1 Aralık 2017 Cuma

Gerçeğin ruhuna çağıran, Anadolu'nun sır katibi

"Sanat, bir insanın muktedir olduğu en iyi şeyi, yani inancı, aşkı, güzelliği ya da istediği ve umduğu en iyi şeyi güçlendirir. Yüzme bilmeyen bir insan suya atladığında vücudu -kendisi değil-, kendini kurtaracak içgüdüsel hareketler yapmaya başlar. İşte sanat da suya atılmış bir insan bedeni gibidir, insanlığın manen boğulmasını engelleyecek bir içgüdüdür. Sanatçı, insanlığın manevi içgüdüsünün temsilcisidir."
- Andrey Tarkovski, Mühürlenmiş Zaman

Hekim, yazar, senarist, oyuncu. Tüm bu meslek kolları, görünenin aksine görünmeyen taraflarıyla özeldir aslında. 'Görünmeyen taraf'ta insanın insana şifa olabilme umudu vardır. Hekim, hastasını önce bir hasta olarak değil de insan olarak gördüğünde şifaya doğru bir yolculuk başlar aslında. Yazar, yazdığının içine samimiyetini gömdüğünde, okuyucusunun da kulak kabartmış, gözlerini açmış bir biçimde bir kelimeyle harekete geçebileceğini düşündüğünde karşılıklı beslenme başlar aslında. Senarist; popüler kültürün istediğini bir kenara bırakıp asıl anlatmak istediğini tüm gerçekçiliğiyle ve elbette dehasıyla ortaya döktüğünde unutulmaz olmaya başlar aslında. Hangi kuşaktan olursak olalım, bizim için en unutulmaz oyunculukların ardında insanı 'en yakından oynayan' özellik yatmaz mı? Oyunculuğun teknik sınırlarının dışında bir de insan yanı vardır ki izleyiciyle arasındaki mesafeleri yok eden, kavurucu yakınlık kurduran iletişim biçimi de budur aslında.

Ercan Kesal, işte bu meslek kollarına her zaman insanlığı() damıtmış, insanın biricikliğinin farkında bir insan olarak vazifesini bilmiş; dostluğuyla, kalemiyle, zekasıyla ve mizacıyla çoktan unutulmaz olmuş bir isim. Anılarında, romanlarında, düz yazılarında bu hâli yakalayan her kişi, 'er kişi'nin ne ve kim olduğunu yakından görebilir. O sanki bir telefonla hemen yanıbaşımızdadır. En bunaldığımız anda aklımızdan geçip; bir cümlesiyle, bir hareketiyle ruhumuza iyi gelendir. "Aslında...", yukarıda bahsetmeye gayret ettiğim 'görünmeyen taraf'ı anlatan bir söyleşi kitabı. Kesal'ın çeşitli zaman aralıklarında verilmiş ve Tanıl Bora editörlüğüyle okuyucuyu için gayet doğru bir sıralamayla İletişim Yayınları'nca neşredilmiş oldukça hassas bir kitap. Kasım 2017'de okuyucuyla buluşur buluşmaz 2. baskısını yapması da bu hassasiyetin karşılık bulduğunun mütevazı bir göstergesi. Kitabın isim babası ve sunuş yazısının sahibi Tayfun Pirselimoğlu. "Gerçeğin ilhamına sarılmak" başlıklı giriş söyleşisini gerçekleştiren isim Doğuş  Sarpkaya. Bu başlık, Ercan Kesal'ın emeklerini belki de en doğru biçimde ifade eden başlık olabilir, naçizane.

Sanat ve Hayat, Edebiyat, Sinema başlıklı üç bölümden oluşuyor "Aslında...". Rakam olarak en az söyleşi Sanat ve Hayat'ta, en fazla söyleşi ise Edebiyat'ta.  Kendisinden bahsederken az ve öz konuşmayı tercih ediyor Kesal. Kaleminin konuştuğu sahadan bahsederken samimiyeti iyice belirginleşiyor. Okuyucu onun derdini özümsüyor, hatta kendine dert ediniyor. Zaten edebiyatın en asil iklimi de burada tütüyor: dert açarken bir başkasını da o derde katmak, onu da dert sahibi yapmak, 'dertdaş' olmak. İki Keklik namıyla bilinen türküde söylendiği gibi: "İki keklik bir dereden su içer / dertli de keklik dertsizlere dert açar."

Hekimliği dışındaki her emeğinde alaylı olmasının kattığı karakteristik bir tavrı var Kesal'ın. "Ketlenmekten, hizaya getirilmekten, terbiye edilirken ıslah edilmekten kurtuldum. Kırgız atları gibiyim. Kırgızlar yerleşik yaşamlarında sahip oldukları atları yılda bir kez bir ay kadar dağlarda başıboş gezen yaban atlarının arasına sürerler. Yaban atlarla hemhâl olan atlar döndüklerinde eski uysal, sinik ve pısırık hallerini atmış, çok daha canlı, hareketli ve zaptedilmez olmuşlardır" diyor bu alaylılığın kazanımını anlatırken. Oyunculuğunda beslendiği kaynakları ise şöyle açıklıyor: "Gözlem, okumak, dinlemek ve tefekkür. Oyuncu senaryoda yazılmayanı oynayandır. Söz taşıyıcısı değildir. Karakteri taklit etmek yerine o olmayı becerebilendir. Bu yüzden hayattan, kitaplardan ve anılarımdan besleniyorum."

Sanatın birçok alanında yer almasına rağmen, "gerçek hayat, sanatı yener" diyor Kesal. Bu yüzden mühim olan, hangi sanat dalıyla uğraşılırsa uğraşılsın gerçeği bozmadan, eğip bükmeden, onun üzerinde oyunlar oynamadan, olabildiğince sade bir şekilde göstermek. İster kâğıda, ister beyazperdeye. Bu gerçekçilik ve yanında  onu besleyen samimiyet, her söyleşiden yeni bilgi akışları sağlıyor. Mesela bir taraftan Lütfi Akad'ın 'zoom' özelliğini ahlâki bulmadığı için sevmediğini öğrenebiliyoruz, diğer taraftan Kesal'ın klarnete olan sevdasını. Hem toplumsal hem bireysel çok güzel anektotlar arasında sayfalar akıp gidiyor. En güzeli de şu yaşadığımız zamanda Türkçeyi önemsizleştirme çabası gibi ağızlara sakız olmuş 'aynen' kelimesini silip atıyor söyleşiler. Onun yerine 'aslında'yı koyuyor. Asıl ve asil olanı, gerçeğe ve samimiyete en yakınını, itirazı: "Vasat ve ortak bir kitle kültürü hâkim kılınmaya çalışılıyor. Hepimiz, birbirine çok benzeyen bireyler hâline getiriliyoruz... Farklılıklarımızı fark etmemizdir aslında itiraz etmek. İtiraz ettiğiniz zaman yeni renkler ortaya çıkar. Bizse sadece siyah ve beyazın olduğu yerlere doğru götürülüyoruz. İtiraz etmek kıymetlidir; insanın özsaygısıyla alakalı bir şeydir. Sessizce kabul etmek bence bu dünyayla iletişimini kopartmış ve artık bu dünyayla meselesi kalmamış insanlara ait bir tavır." [sf. 69]

Baba olmayı çoğu psikolog 'erkeğin yetişkinliğe geçişi' olarak nitelendirir. Kesal da böyle düşünüyor. 47 yaşında baba olduktan sonra, yani oğlu Poyraz'dan sonra başka birisi olduğunu, hayatla başka bir ilişki kurduğunu belirtiyor. İki türlü ilişki. İlki, "çocuğum var artık ölebilirim" duygusu. İkincisi ise "onun büyüdüğünü görmek için daha çok yaşama" isteği. Bariz ve doğal nedenler yani.

1989'dan sonra bir süre Kâğıthane'de, 1997'den itibaren de Okmeydanı'nda yaşamış Kesal. Hekimliğini ve yaşantısını buralarda sürdürmek ona mahalle ve mahalleli kavramları konusunda derinlemesine düşünme imkânı sunmuş. Siyaset mekanizması, halkın ortak hareket ettiği meseleler, iktisadî vaziyet, geçmişin izinde geleceğe bakış, 'vaziyet'in yorumlanması ve elbette kentleşmeyle birlikte hayatımızdan çıkıp giden her şey hakkında fikirlerini belirtiyor. Şöyle bir ikazı var mesela: "Sürekli kimliklerin altını çizmeyin. Bunu yaptığınızda onların akılları karışıyor, sınıfsal kimliklerini unutuyorlar. Kime, nasıl ve ne şekilde karşı çıkacaklarını bilemez hâle getirilebiliyorlar." [sf. 89]

Eduardo Galeano'nun "ne sahte bir tevazu ne de yüksek bir kibir" lafı, Ercan Kesal'ın tehlikeli bulduğu iki şeyi ifade ediyor. Ona göre en temel mesela vicdan. Şiir bu anlamda vicdan kapılarını her seferinde yeniden açan, zorlayan bir yer edinmiş kendisinde. Burada Metin Erksan'ın "Unutmak vicdansızlıktır; unutmak ihanettir" sözünü hatırlatıyor. Bilgiye değil bilgeliğe iman edilmesi gerektiğini vurgularken, hekimlerin de kendilerinin potansiyel hastalar oldukları bilmeleri gerektiğini söylüyor. Tam burada da Bertolt Brecht'in şiirindeki, işçinin hekime sorduğu soruya başvuruyor: "Ciğerimdeki lekeyi soruyorsun lakin evimin duvarındaki lekeyi hiç sormuyorsun!"

"Beni yaşarken kendisine iki şey hayran bırakmıştır; biri üzerimizdeki gök kubbe, öteki ise içimizdeki vicdan." der Immanuel Kant. Ercan Kesal'ın metinlerinde, söylediklerinde ve oyunculuğunda gök kubbenin ve vicdanın tüm gerçekçiliğiyle tebarüz ettiğini söylemek abartı değil tam aksine 'hakkın teslimi' olur. Biz biraz da kimseye hakkını teslim etmediğimiz için bu hâldeyiz. En çok hukukun bahsedildiği 'ortam'larda en çok hukuksuzluğun yapıldığı zamanlardayız. Bu durumda hak, haklılık ve hakkaniyet belki romanlarda kendini buluyor, bazı karakterlerde ve hikâyelerde. Ercan Kesal da Anadolu'nun asırlık sesini bir'liyor eylemlerinde: "Dünyanın kendine dair bir hafızası var. İnsanlık hafızasının en önemli mecrası da Anadolu. Ben Anadolu'ya çok güveniyorum. Bu coğrafya mutlaka kendi çözümünü bulup üretecek. Anadolu'nun ferasetine olan inancımı hiç kaybetmedim. Sokaktaki akıla, binlerce yılın kültürel birikimine ve insanlığın hafızasına güveniyorum." [sf. 216]

Eleştirinin en az yaratıcılık kadar önemli olduğu zamanlardan geçiyoruz. Ancak bir taraftan da bu kavramların önemsenmemesi için elinden geleni yapan kitleler de mevcut; sanatta, sporda, siyasette, her yerde... Eleştiriyi muhtemel ki başka travmalarıyla karıştıran bir takım grupların öfkesi her yeri kirletiyor. Eleştireni ötekileştirme, etiketleme, karalama ve hatta yok etme revaçta. Bu kirli tezgahın oyununu bozacak en büyük hamle şüphesiz bu topraklardan, Anadolu'dan, 'o ruh'tan çıkacağından kimsenin şüphesi yok, Ercan Kesal da böyle düşünüyor ve kendini ifade ederken vaziyet karşısına takınılacak tavrı da işaret ediyor: "Ben okuyucuya hatırlamayı hatırlatıyorum... Çünkü unutmanın günümüzdeki karşılığı alışmak. Karşı çıkmamayı da beraberinde getiriyor zaten doğal olarak. Hatırlamayan insan alışıyor, alışan insan karşı çıkmıyor." [sf. 255]

Dilimizin derdimiz olduğu bir şekilde şairler, yazarlar, oyuncular ya da yönetmenler tarafından ifade edilir. Ancak biz onların çoğunu pek de dert sahibi görmeyiz. Sahiden gördüklerimiz çok nadirdir. Ercan Kesal işte bu toprakların 'nadirattan' insanlarındandır. Bu toprakların sahici tarafındandır, yani asıl'ındandır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

30 Kasım 2017 Perşembe

Doğudan batıya uzanan çınar: Annemarie Schimmel

“Dünyaya dair elbiseleri üzerinizden çıkartıp attıktan sonra, âşığı maşuğa vasıl eden bir köprü gibiydi ölüm.”

Dallarıyla Doğu’dan Batı’ya uzanan koca bir çınardır Annemarie Schimmel. Halife’nin Rüyaları, Şark Kedisi, Hz. Muhammed, Sayıların Gizemi, Ben Rüzgarım Sen Ateş gibi nice esere imza atmış; İslam ve tasavvuf araştırmacısı olarak şark kültürüne duyduğu muhabbet ve iştiyakla bilhassa Hz. Mevlânâ, Muhammed İkbal, İbn-i Ataullah üzerine çalışmalar yaparak, çok sayıda seminer ve konferans vermiştir.

Samimi, nüktedan ve şiirsel bir dille hayat hikâyesini kaleme aldığı Doğudan Batıya isimli kitabında, neden böyle bir eser ortaya koymak ihtiyacı hissettiğini yaşadığı bir anıyı ele alarak anlatır. Aslında otobiyografi yazmaya hiç niyetinin olmadığını söyler evvela. Lakin genç bir üniversite öğrencisine, harp zamanında nasıl okuduğunu, haftada on sekiz saat derslerde hazır bulunmak zorunda olduğunu, burs alamadığı için fabrika işçiliğine memur edildiğini, yabancı bir ülkeye sefer etmek akla ziyan kabul edilirken, uçakların gece hücumlarına ve bunun gibi birçok zorluğa maruz kalarak nasıl lisan öğrendiğini anlatırken, çocuk bunların karşısında şaşkına döner ve şu soruyu sorar: “Ama bu durumda diskoteğe gidecek vaktiniz bile olmamıştır!”. İşte bu sualin akabinde mazisinden bir şeyleri anlatmanın faydalı olacağını düşünür Schimmel.

Bir insan için kısa denilebilecek o bereketli ömrüne neler sığdırmamıştır ki… Kitabı okurken birbirinden değerli musikişinas, edebiyatçı, hattat, şair ve yazarla arasında husule gelen o gönül dostluğuna şahit olur, kendinizi birden o şiirsel dünyanın içinde buluverirsiniz. Öte taraftan kitabın içindeki şiirler ve özellikle başında yer alan şu söz, okuyucuyu derinden kavrayacak ve üzerine hayli düşünmeyi gerektirecektir:

Gayret eden her kişi ceylan avlayamaz
Ama ceylan avlayan her kişi muhakkak ki gayret etmiştir.

Küçük ve sevimli Annemarie, nam-ı diğer Cemile Kıratlı, Doğu kültürüne ve tasavvufa daha çocukken ilgi duymaya başlar. Yedi yaşında bir kız çocuğu iken, hastalığa tutulur. Babası, canı sıkılmasın diye bütün dünya masallarından derlenen bir kitap getirir kendisine. Bu masallardan biri tipik bir şark masalıdır. İhtiyar bir derviş, genç bir çocuğa hikmetin sırlarına vâkıf olmayı öğretir ve onu, pek derin bir kuyunun dibindeki harikalar diyarına vâsıl eder. Bu mekânda, dünyanın en büyük Emîr’inin lahiti bulunur. Lahitin altındaki kitabede ise şu söz yazılı durmaktadır: ”İnsanlar uykudadır ölünce uyanırlar.

İşte bu söz onu bir yıldırım gibi çarpar ve ilk manevi uyanışı, Şark’a dair duyduğu derin iştiyakı, bu hadis-i şerif ile başlar.

Çocukluğunun geçtiği o sıcak yuva bir şiir alayı ve musiki havuzudur o zamanlar. Çocukluğunu süsleyen o büyülü dünya Schimmel büyüdükçe daha çok serpilir ve dalları Hz. Mevlânâ’dan Paul Gerhardt’a, Hermann Hesse’den Muhammed İkbal’e, Mevlid yazarı Süleyman Çelebi’den Yahya Kemal’e Muhammed Hamidullah’tan Kâni Karaca’ya, Ahmet Hamdi Tanpınar’dan Asaf Halet Çelebi ve hattat Ali Alparslan’a kadar uzanır. Neticede öğrenme iştiyakı ile dopdolu renkli bir sima çıkar karşımıza bu sefer.

Yaşam öyküsünün başına “Tek Kişilik Bir Kadın Temsili” başlığını atması elbette tesadüfi değildir. Bu tek kişilik gösteride ise savaşların bile durduramadığı bir kadın vardır. Doğudan Batıya kitabında, toplum tarafından cinsiyetine uygun görülen bir mesleği değil de bir bilim insanı hem de çok başarılı bir bilim insanı olmayı nasıl başardığını gözler önüne serer. Cemil Kıratlı, akademik çalışmalarının ve başarılarının yanı sıra kendini arayan bir yolcudur da aynı zamanda. Gâh bir şiirin mısraında gâh bir şarkının ahenginde bazen de dostlarıyla yaptığı derin muhabbetlerde, her şeyden öte iç dünyasında hakikati arayan bir yolcunun samimi hikâyesidir okuyacağınız. İnsan için en güzel kalem olan gönül âlemini, adeta parmakları arasında tutan yazar, o içsel yolculuğa bir şekilde okuyucusunu da ortak eder.

Son olarak kitabın içinde yer alan şu şiir, Schimmel’in hayata düşen izdüşümüdür:

Tanrıda sebat edenler, taze kuvvete nail olurlar
Öyle ki kanatlanırlar kartal misali
Koşarlar ve yorulmazlar da…

Büşra Burcu Arslan
twitter.com/BBusraarslan

28 Kasım 2017 Salı

Şeytanın avukatı bir antropolog: Frazer

Özel mülkiyet, yönetim, evlilik kurumu ve insan yaşamına müdahale… Toplumların en büyük sorunlarına ve insanı insan yapan birçok önemli değere batıl inançlar çerçevesinden bakmayı hiç denediniz mi? Ünlü antropolog George James Frazer’ın, "Psişik İşler: Batıl İnançlar Kurumlarımızın Gelişimini Nasıl Etkiledi?", adlı çalışmasında batılın etkisinin hiç de ummadığımız boyutlarda karşımıza çıktığına tanık oluyoruz. Ülkeleri elleri altında tutan ve yönetimlerini başka bir güce, partiye ya da kişiye devretmeyen baskıcı otoriter ve faşist iktidarların, kralların bu güce ulaşabilmelerini sağlayan nedenlerin ve halkın böylesi bir zulme nasıl alkış tuttuğunu, ilkellerin batıl inançlarında arayabileceğimiz bir kapı aralıyor Frazer.

Melanezya yerlilerin şeflerinin otoritelerini sağlamlaştırmalarının ve kabilelerini kendilerine bağlamalarının en önemli yolu, halklarını birtakım sihirli güçlere sahip olduklarına inandırmaktan geçiyor. Örneğin, bir şef hayaletlerle görüşme yeteneğine sahip olduğunu dillendirdiğinde tüm kabile o şefe tanrı gözüyle bakmaya başlıyor. Britanya’nın Doğu Afrikası kabilelerinden Nandi’nin şefi aynı zamanda mistik güçler sayesinde hastaları iyileştiren bir şifacıdır. Yöneticilerine kayıtsız bir şekilde bağlanan halklar, yöneticilerinin de kendileri gibi insanlar olduklarını bilselerdi böylesine bir itaat göstermezlerdi. Özellikle monarşik yapıların iktidarları ellerinde tutmalarının tılsımı halka yaydıkları gizemli korkularda ve doğaüstü güçlerde yatmaktadır.

Özel mülkiyetin bu denli içselleştirilmesi ve ortak mal kavramının yok sayılmasının da önemli bir nedeni ilkellerdeki hırsızlık, özel mülke tecavüz vb. gibi istenmeyen durumların sonucunda karşılaştıkları korkunç büyülerde aranmalıdır. Örneğin; Samoalıların mülk konusundaki tabuları bugün de kimi yasalara ruh vermektedir. Başkasının bahçesinden herhangi bir meyveyi alıp yiyen birisinin başına gelecek felaketler de insanı başkasına ait bir mala bakmaktan dahi alıkoyar. Tabular o denli güçlüdür ki kişi yanlışlıkla bile olsa mülk konusunda yapılmaması gereken bir davranışı gerçekleştirse ölümlerden ölüm beğenmeye başlar. Hatta bu suçun cezası o suçlunun köyünün toptan yok edilmesi, yakılması olabilmektedir. Bu sayede lanet ortadan kaldırılacaktır.

Evlilik kurumuna duyulan sonsuz iman ve evliliğin İlahi dinlerdeki konumu da gücünü ve büyüsünü çok daha eskilerden almaktadır. Burma Karenleri, zina yapan kişinin mutlaka bir domuz kanı akıtmasını şart koşar. Halkı etkileyen büyük bir salgının, doğal felaketin nedeni de toplumun öngörmediği bir evliliğe ya da ensest ilişkiye bağlanmaktadır.

Hayaletlere dair inançların insanları katil olmaktan uzak tuttuğunu savunan Frazer, bu noktada kimi batıl inançların insanlığın gelişimini sağladığını ifade etmektedir. İnsan sürekli evrim geçiren ve yanlış bile olsa kimi özelliklerinin üzerine daha gelişmiş bir özelliğini ekleyen bir varlık olarak düşünülür. Frazer; insanlığın bugününün ve modern devletlerin ilkel görüş ve yaşantılara çok şey borçlu olduğunu amansız bir dille savunur. Batıl inançların siyah ve beyaz tarafları arasındaki farklar ile benzerlikler çalışmada girift durumdadır. Gelişim sürekli düz bir çizgide mi gerçekçekleşmiştir; yoksa Bu konuda John Milton şunları kaydeder: “Bu dünyada iyi ve kötü birbirinden neredeyse ayrılmaz biçimde birlikte gelişir; iyi bilgisi, kötü bilgisiyle öyle kaynaşmış ki ve bunlar fark etmesi o kadar zor ve yanıltıcı benzerlikler gösterirler ki psişenin ayıklamak ve ayırt etmek için aralıksız çaba gösterdiği bu birbirine karışmış tohumlar bundan daha fazla iç içe geçemezdi.

Coğrafyamızın ve dünyanın son dönemlerde yaşadığı sıkıntıları, savaşları, kıyımları ve baskıcı otoriter devletlerin sayılarındaki artışı düşündüğümüzde Frazer’ın çalışması; bize bugünü kavrama konusunda, onun savunduğundan çok daha farklı bir bakış açısı kazandırmaktadır. Kitap, insanın zihinsel evrimine karşın ruhsal manada çöküntüye uğradığı ve toplumların kendi bünyelerinden günbegün cellat çıkarttığı, batılın yerini yasaların; büyünün yerini ise cezaların aldığı modern dünyanın hangi topraklarda yeşerdiğini ve daha nelere gebe olduğunu görmemiz açısından önemli. Frazer, her ne kadar önsözünde batıl görüşlere bağlı kurumlar yıkılmalıdır tezini savunduğunu ifade etse de insanı ve dünyayı tekil bir bakış açısıyla gözlemleyerek yorumlamıştır. Aykırı bir fikir savunduğunu bilen Frazer’ın, kitabın kapanışını yaparken sarf ettiği sözler ise oldukça etkileyici ve okunası. Suçlunun celladı değil de avukatı olduğunu ifade eden antropolog, Atina’da cinayet davaları gece görülürdü ve bende gecenin gücünden yararlandım diyerek şafak sökmeden evvel müvekkiliyle beraber ortadan kaybolur. Onu, yaptığı büyünün etkisinden çıkarmak ve saklandığı yeri bulmak için Psişik İşler kitabı siz ilgili okuyucularını bekliyor…

Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com

Çocuğu konuşmak insanlığı konuşmaktır

"Biz çocuklarla büyükler arasındaki fark 
Bir yanda şehir bir yanda kiraz bahçeleri."
- Sezai Karakoç

Toplum olarak uzun yıllardır yaşadığımız çözülme, özellikle 2000'li yıllardan sonra oldukça belirginleşti ve bundan hayallerimiz, geleceğimiz, hatta rüyalarımız bile etkilendi. Artık geleceğe dair olumlu bir şeyler düşünmek istediğimizde ama'larımız çoğalıyor hemen. Varlık'ı mağazaların reyonlarındaki çeşitten ibaret zannediyoruz. Yokluk ise en yakınımızda. Çocuktan başlıyor yokluğumuz, çocukluğun kaybından. Geleceğe giden yolun en saf, temiz ve hakiki iklimi olan çocukluğun yok oluşunu her gün, yeniden yaşıyoruz. Bu yaşayışın içine sorularımızı koymadığımız için çözüm yolunda bir gayret sarf etmiyoruz. Belki de çocukluğu önemsiz buluyoruz. "Şimdi bu mu konuşulacak mevzu?" diye sorup geçiştiriyoruz. Oysa çocukluk, geleceğidir hepimizin. Çocukluk bir ülkedir ve herkes orada başlar yaşamaya. Peki çocukluk nerede? Saklanmakla kaybolmak arasında.

Mustafa Ruhi Şirin, ömrünü çocuklara ve çocukluğa vakfetmiş bir isim. 60 yılı geçkin ömrünü el'an bu yolda bereketlendirmeye devam ediyor. 1990 yılında kurduğu Çocuk Vakfı'nın öncülüğünde, onlarla tanış olurken aynı zamanda bizlere de yeniden çocukları ve çocukluğu anlatıyor. İmza attığı sayısız telif eserinde sadece çocuklara değil, onlara dikkat kesilmesi gereken yetişkinlere de sesleniyor. İşte ilk olarak 1996 yılında İz Yayıncılık tarafından neşredilen "Çocuk Yüzlü Yazılar" isimli kitabı da bu yönde çok önemli meseleleri bir araya getiren denemelerinden oluşuyor. Kitap, Ağustos 2017 itibariyle 3. baskısın yaptı. 21 yıl aradan sonra yapılan bir yeni baskı herkes için umut verici olmalı. Aynı zamanda şevk ve ilham verici. Sahi, çocuklar ve onların doya doya yaşaması gereken çocukluk için biz ne yapıyoruz sorusu da burada gündeme geliyor. Biz onları okumuyoruz bile. Bu da dinlememeyi, iletişim kur(a)mamayı beraberinde getiriyor. Peki nasıl olacak çocuk-yetişkin ilişkisi? Kayıplarımız ne durumda ve neleri yeniden kazanma imkânı elimizde? İşte Şirin, 128 sayfalık kitabında bu meselelerin arasında geziniyor.

Altı bölüme ayrılan kitabın ilk bölümü "Büyüdük Küçüldü Dünya" adını taşıyor. Toprakla çocuk arasındaki 'olması gereken' ilişki, Şirin tarafından yeniden masaya yatırılıyor. Gökyüzüne hasret bir çocukluğun hayal gücüne nasıl ket vuracağı örneklendiriliyor. Çocukluktan ev kurmaya, aile olmaya varan yolun nerelerden nasıl geçtiği çok anlamlı paragraflarla okuyucunun zihnini ışıklandırıyor: "Toprak ilkbaharımızdı. Toprakta oynarken neşelenir, daha çok büyürdük, daha çok. Çamurdan evler yapar, mahalleler kurardık. Önce oyuncak evler yapmayı öğrenirdik. Evlerimizin küçücük olduğunu bilir, yine de oyuncak evler olduklarını kabullenmezdik. Hepsi de sahici evlerimizdi. Dünyanın en şanslı işinin ev yapmak ve aile kurmak olduğunu büyüyünce daha iyi anladık." [sf. 16]

Şirin; çocuğun ve hayatın ne olduğunu anlatırken, aynı zamanda çocuğa yönelmenin anlamını sorguluyor. Dünyanın en zor iki sorusunun "çocuk nedir?" ve "hayat nedir?" olduğunu, bu sorulara verilecek cevapların gelecek kurma noktasında nasıl bir önem taşıdığını vurguluyor: "Çocukluğun tarihini bilmeden çocuk'ta buluşamayız. Hz. Adem'in hikâyesi insanlık tarihinin başlangıcıdır. Aslında çocuğu konuşmak insanlığı konuşmaktır. Bir insanda bütün insanlığı konuşmak. Çocuk insandır. Bir çocukta bütün insanlığı konuşabilir miyiz? Evet. Çocuk üzerine konuşmak insanlığın serüvenini konuşmaktır." [sf. 33]

Üçüncü bölüm, benim gibi ev-şehir-mimari üçgenine meraklı okuyucular için heyecan verici. "Çocukluğun İlk Cenneti" adını taşıyor. Neresidir burası? Elbette evdir. İlk yazı, merhum bilge mimarımız Turgut Cansever'e ithaf edilmiş. Saint-Exupery'nin Küçük Prens'iyle başlıyor ve Behçet Necatigil, Asaf Hâlet Çelebi, Sezai Karakoç gibi büyük şairlerimizin çocuk-ev dizeleri eşliğinde derinleşiyor. Cansever'in, insan hayatının çevresiyle bir bütün olduğunu daima vurgulayan görüşleri evle bütünleşir. Ev, insanın dünyayı güzelleştirme vazifesindeki ilk ve en büyük adımıdır. Burada çocuk, tıpkı hadis-i şerifte olduğu gibi dünyanın süsüdür. Dolayısıyla onsuz bir ev, sokak, şehir de düşünülemez. Peki tüm bu çerçeve, en makul biçimde nasıl oluşturulur? Elbette nispetle. Yani oranla. Bozuk bir terazinin asla düzgün tartamayacağı yahut kötü bir filtrenin güzelle çirkini ayıklamakta zorlanacağı düşünülürse, burada yetişkinlere büyük görev düşüyor. Şirin, "Dünyayı ayakta tutan öz de büyük felsefe de çocuktur" diyor ve meselenin özünü şöyle anlatıyor: "Çocuklarımız da bizimle aynı ortamlarda yaşıyor. Hiçbir "açık bütünlük" imkânı olmayan ve sınırlandırılmış mekânlarda yasak bölgenin içine mahkûm ettiğimiz çocuklarımızdan özür dilemeyi hiç düşündünüz mü? Gittikçe çirkinleşen dünyada çocuklarımızdan çaldığımız mekânlardan dolayı, çelişkiler de çoğalıyor. Güzellik kaynaklarının kuruması umutsuzluğun artmasına neden oluyor." [sf. 50-51]

Güzel aile, güzel ev, güzel çocuk. Dolayısıyla eksiksiz ve geleceği inşa edecek bir çocukluk. Çünkü hayat bir bütünlüktür. Aile ise bu bütünlüğün ifadesi. Burada Şirin uyarıyor: Yaş, cins gibi ayrımları hayatı bölüyor. İnsanlar parçalara ayrılınca da bütün oluşamıyor. Aile bir bütün ol(a)madan çocuğu yetiştiremiyor. Aile odaklı bir duyarlılıktan sürekli uzaklaşmak, çocukluğu önemsizleştiriyor. Peygamber ahlâkından uzaklaşmak, sünnetten uzaklaşmak en önce çocukları vuruyor. Böylece yaşamın her ilerleyişinde çirkinlik, güzelliğe üstün geliyor. Eğer bu biraz önemsenseydi, "Toprak çocukların ilkbaharıdır" hadis-i şerifi doğrultusunda evler inşa edilir, şehirler kurulurdu.

Mustafa Ruhi Şirin'in tam da bugüne vurgu yapan iki kritik paragrafını alıntılayarak yazımı sonlandırıyor, bir an önce tüm yetişkinlerin, anne-babaların, ailelerin Şirin'in kitaplarından istifade etmesini ve hem öğrendiklerini hem de fikirlerini mümkün olduğunca çok kişiyle paylaşmasını diliyorum. Çünkü çocukluğu konuştukça insanlıkta buluşacağız.

"Çocuk yasaklanmış, tehlikelerle dolu mekânları ve alanları kullanmak zorunda kalıyor. Ev'in en küçük odası çocuğa ayrılıyor ve diğer alanları kullanması yasaklanıyor. Oysa çocukta mekân kavramının gelişmesi, Piaget'ye göre iki yaşında başlıyor ve yetkin bir biçime ancak on iki yaşlarında, yani işlemsel düşünmenin yer aldığı somut işlemler dönemine kadar sürüyor. Çocukları, yetişkinlerin katı ve gösterişçi bir anlayışla düzenledikleri mekân kullanma anlayışından kurtarabilir miyiz? Bu soruya vereceğimiz cevap, çocukları bu katı çağdan kurtarmanın ilk şartıdır. Bu şartın yerine gelmesi ise çocuk ve medeniyet okuması yapmayı gerektirir."

"Çocuk için kent niçin bir yasaklar kitabıdır? Çocuk bu karmaşık kitabı nasıl çözecek, nasıl okuyacak? Uzmanlaşmış oyun ve eğlence alanlarına koşarak mı? Oyun oynaması yasaklanmış sokağı işgal ederek mi? Tel örgü ile çevrilmiş çimenlerin ortasında açmış çiçeklere uzaktan bakarak mı? Çocuklar için mi, büyüklerin çocuklaşması için mi yapıldıkları belli olmayan lunaparkların gürültüsüne kapılmakla mı? Yapay serüven alanlarına bile ancak hafta sonlarında gidebilmekle mi? Çiçeklere dokunmanın, ağaçlara tırmanmanın yasak olduğu uyku kutularından oluşan bir kenti çocuk nasıl yaşayabilir? Bu kent, çocuk için kocaman bir hiçtir. Ve bilinç körelten tuzaktan başka çocukluğa hiçbir şey katamaz. Çocukluğu çalan, tüketen kenti, ev'i ve yasaklanmış bütün mekânları çocuk bakışı'na göre yeniden nasıl gerçekleştireceğimizi de bilmiyoruz."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

22 Kasım 2017 Çarşamba

Kem gözlerin uzağında nazar kavramı

Özgür Taburoğlu; "Dünyevi ve Kutsal: Modernlerin Maneviyat Arayışları", "Kent Efsaneleri: Zamanımızın Batıl İnançları ve Takıntıları" kitaplarıyla özellikle halk bilim ve mitoloji disiplinlerine önemli veriler sunmuştu. Taburoğlu, “Nazar; Başkası Nasıl Görür?” adlı son çalışmasında da okuyucularına konu ile ilgili farklı bakış açıları yakalama olanağı veriyor. TDK Sözlüğü'ne göre nazar; "göz atma, bakma, bakış, eskimiş bir konuyla ilgili görüş, belli kimselerde, özellikle gözleri mavi olanlarda bulunduğuna inanılan; özellikle çocuklara, insanlara, evcil hayvanlara, mala mülke, hatta cansız nesnelere bile zarar veren, bakıştaki çarpıcı ve öldürücü güç, göz değmesin diye giysinin görünmez bir yerine takılan mavi boncuk, göz boncuğu, eşi benzeri olmayan, tek” anlamlarına gelmektedir.

Ünlü halk bilimci Pertev Naili Boratav’a göre nazar; bazı insanların bakışlarındaki zararlı gücün bir kişiye, bir hayvana ya da bir nesneye; hastalık, sakatlık, hatta ölüm; nesne üzerinde sakatlanma, kırılma gibi olumsuz bir etki meydana getirmesidir. Sadece Türk inanç sisteminde değil, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşayan insan topluluklarının inançlarında ve dinlerinde de önemli bir yer tutan “nazar” kavramını Taburoğlu; Platon, Lacan, Uexküll, Nietzsche, Scheler ve Sartre gibi önemli birçok filozofun bakış açısıyla da beraber yorumluyor.

Platon’un pharmakon’u gibi nazarın nedeni, hem dert hem de deva işlevi görebilir. Nazarı; sadece yıkıcı ve yok edici özellikleriyle değil insana kattıklarıyla da ele alan Taburoğlu, nazarın yaratıcılığını sorgularken okuyucusuna da farklı inanç perspektifleri dâhilinde düşünebilmelerini sağlıyor. Örneğin; Ortaçağ Avrupası’nda şeytanı kovmaya dönük ikonografyalarla Türk halkının nazara karşı yine taklit ilkesini dikkate alarak birtakım pratikler yarattığını belirtiyor. Kem bakışları kovmak adına kullanılan tütsüler, dumanlar, nazarlıklar, nazar boncukları çalışma içerisinde ele alınan diğer konular arasında yer alıyor. Taburoğlu’nun kitabında en çok dikkat çeken nokta ise nazarın kuruluk-ıslaklık zıtlığı üzerinden ele alınıyor olması. Daha önce Alan Dundes da nazarın temel etkisinin kurutma olduğunu ve su-hayat, kuraklık-ölüm arasındaki ilişkiye bağlı olarak tükürük ve idrar da dâhil olmak üzere suyun kullanıldığını belirtmiştir. Taburoğlu; nazarın kurutan etkisinin, tükürük yoluyla ıslatılarak kırıldığını ve tükürük-nefes arasındaki bağın farklı zaman ve kültürlerde de mevcut olduğunu çeşitli örneklerle okuyucusuna sunuyor. Dünya’nın ıslak, deniz ve okyanus gören coğrafyalarıyla; kurak topraklarında yaşayan halkların nazara bakışları da farklılık göstermektedir. Ortadoğu’nun kuraklığı ya da ülkemizde İç Anadolu’nun susuzluğu insanları nazar değme endişesine daha çok çekiyor olabilir mi? Akan her su; kötü ruhları ve nazara sebep olan bakışları, kıskançlıkları alıp geldikleri dünyalara geri götürebilir mi? Abdestin, vaftizin ya da kırklama banyosunun nazar, kuraklık-ıslaklık temalarıyla olan bağı nedir? Nazar değen ineklerin, loğusa kadınların sütlerinin kesilmesi, akan ırmakların kuruması, insanın yaşam enerjisinin, tazeliğinin yok olması kem bakışın ıslatılmasını mı gerektirmektedir?

İslam’da nazarın çok fazla ve farklı yorumlarla ele alınmış olması konuyu oldukça esnetmektedir. Bu esneklik ise Müslüman dünyasının nazar ile ilgili inanç ve pratiklerinde pagan inançlarıyla bağlantı kurmasına olanak sağlar. İslam dinindeki kimi motiflerin yanı sıra; vadi, ejderha, fırça, mürekkep gibi eski Çin resminde yer alan kimi motifler de çalışmanın içerisinde incelenen konu başlıkları arasında yer alıyor.

Çalışmada yer alan kimi dikkat çekici başlıklar ise şunlardır: Utanç Verici Bakışlar, Metafizik Arzu, Körleşme, Barok ve Haptik Göz, Doğanın Sesi, İmge ve Nazarlık…

Taburoğlu; ben ve öteki arasındaki ilişki içerisinde kem bir göz olarak görülen nazarı, farklı bakışları ayırt etmeye çalışarak onu bir çatışma ve uzlaşma alanı olarak betimliyor. Etnolojik incelemelerin ötesine geçen Taburoğlu, nazarın en çok bilinen anlamlarının yanı sıra felsefesini, ruhbilimsel yönlerini, görüngübilimini ve varlıkbilimini de soruşturuyor. Yaratıcı, üretken; yok edici değil aynı zamanda yapıcı yönleriyle ifadesini bulan nazarı bir kez daha düşünmemize salık veren bu çalışmayı okurken kem gözlerden ırak olmak adına bir “maşallah” çekmeyi ya da odamızı üzerlik ile tütsülemeyi de unutmayalım…

Ömer Ünal
omerunalturkce87@gmail.com