17 Temmuz 2017 Pazartesi

40 kitapla yolda olmak ve düşünmek

“GERİCİ SANATA HÜCUM”
“Bugünkü Türkiye edebiyatı geri kalmış bir edebiyattır. Çünkü Türkiye insanının çağdaş gerçekliğini ifade edememektedir geri, bu yüzden de gerici edebiyatı belli başlı iki grupta toplamak gerektiği kanısındayız. Bunlardan birincisi sağcı, idealist, düşüncenin uzantısı kokuşmuş bir edebiyattır ve düzenle bütünüyle uzlaşma halindedir. Bir de gerici gibi görünmediği halde gerici olan bir başka edebiyat vardır ki, bu da kendini hayatta yenileyemeyen, hayat tarafından eskitildiği için gerici olan edebiyattır. Bugün hâlâ egemenliklerini sürdüren “sanatçıların” Türkiye’deki devrimci mücadeleye pasif tutum takınmaları bizim edebiyat alanındaki devrimci mücadelemize hız vermiştir. Biz bu pasif tutuma karşı tepkiyiz. Yeni şartların, devrimci mücadelenin bir sonucuyuz. Halktan uzaklaşmış, onun değerlerine yabancılaşmış olan bir sanat ister istemez emperyalizmin aleti olmak zorunda kalacaktır. Oysa Türkiye her alanda canını dişine takarak, var olma savaşını verme dönemindedir. Bu yüzden edebiyatçı olarak sanat alanında girişeceğimiz mücadele de, aslında devrimci hareketin bir parçası olacaktır. Halktan alacağız ve sanatımızla halkın diri yanlarını uyarmaya çalışacağız. Kendimizi bununla görevli sayıyoruz. Biz gerici sanata karşı mücadele ederken, toplumculuğun yanlış anlaşılma biçimlerine de karşı çıkacağız. Sanatın en önemli özelliği, insanı derinliğine bilinçlendirmesidir. Sanatçı, toplumcu kaygılarla da olsa, sanatın bu temel özelliğini kavramazsa, günlük kaygıların, günlük politik dalgalanmaların adam olursa gülünç durumlara düşer. Biz eğer bugün toplumcuysak, bu biraz da eskiden okuduğumuz yazarların bilinçlerimizde bıraktığı derin etkilerin sonucudur. Sanatın uzun süreli, derinliğine bir etkisi vardır. Yalnızca bugünü anlatmakla değil gelecek kuşakları hazırlamakla da yükümlüyüz.”

Yukarıda yazdığım cümleler, 1969 yılında İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu tarafından yayımlanmaya başlayan “Halkın Dostları” dergisinin çıkış manifestosudur. 1.sayının ilk sayfasında yer alır ve ne amaçla bu dergiyi çıkarma gereği duyduklarını net biçimde ifade eder. Buraya az bir kısmını aldım. (Dileyen olursa tamamını gönderirim) Bu, şimdilik burada dursun. Yazının ileriki bölümlerinde tekrar döneceğim.

Kitap okuma eylemi, maalesef ki toplumumuzun birçok kesimince küçümsenen bir şeydir. Çok kitap okuyan birilerine ‘alim mi olacaksın’ diye sözle sataşmada bulunan bazı kişiler, ömrünün çok büyük kısmını ilim ve bilimle uğraşarak geçiren kişilere de zaman zaman pervasızca saldırılarda bulunabiliyorlar. Kitap okumayı -hele hele roman ve şiir- gereksiz, faydası olmayan –burada tek fayda kriterleri para-, zaman çalan bir şey olarak görenler, bu zamanı çok boş işlere harcamaktan ise geri durmuyor. Bu ve bunun gibi düşünce yapılarının bir sonucu olarak gördüğüm eğitim sistemimizin de kitap okuma ve okutma konusunda son derece yetersiz oluşu, bu durumu bir kısır döngüye sokuyor ve içinden çıkılmaz bir girdap halinde sona doğru yaklaşıyoruz. Artık bir konuyu araştırmak için kitaplara bakan kalmadı. Herkes o mükemmel (!) beyninden saçma sapan yorumlarını etrafa saçıyor ve bir konu hakkında tartışırken saatlerini, günlerini araştırmaya ve okumaya harcamış kişilere "okumadım ama bence öyle değil" gibi argümanlarla absürt cevaplar verebiliyor. Okuyanların çıkmazlığı ve okumayanların baskın oluşu toplumdaki birçok kargaşanın sona ermemesine sebep oluyor. Kitaplar hakkında yazılmış bir kitap hakkında yazmak, bu cümle gibi biraz karışık bir durum. Yağız Gönüler’in Yolda Olmak kitabı, 2017 yılında İhtimal Dergisi Yayınevi’nden neşredilmiştir. İçinde Yağız Gönüler’in kendisi için belirlediği 40 yol arkadaşı, kendi dünyasını oluşturan 40 kitap hakkındaki yazılarını bulabiliriz. Yaklaşık iki yüz sayfa olan bu kitabı okurken yazar, okura hiçbir zaman "şunu oku, bunu okuma" dayatması yapmıyor ve tamamen kişisel dünyasını sanki yine kendine anlatıyormuş gibi yazıyor. Yola çıkmayı haklı çıkmak olarak gören Gönüler, yolda olmayı ise bu kitaplar sayesinde edebi bir hâle getiriyor ve bir arayış içine giriyor. Kitaplar hakkındaki yazılarını kuru bir tanıtım veya salt bir eleştiri olmaktan çıkaran yazar, yazdığı kitabın konusuna paralel bir şekilde kendi fikirlerini de bir deneme gibi yazıyor. Zaten okuması da bu yüzden keyifli ‘Yolda Olmak’ı. Kendi açımdan söyleyecek olursam; piyasada birçok kitap dergisi var. Fakat bu dergileri alıp başından sonuna kadar keyifle okuduğumu hiç hatırlamam. Ancak bu kitabı başından sonuna kadar hiç sıkılmadan okudum ve kendimce de birçok çıkarımda bulundum. Birçok okur için de geçerli olacağına inanıyorum bu durumun. Buradaki ‘keyif’ sözüyle eğlenmeyi kastetmiyorum. Aksine bazen rahatsız eden, bazen düşündüren bir ‘keyif’ bu. Bir şeyleri öğrenmenin, sorgulamanın keyfi.

Bu kitabı incelemek için bazı ölçütler belirlemek gerektiğini düşündüm. Bunun için yazarın seçtiği kitapların genel olarak ilgilendiği konulara, seçtiği yazar ve yayınevlerinin toplumun hangi kesiminden görüldüğüne (olduğuna değil görüldüğüne) ve yazarın kendi görüşlerini neye yönelttiğine dikkat etmeye çalıştım. Önce kitapların genel olarak konularına ve yazarın fikirlerine değineceğim:

Yağız Gönüler seçtiği kitapların özelinde ve kendi fikirleri doğrultusunda modern hayatın getirdiği çıkmazlara, diğer kitaplar aracılığıyla bolca değinmiş. Şehirleşme, maddi hayatın getirdiği yıkımlar, teknoloji, içinde bulunduğumuz çağın özellikleri hakkındaki eleştiriler kitapta bol bol bulunurken, yazar, incelediği ilk üç kitapta ‘yürümek’ eylemine değinmiş ve neredeyse unuttuğumuz bu eylem hakkındaki fikirlerini “Sivil İtaatsizlik-Yürümek", "Yürümeye Övgü" ve "Yürümenin Felsefesi” kitapları aracılığıyla okura ulaştırmış. Yürümeyi, içinde birçok güzel anlamları barındıran, eylemden ziyade bir tavırlar bütünü olarak görüyorum. Yürüme üzerine düşünmeyi, okumayı değerli buluyorum diyen yazar şöyle devam ediyor: “Yürüyerek yorulmak diye bir şey vardır ki keyfi anlatılamaz. Yürüdükten sonra yemek yiyen, kitap okuyan, müzik dinleyen, arkadaşlarıyla sohbet eden yahut uyumaya çekilen birinin yaşadığı tadı hiçbir şey anlatamaz. Yürümek keyfî bir şey olduğu kadar sıhhîdir de. Her ikisini de sağladığını düşünürsek yürümek, insan olmaktır. İnsan olduğumuzu hissetmek ve insan kalabilmek adına yürümeliyiz. Bu yürüyüşler bol dedikodulu ve çekirdekli bir akşam gezintisinden çok, bir keşif yürüyüşü olmalı. Kendimizi keşfe çıkmalıyız yürüyüşle.

Yolda olmaya talip olan bir yazarın satırlarına yansıyan bu düşünceler, düşünce ve istikamet açısından da tutarlı bir ilişkiyi bizlere gösteriyor.

Yağız Gönüler’in rahatsız olduğu düşünceleri biraz evvel söylemiştim. Bu düşünceler doğrultusunda hakkında yazdığı kitaplarla ilgili, yazılarına birçok yorumunu katan yazarın en ilgi çekici yazılarından biri Kemal Sayar’ın “Yavaşla: Bu Dünyadan Bir Defa Geçeceksin” kitabı için yazdığıdır. Maalesef, birçoklarının dediği gibi çağ, hız çağıdır. Buna ayak direyenler olduğu kadar kendini buna kaptıranlar da çoktur. Her birimiz zaman zaman durup düşünsek de, kendimizi kaptırdığımız zamanlar oluyor. Kemal Sayar’ın bu harika kitabına Gönüler de mükemmel bir yorum katıyor ve kitabı okumayanlar için insanda hemen gidip okuma isteği uyandırıyor: “Kaderini seven insan kuşkusuz kendisini, hayatını, ailesini, eşini, dostunu, varsa çocuğunu, ülkesini, devletini, milletini de daha çok sevecektir, sahiplenecektir, tüm bunlara sahip çıkacaktır. Hayatın akışına kafayı takmaktansa, zamanın hayrını keşfetmek için dalmalıyız daha derinlere. Eskiler ‘vakt-i şerifler hayrola’ derdi. Zamanı hayırsız geçirmemeli. Ne plan yapmakla ne de hızlı olmakla hayatın derinlikleri ve güzellikleri keşfedilemez. Bunu keşfetmiş olacak ki ‘Hayat siz planlar yaparken başınıza gelen şeydir.’ demiş John Lennon. Kemal Sayar ise şöyle diyor: ‘Güzellik ancak onu durup temaşa edecek zamanınız varsa size bir şeyler söyler. Günümüzde görmenin yerini bakmak hatta bakmanın yerini göz atmak alıyor.’”

Sanat, sanatsızlık, modern çağın çıkmazları, modern insanın bir anlam üzerine yaşamayışı Yağız Gönüler’in kitap incelemelerini yazarken sık sık değindiği konulardan. Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” (ki enfes bir kitaptır) kitabını incelerken ‘anlam’ üzerine yazdığı son pasaj kitabın önemini okura hissettirirken, insanın kendisini de sorgulatıyor: “Bugün annelik duygusunu beslediği kediyle veya köpekle karşılayacağını, canının sıkıntısını alışveriş yaparak geçireceğini, şifayı yalnız modern tıpta bulacağını, maaşındaki artışla insanlığını yücelteceğini, takım elbise giyerek özel olacağını, hızlı bir yaşamla mutluluğu yakalayacağını, yirmi beş katlı ve havuzlu bir konutun ev anlamına geldiğini, cipe binmenin saadet getireceğini, sıkıntıları çözecek formüller geliştirmek yerine huzurun kaçmakta olduğunu, yaşamak sevgisinin haz peşinde koşarak geleceğini zanneden her insan; ‘anlamsız’ insandır. Yaptıklarının hiçbir anlamı olmadığının farkında değildir ve bu yüzden de çabuk sıkılır, huzursuzdur, mutsuzdur, güçsüzdür, bezgindir ve hastadır. Şifası anlam’da saklıdır.

Kitabı, içerdiği konular ve yazarın fikirleri doğrultusunda daha sayfalarca anlatabiliriz; ancak bu kadarı kâfidir diye düşünüyorum. Şimdi diğer meseleye geçmek istiyorum: Kitapların temsil ettiği ya da temsil ettiği düşünülen kutuplara.

Toplumda -bence- eskiden beri var olan fakat son zamanlarda iyice ayyuka çıkan bir durum gözlemliyorum: “Şunu yaparsan şu’cu olamazsın, bunu yaparsan bu’nu yapamazsın” gibi son derece sığ düşüncelere, takip eden okurlar son zamanlarda bolca rastlamıştır. ‘Ötekileştirme’nin zirveye çıktığı zamanlardayız ve bunun edebiyat alanına da yansımasını üzüntüyle karşılıyorum. Fikrî veya kurmaca eserlerin okunmasını kendince bir düzene koymaya çalışan bir takım kişiler, insanları ve fikirlerini okudukları kitaplar üzerinden kategorileştirmeye çalışıyor ve bunu yaparken de kendine bakmak aklının ucundan geçmiyor. Yazının en başına aldığım ‘Gerici Sanata Hücum’ bildirgesinden bir kısmını, şu anda söylüyor olduklarım için yazdım. Sanat, kimsenin tekelinde olamaz, olmamalıdır. Sanat sanattır. Yağız Gönüler’in kendi yol arkadaşlarını seçerken, kendisi için tamamen şifa olduğunu düşündüğü kitapları seçmesini takdirle karşıladım ve bu yazarların temsil ettiği dünya görüşlerinin bambaşka olmasını keyifle izledim. Seçtiği yazarlar arasında Atasoy Müftüoğlu, Kemal Varol (Yağız Gönüler gezici falan da değildir), İsmet Özel, Gazali, Sadettin Ökten, Ercan Kesal, Mustafa Kutlu, Şule Gürbüz, Abdurrahman Arslan ve birçok farklı dünya görüşünden yazar olması insanı şu’cu bu’cu yapmaz. Tam tersine şifa arayan bir okur, bir benî adem, bir fert yapar. Yağız Gönüler’in bu kitapla gerçekleştirdiği çıkışını, sanatı tekeline almaya çalışan bir takım insanlara karşı İsmet Özel ve arkadaşlarının zamanında yaptıklarına benzetiyorum ve Gönüler’in “Gerici Sanata Hücum” diyerek haykırdığını duyuyorum. Hangimiz Nazım’ın bir şiiriyle Necip Fazıl’ın bir şiirinden çok etkilenmedik veya hangimiz İsmet Özel’e birçok konuda hak vermedik? Yahut insan psikolojisini en iyi yansıtan ve psikanalizin kurucusu Freud’un bile çok önem verdiği Dostoyevski’yi okuduk diye Hristiyan mı olduk? Ateist felsefecilerden okurken dinden mi çıktık? Bu tür gerici düşünceleri söyleyenlere önem vermemek ve okumalarımızı çeşitlendirmek, kendi kültür ve fikir dünyamız için çok faydalı olacaktır.

Üstelik Gönüler, daha önce de belirttiğim gibi yazar okura şu kitabı okumalısın veya şundan uzak dur dayatmasını yapmıyor ve kitap seçme üzerine, kitap okuma üzerine düşüncelerini, incelediği kitapların arasında bolca sıkıştırıyor: “Okuyuşunda samimi olan bir insan kitap seçmez, kitap onu seçer. Ne okuyayım diye de düşünmez, kitap onu bulur. Birbirlerini okurlar böylece. Kütüphanesinin ya da kitaplığının önünde dakikalarca ‘ne okusam?’ diye düşünen bir okuyucuyu bu düşünce yorar. Tam bu anda kitap aramaktan vazgeçerse, bir süre sonra okuması gereken kitap kalbine düşüverir, aklı da bu düşüş karşısında kenara çekilir. Adımlar hemen o kitabın olduğu rafa gider ve sayfalar çevrilmeye başlar. Daha ilk sayfalardan seçim yapmanın değil beklemenin kıymeti anlaşılır. Bekleyince olur her şey. Beklentisiz bir bekleyişle beklemek.

Metinlerini oluştururken incelediği kitaplardan bol bol alıntılar kullanan yazar, metinler arası geçişe de çok önem veriyor. Bu sayede daha güvenilir ve sağlam yazılar ortaya çıkıyor. Deneme gibi yazdığı için, bazı yazılarında güncel meseleler hakkında fikirler de bulabiliyoruz. Sonuçta tek bir yönden değil, birçok yönden incelendiği için de daha verimli yazılar ortaya çıkıyor.

Yazımı, bu kitabın adının isminin geldiği yer olan, geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz kıymetli yazar Âkif Emre’nin Büyüyenay Yayınları’ndan neşredilen Çizgisiz Defter kitabından bir pasajla bitiriyorum. Bu vesileyle merhuma Allah’tan rahmet diliyorum: "Yolda olmak, sonu olmayan bilinmeze doğru çıkılan yolculuğun her adımında harf harf, satır satır yazılması demektir. Yolculuk önümde açılan çizgisiz bir defterdir. Ve her yolculukta atılan ilk adım, alınan o ilk soluk bu çizgisiz defterin nelerle ve nasıl dolacağının bilinmezliği ile yeniden anlam kazanır. Defalarca gördüğümüz yerlere sefer ederken de ilk kez keşfedilmenin mahremiyetini, masumiyetini telkin ede ilk yolculuğa dönüşür…"

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

14 Temmuz 2017 Cuma

Neydik, ne olduk, hâlimiz nicedir?

"Anadolu'nun her karış toprağına damgamızı bastık. Her karış toprağına bir ad bulduk, obamızın adını koyduk. Unutulmasın, bir ulu toprakta soyumuz boy versin diye… Düşürdüler bizi tozlu yollara, aşırdılar bizi karlı dağlardan. Düşürdüler bizi halden hallere..."
- Yaşar Kemâl, Binboğalar Efsanesi

Yeryüzünde incelenmeye en açık ve her sayfasında bambaşka iklimlerin, ruhların, duyguların barındığı bir karakter: Türkler. Ve şüphesiz Türklerin doğudan batıya, kuzeyden güneye atlarıyla tozu dumana kattıkları dev coğrafyalar. "Türklük suret-i kat’iyyede coğrafyayla sınırlandırılması mümkün bir kimlik değildir" der mesela Türklerin Altın Çağı kitabında, İlber Ortaylı... İşte bu ikisi birleştiğinde, psikoloji biliminin bile yetemeyeceği birçok soru ortaya çıkıyor: Türklerin psikolojisinde neler saklı? Geçmişten bugüne ne gibi âdetleri, gelenekleri yaşıyor? Savaşın ve barışın Türklerde bıraktıkları neler? Her Türk gerçekten asker mi doğar? Türk göçebe midir?

Bu soruları sonsuza doğru çoğaltmak mümkün. Belirli bir metodoloji ya da bilimsel disiplin kullanılarak cevapları aramamız gerekiyor. Bu durumda bir bilene, hem de çok iyi bilen birine, ayaklarının toprağından ayrı tutmamış ve dolayısıyla eleştirilerini daha iyiye ve güzele olan inancıyla yazmış bir bilim adamına danışmak kalıyor. Son dönemde geçmiş kitapları Kapı Yayınları'nın titizliğiyle ve yazarın güncellenmiş metinleriyle yeniden neşredilen Erol Göka, tarihin Türkler üzerinde bıraktığı iyi-kötü izleri daha evvel Türk Grup Davranışı kitabıyla bizlere anlatmıştı. Bu kitabın, yazarına hem Türkiye Yazarlar Birliği - Yılın Fikir Adamı Ödülü (2006) hem de Türk Ocakları Ziya Gökalp İlim ve Teşvik Ödülü (2008) kazandırdığını belirtmem gerekiyor. Göka, gerek YeniŞafak'taki köşe yazılarıyla, gerek dergi röportajlarıyla, gerekse kitaplarıyla daima Türk insanının, insanlığa her zaman doğruyu bir katkı olarak sunması gerektiğini anlatıyor aslında. Adaletiyle, merhametiyle cesaretiyle ve diğer asırlık erdemleriyle... Fakat bu anlatımı yaparken aşırı bir duygusallık, geçmişe dönük bir romantizm, sürekli 'yaptıklarımızı' pohpohlayan bir tavır, eleştirisiz ve dolayısıyla geleceğe katkısız bir ifade ve disiplin kullanmıyor. Onun düşünce biçimi, gayreti de hayreti de ortaya döküyor. Günahlarıyla ve sevaplarıyla tartışıyor Türk'ü ve Türk'ün psikolojisini.

Türklerin Psikolojisi, Haziran 2017'de Kapı Yayınları tarafından yeniden neşredildi. Genişletilmiş bu yeni edisyonda, önsözüyle, sonsözüyle derdini kuvvetli biçimde izah eden metinlerle karşılaşıyoruz. Göka, "Oldukça iddialı ama bir o kadar da mütevazı bir kitap" diyor eseri için. İddialı olması, insanlık tarihinin en büyük ve güçlü topluluklarından birisini ele almasından geliyor. Mütevazı olması ise yazarın aynı konuda daha evvelki akademik eserinden (İnsan Kısım Kısım: Topluluklar, Zihniyetler, Kimlikler ve Türk Grup Davranışı) daha farklı, daha deneme tadında ve her türden okuyucu için daha anlaşılır olmasından kaynaklanıyor. 310 sayfalık kitap beş bölüme ayrılıyor: Türk Etnik ve Ulusal Kimliği, Göçebeliğin Ruhumuzda Bıraktığı İzler, Türklerin Psikolojisi Sözlü Potlaç Kültürüne Dayalıdır, Türk'ün Savaşçı Ruhu ve Kardeş Kavgası, Eski Türk İnançlarının Ruhumuzdaki Etkileri.

Söze kimlik meselesinden başlıyor Göka. "Kimlik duygusu güçlü olmayanların hayatta işleri çok ama çok zordur" diyerek, aslında bugün yaşanan aydın/entelektüel krizine de değinmiş oluyor. İnşa ettiğimiz ilk yuvamız olarak kimliğimizi gören Göka'ya göre kimliğin doğru tanıtımı, hem geçmişle aramızdaki mesafeyi kapatacak hem de kendimizi daha iyi tanıyabilmemizi sağlayacak. Yazar, Türk tanıtımını "Türkçe konuşma"ya yerleştiriyor. Bu yüzden "kimliğimizin evi Türkçe" diyor. Dilimiz, geçmişimizi yaşattığı gibi geleceği anlamlandırma noktasında da bizlerin en büyük gücü hiç şüphe yok ki.

Kitapta Türklerin göçebe geçmişinin Anadolu'nun yurtlaşma dönemi ve Osmanlı dönemi üzerine değerlendirilmesi oldukça çarpıcı. Burada yazarın istifade ettiği kişiler/kaynaklar da önemli. Fuad Köprülü'den Ahmet Yaşar Ocak'a, Pertev Naili Boratav'dan Ziya Gökalp'e kadar birçok Türkiyatçı, din tarihçisi, halkbilimci ve sosyolog Göka'nın 'derin köklerimizi' irdelerken yoldaşı olmuş. Özellikle Jean-Paul Roux'a ait "Orta Asya'dan henüz gelmişler gibi davranıyorlar" sözünün sahiciliğini, kendisinin de içinde doğup büyüdüğü Yörük kültüründe çok görmüş. "Mesela köyden birisi Almanya'ya gittiğinde ve bir teyp getirdiğinde bütün köy halkı, yeni bir aygıtın etrafında yeni bir davranış geliştirebiliyorlar" diyor Göka. Türklerin Psikolojisi'de en ilgi çekici bölüm olan göçebelikten şu paragrafı birlikte okuyalım: "Göçebenin dünyasında duvarlar yoktur, evren onun gözünün görebildiği ufuklarda sonlanır. Bu nedenle kendisini evrenin merkezinde hisseder. Göçebe yüce gök ile yağız yer arasındadır, ayakları yerdedir ama sürekli hareket hâlindedir, gök ise üzerinde sonsuz bir kubbe gibi uzanır. Var oluşu mekâna kayıtlı değildir, sürekli hareket eder, gider görür. Varlığını mekânda değil sözde gerçekleştirir. Göçebelerde muhkem olan mekân değil sözdür; yerleşikler nasıl kendilerine görkemli yapılar inşa ediyorlarsa göçebeler de sözün görkemine yaslanırlar. Sürekli hareket hâlinde olmanın gerilimini kalıp ifade ve vecizelerle, sözü sabitleyerek, sınırlandırarak aşmaya çalışırlar. Göçebenin bu hâli, güvenli olarak ancak sözün içinde hareket etme imkânına sahip olan yerleşik insanın tam aksidir." [sf. 113-114]

Göçebenin dünyalığı umursamayan tavrından artık çok uzağız. Gösteriş, şatafat, mala mülke düşkünlük son yıllarda iyice zirveye çıktı. Kendimizi bu dünyaya bağlamak ve dünya oyunlarıyla oyalanmak için elimizden gelen her şeyi yapıyoruz. "Türk grup davranışı" diyor Göka, potlaç kültürünün gösteriş ve şatafat düşkünlüğünü taşıyor. Esasen geçmişimizde de her fırsatta "el âleme güç gösterisi yapmak" mevcut. Şehzadelerin sünnet merasimleri, beylik yöneticilerinin düğün alayları çok uzak değil. Artık teravihe ciple gitmek ya da havuzlu villada oturmayı Müslüman hassasiyetiymiş gibi göstermek geçer akçe. Özellikle şu 'araba manyaklığı'mız dillere destan. Kitaptan okuyalım: "Ekonomik krizlere ve sık sık gelen benzin zamlarına rağmen yollardaki araç sayısının azalmaması; park yeri bulma uğruna saatlerce yapılan didişme ve çekişmelere rağmen otomobil kullanmaktan vazgeçmememiz; büyük şehirlerimizde nüfus açısından benzer birçok Avrupa kentine göre trafiğe kayıtlı araç sayısı oldukça düşük olsa da trafikte bulunan araç sayısının kabarıklığı, bunların hepsi, arabalarımızla hava atmaya bayıldığımızdan oluyor. Bu yüzden trafikte eza cefa çeksek de yaya hakları için, toplu taşıma için, raylı sistemler için sivil bir hareket oluşturamıyoruz. Bir bakıma alan razı satan razı..." [sf. 168]

İtaate ve teşkilatlanmaya olan aşırı düşkünlüğümüz, günümüzde sık görülen sosyopati örneklerinin kaynağını oluşturuyor. 'Ben çalmasam başkası çalacaktı' ile 'Devlet malı deniz, yemeyen domuz' sözleri ardına gizlenip suç işleyenlerin, bu suçlarını meşrulaştırması ayrı bir felaket. "Bizde çok var onlardan" diyor Erol Göka. Bu çokluk noktasına ulaştık maalesef. Bunca modernleşme, yenilenme ve değişme çabamız bizi kültürel filtrelerimizden, estetik ve ahlâk terazimizden, dayanışma ve millet bilincimizden uzaklaştırdı. Sadece uzaklaştırmakla da kalmadı: "Önceki yaşama kültürümüzün referanslarını da büyük oranda yitirmiş durumdayız. Amerika Birleşik Devletleri'nin kuruluş yıllarını andırıyoruz. Sosyopati, her yere korku salıyor; her yerden çeteler çıktıkça, toplum giderek içine kapanıyor, kendisini değişik ruhsal düzeneklerle korumaya çalışıyor." [sf. 216]

Türklerin İslâmiyet'i kabulünden önceki dönemlerle, sonraki dönemleri arası siyah-beyaz gibidir demek hiç bilimsel bir açıklama değil Göka'ya göre. Eskiden çubuklarla ve oklarla, aşık kemiği ve zarlarla yahut kitap açarak, bağırsaklara bakarak ve hatta kürekkemiği yorumlanarak 'çıkarılan' kehanetler şimdi de devam ediyor. Her yer falcı, rüya tabircisi kaynıyor. Hocanın buradaki bir hatırlatması oldukça önemli: "Kutadgu Bilig'in, toplumsal katmanların doruğuna Hazreti Muhammed'in soyundan gelenleri, sonra bilginleri, üçüncü sıraya hekimleri, sonra düş yorumcularını, ardından müneccimleri, şairleri, köylüleri, tüccarları... koyması, Türklerde kehanetin yüksek bir mevki işgal ettiğini ve bunu uygulayanların el üstünde tutulduğunu gösteriyor." [sf. 264]

Eski inançlarla modern hurafeler üzerine yorum yaparken hoca, her Türk'ün piknik sever olduğuna da değiniyor, su ile olan maceramıza da. Günümüz Türkiye'sindeki şamanlar bahsi oldukça ilginç. Hocanın Hızır denemelerini okurken Yunus'un "Mekteb-i irfana girip almayan ders ü sebak / hızır ile ab-ı hayata varmayan derviş midir?" dizelerini hatırlamamak mümkün değil. Ardından Lokman Hekim'in eski âdetlerimizdeki yeri ve Türklerin felek ile bir türlü yenişememeleri gibi konularla kitap bitiyor. Tam buradaysa Âşık Özlemî'den geliyor: "Lokman Hekim gelse sarmaz yarayı / hilebaz dostunan açtık arayı / ne köşkümü koydu ne de sarayı / baykuşlar tünedi dalıma benim / değme felek değme telime benim."

Nihayet Erol Göka hoca, araştırılmaya muhtaç mevzularımızın derinliğini yeniden gündeme getirerek, Türk psikoloji tarihine bilimsel katkılar sunmaya devam ediyor. Yakın zaman zarfında okuyucuyla buluşan İnternet ve Psikolojimiz ile Mutedil Müslümanların Günümüzdeki Düşmanları adlı kitapların da yine bu minvalde yoğun ve düşündürücü etkiye sahip olduğunu hatırlatmam gerekiyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Temmuz 2017 Çarşamba

Yeni kentler bize güzel bir şey söylüyor mu?

On yıllardır ülkemizin irili ufaklı bütün yerleşim birimlerinin adeta bir şantiye alanına döndüğünü görüyoruz. Nereye giderseniz gidin sizi ilk karşılayacak olan şey göğe doğru yükselen inşaatlar, betondan dağlar… İmar planları, inşaatlar fiziki anlamda yerleşim birimlerinin çehresini hızla değiştiriyor. Bu değişimin, dönüşümün hızına ayak uydurmak neredeyse imkânsız. Fiziki anlamdaki bu değişimlerin bilimsel, düşünsel, kültürel, geleneksel arka planlarının olup olmadığı konusu ne yazık ki çok fazla tartışılmıyor. Kentin değişimi, şehri yeniden inşası bir medeniyet tasavvuru etrafında şekillenmiyor. Böyle bir tasavvurun olmadığını ne yazık ki inşa edilen binalardan görebiliyoruz. Son zamanlarda herkesin gündemini işgal eden kentsel dönüşüm sadece binaların dönüşümüne evrilmiş durumda. Dönüşen kent değil, evler. Gecekondular yıkılıyor, eski evler ortadan kaldırılıyor yerine koca koca binalar dikiliyor. Büyük umut bağlanan kentsel dönüşümler geleneksel yaşam alanlarını yok ediyor. Dönüşümün gerçekleştiği yerler yaşam kalitesi açısından iddia edildiği gibi yüksek standartlar getirmiyor. Yüksek olan sadece binalar. Beton silolara dönüşen apartmanlarda komşuluk, tanışıklık gibi değerlere rastlanmıyor.

Alev Erkilet yakın zamanlarda yayınlanan “Kenti Dinlemek” adlı kitabında yukarıda değindiğimiz sıkıntıları bir sosyolog gözüyle ele alıyor. Yaşanan sıkıntıların üzerini örtmek yerine bu sıkıntıları üzerine gidiyor. Başta yöneticiler olmak üzere hepimizi uyarıyor. Son dönemlerdeki kent sosyolojisi ile ilgili araştırmaların tarihi kent merkezlerinin dışında kalan dönüşüm alanlarını ve kapalı, güvenlikli siteleri kapsadığını belirtiyor. Kenti koruma ve yenileme amaçlı araştırmaların yapılmadığını vurguluyor. “Kenti Dinlemek” kitabındaki yazıların bu olgunun aksine kentsel koruma ve yenileme bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor okuyucuya. Hepimizin tanık olduğu gibi ülkemizde ne anlama geldiğini kimsenin bilmediği bir “Yeni” trendi var. Yeni Siyaset, Yeni Şehir, Yeni Türkiye, Yeni Yaşam, Yeni Anlayış, Yeni Düşünce, Yeni Felsefe… Dünyanın neresine giderseniz gidin muhafazakârlık ve muhafazakârlar yeniliğe karşı kuşkuludurlar. Geleneksel yaşam biçimini, kadim ilişki şekillerini, şehirleri, mahalleleri korumak isterler. Türkiye’de ise tam tersine muhafazakârlar ve muhafazakâr siyaset yukarıda dile getirdiğimiz “Yeni” kavramını adeta kutsallaştırmış durumda. Var olanı muhafaza etmek, korumak, geliştirmek yerine habire yıkıyoruz. Bütün anlayış yıkmak üzerine kurulu. Her şey o kadar hızlı değişiyor ki bu hıza ayak uydurmak olası değil. Alev Hanım’ın da derin bir kaygıyla altını çizdiği gibi kentsel değişim ve dönüşümün topluma etkileri sosyolojik açıdan detaylı bir biçimde ele alınmıyor. Kentlerin sosyal dokusunu değiştirmenin maliyeti ne yazık ki hiç gündeme bile gelmiyor. Kentsel dönüşüm gibi cilalı bir kavramla gölgelenen travmalar şimdilik ilgi çekmiyor. Evine, arsasına el konulup yıllardır yaşadığı yerlerden koparılan insanların feryatları makes bulmuyor.

Kenti Dinlemek” kent sosyolojisi ile ilgili teorik bir metin değil. Yazarın İstanbul’da bizzat katıldığı projelerde özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait BİMTAŞ’ın Tarihi Yarımada Koruma Amaçlı Kentsel Tasarım Projesi çerçevesindeki gördükleri, tecrübeleri yansıtılıyor. Erkilet özellikle mahallelerin, konutların, sokakların fiziki ve mimari özelliklerinin göz önüne alınarak yapılacak her türlü değerlendirmenin eksik kalacağını ve buraların salt fiziksel bakımdan ele alınacak olgular olmadığını belirtiyor. Şehrin bir ruhu var. Bir geçmişi, yılların imbiğinden süzülen ilişki biçimi var. Buralara dışarıdan yapılacak her türlü müdahalenin bu ruhu, ilişki biçimini göz önüne alması gerekir. Yoksa hem birlik parçalanır hem de zaman içinde daha büyük sıkıntılar meydana gelir. Mahalle sadece konutlardan, sitelerden oluşmaz!

Erkilet kitabında 'kentsel ayrışım'dan bahsediyor. Paraya, sosyal statüye, makam mevkie dayalı bir ayrışım… Kapitalizmin ve tüketimin emrinde bir sınıflaşma. Artık yaşadığımız mekânlar yalnızca paranın egemenliğine dayalı bir anlayışla inşa ediliyor. Paranız varsa her şey var… Erkilet, hepimizin çok övündüğümüz ama bir türlü anlamak istemediğimiz Osmanlı yerleşim sisteminde çok sert bir şekilde sınıf ve statü bakımından birbirinden ayrıştırılmayan farklı sosyo/kültürel sınıfların günümüzde çok keskin ayrışmalara tabi tutulduğunu belirtiyor. Bir nevi kast sisteminin işlerlik kazanması. Ekonomik durumlar kastları belirliyor. Tüketim de bu kastları görünür kılıyor. Aynı havayı soluyan, aynı topraklarda yaşayanlar birbirlerinden kalın çizgilerle, surlarla, duvarlarla ayrılıyor. Prestij konut alanları, bahçe şehirler, siteler, güvenlikli ve surlarla çevrilmiş konutlar içinde oturanlarla dışarıda kalanların birbirlerini tanımadıkları dünyalar. Sosyal kontağın, iletişimin olmadığı mekânlar. Evet, bu mekânları oluşturan sistem korku kavramına yaslanarak siteler, prestij konutlar inşa ediyor. “Korku Mimarisi”…

Korku, kentin mahallerini birer prestij konut alanına dönüştürerek, kapalı yerleşmeleri kentin kalbinde yani açıklığın, karşılıklı etkileşimin, dayanışmanın, çok sınıflılığın ve aslında çok etnikliğin beşiği olan yerde yeniden üretmenin meşrulaştırıcısı olarak iş görmektedir.

Kenti Dinlemek”, İstanbul’un tarihi ve sosyal yaşantısı ile ilgili bilgiler de veriyor. Bekâr Odaları olarak bildiğimiz gerçeğin taa Fatih Sultan Mehmet döneminden beri süregeldiğini öğreniyoruz. O zamanlarda insanlar eşini, çocuğunu, anasını, babasını memleketinde bırakarak İstanbul’a çalışmaya gelirmiş. Burada daha fazla para biriktirmek gayesi var. Bekâr Uşaklığı denen müessese bugün Bekâr Odaları adını alıyor. Bu insanlar gerçekten bekâr değiller. Hepsinin ailesi var. Ailelerini sılada bırakıp geliyorlar. Osmanlı zamanında bu kurum çok sıkı denetleniyor. Kurallar çok iyi uygulanıyor. Erkilet Bekâr Odaları ile ilgili hepimizin ezberi haline gelmiş olan bir yanlışı düzeltiyor. Genelde buralarda kalanların asayişi bozduğu, mahallelerin huzuru kaçırdığı gibi bir düşünce söz konusu. Alev Hanım bekâr odalarının bulunduğu semtlerde yaptığı gözlemlerde, mahalle muhtarlarıyla yaptığı konuşmalarda bu insanların düzeni, intizamı, güvenliği sağlamak için çabaladıklarını, söylendiği gibi suça iştirak etmediklerini belirtiyor. Burada bu insanların buralardan atılarak bu yerlerin kentsel dönüşüme açılma, siteler yapma ve satma düşüncesi egemen. Bekâr Odası mensupları birer günah keçisi olarak görülüyor.

Kitapta bir başka ilgi çekici nokta da tarihi ve turistik yerlerdeki küçük işletmelerin, atölyelerin yerlerinde bırakılması, onlara dokunulmaması… Bu işletmelerin hem yüzlerce insana ekmek kapısı olduğu hem de bulundukları yerlerin güvenliğini sağladıkları belirtiliyor. Özellikle Gedikpaşa ve Vefa’daki küçük işletmelerden örnekler veriliyor. Genel manada şehre bakışın mekânı metalaştırma paradigması etrafında olduğu, bunun da birçok sıkıntı yaratacağı söyleniyor.

İstanbul gibi kadim bir kent geleneksel dokusundan arındırılarak mekanikleştiriliyor. Kültürün, medeniyetin olmadığı bir turistik meta olarak algılanıyor. Alev Erkilet’in de vurguladığı gibi şehircilik uygulamaları kapitalizme eklemlenen kentler, kentte yaşayanları banka ve finans kurumlarına bağımlı yapan, mahalleyi yok eden, iş ve üretim alanlarını ortadan kaldırarak küçük atölye ve işletmeleri küresel kapitalist canavarların olmayan vicdanına terk eden bir durum meydana getiriyor. Yoksul kesimler, kentin çeperlerinde yaşamaya zorlanıyor. Yok olan bakkalların yerine insanları kredi kartına mahkûm eden marketler zinciri doluyor. Aslında abartılmış güvenlik sistemi insanları paranoyaklaştırıyor. Hırsızlığa karşı sert önlemler aldığını söyleyen modern kapitalist işleyiş zincirinin bir halkası alış veriş merkezleri çalıştırdığı insanların emeğini, terini çalıyor.

Evet, doğayı, şehri, mekânı metalaştırmayan, mekânın da ruhunun olduğunun farkında olan yeni anlayışlar geliştirmek zorundayız. Yoksa işimiz zor!..

Muaz Ergü
muaz-01@hotmail.com

11 Temmuz 2017 Salı

Kaçma ve hep gitme isteği olan öyküler

Çiyil Kurtuluş, "Kasırga ve Yabanmersinleri" kitabıyla ilk kez okuyucu karşısına çıktı. 2017 yılında Dedalus Yayınları’ndan neşredilen öykü türündeki bu kitap, 135 sayfadan oluşuyor ve toplam 19 öykü barındırıyor.

1968 doğumlu bir yazar Çiyil Kurtuluş. Yani ilk kitap için biraz geç bir zaman olsa da, bu tür yazarlar okurların ilgisini çekebiliyor. Örneğin, geçtiğimiz aylarda Kamil Erdem yıllar sonra bir kitap çıkarmıştı ve oldukça da iyi bir kitaptı. Çiyil Kurtuluş için de, az olsun ama öz olsun felsefesini kullanabiliriz. Zaten öykülerinin daha önce Sarnıç Öykü ve Notos'ta yayımlanması, bize yazarın başarısı hakkında bir öngörü veriyor.

Etrafımda fazla laf dolaşsın istemem. Sıkılırım, evli, çocuklu, konulu komşulu, dedikodulu, yorulurum. Onlar kalabalıklarına çekilirken bana bıraktıkları yalnızlığım da çoğalsın istemem. İnsan, azken öz yaşamalı. Büyük aileler bana göre değil. Ya da ben, ‘değil’e göreyim. Bir odada yalnız kalmayı pek beceremez onlar. Dünyalarımız farklı. Birçoğunun eylemlerini çeşitlendiren nedenlere ihtiyacı var. Benimse düşüncelerimi çeşitlendiren nedenlere. Yalnızca iki üç dostum var benim. Eledim, elendim, onlar kaldı geriye.

Yıllar önce bir arkadaş, acıyan gözlerle reçete uzattı bana, ‘Dışarı çık, hayatını yaşa. Bir ömür evde böyle geçer mi?’ insanlarla daha sık birlikte olmalıymışım. ‘Belki yeni bir koca…’ Yırtıverdim reçetesini oracıkta. Bir şeyi atlamıştı. Yalnızlığın türleri olduğunu. Benim yalnızlığım kalabalıklarla tedavi edilemezdi. Üstelik ortada hastalık mı vardı. Bu doktorculuk oynayan arkadaş, neye hastalık denir, onu bile bilmiyordu. Eledim gitti.

Kitapta karakter olarak anlaşamayan karı kocadan liseli âşıklara, iki arkadaştan bir avcının hayatının bir noktasına kadar her kesimden insanları görebiliyoruz. Hikâyeler genelde insan ilişkileri ve yalnızlık üzerine kurulmuş. Çiyil Kurtuluş, bunu yaparken abartıya kaçmıyor ve anlatımını arabeskin kollarına bırakmıyor; fakat bireyin toplum içindeki yalnızlığını anlattığı kesimlerde bu anlatımını yoğunlaştıramadığı yerler de yok değil. Yukarı aldığım paragraf ise kitaptaki iyi anlatımından bir kesit sunuyor okura.

Yazar, hikâyelerini diyalog üzerine kuruyor ve bu diyalogları oldukça kısa tutuyor. Sanki konuşmak istemiyor ama mecburen konuşması gerekiyor gibi bir hâl oluşuyor karakterlerde. Bu da Kurtuluş’un vermek istediği mesajı aslında bize hissettiriyor. Hayattan yorulmuş hatta bezmiş insanların ruh durumlarını anlatmakta uzun diyaloglar kullanmasındansa, bunları kısa tutması anlatımla konunun bütünlüğüne olumlu bir katkı sağlamış.

Yazarın durum öyküsü yazdığını söyleyebiliriz. Sıradan insanların hayatlarından ve genelde mutsuzluklarından bir kesit sunuyor yazar okura. Aynı zamanda toplum içinde yabancılaşma ve yalnızlaşmayı da sahici bir şekilde yansıttığı yerler çoğunlukta: “Dünya bu masaydı şimdi ve biz birbirimize olabildiğince uzaktık. İstemezsek, kocam ve ben başımızı o tarafa çevirmez, görmezdik onları. Biz de öyle yaptık. Ya zihinleri köretmek, o zordu işte. Ferda çatalının ucunu kemirirken kocası iri dişleriyle fındığına gülümsüyor olmalıydı. Bir sonraki hareketleri ezberimdeydi. Bir önceki, bir sonraki, hiç fak etmez, yıllar sonra uyandığımda gördüklerim zihnimde sürekli tekrar ederken bu upuzun masa artık kıpırtılarıyla bozamayacakları bir resimdi.

Çiyil Kurtuluş, kitabında hem somut hem soyut anlatımı tercih etmiş ve bunda anlatım yönünden belli bir başarı sağlamış diyebilirim. Bu konuda eleştirim bazı hikâyelerin konu bakımından çok yüzeysel kalması. Bazı hikâyelerde biraz daha derine inebilseydi kitapta ‘kült’ diyebileceğimiz birkaç tane hikâye olurdu. Ancak derine inemese bile klişe anlatım ve tabirlere yönelmemesini ve özgün kalabilmesini olumlu bir özellik olarak görüyorum. Anlatım olarak da, anlattığı karakterlerin diline ve davranışlarına yönelebilmesi yazardaki gözlem yeteneğinin yüksek olduğunu bize gösteriyor.

Kitapta betimleyici ve açıklayıcı anlatım bolca kullanılmış ve geri dönüş tekniğiyle karakterlerin psikolojik durumuna katkı sağlanmış. Fakat yer yer anlatımın dağınıklığı ve ‘anlatmaktan ziyade hissettirmesi’ okur nezdinde bazen yorucu bir okumaya dönebiliyor. Bu konuda kitabın en derli toplu hikâyesinin "Gizlendiğim Yerde" adlı hikâye olduğunu söyleyebilirim. Dil konusundaki akıcılık ve kullanılan gündelik dil ise, bizim için bazen yorucu olabilen okumayı kolaya döndürebilen en önemli artı diye düşünüyorum.

Yazar, hikâyelerinde hem ilahi bakış açısını hem de birinci tekil kişi bakış açısını kullanmış. İki anlatımda da başarılı olduğunu görebiliriz ancak ‘ben’ diliyle anlattığında derinliği daha iyi kavrayabildiğini söyleyebilirim. Bu tür anlatımın olduğu hikâyelerde okur da öykünün içine daha rahat girebiliyor.

Ayrıca kitapta bol bol ‘ağaç-orman’ ve ‘okyanus’ kavramları da somut olarak kendine yer buluyor. Sanki bir kaçma ve hep gitme isteği gibi. Öykülerin ruhuna da son derece uygun.

En uzun hikâyesinin kitaba adını veren "Kasırga ve Yabanmersinleri" olduğu ve genelde 6-8 sayfalık hikâyelerden oluşan bu kitabı okurken, okurun sıkılacağını tahmin etmiyorum. Bir oturuşta da bitirilebilir ancak sonrasında uzun uzun olmasa bile, öyküler hakkında bir süre düşünüp, hissettirdiklerini anlamaya çalışmak yaralı olacaktır.

Konuları biraz daha derinlemesine incelerse çok daha iyi kitaplar gelecektir Çiyil Kurtuluş’tan.

Kitaptan bazı alıntılar:
- Ben ve kocam biliriz, bir bulutun taşıyamayacağı kadar ağırdır dünya.
- Fazladan bir sorunun cevabı, sorana hep eksik gelirdi zaten.
- Karşındaki susuyorsa daha fazlasını duyuyor demektir.
- Ne kolay değil mi, anlamıyor olmak. Anlayınca, duramıyorsun.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Her şeye rağmen çocuk kalabilme cesareti

"Her çocuk gördüğü ilk adaletsiz muamelede bundan etkilenir. Çocuğun senle ilgili olarak ve kendini sana emanet ederken inandığı tek hak vardır: Adil muamele görmek. Ona adaletsizce davrandığınızda yine sizi sevmeye devam edecek ama artık asla aynı çocuk olmayacaktır. Kimse karşılaştığı ilk adaletsizliği atlatamaz."
- J. M. Barrie, Peter Pan

Utanç duygusu, içinde çocukluğu yaşatanlara mahsustur. İçindeki çocuğu öldürmeyen, çocukla çocuk olmayı bilenler ve çocukları her koşulda sevenler utanmayı da bilirler, utandıranları pişman etmeyi de. Çünkü çocukluk aynı zamanda keskin bir zeka, beklenmedik anda beklenmedik şeyi yapma hâli, hayatın gizlerini ve meraklarını hayret makamının tam içinde besleme donanımıyla muazzam bir dönemdir. Dolayısıyla bugün, dünyamızda en büyük eksiklik çocukların dört duvar arasına kapanması ve diyalogdan uzak tutulmalarıdır, yani "adam yerine" konulmamaları...

Yanlış anlaşılmasın, bir çocukluk kitabından falan bahsetmeyeceğim, sadece Susan Neiman'ın Türkçeye çevrilen ilk kitabı Ahlâki Açıklık'daki utanç bahsi beni çok etkilemişti. Bir yetişkin ve çocuk arasındaki ahlâki farkındalık üzerine çok düşündürmüştü. "Yetişkin İdealistler İçin Bir Kılavuz" alt başlığı seçilen o kitaptan bir paragraf: "İyilik ve kötülük dili, sömürülmeye açıktır zira sahip olduğumuz en güçlü dil odur. Bu dili bilemeli, inceltmeli ve keskinleştirmeliyiz. O olmadan hareket etmeye kalktığımızda kendimizi sakatlamış oluruz. Bu noktada en etkili ahlâki silahımız utanç dilidir."

Nagehan Tokdoğan'ın çevirdiği ikinci kitap olan "Niçin Büyüyelim?"de alt başlık şöyle: Çocuksu Bir Çağ İçin Altüst Edici Düşünceler. İlk kitabın içeriği oldukça genişti, 500 küsur sayfa. Yine İletişim Yayınları'nca neşredilen ikinci kitabında daha kısa bir yol izlemiş Neiman fakat 208 sayfaya sığdırdığı şeyler oldukça iddialı. Kitap dört bölümden oluşuyor. Birinci bölümde "Tarihsel Kaynaklar" üst başlığıyla aydınlanma tarihinin efsanesi Rousseau'nun adımları takip ediliyor. Rousseau bu metinlerle neredeyse yeniden yorumlanmış oluyor. "Bebeklik, Çocukluk, Ergenlik" başlıklı ikinci bölümde Arendt'in doğuş, dünyaya geliş fikirleri yazara yoldaşlık etmiş. Üçüncü bölümde "Yetişkin Olmak" bahsine değiniyor Neiman. Burada eğitim, seyahat ve iş hayatında, kitabın önsözündeki şu sorusunu Kant'ın yardımıyla açıyor ve açıklıyor: "Acaba felsefe bize olgunlaşmanın teslim olmakla, tevekkülle eşdeğer görülmediği bir model bulmakta yardımcı olabilir mi?"

Son bölüm "Niçin Büyüyelim?" sorusunun cevabını barındırıyor. Belki de barındırmıyordur. Yazar burada biraz da okuyucuyu yoruyor haklı olarak. Çünkü öyle bir yolla bu bölüme ulaşıyor ki o zihin yolculuğundan sonra bir neticeye varmak okuyucuya kalıyor. Eh, bir zahmet kalsın... Evvela, Neiman için büyümek neye denir, nasıl yorumlanmalıdır ve en temel vasfı nedir gibi soruların bir cevabı olarak kitabın hemen başından şu alıntıyı aktarmalıyım:

"Büyümek, bilmekten ziyade cesaret etmekle ilgili bir meseledir: Dünyaya ilişkin tüm bilgiler bir araya gelse, yargıda bulunma yürekliliğini ikâme edemezler. Yargıda bulunmak, öğrenilebilir bir şeydir -genellikle bu işi iyi yapanları gözlemleyerek öğrenilir- fakat öğretilemez. Bu husus önemlidir zira bizi sahiden harekete geçiren soruların hiçbirinin cevabını bir kurala bağlı kalarak bulamayız. Cesaret yalnızca kendi yargınıza güvenmeyi öğrenme meselesi değil, devletinizin, komşunuzun ya da en sevdiğiniz film yıldızının yargılarına güvenmeme meselesidir de. (Elbette devletiniz, komşunuz ya da en sevdiğiniz film yıldızı bazen haklı da olabilir ve iyi bir yargıda bulunma yetisi, sizin bunu da teslim etmenizi gerektirir.) Daha da mühimi, cesaret hayatımızın içinden geçen yarıklarla birlikte yaşamayı da gerektirir. Bu yarıklar ne denli büyük olursa olsun, aklın idealleri bize dünyanın nasıl bir yer olması gerektiğini; deneyim ise dünyanın olması gerektiği gibi bir yer olmadığını söyler durur. İşte büyümek -ikisinden de vazgeçmeden- bu ikisi arasındaki uçurumla yüzleşmeyi gerektirir." [sf. 14-15]

Neiman ilk bölüm boyunca, Rousseau'nun bir çocuğun nasıl büyüdüğünü toplumsal bazda ele aldığı Emile adlı eserini tetkik ederek konuşuyor. "Birer yetişkin olmak için yaratıldık, fakat yasalar ve toplum bizi çocukluğa geri yolladı." diyen Rousseau'ya, adalet arayışının önemini de ekleyerek destek çıkıyor yazar. Şu pasaja çok dikkat: "Oğlum on bir on iki yaşlarındayken okuldan eve gelip bir öğretmenin kendisine adaletsiz davrandığını söyledi, olayın ayrıntılarını dinlediğimde ona hak verdim ve şöyle söyledim: Bu, senin üzerinde iktidara sahip olan birinden göreceğin yegâne adaletsiz tavır olmayacak. Karşındaki kişi kendini tehdit altında hissediyor olabilir, seni kıskanmış olabilir ya da basitçe yorgun olabilir. Ona dalkavukluk eden ya da karşısında iki büklüm duran bir çocuğu ya da çalışanı tercih edebilir. Okulda öğrenmen gerekenler sadece okumak, yazmak ve toplama-çıkarma yapmak değil, bu deneyimlerle -kendini kaybetmeden- nasıl baş edeceğindir. Kurduğum denge doğru muydu acaba? Adaletsizlikle bunca karşılaşmanın ardından, onun yaşadığı öfkeyi paylaşamıyordum tabii. Ama çocuklarımızın adaletsizlik karşısında farkındalıklarının gelişmesini isteriz, perişan olmalarını değil." [sf. 73-74]

Ezilen ülkelerin tamamında bir çocuğun yüzüne baktığınızda duygulanıyorsanız bunun sebebi o çocuğun size daha dokunaklı gelmesidir der, De Beauvoir. Böyle çocuklar bizde dünyaya ayak diremenin, umudun, bir gelecek tasavvurunun adı ve adımı olur. Öyle değil mi? Bugün bebeklerin mucizevi bir varlık olduğunu düşünmeyen var mıdır? Yoktur kanaatimce. Çünkü onun önünde geniş bir zaman vardır ve ömrünüz yettiğince bu zamana eşlik edip varlığını nasıl anlamlandırdığına, nasıl yorumladığına tanıklık ederiz. Arendt bu durumu çok güzel anlatır. Bebek için ve hatta belli bir yaşına kadar çocuk için, dünyanın her parçası muazzam bir merak alanıdır. Şaşırmanın, üzülmenin, merak etmenin, gülmenin ve ağlamanın en dolu zamanlarına sahiptir bebeklik ve çocukluk. Neiman, bazı şeylerin kuru ve bazı şeylerin ıslak olmasının bizim için ne kadar doğal olduğunu hatırlatırken, bu doğallığı en doğal duygularla yaşamayaşımızın çocukluğun da ölümü olduğunu söyler. Haklıdır. Biz bu "rutinleşmiş doğallığı" terk edip onun yerine bebeğin ve çocuğun duygularına eşlik etsek, hiç değilse karşılık versek, güven kavramının gelişiminde hem aktif bir rol oynamış hem de iyiliğin-kötülüğün ne olduğuna dair somut örnekler vermiş oluruz. Bu konuda psikolog Erik Erikson'u hatırlatıyor Neiman: "En mutlu bebeklerin bile yaşamaktan kaçınamadıkları bir travma olan diş çıkarmadan bahseden Erikson, buna bebeğin dünyasına iyilik ve kötülüğün girdiği ilk olay olarak dikkat çeker. Bebeğin dişi, tam da onun için bir haz kaynağı olan ağzının içinde patlak verir. Daha da kötüsü, diş çıkarırken yaşadığı acı yalnızca bir şeyleri ısırmaya çalıştığında yatışır -ki bu da annenin emzirirken geri çekilmesinden başka bir sonuç doğurmaz." [sf. 83]

Kader bizleri yöneticilere biat ederek bunun sonuçlarına da katlandığımız bir zaman sürükledi, demiş Thrasymachus. Ne zaman? Milattan önce 400'lü yılların ortalarında. "Ve şimdi konuşmak zorundayız" diye de devam etmiş. Buradaki konuşmanın, ama sağlıklı konuşmanın en büyük yardımcısı da hiç şüphesiz kuşku. Kant bu yüzden kuşkuculuğu "zorunlu bir istirahatgâh" olarak gösteriyor. Kant için kuşkucu kişi; dogmatik akıl yürütenlerin, kavrayış ve akıl hususunda sağlıklı bir eleştiri geliştirmeleri yönünde onları zorlayan bir amirdir. Neiman şöyle diyor: "Mutluluğun bir hak olduğu fikri, boş bir hayal değil aklın bir talebidir, sonuçları ise devrim niteliğinde olabilir. Walter Benjamin, Kant sonrası dönemde ortaya çıkan Hegel gibi düşünürlerin akıl ve doğayı, olanla olması gerekeni bütünleştirme çabalarına bakarak "son anda ikiciliğin dürüstlüğünden kendini kurtarmak isteyen" bir bilinçten söz ederken, başka şeylerin yanı sıra bunu kastediyordu. Böylesi bir dürüstlük cesaret gerektirir zira akıl ile doğayı bir araya getirmenin olanaksızlığı, gerçekten bilmeyen isteyeceğimiz bir hakikat değildir." [sf. 118-119]

Kant'ın Saf Aklın Eleştirisi adlı kült eserinin Neiman'ı nasıl etkilediği kitabın sonlarındaki paragraflarda sık sık kendini belli ediyor. Özellikle hayatı ve düşünce dünyasını yargılamak, kuşkuyla yargılamak. Böylece hayatın zorluklarına en azından mütevazı çözümler bulabilmek. Kendince ve özgürce. Bunun için de çocuk yürekliliğini daima tutmak gerekiyor ruhta. Neiman hatırlatıyor; The Who adlı rock grubu "Yaşlanmadan ölmeyi umut ediyorum" sözü basit ve kendi nesillerine ait bir yaşam anlayışı değil. Kadim bir duygu. Zira bu sözün ilk hâli milattan önce 2500 yılında Mısır'da yaşamış olan filozof-şair Plathotep'e ait imiş.

Çocuk kalabilme cesareti belki de çağın en büyük erdemi. Kitap nasıl başladıysa öyle bitiyor, ama güzel bir soruyla: "Cesaret, rüşt kazanmamızı engelleyecek bütün güçlere karşı koymak için gereklidir zira gerçek yetişkinler ekmek ve sirkle pek de uzun süre oyalanamazlar. İncik boncukla ilgimizin dağıtılmasına izin vermeyecek yahut deneyimsizlikten dolayı cesareti kırılmayacak durumdaysak, etrafta olan biteni daha iyi görebilir ve dile getirebiliriz. Bizler derken hepimizi kastediyorum, bu kitabın yazarı da dahil. Bu, daimi bir devrim sürecidir. Kim toplayacak bunun için cesaretini?" [sf. 204]

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf