Svendsen'in önerisi karamsar gibi gözükse de oldukça gerçekçi: kuvvetli bir idrak. Bu özgün bakışta, korkunun geçici değil sürekli bir his olduğu var. Çünkü varoluş; duran veya duraksayan bir şey değil. Süregiden bir eylem. Dolayısıyla korku ve varoluş için aynı yolun yolcusu diyebiliriz. Yani korkuya 'kapılmak'tansa onu tanımak ve hatta onunla arkadaş olmak hem insanın hem de toplumun ruh sağlığı için oldukça kritik. Spinoza korkunun 'fayda'sına dokunur "Ne umut korkudan vazgeçebilir, ne de korku umuttan" derken. Korkunun umut etmemizi sağladığı oldukça doğru. Korkun varsa umudun da vardır, korkmuyorsan umutsuzsundur. Dağ filmindeki komutan "Ben de insanım, ben de korkuyorum" demişti. Ama bu korku onun ve arkadaşlarının görev bilincini de daima diri tutmuştu.

İnsanın bir şeyi anlamadan tam olarak bilmesi mümkün olmadığı için önce korkuyu anlamak gerekiyor. Hangi durumlarda ortaya çıktığını ve insana, topluma ne gibi geri dönüşleri olduğunu. Sınırları belli olmayan bir şey insanı daha fazla korkutur, üstelik bu şey korkuysa varın gerisini siz düşünün. "Korku, cezadan daha berbattır, çünkü ceza bellidir, ağır veya hafif; bilinmeyene, sınırlandırılmamışa kıyasla ceza, daha az ürkütür." der Stefan Zweig. Evet korkudan sonrası daha yerleşmiş bir hastalık olan ürkmektir. Svendsen'in kitabı bizi ürkmekten uzak tutmak için elinden geleni yapıyor 192 sayfa boyunca. Peki hangi konular çevresinde dönüyor? Şöyle: Korku kültürü, korku nedir, korku ve risk, korkunun cazibesi, korku ve güven, korku politikaları, korkunun ötesi.

Svendsen kitabında felsefeden olduğu kadar edebiyattan ve sinemadan da fazlasıyla yararlanıyor. Özellikle bazı filmlerin korku sahnelerine yaptığı yorumlar bir taraftan korkuyu tanımlamamıza yardımcı olurken diğer taraftan beyazperdenin ve televizyonun hayatımıza korkuyu salmakta ne kadar kuvvetli olduğunu da hatırlatıyor. Bu 'mecra'ların uzun yıllardır en yoğun korku aracı olarak kullanan kuvvet ise devletler. Sadece haber bültenlerinde değil çizgi filmlerden dizilere ve hatta yarışmalara kadar korkuyu izleyebiliyoruz. Bu izleme eylemi o kadar sıradanlaşıyor ki Baudrillard'ın deyimiye iyice ilizyona dönüşmüş olan yaşamamımızda korku da yeni bir ilizyon sanatı. Politik bir sanat olarak korkuyu Machiavelli ve Montesquieu eserlerine değinerek anlatıyor Svendsen. Siyasi korkunun asla boşluktan doğmadığını; bilakis onun yaratıldığını ve sürdürüldüğünü söylüyor. Elbette bu tür korkunun işlevi de çeşitli siyasi uygulamaları desteklemek ve güçlendirmek. Devamını birlikte okuyalım:

"Korkunun nedenlerine karşı mücadelenin kendisi korku üreten bir şey haline gelmiştir. Eğer otoriteler, yurttaşların karşı karşıya bulunduğu terör tehlikesinin altını sürekli çizer, hatta abartırlarsa, aslında devletin de kendi vatandaşlarını terörize ettiğini iddia etmek mümkün olur. Teröristlerle otoriteler arasında bir ortak yaşam doğar çünkü birbirleriyle kavgalı olsalar da ikisi de aynı sonucu üretir: Korku içinde yaşayan bir halk. Yine her ikisi de bu korkuyu siyasi olarak sömürürler. Siyasi özgürlüğümüzün önemli bir bölümü tam da yaşamlarımızı çok fazla korku olmadan yaşayabilmekten oluşur. Örneğin herkesin terör saldırısına açık olduğu yönünde abartılı bir izlenim yaratarak korkuyu besleyen bir hükümet böylelikle vatadanşlarının özgürlüğünü sınırlar." [sf. 161]

Korku bizi kendimizden uzaklaştırır. Böylece derin ve sonsuz bir umutsuzluk çöker üzerimize. Korkuyu tanırsak, onu tanımak için mücadele edersek korkunun yanına umut gelebilir. Hatta umut, korkuyu yenebilir. Korkunun Felsefesi, korkunun muazzam baskısı altında dahi umutlu olmayı öğütlüyor.

Yağız Gönüler

Okuyucuyu çaresiz bırakan yazar: Kobo Abe

Daha çok varoluşçu olarak bilinen ve hayatın yaşanamayacak kadar ‘kötü’ olduğunu düşünen Albert Camus yaşamaya dair düşüncelerine absürdizm (saçmalık) ile açıklık getirir. Camus hayatın kötü olduğu düşüncesi üzerinden “yaşamaya değmeyecek bu dünyada insanların neden intihar etmediklerini” sorar ve sorusunu “yaşamanın verdiği tarif edilmez şevk” olarak yanıtlar. Hayatın tüm saçmalığına karşın intiharın bir kolaycılık ve kaçış olduğunu söyleyen Camus intihar etmektense hayatı anlamaya çalışmanın asıl yapılması gereken olduğunu belirtir. Söz konusu soru ‘insan neden intihar eder’ şeklinde de sorulabilir elbette. Yaşamanın -belki de ümidin- vereceği şevk kalmaması dışında muhtemel başka sebepler de bulunabilir. Nitekim Sartre, Camus’nün tam tersi bir düşünce ortaya atarak intiharı olumlamış, Durkheim intihardan bireyi değil toplumu sorumlu tutarak meseleyi bambaşka bir boyuta taşımıştır. Kanguru Defteri’ni okurken kendiliğinden oluşan absürtlük kavramı son cümleyi okuduğumda Albert Camus’nün arayışını aşan bir şekilde noktalandı diyebilirim. Zira kitap kendine has bir hikâyeye ve sonuca sahip.

Kobo Abe (1924-1993) her defasında şaşırtmayı başarıyor. Monokl Yayınları’ndan çıkan yüz doksan sekiz sayfalık Kanguru Defteri adlı eseri Aydın Özbek Türkçeye çevirmiş. İlk sayfalarda merakla okunmaya başlanan hikâye, fantastik edebiyat sevmeyenleri veya Kobo Abe’yi tanımayanları bir yerden sonra yorabilir hatta daha da ileri giderek sıkabilir. Çünkü yazar bu eserinde fantastik bir anlatıma yer vermiş! Ya da son sayfasına kadar öyle zannediyorsunuz.

Hikâyenin nerede kopacağını bekleyerek okuyan okur yine bir Kobo Abe klasiğiyle karşılaşarak son sayfaya kadar o kopuşa tanık olamıyor. Dolayısıyla kitap bitinceye kadar okuyucuda net bir fikir oluşmuyor. Fakat bitiş cümlesiyle beraber deyim yerindeyse insan aydınlanıyor. Kitap boyunca kafa kurcalayan, akla yatmayan, saçma bulunan ne varsa birden ahenkli biçimde anlamlı hale geliyor. Camus’yü aklıma getiren de sanırım okuduğum o kadar absürtlüktü. Ya da fantazya…

Zorlayıcı bir hikâyeye sahip olan Kanguru Defteri, kurgu açısından oldukça etkileyici ve yazarın Türkçeye çevrilen diğer eserleri kadar da başarılı. Kobo Abe anlatımına tedirgin edici bir giriş yapıyor. Ne olduğunu anlamadan hikâyenin içinde buluyorsunuz kendinizi. Bir şirkette çalışan kahramanımız yaşadığı modern hayatın sıkıntılarını hissettiriyor. Zaten gerçeklikle kurulan ilişki bu kadar ve normal şartlarda hissederek anlayabildiğiniz durum da bundan ibaret oluyor. Sayfalar ilerledikçe baştan beri kısıtlı olan normallik ortadan kaybolarak hikâye bir bilinmezliğin içine akıyor. Bu akış hikâyeyle birlikte o bilinmezliğe savrulan okur için karar verme anı oluyor. Zira ‘fantastik’ olaylar içinde gelişen hikâye hem anlamsız hem de amaçsız gelebiliyor. Buna rağmen okumaya devam edenleri hüzünle karışık şaşırtıcı bir son bekliyor.

Hikâyenin hemen başında kitabın başkarakterinin dizlerinde beliren turp filizleri meraklı bir korkuya neden oluyor. Bunun mantarın yol açtığı bir deri ‘hastalığı’ olduğunu düşünen kahramanımız doktora görünmek istemesiyle fantastik olaylar başlıyor. Okuma ilerledikçe kahramanımızın ilerleyen hastalığı oranında fantastik anlatım da yoğunlaşıyor. Gittiği klinikte müdahale ediliyor ve özel tasarlanmış bir yatakla tedavi için bir kaplıcaya gönderiliyor. Kahramanımızın tek başına çıktığı bu yolculuk sırasında karşılaştığı olaylar kendi gerçekliğinde ve onun ağzıyla anlatılıyor. Sanırım bir ek olarak şunu da belirtmek gerekiyor. Eserde fantastik olarak ele alınabilecek anlatımın kendine has bir özelliği var. Gerçek ile gerçeküstü arasında gidip gelen bu özelliği tümüyle fantezi olarak nitelendirmek de doğru olmayabilir. Bu durum en çok kitap bittiğinde anlaşılıyor.

Açıkçası kitaba dair bir kesit sunmak ya da temel bir çıkarım yapmak zor. İçerik ne kadar detaylı ve karmaşıksa sonuç o kadar net. İlk cümlesinden son cümlesine kadar bir bütünlük arz eden hikâye tamamen okunduğunda gerçek anlamını kazanıyor. İşin ilginci ortaya çıkabilecek bir tek anlam dışında herhangi bir anlam da oluşmuyor. Bir Kobo Abe klasiği olarak kurguda ileriyi ya da hikâyenin sonucunu göremiyor ve/veya tahminde bulunamıyorsunuz. Yazar, ne anlattığının anlaşılabilmesi için kitabın tamamını okumak zorunda bırakıyor okuru. Örneğin sıkılan ve bir yerde okumayı bırakan bir okuyucu için bütün hikâye dizlerinde turp filizi beliren bir adam ve onun absürt maceralarından ibaret olacaktır. Oysa kitabın tamamı okunup bitirildiğinde karşılaşılan durum bundan çok daha fazlasını içeriyor. Kobo Abe’nin sadece karamsar olarak nitelemenin eksik kalacağı kendine has, düşünceyi tahrik edici üslubu bu kitapta da fazlasıyla görülüyor. Bu arada, Kobo Abe hayranlarına Monokl Yayınları 2018 yılı için listesinde iki Kobo Abe kitabı bulunduğu haberini vermiş bulunuyor. Sabırsızlıkla bekliyoruz.

Mevlüt Altıntop
twitter.com/mvlt_ltntp

Sahi, var mı İstanbul’un bir sahibi?

Orhan Pamuk’un bir bozacının yaşam öyküsüyle birlikte 1960’lardan 2012’ye İstanbul’un yaşadığı kentsel ve toplumsal değişimi anlattığı Kafamda Bir Tuhaflık (Aralık 2014, Yapı Kredi Yay.) kitabı, Duttepe ve Kültepe gibi İstanbul yeni kurulan mahallelerinin hikâyesi anlatılır. Tarif ettiği konumlara uygun olarak Gültepe ya da Seyrantepe dememesinin sebebi gerçeğe ne kadar uygun diye gereksiz tartışmalar açılmasını istememesinin yanında köyden kente göçün, önce gecekondulaşma sonra kentsel dönüşüm adı altında apartmanlaşma aşamalarını anlatırken birçok mahallenin ortak niteliklerini taşıyan birer simge olarak ele almak istemesi olabilir ama kitabı okurken köyden kente göçün, İstanbul’un önce gecekondulaşma ardından apartmanlaşma, sonra kentsel dönüşüm adı altında rezidans ve siteleşme aşamalarını izlerken aklımızın bir köşesinde yanıtını vermediğimiz bir soru durur: İstanbul kimin şehri? Sahi İstanbul’un bir sahibi var mıdır, varsa nerededir? 19 yazarın makalelerinin bir araya getirilerek oluşturulan "İstanbul Kimin Şehri?" adlı kitap, “Şehrin gürültüsünden kaçmak ve kendine ‘güvenlikli’ bir alan inşa etmek isteyenler”in İstanbul’a verdikleri zararın boyutunu ortaya koyuyor. Kitap ortak bir çalışma ve aslında tüm kitap boyunca “İstanbul kimin şehri?” sorusuna yanıt aramıyor ya da bu sorunun cevabını vermeye gayret etmiyor gibi görünse de aslında “Medyanın Kenti”, “Seçkinlerin Kenti”, “Ütopya ve Distopyaların Kenti”, “Gerillaların Kenti”, “Kültür’ ve Sermayenin Kenti”, “Onun Kenti” gibi temellendirdiği alt başlıklar altında İstanbul’un tarih boyunca oluşan kimliğini araştırıyor. Bunu yaparken de değişime ve değişimin kontrolsüz bir şekilde ilerleyişine dur diyememenin çaresizlğini yaşayan şehrin sakinleriyle şehir arasında oluşan kopuşu ve yabancılaşmayı bir çığlık gibi dile getiriyor.

İstanbul özelinde konuşacak olursak, gecekondulaşma yolunda ilerleyen bir şehirleşme, 1950’lilerden bu yana aslında Kemal Karpat’a göre bir devlet politikasıydı. Gecekondulaşma İstanbul’da da o zamanlardan günümüze kadar belediyeler tarafından görmezlikten gelindi. Çünkü devlet, konut alanındaki politikasızlığını gecekondu gibi informal alanlara göz yumarak, ses çıkarmayarak kentlileştirmeyi sağlamayı amaçlamaktaydı. Dilaver Demirağ’a göreyse İstanbul’a göç her zaman kontrol altındaydı ve ancak en nitelikli emek gücü yahut zenginlik yaratıcı tacir ya da atanmış memur bu kente ve kentin çok renkli yaşantısına dâhil olabilirdi.

Kentin köye göre daha çok karmaşıklık içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz, şöyle ki kent, köye göre refahın taştığı, görkemi ile gözlerin kamaştığı bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Köydeki gönüllülük kentte devletle ileri aşamaya taşınan dayatılan bir iktidarlığa dönüşmekle aslında eğlencenin ihtiyaca nasıl dönüştürüldüğünü daha iyi kavrayabiliriz. Uzmanlar, rakamları çok açık ve net bir şekilde ortaya koyuyor: 2000’li yıllardan bu yana bankada 25 milyarın üstünde parası olan kişi, sadece 25 bin ve zenginler nüfusun ancak yüzde 1’ini oluşturuyor. Hayretle karşılamakta isek de piyasada satılan ürünleri ve açılan işletmeleri de incelediğimizde o çok korkutan tüketimin kent yoksulu fakirler tarafından gerçekleştirildiğini anlıyoruz!

Şehirlerin merkezlerine yakın yerlerdeki varoşlarda bulunan ve “zengin yaşama isteği” ile listenin en başında bulunan Türkiye’nin nüfus olarak en büyük tüketim kitlesi, yatırımcıların dikkatini çekmekle birlikte, şirketlerin satış stratejilerinin başında bulunmakla dikkatleri üzerine çekiyor. Vakti zamanında bowling’in fakir eğlencesi olduğu bir ilçede (Gaziosmanpaşa) Brunswick firmasının Etiler Korukent’te açtığı bowling salonunun, şubelerinin hızla nasıl da açıldığını hatırlıyor musunuz? O zamanlar meşhur zenginleri bile şaşırtan aynı firma, 2000’li yıllarda Malatya, İskenderun, Bursa, Konya, Karaman ve İstanbul Gaziosmanpaşa, Zeytinburnu’nda açtığı yeni salonlarla dolup dolup taşıyordu, bugünlerdeyse her alışveriş mağazasının içerisinde artık bowling salonu bulmak mümkün.

Kentin imkânlarından nemalanmaya çalışan on binlerce kişilik bir topluluk üzerinden konuşuyoruz. Gelir dağılımındaki adaletsizliğe rağmen bir türlü ulaşılamayan zenginlik için durmadan harcama yapma ihtiyacı hissettirilen bir psikolojiyi sorguluyoruz. Cebindeki tüm parasıyla sinemaya gidip canlı müzik dinleyen bir genç, eve dönmek istediğinde, yüzlerce kişiyle paylaştığı metrobüsle, ailesinin kira sorunuyla, hızla yaklaşan taksit borcuyla karşılaşıp gerçek kimlik hatırlanınca; zenginlik duygusunu elde edememenin verdiği komplekse giriliyor, hırçınlaşılıyor. İstanbul’un varoş semtlerinde; sinema, internet cafe, özel hastane, özel okul, marka giyim mağazaları, marketler en popüler işletmeleri oluşturuyorlar. Aylık taksitlerle alınan bilgisayarlar, cep telefonları ve hatta günümüzde ev ve arabalar, kredi kartıyla yapılan alışverişler ayrı bir hava kazandırıyor varoş sakinlerine. Yine araştırmalara göre bu semtlerde kozmetik ürün kullanımında çok yoğun bir artış var. Saç analiz laboratuarlarında bakımlar yapılıyor, solaryum salonları hızla artıyor ve cilt bakımı önemli bir problem oluşturuyor.

Artan nüfusa yerleşim yeri açmakla bir daha geri dönülemeyecek adımların atıldığı İstanbul, kentin yakınlarında ama dışında çok sayıda küçük yerleşim adacıklarının zamanla İstanbullulaştığı dev bir kütleye doğru ilerlerken büyük bir değişim-dönüşüm yaşamaya devam ediyor. Bizans’tan Osmanlı’ya, Cumhuriyet döneminde günümüze İstanbul’un başına gelenler, artık bu şehir sahiplenecek birinin ya da birilerinin kalıp kalmadığına kadar vardı. Ekonomik bağımsızlığını kazanamayan ve küresel sisteme sadece bir tüketici olarak dahil olan her ülkenin başına gelenleri İstanbul’da yaşadı. 1940’lardan 80’lere apartman tarzı yaşam, mahalle düzeninin ve değerlerin çökmesine sebep olurken şehir geçmişte hiç yaşamadığı hâllere büründü; 1990 sonrası siteleşmenin getirdiği kapalılık 2000 sonrasındaki rezidanslaşma süreci, dikine yapılaşma ve gökdelenlerin, plazaların dayattığı yaşam tarzını şehre adeta kabul ettirdi. Eski İstanbul’a dair anlatılanlar artık sadece kitaplarda, çünkü artık Yahya Kemal’in Aziz İstanbul’u büyük dönüşümler yaşadı; bireyciliği ön plana çıkartırken toplumun kültürünü ve alışkanlıklarını da değiştirmeye ve mega bir şehre dönüştürmeye başladı.

Bugün sadece İstanbul’da değil, tüm Türkiye’de topraktan elde edilen rant, en önemli sermaye birikim araçlarından biri olduysa elbette kentlerimiz değişecek dönüşecek değil mi? Bu süreçteki İstanbullular olarak yaşadığımız en önemli sorun, Batı’da toprak bir meta olarak piyasa ekonomisinin bir parçası iken, Osmanlı’dan beri gelen merkeziyetçi devlet anlayışı ve toprak rejimine bağlı olarak toprak mülkiyetinin devletten özel mülkiyete geçmesi ve bu durumla ilgili eşitsiz gelişmeyi engelleyici hukuki bir yapının bulunmamasıdır. Caydırıcı ceza sisteminin de olmayışıyla, kentsel toprağın özel mülkiyete dönüşmesi sürecinde oluşan farklılık rantı ve mutlak rant belli kesimlere aktarılırken buradan elde edilen gelir kamu ve kentleşme yatırımlarına dönüşememekte; halkı sınıflara bölmekte; zamanla çıkar çatışmalarına zemin hazırlamaktadır. Halbuki yapılacak şey en başından itibaren bellidir; toprak rantının bedeli devlet ve yerel yönetimlerin altyapı yatırımları aracılığıyla kamuya aktarılmalıdır.

Her geçen gün o muhteşem geçmişinden ve yerlilerinden uzaklaşan İstanbul, yok olmayacak ama o eski hâline de bir daha dönemeyecek gibi… İstanbullular yok oluyor ama şehir dev bir kütle gibi yaşamaya devam ediyor. Peki, küresel İstanbul’a yapılıp edilenler onu ne zarar verebilir? Tahire Erman’ın da peşinde olduğu soruyu soralım; şehri ayrıcalıklı orta sınıfların ve sermaye gruplarının alanı hâlinden o eski hâline çevirmek artık mümkün değil mi? Rant neden adilce paylaşılamıyor? Rantın kamuya aktarılamaması sonucu şehri parselleyen gayrimenkul firmalarına kim dur diyecek, kapitalizm mi? Tam da işte bu noktada, İstanbul kimin şehri?

Yunus Emre Tozal
twitter.com/yunusemretozal
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 20. sayısında yayınlanmıştır.

3 Ocak 2018 Çarşamba

Sağlığın Gaspı için sözlük veya Illich'i anlama kılavuzu

"Hasta için en iyisi, en azıdır."
- Hipokrat

İnsanların daha hızlı ulaşımını sağlamak için ortaya koyulmuş fikirler bugün şehirleri bir trafik keşmekeşiyle yüz yüze bırakmış durumda. Eğitim sistemi bireyi belki bir konuda teknik uzman olarak yetiştiriyor lakin genel bir cahillik seviyesinden yukarı çıkaramıyor. Ulaşım ve eğitim sistemlerine paralel olarak sağlık sistemi de asıl amacının tam tersi şeklinde işleyerek sonunda klinik, sosyal ve kültürel iatrojenezi doğuruyor. Ivan Illich bu durumları “paradoksal amaçbozuculuk” olarak adlandırır ve endüstri toplumunun sağlık sistemine dair yaptığı eleştirisini de bu kavram üzerinden açıklar. Yazar sağlık sistemini birçok yönüyle eleştirse de aslında bütün problemin ana kaynağı “sağlık sisteminin tıplaştırılmasıdır.” “Tıplaştırılma” önce toplumun kimin hasta olduğunu veya hasta olana ne yapılacağına dair karar verme yetkisini hekimlere devretmesiyle başladı. İkinci olarak ise insan vücudunun mekanikleşmiş bir kumanda olarak görülmesinin sonucu olarak “tedavinin kişiliksizleştirilmesi” yani doktorun tanıdıklarına hizmet veren bir esnaftan standardize edilmiş protokolleri uygulayan bir sağlık profesyoneline dönüşmesi baş gösterdi. Bazı hekimler aynı reçeteleri yazan birer makineye dönüştüler. Bununla beraber yapılan hatalar artık ara sıra meydana gelebilecek olaylar olarak rasyonalize edildi. Başka bir deyişle hatalı uygulamalar ahlaki bir sorun olmaktan çıkıp teknik birer soruna dönüştüler. Üçüncü aşama ise sağlık hizmetinin “radikal tekellere” dönüşmesi oldu. Sıradan tekeller piyasayı ele geçirir. Radikal tekeller ise daha ileri giderek özgürlük ve bağımsızlığa da mütecaviz davranarak insanı kendi başına bir şey yapamaz hale getirir. Mekanik bir döl yatağı gibi inşa edilmiş kentlerde fetüsün doğup doğmayacağına kararla başlayan ve bir yoğun bakım ünitesinde reanimasyon sonlanması kararıyla biten “radikal tekeller” oluşturuldu. “Endüstürileşmiş toplumlarda” insanlar edilgen bir yöne itilerek öğrenmeyi, iyilileşmeyi veya kendi yolunu bulmayı değil öğretilmeyi, iyileştirilmeyi veya yol gösterilmesini beklerler. Otomobil olmadan bir yerden bir yere gidemeyeceğini düşünen insan gibi bu tıplaştırılmış sağlık sistemi olmadan hayatın devam ettirilemeyeceği düşüncesinin topluma yerleştirilmesi sağlık sisteminin tıplaştırılmasında son basamak oldu.

Sağlığın Gaspı’nda “klinik iatrojenez” olarak tarif edilen şey sağlık hizmetinin sunulması esnasında veya sonrasında ağrı, hastalık veya ölümün bu hizmetin bir sonucu olarak ortaya çıkması durumudur. Kitabın bu bölümünde İllich modern tıbbın potansiyel yaralarından çok zararı olduğunu ve semptomatik tedavinin sadece bir şeylerin üstünü örtmekten fazlası olmadığını birçok veriyle savunur. Yunanlıların “ilaç” için kullandıkları “pharmakon” kelimesinin tedavi edici veya öldürücü güç manalarından her ikisine de geldiğini hatırlatır. Yanlış, sahte ve miadı geçmiş ilaçların kullanımının, ilaç-ilaç etkileşimlerinin, ilaçların bağımlılık yapıcı, sakat bırakıcı ve mutajenik etkilerinin, antibiyotikler için direnç gelişimi ve süper enfeksiyon durumlarının tedavide faydadan çok zarar getirdiğini savunur. Hekimin “teşhis koyma odaklı” davrandığını ifade eden yazar iddiasını şu çarpıcı örnekle destekler. 1934 de New York ta 1.000 öğrencinin yüzde 61’inin bademciklerinin alındığı görüldü. Geriye kalan çocukların tonsillektomi endikasyonu için değerlendirilmesi sırasıyla üç hekim tarafından yapılması istendi. Bütün bu muayeneler maddi eğilimler yaşanmasın diye ücretsiz kliniklerde yapıldı. Hekimler muayeneyi bitirdiğinde geriye tonsillektomi teşhisi konulmayan sadece beş çocuk kalmıştı. Bu son kalan beş çocuğu ise şehirde muayene edebilecek başka bir doktor kalmadığı trajikomik bir şekilde ifade edilmiştir. İlaçların potansiyel zararlarıyla birlikte Illich yanlış cerrahi müdahaleleri de klinik iatrojnez bölümünde işler.

Francis Bacon önceleri işlevi hastalıkları tedavi etmek olan tıbba iki yeni işlev daha kazandırmıştı: sağlığı korumak ve yaşamı uzatmak. Bu iki yeni işlevle birlikte sağlığın korunması da bir pazarlama aracına dönüştürüldü ve öteki büyük endüstriler gibi sağlık sistemi de ürünlerini talebin sınırsız olduğu yere yani ölüme karşı dirence yöneltti. Eskiden saray hekimleri krallara berberlerin yaptığı hacamattan ötesini yapmazlardı. O zamanki kralların da daha uzun yaşamak gibi bir emeli yoktu. Burjuvanın doğuşuyla ölümde eşitlik sona erdi ve ölümü uzak tutmak için her türlü bedelin ödenebileceği bir çağ başladı. İşte böylece sürekli bakıma muhtaç insan ortaya koyuldu ve tıplaştırılmış yaşam şekillenmeye başladı. Illich’in “sosyal iatrojenez” olarak adlandırdığı şey ise bütün bir hayatın tıplaştırılması sonucunda evlerin artık doğum, hastalık veya ölümün misafirliğini kabul etmeyerek bunlar hakkındaki bütün tasarrufu hastanelere devretmesi, kendi bedenimiz hakkında ortaya çıkan dilin katı bir bürokrasiye bürünmesi ve insanın kendi kendini iyileştirmesi sürecinin kaybolduğu durumdur.

Kültür ağrıyı katlanabilir kılar. Lakin tedavi edilebileceği varsayılan “ağrı” tahammül edilemezdir. Tıplaştırma her kültürde kendine özgü bir şekilde bulunan ağrıyla mücadele programından yoksun bırakır. Sağlık hizmetlerinin gözünü sonsuzluğa dikmesi ve insanlara ütopyayı vaat etmesinin sonucu olarak kişinin ağrı, çaresizlik, yaşlanma ve ölüm gibi olaylar karşısında gösterdiği sabır, dayanışma ve kabullenme gibi tepkileri kısmen veya tamamen kaybolduğu durum ise “kültürel iatrojenez” olarak karşımıza çıkmaktadır. Kültürel iatrojenezis sonucunda “acı” kelimesi esas manasını kaybederek boş bir inancı, sado-mazaşizmi ya da zengin adamın yoksulların yazgısına üzülmesini ifade eder. Acı ve ağrı gibi sabır, kendini tutma, cesaret, tevekkül, sebat ve uysallık gibi kavramların da içi boşalır.

Son olarak kitabın orijinal isminde geçen “Medical Nemesis’e” değinecek olursak; Nemesis Eski Yunan’da intikam tanrıçası. Tanrıların katından çalmaya kalkan kibir sahibi insanları yani insan olmak yerine kahraman olmaya çalışanları cezalandıran bir simge. Modern tıp topluma ait olanı aldı ve kahramanı oynamaya çalışıyor. Sonuç Illich’e göre paradoksal amaçbozucuklukla gelen felaketler.

Kitabı değerlendirirken 1975’te yayınlandığı kesinlikle göz ardı edilmemeli. Tıp etiği ve teknolojik gelişmeler ile alınan yol o zaman için yapılmış bazı eleştirileri günümüzde anlamsız kılıyor. Yine de Illich’in o zaman için çizdiği tıplaştırılmış toplum modeli bugün için fazlasıyla geçerliliğini koruyor. Aradan geçen yaklaşık kırk yıllık süreden sonra Sağlığın Gaspı’nın tekrar yazılmaya ihtiyacı var.

Taha Selçuk
taha_selcuk@hotmail.com