26 Temmuz 2017 Çarşamba

Yazılan şeyin gerçekliğini hissetmek

Dünya Edebiyatı’nda olduğu gibi Türk Edebiyatı’nda da hakkının yendiğini düşündüğüm bazı yazarlar vardır. Fikrime göre bunların başında Kemal Tahir gelir. Bazıları için Kemal Tahir, hakkı yenen bir romancı değil, henüz keşfedilmemiş bir romancıdır. Bu fikre saygı duymakla birlikte, Kemal Tahir’in aslında iyi bilindiğini fakat görmezden gelindiğini düşünüyorum. Kemal Tahir’in yanına bile yaklaşamayacak seviyede romanları olmasına rağmen ondan daha fazla itibar gören yazarların varlığı, Tahir’e yapılan bir ayıptan ziyade Türk Edebiyatı’na karşı yapılmış bir yanlıştır. Kendi döneminin entelektüelleri tarafından dışlanan ve bu dışlanma süreci bugünlere kadar gelen yazarın niçin dışlandığını politik nedenler dışında aramak, sonuçsuz kalmaya gebe bir durum. Solcu olmayı devlet ve millet karşıtlığıyla eş değer gören, Osmanlı’yı düşman belleyen (eleştirmek veya övmek ayrı) kişilerin Kemal Tahir’i de yok saymasını garipsemememiz gerekir aslında.

Kemal Tahir Osmanlı’yı ve Osmanlı nezdinde ‘devlet’ mefhumunu ‘kerim’ olarak addeden bir yazar. Fakat nerede yazdığı belli olmayan kurallarla solculuk oynayanlar, Tahir’in bu tutumuna karşı onu eleştirmekten geri durmamışlardır. Bu tür düşüncelerinden ötürü adını bildiğimiz ünlü yazar ve şairlerden de tepki almıştır. Marksist düşünceye sahip olmasına rağmen, komünizmin dışarıdan alınan tezlerle değil, yerel işleyişlerle ön plana çıkmasını isteyen ve bu şekilde ülkeye faydalı olacağını savunan yazarı dışlamak için ‘yerel’ kelimesini kullanması yeterli olmuştur.

Yaşadığım hayat boyunca, rahatsız olduğum en büyük konu eleştirdiği kişi veya konular hakkında hiçbir fikir sahibi olmayan insanlardır. Şu anda siyasette bunu daha çok görsek de edebiyat alanında bunların olması gerçekten üzüntü verici. Baktığımız pencere ‘eser’ penceresi olsa aslında bir sorun kalmayacak ama biz kendi ideolojilerimizin penceresinden bakınca, ortaya sorunlar çıkması kaçınılmaz oluyor. Ortalık yıllarca Nazım Hikmet’e küfreden ‘sağcılar’ ve Necip Fazıl’a demediğini bırakmayan ‘solcularla’ doldu. Hâlbuki durumu, bu iki insanın yazdıkları penceresinden değerlendirseydik çözülmemiş birçok şeyi çözebilirdik. Kemal Tahir de maalesef bu zamanlara kadar çok görülmedi. Yoksa "İnce Memed"i yoldan geçen herhangi birinin bile bilmesine rağmen, "Rahmet Yolları Kesti"yi bilmemek başka türlü nasıl izah edilebilir? Rahmet Yolları Kesti, İnce Memed’ten daha mı kötü bir eser? Hiç sanmıyorum. (Asla, İnce Memed ve Yaşar Kemal kötüdür demiyorum.)

Bence Türk romancısının ana ödevi, imparatorluk kurmak gücüne sahip Türk insanının geleceği kurtaracak cevherini, bu cevherin tarih boyu taşıdığı insancıl birikimini, bu birikimin gelecekte işe yarar yönünü bulup açıklamaktır.” diyor Tahir. Ve ekliyor. "Biz, Batı'yla er geç, ister istemez hesaplaşmak zorundayız! Bunu gerçekten yapmadıkça, Batı'ya hizmet teklif etmekle belâyı başımızdan def edemeyiz!”.  Bu sözleri bile, bir Türk romancısıyla karşı karşıya olduğumuzu bize ispat ediyor. Tabii, kendi içimizdeki entelektüellerimizce dışlanmasının sebebini de.

Fakat her ne kadar inkâr edilmeye çalışılsa da ortada "Devlet Ana" gibi bir başyapıt duruyor ve Kemal Tahir dimdik ayakta kalmaya devam ediyor: “Ben niye 1966 yılında ‘Devlet Ana’ yayınlandığı zaman çok ferahladım? Çünkü ‘Oh, roman yazmayacağım artık!’ dedim. Ama benim ferahlığımın devam edebilmesi için Kemal Tahir’i takip eden birinin çıkması lazımdı. Çıkmadı. ‘Türkiye’de Türk romanı olmalıdır’ diyen bir romancı çıkmadı.” diyor İsmet Özel. En büyük Türk şairlerinden olan birinin, böyle bir şey söylediği romancının yıllarca dışlanmasını benim aklım almıyor.

Sadece Devlet Ana değil, hemen her romanıyla Türk Edebiyatı’na sağlam bir katkı yapmış biri Kemal Tahir. Ve belki de en az bilinen eserlerinden olan "Namuscular", yazarın ölümünden sonra bulunup yayımlanıyor. Belki de az bilinmesinin sebeplerinden biri de budur. İlk baskısı 1974’te Bilgi Yayınevi’nden gerçekleşiyor. Daha sonra bir iki yayınevi daha basıyor ancak günümüzde yeni baskısı şu anda yok. En son İthaki Yayınları 2008 yılında bu eseri basmış. Fakat birçok sahafta çok ucuza bulunabilen bir eser Namuscular. İçinden Malatya geçen, hapishane geçen, devlet geçen, Dersim İsyanı geçen, toplum geçen ve Kemal Tahir’in kendisi de geçen bir eser. Kitaptaki İstanbullu Murat karakteri Kemal Tahir’in ta kendisidir. Donanma davası sebebiyle mahkûm olduğu 12 yıllık esaretin Malatya bölümündeki notlarından oluşuyor eser. Dört bölüme ayrılmış: Namuscular, Malatya Notları, Telgrafçı Abdürrahim ve Şeyh Süleyman Efendi.

Kemal Tahir bu eserinde, namus meselesi yüzünden cezaevine düşmüş mahkûmların hayatlarından yola çıkarak toplumu, siyasi hayatı ve insan ilişkilerini gözden geçiriyor. Namus kavramını ciddi bir şekilde irdeliyor ve bu kavramı ülkenin siyasi ve sosyal hayatıyla bağdaştırarak ortaya ilginç düşünceler koyuyor. Aynı zamanda din olgusu üzerinden de sorgulamalara girişen yazarın en büyük başarısı kanaatimce dili kullanma şeklinden geliyor. Daha karmaşık anlatılabilecek meseleleri, oldukça akıcı bir şekilde ve bir şeylerin arkasına saklanmadan anlatan yazar direkt halka hitap ediyor. Halktanmış gibi görünüp halk hakkında hiçbir şey bilmeyen yazarlarla karşılaştırırsak önemli bir şey bu. Üstelik kullandığı üslûp ve anlatım yönünden aralarla serpilen mizahi unsurlar okuru kitapta tutmak için yetiyor.

Kemal Tahir’in diğer eserleriyle karşılaştırdığımızda burada da göze çarpan bir diğer önemli nokta, karakter kullanmadaki cömertliği. Birçok karakterle romanını oluşturan yazarda gördüğüm en başarılı noktalardan biri, oluşturduğu karakterlerin psikolojik alt yapısını ve romana girmeden önceki geçmişini detaylı bir şekilde okura aktarabilmesi. Ve bunlara ek olarak, diyalogu olan her karakterin, hemen hemen her sözüyle kendini roman içinde belli etmesi. Konuşmalar akarken kim kimdir diye düşünmüyoruz. Üstelik Tahir’in romanlarını elimizden bırakıp uzun günler sonra tekrar kaldığımız yerden başladığımızda, kim kimdi, en son ne olmuştu diye düşünmememizin de sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Son derece başarılı betimlemelerle kitabı okurun kafasına neredeyse kazıyor yazar.

Cezaevleri farklı yerlerdir. Dışarıdan bakıldığında içini doğru bir şekilde tarif edemeyiz. Kemal Tahir direkt cezaevinin içinden yazdığı için kitap bu derece kendini hissettiriyor. Romanı okurken Mazmanoğlu ile ya da İstanbullu ile pencere kenarında muhabbet ediyormuş hissini bize başarılı bir şekilde aktarıyor yazar. Zaten romanlarda en önemli şeylerden biri değil midir, yazılan şeyin gerçekliğini hissettirmek?

Namuscular, Tahir’in birçok konuyu ortaya açtığı, konuşturduğu, bazen havada bıraktığı, bazen de net ifadelerle sonuca ulaştırdığı bir eser. Kalemini çekinmeden kullanmış yazar. O zamanlarda bu şekilde cesur yazmak çok değerli bir şey. Ve Kemal Tahir’de bu cesaret fazlasıyla mevcut.

Yazdığı her satırı okumayı kendime görev bellediğim üç Türk yazardandır Kemal Tahir. Hak ettiği değer henüz verilmese de, Kemal Tahir en iyi Türk romancılardan biridir.

Kitaptan bazı alıntılar:
- Dışarıda akşam olmaktaydı. İstasyon caddesinden ameleler geçiyor, boz mintanlı erkekler, boz entarili kadınlar, işten çıkanlar da, işe gidenler de aynı süratle yürüyorlardı. Amele aileleri… Önde baba… İki adım arkada ana… Sonra sekiz yaşından on üç yaşına kadar kızlar ve oğlanlar… İşten gelenlerin de, işe gelenlerin de üzerlerinde, başlarında pamuk kırıntıları… Berikiler on iki saat ayakta durmaktan, ötekiler gündüz ölü gibi uyumaktan yorgun… Bu da bir çeşit mahpusluk… Affı, beraatı, şahsî veya nakdî kefaletle tahliyesi kabil olmayan bir mahpusluk… Biraz daha büyücek tabiî… Biraz daha genişçe…
- İnsanları aldatmanın en doğru yolu, en kestirme yolu, sözlerini tasdik etmektir.
- Geçenlerde de ‘iktisadî’ dediniz. Her şeyi iktisada getiriyorsunuz. Bundan başka, insanları idare eden bir kuvvet yok mu?
Mesela nasıl bir kuvvet?
Manevî bir kuvvet.
Yani Allah mı?
Evet.
Sadık bey, gecelik entarisiyle bıyık takmış bir kadına benziyordu. Ona bakarken, İstanbullu, deminden beri derdini bol bol döktüğü için duymaya başladığı ferahlığı birden bire kaybetti. Tekrar öfkelendi:
Yani, Memet’in kızını öldürmesi Allah’tan mı?
Tabiî… Takdiri ilâhi.
Kezban’ın orospu olması da mı Allah’tan?
Elbette.
Öyleyse… Siz Allah’a pek acayip bir iş gördürüyorsunuz… Kirli bir iş…
- Dünya tersine dönmüş. İyi adam bile iyiliği fenalıkla beraber yapıyor. Galiba bir gün gelecek, hepimiz yalnız iyilik yapmaktan hem korkacağız, hem utanacağız.
- Malatyalının ikisi az, üçü çoktur. Üç Malatyalı birbirlerini öperek içmeye başlar, sonunda birbirlerini vururlar.”
- Hatır için laf söyleseydim, mahpus olacağıma Mebus olurdum. Kızmalarına gelince: İsterlerse bana kızsınlar. Kızsınlar da… Bizim millete en evvel kızmayı öğreteceğiz. Korku yüreğimize işlemiş de hepimiz kızmayı unutmuşuz.
- İnsanları birbirine dost veya düşman eden kâr ve zarar meselesiydi. Ötekiler hep vesileden ibaretti.
- Bu fâni dünyada şimdilik galip gelenler haklı görünüyor.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Sıradaki hayat, hayatsız kalanlar için geliyor

"Günümüzde insanlar bilgiyi arar oldu, hikmeti değil. Oysa bilgi mazidir, hikmet ise gelecek."
- Amerika yerlisi Lumbee Kabilesi

"Beyaz adam adil olsun ve halkıma iyi davransın. Çünkü ölüler hiç de sandığınız kadar güçsüz değildir."
- Kızılderili şef Seattle, 1854

"Ben öyle bilirim ki yaşamak 
Berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır."
- İsmet Özel, Sevgilim Hayat, 1968

Küçük yaşlardayken, "herkesin içinde konuşulmayan", yani konuşulması edebe aykırı mevzuların varlığından haberdardık hepimiz. Bazı konular vardı ve bunlar ailenin içinde, bir odanın içinde, dostlar arasında kalırdı. Ahirete öyle giderdi. Bu durum kanaatimce, hayatın en ufak detaylarına dahi inceliğin, esaslı bir bilincin, şuurlu yaşama gayretinin dokunuşuyla ilgiliydi. Hayat, paldır küldür giden bir şey değildi. Her şeyin bir zarafeti, sınırı, ahengi, estetiği, ritmi vardı. Ölçüyü hiçbir konuda aşmamak gerekirdi. Esnaftan hocaya, sofra adabından ev kurmaya dek her an her şeyde bir ölçü vardı. Bu ölçünün belirlenişinde muhakkak bilginin de yeri vardı ama esas mevzu hikmetti. Hikmete dayalı bir yaşam. İnananın da inanmayanın da boyun büktüğü bir yücelik, birlik yoluna açılan kapı, tevhid.

Sonra birden, her şey her yerde konuşulabilir oldu. Her şey her yerde yapılabilir oldu. Sanıyorum sokakta yemek yemek bu konuda geçmiş olduğum bir sınır. Doğup büyüdüğüm Fatih'te bu hiçbir zaman hoş karşılanmazdı. Şimdi yalnız Fatih'te değil, her ilçenin ve semtin her köşesinde yemek dükkanlarının pencereleri bile yok, kaldırımla dip dibe. Konuşma adabı için bir ihtiyarla gencin arasındaki ilişkiye bakmak yeterli. Hoca ve talebenin yerini öğretmen ve öğrenciye bırakmasıyla sanıldığının çok daha ötesinde bir kırılma yaşandı. Burada üniversite ve medrese kıyaslamasına giremem. Ama biz hocalarımızın, hoca bildiklerimizin yanında sakız çiğnemez, yayılmaz ve mümkünse küçülerek (eğilme, bağdaş kurup oturma gibi) dinlerdik yahut anlatırdık. Hep bir ölçü. Böyle gönülden bir fotoğraf çıkıyordu ortaya hayatın her kenarında.

Hayatın akıl sır ermeyen bir devr-i daimi var. Kontrol bizde değil, biz yalnızca maruz kalanız. Bu maruz kalma hâli hiç şüphe yok ki bizleri de değiştiriyor. Huyumuzu, suyumuzu, evimizi, ailemizi, işimizi, çocuğumuzu, sokağımızı, şehrimizi ve nihayet ülkemizi. Maruz kalanın yapabilecekleri sınırlı olsa da çareler ve çözümler üretmek için akla sahip olduğu da bir gerçek. İdrak etmek ve tedbir almak arasında gidip gelen insan bilinci, neden gün geçtikçe daha az görülür oldu hayat karşısında, hayatın içinde? Engin Geçtan, ilk baskısını 2002'de Metis Kitap'tan yapan Hayat'da, yılların 'insan birikimi'ni bu soruya cevap vermek için kâğıda döküyor. Neticede Hayat, on beş yıldır yeni baskılar yaparak okunmaya devam ediyor. Çünkü hayat dendi mi merak bütün kabuklarını kırıp ortaya çıkıyor. Fırlayan her kabuk parçasında dev birer soru işareti, hayatın amacının ne olduğuna dair.

"Gelecek şimdinin üzerinde acımasızca egemenlik kurmaya başladığından bu yana, insanlar kendilerinin olmayan zamanlar yaşamaya başladılar" diyor Geçtan ve yukarıda bahsetmeye çalıştığım ölçü bahsine bir misal olarak zamanı şu şekilde yorumluyor: "Yaşantılarımıza dikkatle bakıldığında, pek çok şeyi, saati ayarlamış olduğumuz zamanda değil de "eşref saati" geldiğinde gerçekleştirebildiğimizi görebiliriz."

Oysa bugün ne kadar da geç kaldık her şey için değil mi? Sürekli önümüze yeni "bilgiler", yeni "ihtiyaçlar" ve yeni "ölmeden önce yapılması gerekenler" yağarken, her birimiz ne yapacağımızı bilemiyoruz. Ne yapacağını bilememek, çağın en ciddi hastalıklarının kökeninde yatan oldu. Acımasız bir varoluş sıkıntısı: ne yapacağım? Alman kökenli psikanalist Karen Horney, ne yapmak istediklerini bilmediklerinden yakınan ve yardım isteyen hastalarına şöyle dermiş: Bu soruyu hiç "kendinize" sormayı düşündünüz mü? Hepimizin en başından (ne zaman?) düşünmesi gereken bir soru. Çünkü bu sorunun yankılanacağı zamanın ne zaman olduğunu bil(e)miyoruz. Bekarken mi, evliyken mi, lisedeyken mi yoksa emekliyken mi? Belki de yüksek lisans yaparken ya da yöneticilikten müdürlüğe geçerken sormalıyız kendimize ne yapmalıyım diye. Ancak soru değişebilir, "ne yaptım ben?" de olabilir. Zira varoluş, cebimize sıkıştırılmış bir bayram harçlığı değil. Paul Tillich, hâlâ şifa saçan Olmak Cesareti adlı kitabında şöyle der: "İnsanın varoluşu ona yalnızca verilmemiştir, ondan istenir de."

"Geleceği projelerle ipoteklerken şimdiyi ezip geçen çağdaş dünyanın beklentilerine teslim olmak anksiyete ve depresyona davetiye çıkardığı gibi, uzun vadede, boşluk ve anlamsızlık gibi duyguların yaşanma olasılığını içerebiliyor. Uygarlık denen olgu, bizleri, öttükleri için güneşin doğduğunu sanan horozlarla dolu bir alana getirdi sonunda. İki yıl önce gittiğim bir "kavramsal sanat" gösterisinde sergilenen bir duvar saati beni çok etkilemişti. Kadranındaki rakamların yerinde on iki adet "Geç kaldın" yazısıyla." [sf. 104]

Hızın cazibesinin yanında yitirdikleri üzerine herkes bir şeyler söylüyor. Burada 'mikrofonun' evvela uzatılması gereken kişiler, Engin Geçtan gibi işin ehilleri. Geçtan, hızı büyük kent insanının uyuşturucusu olarak nitelendiriyor. Yapılacak şeyin telaş etmeden de aynı sürede yapılabileceğini söylüyor. Yalnız burada hızın, sahici bir uyuşturucu olduğunun ispatı da var: Boşlukla yüzleşmeyi önlemesi. Boşluk deyip geçmemeli. Yaşamın en güzel anları saklıdır aylaklık zamanlarında. Bazen etrafa boş bir bakış, sakin ve sessizce soluk alınan birkaç saat neler neler kazandırır insana. Nice hakikatli sanatçı bu boş zamanların kıymetini bildiğinden hakikate ermiştir mesela. Yahut, hiç olmazsa, hakikat için esaslı çabalar göstermiştir, çığır açan emekler vermiştir. Buradaki hız mefhumunu, insanın canından daha mı değerli olduğu penceresinden bakarak şöyle bir soru soruyor Engin hoca: "Trafik ışığı kırmızıya dönüşmeden önce yetişebilmek için seferberlik durumuna geçtiğinizde ya da asansörün gelmesini bekleyemeden merdivene yöneldiğinizde kazandığınız saniyelerin neden sizden daha değerli olduğu sorusunu hiç kendinize sordunuz mu?"

Çoğu zaman düşmanlarımızın bizi yok etmesi için gerekli olan araçları bizim sağlamamıza yönelik kadim deyişler milattan önce altıncı yüzyıldan kalma. Ezop Masalları'ndaki "Kartal ve Ok" adlı öyküyü hatırlatıyor Geçtan. İnsan doğasıyla siyaseti harmanlayıp, Konfüçyüsçülüğü daha anlaşılır kılmaya çalışmış Mencius'un "Başkaları tarafından aşağılanabilmek için evvela insanın kendini aşağılaması gerekir" sözü de milattan önce dördüncü yüzyıldan. Demek ki insan bir yıkıma uğradığında, bunda ilk 'pay' sahibi kendi olabiliyor. Geçtan burada bir anısını paylaşıyor: "Yirmi yıl kadar önceydi, kumsalda otururken tanımdan bir karıncanın geçtiğini gördüm, o büyük boy karıncalardan, kırmızımsı ve siyah renkli olan. Bir kumsalda tek başına bir karıncanın ne işi olabilir diye düşünürken, onun kararlı bir şekilde denize doğru gittiğini fark ettim. Kumsalı yalayan yumuşak dalgacıklar onu alıp denize çekmek üzereyken yerimden fırlayıp yakaladım ve biraz arkamda bir yerde kumsalın üzerine koydum. Ancak, karınca onu koyduğum yönden dönüp bir kez daha kararlı bir şekilde denize doğru ilerlemeye başlayınca yazgısına saygılı olmaya karar verdim. Biraz sonra dalgalar onu alıp götürmüştü. Bana biraz solgun ve hantal görünmüştü, çok yaşlı olmalı diye düşünmüştüm. Böcekbilimciler herhalde bu davranışın anlamını biliyorlardır, benim için doğanın gizemlerinden biri olarak kaldı." [sf. 117-118]

Bir çocuğun değer görmekten uzak bir yaşam sürmesi, hiç şüphe yok ki gelecekte o çocuğu öfkeli bir insana çevirebilir. Kendine uygun bir kimlik inşa etmek için türlü tehlikeler atlatabilir veya bir güvenlik arayışı gereği oradan oraya atlayabilir. Burada belki de en zoru kişinin akl-ı selim sahibi olduktan sonra oturup düşünmesi. Evet bir şeyler oldu, yaşandı ve bitti. Şimdiden sonra neler olacak? Tecrübeler, acınası ya da acımasız intikamlar yaratılması için var olmadı. Tecrübe insanı insanlık çizgisinde tutmak için bulunmaz bir değer. Bu sebeple kişinin kendi yazgısıyla, kendi tarihiyle barışık olması gerekiyor. Barışık kelimesi çok politik durmuş olabilir. Onun yerine "dost" diyebiliriz. Bu da politik gelebilir çünkü modern zamanlar için dostluk sadece ekleme'den ve silme'den ibaret. Eğer hayatı ayakta tutan, direnç taşlarından biri huzur ise -ki buna yürekten inanıyorum- Geçtan'ın şu tespitine dikkat etmeli: "Kendi tarihlerini kabul edemeyen insanlar gibi, tarihiyle yüzleşip onu ortaklaşa kabul edememiş toplumların da huzura ulaşmaları mümkün olamıyor."

Apartman ya da veli toplantıları, hiç fark etmez. Hepsinde de, uzaktan bakıldığında birbiriyle uyuşmaktan korkan tipler görürüz. Farklı seslerin çıkmasından rahatsız olan rahatsız bir topluluk. "Bazı insanlar için uzlaşmak yenilgi, hatta yok olmakla eşanlam taşıdığından" diyor hoca.

Kanaatime göre Engin Geçtan'ı meslektaşlarından ayıran en büyük özelliklerinden biri, psikiyatriyi bilgi ve sanat ile iç içe görmesi, bir birleşim gibi. "Psikiyatri dahil hiçbir alan, diğer alanları da içeren bütünden soyutlanarak bağımsız bir ada gibi düşünülemez" hoca için. O, her kitabında olduğu gibi bilimi de sanatı da mesleğiyle yorumluyor, anılarından süzerek yeni bir sentez yaratıyor, analizlerini bilimsel bir ağızla değil "biz"den, "insan"dan bir dille aktarıyor. Çevremizde olup bitenlerden bahsettikten bir süre sonra ve muhakkak geri dönüyor; ruha. Çünkü: "İnsanın iç dünyasındaki kargaşa, her zaman, dış dünyanın kargaşasından daha ürkütücüdür."

"Hoşça kalın!" demeden önce hoca, belki de kitabın en unutulmaz paragrafına imza atıyor. Bunu, siz kitabı okuyacaklar ya da okumayacaklar için değil, kendi zevkim için buraya almak istiyorum. Buna bencillik demeyin, ben henüz içimdeki çocuğu öldürmedim. Yaşatmaya çalışıyorum.

"Bana göre, hayat bir dizi rastlantı ve bizim o rastlantılarla birlikte nasıl varolduğumuz ya da olmadığımız. Önce günaydın, sonra biraz haz, biraz acı, biraz aşk, biraz hayal kırıklığı, biraz sıcaklık, biraz yalnızlık, biraz boyun eğme, biraz başkaldırı ve ardından iyi geceler. Düş gücü ve tutkuları engellenmişler için ise hayat, çocukken oynadığımız oyunların büyüyünce izin verilmeyen oyunsuzluğu. Bence hayat, burada saydıklarımla ve saymadıklarımla, tartışılması gerekmeyecek kadar sıradan ve yalın." [sf. 162]

Hoşça kalın!

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

19 Temmuz 2017 Çarşamba

İnsanlığımız, içimizdeki hayvan etinin tehdidi altında

İnsan olmak kaçınamayacağımız tarih üstü bir yazgı mı,
yoksa her an kaybetme riskiyle karşı karşıya
olduğumuz tarihsel bir kazanım mı?

Yalan söyleyince burnu uzayan Pinokyo’yu bilirsiniz değil mi, bir insan tarafından şekil verilmiş bir kukla idi, sonra bir peri ona can verdi. Pinokyo masalı, okula gitmek, yalan söylememek, büyüklerin lafından çıkmamak gibi bilinen o anne-baba öğütlerini verir gibi gözükür ilk bakışta, ama biraz daha derine inersek, aslında bize söylediği en önemli şey insan olmak için çabalamamız gerektiğidir. Pinokyo da gerçek bir çocuk olmak istiyordu hatırlarsanız, bunu elde etmek için türlü maceraların peşinde koşuyor, türlü badireler atlatıyor, oyunlara gelip tuzaklara düşüyor, kesintisiz bir çabalama ile nihayetinde gerçek bir insan olabiliyordu.

Kubrick’in tamamlayamadan öldüğü ve Spielberg’in tamamladığı muhteşem film, Yapay Zeka’yı (A.I.) bir de Pinokyo masalını düşünerek tekrar izleyebilirsek aynı mesajı okuyabiliriz; insan olabilmek çaba gerektirir.

Eğer insan olmak, bize bahşedilmiş tarih üstü bir yazgı ise, -ki buna inanmak için de yeterince sebebimiz var- yani her ne yaparsak yapalım adına insanlık diyeceğimiz o öz bizde olduğu müddetçe yitirmeyeceğimiz, kaçınamayacağımız, kurtulamayacağımız bir yazgı ise, o zaman insanlık bedeli ödenmemiş bir borç olarak kalmaz mı üstümüze, ne ki bu bedeli ödemek, mütemadiyen insan kalabilmek için, her daim çabalamak, insan olmanın en büyük iki erdemi, akıl ve vicdanı her daim hayatımızın temel belirleyicisi yapmamız gerekmiyor mu?

Bu yüzden ben, insanlığın bir yazgı olmakla beraber, önümüzde bir hedef de olduğunu düşünürüm, biz insan olmak için yola çıkmış bir türüz ve bu yolculuğumuzu kesintisiz sürdürmeli, insan olmayı tamamlamak için hep yürümeliyiz. O zaman yazgımız altın tepside sunulmuş tarih üstü bir insanlık lütfu değil ama tarih içinde hem fert olarak hem tür olarak durmadan yürümek, yürümek, yürümek diyebiliriz.

Uzun yola çıkmaya hüküm giydim” diyor ya şair. Yazgımız bu.

O yüzden kukla çocuk Pinokyo devamlı yürüyor, gerçek bir çocuk olabilmek için, tıpkı Spielberg’in filminde, robot çocuk David’in gerçek bir çocuk olabilmek için devamlı yürümesi, insan olma gayesinin devamlı peşinden koşması gibi.

Filmin hikayesini biraz daha hatırlayalım, gerçeğinden görüntü ve davranış açısından ayırt edilemeyecek ölçüde robot bir çocuk üreterek evlatlık olarak bir aileye teslim ederler, çocukla aile arasında bir bağ oluşur, çünkü bu yapay zeka bir çocukta görmeyi umduğumuz bütün duygusallığa sahiptir, sever ve sevilmek ister. Ne var ki, ailenin diğer gerçek çocuğu ile problem baş gösterdiğinde ve bu problem gerçek çocuğun güvenliğini tehdit ettiğinde robot evlat David ormana terkedilecek ve başının çaresine bakması istenecektir. Gerçek bir insan olmadığı için evden kovulduğunu düşünen David’in şimdi tek amacı vardır, gerçek bir çocuk olabilmek. Aslında David, seven ve sevilen bir birey olarak yeterince insandır, dahası insan olmanın yukarıda bahsettiğimiz temel yazgısı olan çabayı da sergilemektedir. David elbette robot kalacaktır, çünkü bizim ferdiyetimizde insan kalabilmek için bu tarihsel çabadan başka bir öz yoksa, David’i, Pinokyo masalında olduğu gibi bir sihirli değnekle insana çevirecek bir öz de yoktur.

İnsan olmanın mahiyetinin, insan üretmek üzerinden sorgulandığı bir başka hikaye de H. G. Wells’in “Doktor Moreau’nun Adası” adlı ünlü distopik romanında geçiyor. Bir adada hayvanların üzerinde diri kesim yaparak onlara insan vasfı yapan çılgın bir bilim adamının kurduğu dünya var. Bilim adamı, kurguladığı bu dünyada birçok hayvanı, insana dönüştürmeyi ve hayvan-insanları sınırlı da olsa insani bir zeka ile donatmayı başarmıştır. Wells, bu adada geçen hikayede, hayvan-insanların sosyal düzeni ve gerçek insanlarla ilişkileri üzerinden insan olmayı sorgulamakta ve yine insan kalabilmek için gereken o çabaya işaret etmektedir. Hayvan-insanlar primitif zekaları ile bir kitaba bağlı kalmakta, et yememek, dört ayak üzerine inmemek, eğilerek su içmemek, saldırmamak gibi kanunlara uymaktadırlar ve bu temel insani özellikleri sürdürmek ve insan kalabilmek için devamlı surette çabalamaktadırlar. Wells, evrimsel süreci ile iki ayağı üzerinde dikilen ve ayakta duran insanın, bu kazanımını yitirmemek yani insan kalabilmek için devamlı olarak vicdan ve akıl kitabına bağlı kalma çabasına gönderme yapmaktadır. Moreu, her bir denemesinde biraz daha başarılı hayvan-insanlar yapıyordu ancak insan kalma sürelerini ne kadar uzatabilse de sonunda tekrar hayvana dönüşüyorlardı.

- İnatçı hayvan etini yenmeyi bir türlü başaramıyorum, er geç yaptığım insan hayvana dönüşüyor, diyordu Moreu.

Evet insanlığımız, içimizdeki hayvan etinin tehdidi altında, tıpkı Moreu’nun tekinsiz hayvan adamları gibi, her an elimizden yitip gidebilecek, ona sahip çıkmak, onu ilerletmek için çabalamazsak yitirebileceğimiz bir kazanım.

David’in hikayesine geri dönelim. İnsan olabilmek için her şeyi denemiştir, Pinokyo kadar şanslı değildir yine de. Onu insana çevirecek peri sadece masallardadır. Filmin son bölümünde, denizin altında bir aracın içinde sıkışıp kalmıştır David. Saatlerce değil, aylarca, yıllarca değil, asırlarca sıkışıp kalmıştır. Sabırla beklemiştir, insana dönüşüp annesine gerçek bir çocuk olarak geri dönmeyi. David, sıkıştığı yerden kurtulduğunda dünyanın post buzul çağlara girdiği bir yüzeye çıkmıştır, biyolojik bir tür olarak insanlık çoktan ölmüştür, etrafta kuantum yapıya sahip üstün çok boyutlu zekâlar dolaşır ve David biyolojik çağdan kalan tek mirastır, evet insan olmak için yola çıkmıştır ve sonunda bir robot olarak da olsa insanlığın tek temsilcisi olarak dünyadadır. Mesaj gayet net; insan olmayı önemsemek ve bunun için çabalamak insan olabilmek için yeterlidir.

Pinokyo çabasıyla bir insandır, David de. Ya biz? İçimizdeki hayvan etine direnecek çabaya sahip miyiz?

Mehmed Ali Çalışkan
twitter.com/M_Ali_Caliskan
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 13. sayısında yayımlanmıştır.

Savaştan sağ çıkanların romanı

Hayat, ileriye aktığını düşünürken aslında hep geriye doğru işler. Bunu en iyi âşıklar ve savaşanlar bilir. Hafıza denilen kuyuda birikenler çoğu zaman geri teper. Geleceğimizin yolları geçmişin hatalarıyla yeniden biçimlenir. Aşkta da böyledir, savaşta da. İkisinde de hiçbir zaman ders alınmaz. Aşk ve savaş, kazanmak için değil, yaralanmak için vardır sanki.

1968 yılında Vietnam Savaşı’na çağrılan ve pek çok arkadaşının aksine savaştan sağ olarak dönen Tim O’Brien’ın yazdığı Taşıdıkları Şeyler adlı romanı, savaşlar çağının nelere sebep olduğunu, belleğin, anımsamanın o ağır yükünün insana neler ettiğini, eninde sonunda bir hikâyeye dönüşen o zalim zamanların geride nasıl bir tortu bıraktığını anlamak için bulunmaz bir roman.

Sayfalar boyunca yalnızca bir bölük askerin yanlarında taşıdıkları eşyalardan söz eden o şahane kurgusu mu, yirmi yaşlarda savaşa çağrılan gencecik bir çocuğun gidip gitmemekteki o tereddüdü mü, dinmeyen yağmurlar ve helikopter sesleri mi, Tim O’Brien’ın bir savaş hikâyesini aynı zamanda büyük bir edebiyat metni olarak gün yüzüne çıkarmasındaki başarısı mı, Avi Pardo’nun o etkileyici çevirisi mi bu kitabı başucu kitabım yapan, bilemiyorum. Ama Taşıdıkları Şeyler’in son büyük savaş romanı olduğuna kuşku yok.

Yalnızca Vietnam Savaşı’nın o kirli yüzünü göstermekle kalmıyor roman. Savaştan geriye çoğu zaman bu kirli görüntüler kalmaz çünkü. Daha doğrusu muktedirler her zaman bu görüntülerin izlerini silmekte mahirdirler. Ama bellek en küçük ayrıntıları bile bir yere gizler. Ne olursa olsun, silinen görüntülerin yerine hafıza denilen başka bir görüntü dikilir. Günün belli saatleri veya gecenin herhangi bir vaktinde ya da yıllar sonra yeniden gün yüzüne çıkıp bizim geleceğimizden de hesap sorar geçmişimiz.

Tim O’Brien, bölükteki askerlerin ruh hallerini benzersiz bir ustalıkla çizerken savaşın kendisinden çok bu bellek parçalarını bırakıyor geride. Vietnam’a sevgilisini görmeye gelen genç bir liseli kızın geri dönmeyip bu korkunç savaşın bir parçası olmasını da, yakılan köyleri de, askerlerin sadece can sıkıntısından öldürdükleri hayvanları da, arkadaşları birer ikişer öldürülürken geride kalanların hayatlarına nasıl devam ettiklerini de okuruz romanda. Ama sayfalar boyunca savaştan söz etmesine rağmen Taşıdıkları Şeyler bir savaş romanı değildir bana kalırsa. Unutmanın ve çok sonra şiddetli bir şekilde yeniden hatırlamanın romanıdır bu kitap.

Tıpkı aşkta olduğu gibi. Bazı anları unutamazsınız. Geçmişteki herhangi bir an, başka bir şekle bürünüp yeniden karşınıza çıkar. Yaşarken anlamını düşünmediğiniz tüm o olaylar bir gece omzunuza dokunup sizi uykunuzdan eder: “Gerçek bir savaş hikâyesinde genellikle anlam bile yoktur ya da anlamını ancak yirmi yıl sonra, uykunda çıkarırsın. Uyanıp karını sarsar ve ona hikâyeyi anlatmaya başlarsın, fakat sonuna geldiğinde anlamını unutmuşsundur yine. Uzunca bir süre öylece yatıp hikâyenin zihninde tekrar gerçekleşmesini seyredersin. Karının soluğunu dinlersin. Savaş bitmiştir. Gözlerini kapatırsın. Gülümser ve içinden, Tanrım, neydi bu hikâyenin anlamı, diye geçirirsin.

Dünyada savaş ve şiddetin bunca yüceltildiği günümüzde, geride nasıl bir tahribatın kaldığını hatırlamak ve bugünümüze yapışan o anlamın izini bulmak için haber bültenleri yerine, kulağımızı savaştan sağ çıkanların ve edebiyatın kendisine çevirmek gerekiyor belki de. Tıpkı Taşıdıkları Şeyler adlı bu benzersiz romanda olduğu gibi.

Kemal Varol
* Bu yazı daha evvel Arka Kapak dergisinin 15. sayısında yayımlanmıştır.

18 Temmuz 2017 Salı

Kendini bulma imkânı olarak yolculuk

Yolculuk, kendine has kuralları olan bir eylem. Daha çok turistler ve müzmin gezginler belirli kurallar içinde yolculuklarını gerçekleştiriyorlar. Seyyahlar da yine bazı rutinlere sahipler. Biz şehir insanları, modern kentliler için yola çıkmak bambaşka bir hüner meselesi. Yaşamın dayattığı alışkanlıkları yıkmak ne kadar zorsa, bir yolculuğa başlarken, devam ederken ve yolculuğu bitirirken yaşanılan süreç de o kadar farklı, biricik.

Yol ve yolculuk; sadece yeni yerler görmenin dışında bazı anlamlara da sahip. Michel Onfray bunu poetika bağlamında değerlendiriyor. Murat Erşen'in çevirisiyle ve Redingot Kitap etiketiyle okuyucuyla buluşan Yolculuğa Övgü: Coğrafyanın Poetikası'nda başlangıç, öncesi, ikisi arasında - I, esnasında, ikisi arasında - II, sonra ve bitiş gibi yolculuğu çeşitli bölümlere ayıran esaslar söz konusu. Yola çıkmayı, insanına varoluşuna katkı olarak yorumlayan Onfray; felsefe, edebiyat, tarih, coğrafya ve mimarî gibi konulardan da yararlanarak okuyucunun gözlem dünyasını genişletiyor. Yazarın dünya tasavvuru, geleneksel yolculuklardan ve geçmiş özleminden uzak olduğunu gösteriyor. Onfray için uçak da araba da yola çıkan için oldukça kıymetli, mühim olan doğru biçimde değerlendirmek. Elbette dileyen her turist, seyyah ya da gezgin deveyle de yürüyerek de yol alabilir.

İnsan anne karnında bile göçebedir yazara göre. Yola çıkmak için gerekli anı bekler. Doğmak üzere olan bir bebek nasıl anneyi kaygılandırırsa göçebe de iktidarları kaygılandırır. Tıpkı denetlenmesi, takip edilmesi, tespit ve tayin edilmesi imkânsız olan diğer her şey gibi. Onfray bu konuda tarihten misaller veriyor: "Hâkim tüm ideolojiler göçebe üzerinde denetim kurar, ona tahakküm eder ve hatta şiddet uygular. İmparatorluklar her zaman gezgin şahsiyetlerin ve hareketli halkların yok edilmesiyle oluşur. Alman nasyonel-sosyalizmi kök salmış, sabit, yerleşil ve ulusal Ari ırkı överken aynı zamanda düşmanlarını da belirler: Köksüz, hareket halinde ve kozmopolit, vatansız, topraksız göçebe Yahudiler ve Çingeler. Rus Stalinciliği de aynı tutumu takınır, o da Samileri ve Kafkasya ya da Güney-Sibirya cumhuriyetlerinin çoban haklarına eziyet eder." [sf.13]

Yolculuğa çıkarken kimileri bir varış yeri seçer. Her ne kadar 'profesyonel bir süreç' olarak gözükse de aslında varış yeri, dönüşü de kıymetlendirir. Eve dönmek yolculuğu bitiren değil yolculuğu anlamlandıran, nihai sonucunu veren, raporunu sunan bir son eylemdir. Öte yandan her eve dönüş, yeni bir evden çıkışın da sesi, soluğu olur. Varış yeri seçimini "Sokratik bir daimon" olarak nitelendiriyor yazar. İnsana ilham eden bu tanrısal gücün sesine kulak vermek, nereye gidileceğinin şifrelerini verir. Burada daimon, "iradeye razı ol" der. Bu razı olma hâli, kararın hatasız olmasını sağlar. En azından yolculuk sonrası pişmanlık ihtimalini ortadan kaldırır, huzur telkin eder. Evin kapısının kilidi döndüğünde, ondan çıkan sesle yolculuk başlamış olur.

Michel Onfray yolculuğu överken şiiri çok ayrı bir yere koyar. Ona göre dünya ile ben arasında en önce sözcükler vardır. Bir yazarın 'tarif eden satırları' diğer her şeyden daha fazla yola ve yolculuğa arzu duyulmasını sağlar; fotoğraflardan, filmlerden, videolardan ve röportajlardan. Öte yandan bazen yola tek başına çıkıldığı gibi bazen de bir dostla, yoldaşla çıkılabilir. Burada Onfray için 'dostluğu gerçekleştirmek' önemlidir: "Hiç kuşkusuz tek başına yolculuk edebilir insan ama durmadan kendi kendisiyle yüz yüze olmanın kesinliğiyle, hiçbir şeyi atlamadan, gece ve gündüz, şatafatlı ve uğursuz saatlerde. Mutlu ya da hüzünlü anlarda, melankolik yaş da neşeli dakikalarda, yalnız kalma arzusuna kapıldığında ya da paylaşma isteği duyduğunda, her durumda insan kendi eşlikçilerine katlanmalı, onları kabul etmeli. Bu her zaman en iyi formül değildir. Ama yalnızlık insanı gerçekten de sürekli kendi kendisiyle yaşama kesinliğine mecbur ediyorsa da, grup onun kendinden zevk almasını engeller. Yüz yüze ya da başkaları karşısında, bu iki seçenek de pek neşeli görünmez. Bir başına yolcuğun kabile ya da sürü gibi yapılan biçimi, hakiki hazcı bir ortaklığı somutlaştırmak için güzel vesileler sağlıyormuş gibi değildir." [sf. 43]

Dünyanın ve coğrafyaların ahengini keşfedebilmek ve kimi zaman bilinçle kimi zaman da bilinç üstü bir bilinçle (şuur-suz-luk) yaşayabilmek için yolculuk duygusunun hayata geçirilmesi gerekiyor. Bu sürecin içinde yazarın belirttiği gibi arzular, hevesler, belirlenimler, istekler, yorgunluklar, can sıkıntıları, umursamazlıklar, zayıflıklar ve daha birçok şey bir arada bulunur. İşte tam da bu durum, bir dostla yola çıkmayı gerektirebilir: "İnsanın dostuyla yola çıkması mücevher kaplı hazların önsezisinin kesinliğini sunar." [sf. 47]

Turist ile gezgin arasındaki farkları ve benzerlikleri, haritalardan ve siyasi yozlaşmalardan bağımsız olarak yorumluyor yazar. Neticede herkes kendi penceresinden meseleyi anlamlandırıyor. Batı batıdan bakıyor, doğu doğudan. Bu da düşmanlığı ya da politik refleks söylemini ortaya seriyor. "Kendimizin yapıp etmediği her şeye barbarlık diyoruz" hatırlatmasında  yazar son derece haklı, ancak o batıdaki bir elde İncil diğer elde İnsan Hakları Bildirgesi varken entelektüel açıdan yasalardan bahsetmek ne kadar önemli diye soruyor. Bu durumda gezginlerle turistler arasındaki farklılık da belirginleşiyor: "Yolculuk etmek ulusalcı, Avrupamerkezci, dar misyoner zihniyetinden ziyade açık, merkezsiz, kozmopolit ve etnolojik bir iradeyi varsayar. Turist karşılaştırır, gezgin ayırır. Turist bir medeniyetin erimi dahilinde  kalır, bir kültürü hafifçe okşar ve köpüğünü hisseder; bir düşünceye bağlanmış bir seyirci, kendi köklerinin bir militanı olarak uzaktan, gölgelerine dokunur. Gezgin ise, öngörmeden, bağımsız bir seyirci olarak meçhul bir dünyaya girmeyi dener, ne gülmektir derdi ne ağlamak, ne yargılamak peşindedir ne de mahkum etmek, ne suçunu bağışlamaktır niyeti ne de aforoz etmek, o içeriden kavramak, yani etimoloji itibarıyla anlamak arzusundadır. Kıyaslamacı hep turisti belirtir, anatomist ise gezgine işaret eder." [sf. 57]

Kalanın, daima masumiyetten yana olduğunu, sessizliğin köhne taraflarına düşkünlüğünü şiirsel bir biçimde anlatıyor Michel Onfray. Bunun yanında gidenin de daima hafızadan, kaydetmeden, tarihe not tutmadan, ayrıntıları keşfedip gerçeği deşifre etmekten yana olduğunu belirtiyor. "Mikroskobik bilgilere karşı hassastır" diyor iyi bir yolcunun tanımını yaparken.

Uçağın ve dolayısıyla hızın sürekli eleştirildiği bir gerçek. Zararları var ama yararlardı var muhakkak. Mesele esasen neyin, ne için ve nasıl kullanıldığıyla ilgili. Yazar hıza da uçağa da methiyeler düzüyor. Modernliğin alameti olan hızdan kaçınmanın imkânsız olduğundan, artık küreselleşme, bilgi devrimi, dünya görüşü, etik anlayış, metafizik, siyaset ve manevi inanışlarda hızın tahakkümünün oldukça yoğun olduğunu, geçmiş ve gelecek arasındaki işaret noktalarının kaybolduğunu, an'dan zevk almanın zorunluluğunu irdeliyor. Son model bir arabanın ya da akıllı telefonun reklam spotuna benzer bir sözle mevzuyu kapatıyor: "Yavaşlığa yapılan gerici bir güzelleme nostaljiyi okşamak, anılara duyulan kolay tutkuyu sürdürmek ve gelecek kaygısı beslemek durumunda bırakır." [sf. 71]

Montaigne at üstünde, Rimbaud yayan, Morand gemiyle, Cendras trenle, Bouvier arabayla, Chatwin uçakla yolculuğu tercih etmiştir daima. Kişisel kararlar yolculuğun metafizik kıymetini azaltmaz yazara göre. Kennet White ve Guido Cerronetti yürümeyi seviyorsa, Theodore Monod için çölü deveyle geçmek de sevilesi olabilir.

Yolculuğa Övgü: Coğrafyanın Poetikası, kişinin kendisini zorluklara alıştırmak ve ruhunu güçlendirmek için yola koyulması gerektiğini öğütleyen bir kitap. Bu yönüyle ve farklı sanat dallarını kullanarak değerlendirmelerde bulunmasıyla yazarını da önemli bir yere çekiyor. En yakın çevrede bile birbirinden uzaklaşmaya çalışan, soğuyan, yabancılaşan, düşmanlaş(tırıl)an biz insanlar için yol boyunca varoluşun güzelliklerini tatmak, koklamak ve hissetmek mümkün. Yani kendini bulmak. Böyle bir imkân var. Bu imkânın tek bir ihtiyacı var, o da karar vermek: yola çıkmaya.

Son bir cümle daha: "Dünyada büyük sapaklara girme, dolambaçlara sapma, kendini, içimizde ebediyetin bizim için muhafaza ettiği kendiyi bulmaya olanak verir." [sf. 74]

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf