30 Mayıs 2017 Salı

Her sararan sayfası sahaf kokan bir tarih

Muhammed İkbal, 1873 yılında, günümüz Pakistan devletinin vilayetlerinde yer alan Siyalkût şehrinde fani dünyanın ilk nefesini almıştır. 1947’de yeni bir İslam ülkesinin doğuşuna vesile olan, hayattaki yegâne ikbalinin İslam devleti kurmak olduğu, Müslüman filozof, edip ve politikacıdır. O, Pakistan’ın Umman Denizi’ne olan fikir kıyısıdır. İbn-i Haldun’un “Coğrafya da kaderdir” sözünün tecessüm ettiği, kendisinin de bir cümlesinde “…sonuçta milletlerin kısmetini belirleyen etkenler hususunda ben de kaderciyim” diyerek tasdiklediği toprağının düşünce atasıdır.

Fertler ve uluslar ölürler ancak onların manevi evlatları durumundaki fikirleri asla yok olmaz, diyen bu kudsî mücahit, Avrupa karşısında Müslümanların yenik duruşundan rahatsızlık duymuş ve bu durum içini pârelemiştir. Özellikle Hindistan’da bulunan Müslümanların emniyeti ve refahı için diğer tüm inananları kapsayacak ve kollayacak olan bir İslam devletinin oluşması, onun nezdinde zaruri bir hal teşkil etmiştir. “İslam'ı Müslüman olmayanlara anlatmak istiyorsak, her şeyden önce bizim İslam’ı temsil etmediğimizi söylemeliyiz,” meşhur sözüyle günümüzü asırlar evvelinden mahirane bir biçimde yorumlamış ve ahvalimizi görmüştür.

M. İkbal, bu kurtuluşa hatırı sayılır emekler vermiş, ülkesinin birlik oluşturması için girdiği mücadelelerde kalbine inen hüzzam gözyaşları, divitine mürekkep olmuş, zamanla kâğıt üzerinde devlet bulmuştur. O, bu yönüyle İstiklâl şairimiz Mehmet Akif'le benzerlik göstermekle birlikte, bir nevi Akif’in Pakistan versiyonu, ülkesinin nurefşânı, ay-yıldızı olmuştur.

Köken itibariyle geldiği Doğu tohumlarını yere saçmamış, mamafih Batı’ya olan merak ve hevesle geleneksellikle modernliğin kritiğini kendi içinde yapmaya çalışmış; nihayetinde iki medeniyeti asimile olmadan sindirmeyi başarmıştır. "Tarih, içinde ulusların seslerinin kayıtlı bulunduğu büyük bir gramofondur," diyerek plağın içindeki asrı iyi bir şekilde dinlemiş, dönemini analiz edip sentezlemiş ve bu sayede Şark’ta Akif’e, Garp’ta ise Nietzsche’ye ayna tutmuştur.

Girizgâh niteliğinde bahsettiğimiz bu özelliğini İkbal, Şarktan Haber isimli eseriyle kişiliğine münhasır hale getirmiştir. Elimizde bulunan 1956 yılı basımlı, Ali Nihat Tarlan'ın çevirdiği bu kıymetli eser, iple bağlanmış her sararan sayfasında sahaf kokan bir tarihi akseder. Kitap, Tarlan’ın giriş yazısı, İkbal’in önsözü, Afganistan Hükümdarı’na ithafı, Tur Lalesi, Fikirler, Şarab-ı Bakî, Garplı Ruhu ve İkbal’e Dair Bilgiler olmak üzere bu ve alt bölümlerinden oluşur.

İthaf bölümünde, Afganistan Devlet Hükümdarı Emanullah Han’a övgü dolu tavsiyeler vererek; Frenk diyarının pirine, eski İran şiirinin meftunu olan Alman şair Goethe’ye duyduğu hayranlıktan bahseder. Goethe’nin Şarka selam göndermesine karşılık (Garplı-Şarklı Divan eserinden 100 yıl sonra) kendisinin de Şarktan Haber isimli bu eseri bir nazire olarak yazdığının haberini verir ve ekler; "bu suretle Şarkın gecesine ay ışıkları serptim. Goethe’yi tüm cihana sesini, şiirlerini duyurmuşken, kendisini bir mütevazı edasıyla, ben ancak ıssız çöllerde feryat eden bir çanım," diye nitelendirir. Kur’an-ı Kerim’de geçen “eşya ilmi” nin Batı’da pozitif bilimler olarak canlanmasıyla Garbı aydınlatmasına değinir. Açık açık Batı’nın biliminden etkilenmemizi dile getirmez ama bilim ve servetin milletin itibarını oluşturduğunu tavsiye ederek, ona aralıklı bir kapı bırakır. Devlet işlerinden aşk mevzularına kadar hana birçok konuda öneri sunar. Memleket ve din işleriyle karşılaştığı bir zamanda kendi nefsinde yalnız kalmasını, gönlünü murakabe etmesini, bu şekilde sıhhat bulacağını söyler.

163 Rubaî’den oluşan Tur Lalesi başlıklı bölümde İkbal, edebi sanatlardan özellikle teşbih ve teşhis sanatlarını kullanarak, günümüz diliyle dörtlükler sunmuştur. Her bir rubaî kendi içerisinde derin manalarla bağlanmış, çeşitli benzetmelerle süslenmiş ve ele alınan konular itibariyle İkbal’in ne kadar sentezci bir şair olduğunu bizlere kanıtlamıştır. Doğu ile Batı arasında tampon görevi gören M. İkbal, hem dini vecizelerden hem aşk şarabından nasıl sarhoş olduğundan hem de aklın ilime açılan kapısından usûl dersi verir. Onun şiirlerinin arasında anlam denizinde kaybolurken, İkbal’i hangi kefeye koyacağını şaşırır okur. Çünkü bir bakar tam bir gönül şairi görür, bir de bakar didaktik öğeleri ağır basan birini karşısında bulur. Sık karşılaştığımız mevzulardan biri de bölümün başlığından da anlaşılacağı üzere lale figürü örneklemeleri üzerinde durmuştur. Tur Lalesi’nden birkaç örnek rubaî verecek olursak:

- Gönlümün aydınlığı içimin yanışındandır. Gözümün cihanı görmesi kanlı gözyaşı döktüğümdendir. Aşka delilik diyen insan, hayatın sırrına daha da yabancı olsun!
- Ey gönül, pervane gibi bu akılsızlık, münasebetsizlik daha ne kadar sürecek? Bir kere de kendini kendi ateşinle yak. Ne zamana kadar yabancının ateşi etrafında dönüp duracaksın?
- Varlık, yokluk uçurumundan çık, yüksel. Bu “nasıl ve ne kadar” kayıtlarıyla bağlı olan cihanın üstüne çık. Kendi varlığındaki benliği mamur et. İbrahim gibi Kâbe mimarı ol.
- Eğer ince duygulu isen bana yaklaşma; zira nağmelerimden damla damla akan, benim kanımdır.
- Ya Rabbi, şu cihanda ne güzel bir kaynaşma, bir hengâme var: Herkesi ayrı bir kadehten sarhoş etmişsin. Bakışlar birbiriyle uyuşuyor ama gönlü gönle, canı cana yabancı yaratmışsın!
- Eğer lale gibi yanıyorsan bu yanıştan bir şey çıkmaz. Ne kendi yanışınla kendini yakıyorsun; ne de bir dertlinin gecesini aydınlatıyorsun.
- Vefa nedir bilmezdi, bir yabancı gibi alakasızdı. Bakışı durmadan onu görünce göğsümden uçtu gitti; onun eline alışmış, onun tarafından yetiştirilmiş olduğunu nereden bileyim?
- Benlik, ne zaman başlamıştır, kimse bilmez. Benlik sabah akşam halkası içinde değildir. Hızırdan şu emsalsiz nükteyi işittim: deniz, kendi dalgasından daha eski değildir.

Efkâr (Fikirler) bölümünde ise, daha çok gül temasını işleyen Muhammed İkbal, şiirlerinde ilk yaratılışı da konu edinir. Ayrıca çemen (Farsça’da yeşillik, çimen anlamında) de sıkça kullanılan bir kavram olarak benzetmelere bürünür. Âdem’in doğuşunu, “hayatın kucağında kendinden habersiz yatan arzu gözünü açtı, bir başka cihan ortaya çıktı. Hayat dedi ki: Ömrüm boyunca çırpındım; nihayet bu köhne kubbede bir kapı gözüktü” diye anlatır. Şeytanın dilinden konuşur, yine ustaca kullandığı teşhis sanatıyla. Âdem’in Allah huzurundaki konuşmasından bahseder:

- Ey, can yıldızını kendi güneşi ile aydınlatan Rabbim! Bu kör âlemin mumunu benim gönlümden yaktın.
- Ben yerin altından girdim; feleğin üstüne çıktım. Zerreyi de güneşi de büyüleyen benim.
- Cihanın, insanı büyüleyen güzelliği beni doğru yoldan çıkardı. Ama sen bu günahımı bağışla, özrümü kabul et!
- Onun büyüsüne tutulmazsak cihan bize râm olmaz. Yalnız niyaz kemendi ile naz esir edilmez.

Bununla birlikte Fikirler kısmında yaratılıştan yıldızlara, ebedi hayattan ilimle aşka, hikmetten şiire, uçağa, güveye, doğan kuşuna, sabah rüzgârına, ateşböceğine, çiy tanesine, insana, yalnızlığa ve Allah’a kadar birçok konu üzerindeki düşüncelerini nazım şeklinde ve genelde diyaloglar halinde sunar.

- Çemenin toprağında kâinatın sırrı var.
- Eğer hayat sırrına vakıfsan, arzu dikeninin her anı batıp rahatsız etmediği bir gönül arama, böyle bir gönle bağrında yer verme.
- Yıldızların düşünceleri: “Biz denizdeyiz, görünürde bir sahil yok. Bize ezelden yürü dediler; lakin bu kervanın konağı nerede?” – “Zaman kemendine tutulmuş esirleriz. Varlıktan mahrum olmak ne bahtiyarlıktır.”
- İlim: “Zaman denen şey benim kemendime esirdir.” 
Aşk: “Gel bu fani dünyayı gül bahçesine çevir. Bu ihtiyar cihanı yeniden gençleştir.”
- Gel, ciğer yarası üzerindeki perdeyi kaldıralım. Güneş çıplak olduğu için ışıkları cihanı kapladı.
- Aşk sözünü havâ ve heves peşinde koşanlara ne söylüyorsun? Süleyman sürmesini karıncanın gözüne çekme!

Besmeleyle başladığı Şarab-ı Bakî bölümünde de Muhammed İkbal, 45 gazele yer verir. Her bir satırın kafiyesiyle bir derya olan ve okuyanı okudukça düşünmeye sevk eden bir niteliği vardır. Alıntılarla bitiremeyeceğimiz o gazellerden bazıları şunlardır:

* Zannetme ki, ezel âleminde bizim çamurumuzu yoğurdular. Biz henüz varlığın kalbinde bir hayalden başka bir şey değiliz.
* Kendi ruhunu murakabe eden insanın şiarı budur: Artık ne vardan ne yoktan bahseder.
* Bir bakış, bir gizli gülümseme, bir damla parlak gözyaşı… Sevgiye inandırmak için başka bir yemine lüzum yoktur!..
* Aşk, ne güzel şeydir ki, ayrılık gününün zaafından canımızı senin aşkına bağlayan başka bir bağ vücuda getirdi.

Son olarak ele alacağımız husus Muhammed İkbal’in “Garplı Ruhu”nu gösteren yazılarını inceleyerek aktarmaktır. İkbal, bu bölümde de zihniyetini oluşturan, fikirlerini şekillendiren, kısacası onu etkileyen hem doğunun hem de batının düşünür ve şairlerinden bahseder. Bazı yerlerde Frenk diyarının filozoflarını yermiş; Mevlana’nın görüşlerini yüceltmiş bazı yerlerde de Batı’nın ilmini kendi yazılarına nasıl yansıdığından apaçık bilgi vermiştir. Bir örnekle tasdikleyecek olursak; Mevlana ile Hegel’i ele alarak, doğunun büyük mutasavvıfı için: “O bir güneştir ki, tecellisinde Rûm ve Şam aydınlanmıştır” der; Garbın diyalektik filozofu Hegel için de: “O Alman hâkimi ki, tefekkürü ile (ebedi) üzerindeki zaman elbisesini çıkarıp atmış, onu apaçık bir hale getirmiştir. Hayalinin genişliği önünde dünya, darlığından utanç duymuştur” diye bir tanımlamada bulunur. Zannediyorum ki, ona Hegel’i tasvir ettiren neden, Mutlak Geist ve Tin kavramlarını kullandığı fikridir. Yani Tin kendisini tarih aracılığıyla gerçekleştirir, tarihte de neden-sonuç ilişkisi vardır. Tin (us) tarihselliğe, zaman ise diyalektik bir kimliğe aittir (Gökberk, 1993: 300). “Kalbi mümin, dimağı kâfir” sıfatını Nietzsche için kullanır. Eğer nağme istiyorsan ondan kaç! Onun kaleminden çıkan fikirler gök gürültüsü gibidir, Garbın gönlüne o neşter sokmuştur diyerek batının evrensel sesini böyle benzetmelerle tanımlar.

Locke’un meşhur Tabula Rasa öğretisini de; “Seher onun kadehini güneş şarabı ile parlattı. Yoksa lale gülistana boş kadehle gelmişti”, bu şekilde açıklayarak, doğuştan boş levha olan zihni boş kadehle ilişkilendirir.

Bergson’a da bir haber vardır, bu metinler içinden: “Hayata irfan sahibi ve anlayışlı bir gözle bak; kendi öz yurdunda gurbete düşmüş gibi yabancı yabancı dolaşma! Senin kurduğun tefekkür sistemi baştan aşağı batıl evhamdan ibarettir. Gönlün terbiyesi altında yetişmiş bir akıl ile hayatı mütalaa et!”. Buradan da anlıyoruz ki bu sözleri sarf eden İkbal, Bergson’un kurduğu sezgicilik (entiusyonizm) fikrini bir kuruntudan ibaret olarak görmüştür. Ona, öz varlığı içinde yokluk şüphesine düşüp de kendisine yabancılaşmaması gerektiğini vurgulamıştır.

Feylosoflarla derdini bitirdikten sonra tekrar şiire ve şaire yönelir. Ona göre, nasıl yabani gül akçesiyle ekmek satın alınmıyorsa, bu değerde şairin parası da pazarda geçmez. O, duygusuyla, hisleriyle, aklıyla, doğusuyla ve batısıyla bir yaşayan şairdir. Bununla alakalı olarak Muhammed İkbal örnek aldığı, Mirza Galib ile Bidil'in kendisine Batı şiirinin değerlerini hazmetmekle birlikte duygu ve ifadesinde nasıl Doğulu kalınabileceğinin resmini çizdiklerini söyler. Şahsi kanaatime göre, İkbal öyle bir şairdir ki, sanatını hem toplum için hem sanat için hem de kendi gelişimi için kullanmıştır.

Biz ne kadar onu ve eserlerini anlatmaya çalışsak da, bir şeyler hep eksik kalacak.

Ben bir muammayım (hatta kendim için bile); ancak bu muammayı herkes bilmekte; ben tüm dünyanın bildiği o sırrım!

Onu hakkıyla bilip, layıkıyla tanıyabilme ümidiyle…

Betül Rana Uludoğan
twitter.com/_naze_nin

Hatır için değil hakkaniyet için söyleyen şair

"Ben ki hayattan düştüm, kime çektimse böyle
Gelmeseydim dünyaya o kadar kırılmazdım
Bu yüzden seviyorum her şeyi ölesiye."
- Yaşamak Ölesiye, Yan Tesir, sf. 13 

Her şairin, her şiir okuyucusunda ayrı bir yeri vardır, olmalıdır. Bu bir ululama değil, aksine kadir kıymet bilmektir. İsmet Özel'in dizelerindeki "Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar / ben yaşarken koptu tufan / ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat / her şeyi gördüm içim rahat" hakikatini söyleyebilmek için; sanatçılara yaşarken değer vermelidir has bir okuyucu. Bu hususta Orhan Veli'yi haklı çıkarmamalı: "Ölürüz diye mi üzülüyoruz? / ne ettik, ne gördük şu fani dünyada / kötülükten gayri?"...

Hüseyin Akın, her şiir kitabını birer ders niyetine okuduğum, günümüz Türk şiirinin nadide bahçelerinden biri. Kanaatim odur ki, birçok has şiir takipçisi yahut sevdalısı için de öyle. En azından öyle olmalıdır. Bir öğretmen olarak ne şanslıdır onun öğrencileri. Birkaçıyla tanıştım, bu şansın farkında olanlar da vardı olmayanlar da. Hayat zaten kimi affedip kimi affetmeyeceğini böyle seçer: Farkında olanlar yahut olmayanlar.

Ay Tanığım Olsun, Ömrümün Kısa Günü, Kumaştan Çalan Terzi, Çöl Vaazları ile toplu şiirlerini barındıran Sevmek Karanfil ve Kiraz adlı kitaplarından sonra Yan Tesir'in beşinci şiir kitabı olduğunu söyleyebiliriz şair için. Şule Yayınları etiketiyle Mayıs 2017'de neşrolunan kitap, iki bölümden oluşuyor: Hüseyni Şiirler ve Türkçe Sözlü Hafif Şiir. Toplam 38 şiir var Yan Tesir'de. Kitabın ismi, bölüm isimleri ve şiirlerine verilen isimler, tıpkı deneme kitaplarında olduğu gibi Hüseyin Akın'ın bir "isim seçme erbabı" olduğunu gösteriyor. Hem titiz, hem de dahice. Birkaç misal vereyim: Yaşamak Ölesiye, Diş Bileyciler Çarşısı, Ölürsem Ölürüm, Süper(sin), Sinop/sis, Allah'ın Pastasından Bir Dilim, Annemden Duyduğum Kadarıyla Hayat, Gece Nöbetinde Bir Oğulun Babasına Söylediğidir, Kayıp Kızlar İlahisi, Son/Uç İlahisi, Söylenmemiş Yalana Bir Şey Gerekmez, Yağmura Kısa Film...

Hüseyin Akın'ın bir diğer Allah vergisi özelliği, maşallah ki hafızasıdır. Ayrıca bugüne kadar birlikte yer aldığımız söyleşi yahut panellerde gördüm ki kendi şiirlerinden çok İsmet Özel şiiri okur, ama ezberden okur. "Bir şehrin urgan satılan çarşıları kenevir" diye başlar, mûsıkî biler bir ritimle sonuna kadar belirgin bir âhenkle okur. Bu âhenk anlayışı, hiç şüphe yok ki tüm şiirlerinde görünebilir. Bir müzik albümü dinlenirken nasıl ki ruhta sakinlik ve sükûnet tebarüz ediyorsa, Akın'ın şiirleri de aynı etkiyi yaratır. Yalnız bazen insan oturduğu yerden kalkmak, yumruğunu havaya kaldırmak ister. Bazen de benim gibi "bu dizeyi ben yazmak isterdim ama yazmış kadar oldum" der. Özellikle şu son söylediğimi en çok yaşadığım şair Hüseyin Akın'dır. Çok istediğim bir şeyi yapacağım şimdi, şiirlerinden kıtalar değil mısralar paylaşacağım:

- Heceden geçmeseydim ben ona bahçe derdim
- Abartsaydım seni ben gökyüzünü öperdim
- Google'dan mezun çocuklar bunu bilirler
- Bağışlar her şeyi bir keman sesi
- İnsan bir şeyler söylemek için hayata dair yaklaşır çiçekçilere
- Yok, bulamadım dünya gibisini, dolaştım bütün oyuncakçıları
- Herkes tarih okur, ben pencereden bakarım
- Herkes yerli yerinde, yerinde değil tabir
- Niye geldik dünyaya? Damatlık beğenmeye
- İnsanın gündemi: kendinden geçmek
- Susulan her sözcük kopabilir

Topraktan uzak göğe yakın ama gökyüzüne değil. Böyle yaşıyoruz. Şair bu yaşayışta "Evin yolu bu kadar, ekmek yoksa savaş var / avuca tüneyen kuş "gök nerde?" diye sordu" dizeleriyle nöbet tutuyor. Tüm uykusuzlukları hakkında konuşurken, "onu ben bir poğaça kâğıdına sarmıştım" diyor. Bunca uyanık arasında kendince bir uyku türküsü tutturuyor: "Bırak gözü açıklar hayatı sobelesin / yumalım gözümüzü, kanatlansın şarkımız."

Deneme yazmak, herkesin deneyebileceği bir şey gibi gözükse de kendince bir tavır, karakter ve duruş gerektirir. Şiir biraz da Allah vergisidir ama deneme olunca Allah, kulunu "buyur kağıt ve kalem, göster hünerini" der gibi bırakır. Bu bırakılışla birlikte deneyici, eğer şairse, kelimeleri bir saz semaisi gibi diziverir. Ortaya içten, dürüst ve gerçek metinler çıkar. Bu minvalde, son yıllarda Hû DönüşüKaybolmak İçin Nereye Gitmeli? ve Yalan Dünyanın Yanlış İşleri gibi çok önemli kitaplara imza atan Hüseyin Akın'ın yeni bir deneme kitabı daha görücüye çıkıyor: Tespitçi Dükkânı. Bu haberi vermeden bu yazıyı bitirseydim içim rahat etmezdi. İçimin tam manasıyla rahat etmesi için kitaptan bir paragraf aktarmam da lâzım: "İnanmakla sevmek arasında sanki dağlar varmış gibi birinden diğerine giden yolları önyargılarımız ve peşin fikirlerimizle tıkıyoruz. Saatlerce oturup kalkıyoruz ama birbirimizin gözlerinin içine bakmadan ve yüreğine hiç dokunmadan..."

Bu yazının başlığını Hüseyin Akın'ın son köşe yazısından devşirdim. Bir görev bilinciyle ve samimiyetle devşirdim. Çünkü şair Hüseyin Akın'ı da öyle bilirim. Popüler olandan, piyasa edebiyatından, performans şenliklerinden uzak; hatır için değil hakkaniyet için söyleyen bir şair olarak bilirim. Hakiki şairlerin koruyucusu Allah, daima gönlünü genişletsin...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Yazmak, yalnızlık ve Duras

Yazmak, insanın içinde saklı yabancıya ulaşmasıdır. Yabancılık da yalnızlıkla ilişkili bir farklılıktır. Yazar, yani yalnız insan, bu uğraşıyla kendisini bedensel çalışmadan kopmuş hissediyor. Normal ya da yazar açısından “anormal” sayılan gerçek yaşamın sınırlayıcı ve zorlayıcı çerçevesi, uyum sağlanabilmesi mümkün görünmeyen bir sıradanlık hali alıyor. Kendi dünyasını kurmak isteyen bir çocuğun hayalleri gibi, daima teoride kalan bir ütopya oluşuyor yazarın zihninde. Olanlar ve olması gerekenler arasında bir çatışma yaşıyor yazarın iç dünyası.

Yazar düşünen insandır, aklını yoracak hiçbir meselesi kalmadığında bile, ki bu mümkün gözükmeyen bir varsayımdır, düşünmek üzerine düşünen, daima yalnızlık olgusuna çare arayan ve en önemlisi yalnız olmasına rağmen insanlarla bütün duygularını ve bilgilerini paylaşan insandır. Yazar, bir bakıma sessizlikten kurtulmaya çalışır. Her şeyden kaçarak, hepsine kavuşmak istemek gibi bir şey. İnsan fiziksel açıdan hiçbir zaman yalnız değil, fakat ruhunu canlı tutamadığı müddetçe daima kopuk, daima bir şeylere yabancı. Kendisine yabancı, çevresine yabancı, yaradılışına yabancı.

Yalnızlığın anlamı ne ise, yazarak yabancılaşmak, biraz da sosyal hayattan koparak ‘yabanıl’laşmak aynı şey gibi duruyor. Belki bir nüans var arada. Niçin, ne amaç uğruna yazdığınıza bağlı yalnızlığınızın anlamı. Faydalı olabilmek için mi, yoksa farklı olabilmek için mi yazıyorsunuz? Bunun cevabıdır aslında ilgilenmemiz gereken konu.

Okumanın anlayışı zenginleştirmek olduğu bir gerçekse, yazar yalnız bir insan ve yazmak ise sadece basit bir yalnızlık yahut yabancılaşma çabası olarak algılanmamalıdır. Yazar belki biraz kendisi için, çoğunlukla da başkaları için hayatını feda eden insandır. Bu yüzdendir ki, bazı anlayışlara göre ‘yazmak’ bir cihat olarak kabul edilir ve müspet anlamda yazarların, âlimlerin ve tabii öğretmenlerin çok müstesna bir yeri vardır. Bunun inançla paralellik gösterdiği de muhakkaktır.

Entelektüel bağlamda yalnızlığın derinliği, mânâsı ve mistizmi inanç sistemine bağlıdır. Neyin uğrunda yalnız kaldığınızla anlamlanır bir yerde yabancılaşmanız. İnsanın mutlak surette yalnız, fakat nihayetinde Yaratan’ıyla her zaman ve her yerde beraber olduğuna göre hiçbir zaman yalnız olmadığını düşünürsek, yalnızlık göreceli bir kavram oluyor. Bu farkı kişinin inancı belirliyor ve gerçekten yalnız olup olmadığına böylece karar verebiliyor.

Marguerite Duras, yalnızlığın bir yerden sonra deliliğe adım attırdığını söylerken, belki de bu inanç farklılığından kaynaklanan çıkmazı yaşıyor olmalı. İnsanın, hatta kuvvetli bir yazarın bile, yalnızlığa büyük yaralar almadan alışabilmesi için daima hüküm altında olduğunu gururuna sindirebilmesi ve bunu bir kişilik sorunu yapmadan kabullenebilmesi gerekiyor. Evet, yazar aslında yalnızdır. Fakat bu yalnızlığını bütünüyle bir sessizlikten ibaret görmesi de, kalabalıklar içinde yalnız olduğunu fark etmemesi kadar yanlıştır. Yalnızlığın, somut gerçekliği bir yana, tek boyutlu bir soyutluk gibi iptidai bir meseleye indirgenmesi önemli sorun.

Amacım mistik bir çözümlemeye kalkışmak değildir elbette. Yalnızlığın, yabancılaşmak kadar kendini tanımak anlamına geldiğini de belirtmek istiyorum. İşte anlatmak aşkına vurulan yazarın ne denli önemli bir konumda bulunduğunu, kendisini tanıyarak başkalarına tanıtmakta, böylece insanlar ve toplumlar arasında iletişim kurmak borcunda olduğunu söylüyorum. Bu küçümsenemeyecek kadar önemli bir uğraştır.

Bir Hadis-i Kutsi’de; “Kendini bilen, Rabbini bilir,” buyruluyor. Kanımca insanın kendisine ve dolayısıyla Yaratan’ına ulaşmadaki yoluna işaret ediliyor. İnsan ve yazarın yalnızlığa sığındıkça kendisine ulaştığı ve düşünme adına olumlu bir adım attığı bir gerçekse, bununla yaratılış amacımız arasında bir bağ olmalı.

Son dönem batı edebiyatının önemli yazarlarından Marguerite Duras’ın Yazmak isimli kitabından yola çıkarak inançsızlığın, yalnızlığın ne denli “yabancılaşmak” anlamına kaydırıldığını, olumlu ve olumsuz anlamda geliştiğini vurgulamak istiyorum. Duras, “Yazı bilinmeyendir,” diyor; “Kafasının içindeki, bedeninin içindeki bilinmeyen... Bir düşünce bile değildir yazmak; insanın kendi kişiliğinin yanında sahip olduğu bir tür yetidir, kendine koşut bir başka kişinin yetisi, ortaya çıkıp ilerleyen, gözle görülmez, düşünceyle, öfkeyle donanmış ve kimi zaman, kendi edimi yüzünden yaşamını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalan... İnsan ne yazacağını bilseydi, hiçbir şey yazamazdı. O zahmete değecek bir şey olmazdı bu...

Duras’ın üzerinde durduğu yalnızlık, buruk bir yabanileşme. Her şeyden kopmak ve soyutlanmak. Belki ilk başta bir amaçla yola çıkmak, daha sonra amaçsızlık denizinde yolunu kaybetmek, tesadüflerin rüzgârıyla keder ve neşe arasında gidip gelmektir. Ne yaptığını bilir yazar, yani bilmelidir. Sezginin büyük bir rolü yok değildir. Yazı, evet, bir keşiftir. Çoğu zaman yazdıklarınız sizin kontrolünüzden çıkarak başka bir düzleme kayabilir. Bu gayet doğal bir şey. Yazar, yazdıkça yeni şeyler keşfeder. Bir bilim adamıyla yazar arasındaki temel fark da budur esasında. Fakat neyi, niçin anlattığını bilmeyen bir aklın parlak zekâsı, gayesizliği savunmaktan ileri gidemez. Yazmak, anlatmaktır. Öyleyse planlanmadan, ölçüp biçilmeden anlatılmaya kalkışılan şeyler, sahibini yönetir. Hayır, yazar ne yazacağını kesinlikle bilmelidir. Bu bir rüya değildir. Sezgi, ilham, bunlar keşfin yol açıcılarıdır. Her şey tabii ki yazarın kontrolünde olmayabilir, bazen doğal bir süreçte amaçlarınız farklı anlamlar kazanabilir. Bir dil ve üslup sanatı olan yazarlığın bilimsel çalışmalardan farkı, ruh dünyasındaki bilinmeyenleri keşfetmek oluşudur. Her ne kadar kontrol dışına çıksa bile, planlı ve programlı, ciddi bir uğraştır.

Duras’ın; “İnsan yazsaydı, ne yazardı çabası” olarak algıladığı yazmak edimi, doğru, keşiftir bir bakıma. Fakat bir farkla ki, neyi keşfedeceğini bilen ve isteyen bir kâşifin amacına ulaşması, başarmasıdır. Yazı yel gibi gelip geçmez. Bu güzel bir çayın boğazınızdan geçip gitmesi kadar sıradan, geçici bir haz veren iş değildir. Artık ortada kimse için olmasa bile, yazarın kendisi için son derece faydalı olan bir ürün vardır. Akılda uçuşan milyonlarca düşünce kırıntısının somut hale gelmesi ve sonsuza kadar yaşayacak olmasıdır. İtiraf etmek gerekirse, biraz da gurur verici bir şeydir bu.

Duras, yazmayı yaşamak kadar önemli buluyor. Bu noktada hakkı var. Yazmak düşünmektir, aldırmaktır, umursamaktır, önemsemek ve endişe etmektir. Her ne kadar acı verse de yalnızlık değerlidir. Sessizliğin sesini ve yalnızlıkta ortaya çıkan kendinizi dinlemek ve anlatmak önemlidir. İşte “yazmak, içinizdeki yabancıya ulaşmaktır” derken, o yabancının kim olduğunu düşünmek gerek. Yazar, anlamakla ve anladıklarını anlatmakla yükümlü kişi ve insanlık tarihini tarihçilerden daha gerçekçi aktarması gereken bir memurdur.

Platon’un deri ki: İnsan, anlayabildiği kadar yaşar. Anlatmak, anlamanın sonucudur. Yaşamın bir amacı olduğu muhakkaktır. Bu yüzden, insanın hayatın akışına kendisini teslim ederek, açık ve gizli gerçekler konusunda düşünmeden, kaygısız yaşaması kabul edilebilir bir durum değildir. Düşüncesiz, bilgisiz ve dolayısıyla amaçsız bir yaşamın, insanın kolayına geldiği için daha rahat olduğunu savunmanın acziyet olduğu muhakkaktır. İnsanın, varoluşuna bir anlam verebilmesi için kesinlikle kendisini tanıması gerekir. Bunun için de başkalarını, başkalarının hayatını, düşünce ve psikolojik yapısını bilmesi gerekir. Hayatı tanımak için, amaçların anlam kazanabilmesi için, insanın sadece kendi tecrübelerinden değil, başkalarının tecrübelerinden de yararlanması gerekir. Bunu ifade eden güzel bir söz: “Akıllı insan, yaşadıklarından ders alandır. Daha akıllı olanı ise, başkalarının yaşadıklarından ders alandır.” Bunu gerçekleştirmenin en kolay ve sağlıklı yolu ise, tabii ki okumaktır.

Emre Miyasoğlu
twitter.com/emremiyasoglu

23 Mayıs 2017 Salı

Sayılarla var olan bir aşk hikâyesi

Teknoloji hızla ilerliyor. Teknolojik aletler her geçen gün ufalıyor ve daha da fazla işlevi gerçekleştirme becerisine sahip oluyor. Bu değişimi ve hızı takip etmek çoğu zaman güçleşiyor. Geçmişte bilimkurgu romanlarında, distopyalarda okuduğumuz, hem şaşkınlık hem de tedirginlik hissettiren teknolojik ürünlerin birçoğunu bugün kullanır durumdayız.

Son birkaç yıldır gündemdeki en heyecan uyandıran teknolojik konulardan biri yapay zekâ. İnsanoğlunun uzaylı istilasından sonra en büyük kâbusu, yapay zekânın dünyayı ve insanları ele geçirmesi. Şimdilik uzak bir olası senaryo gibi görünse de teknolojideki hızlı ilerlemeye bağlı olarak, çeşitli iradi kararların sahibi olan yapay zekânın hayatımızda yer alması beklediğimizden de kısa sürebilir. Zekâyla birlikte duygular da işin içine karıştığında neler olacağını kestirebiliyor muyuz? İnternetteki sosyal medya uygulamalarından ve çöpçatanlık sitelerinden doğan aşklara ve hikâyeleri alıştık. Peki, bedeni olmayan bir algoritmayla duygusal ilişki geliştirme döneminin kıyısındaysak? Sahibinin ihtiyacı olan her şeyi (bilgi, ilgi, başarı vs.) sunan bir robotun platonik aşka düşmesinin hikâyesine de alışabilecek miyiz?

Eric Sadin, Yarının Aşkı isimli romanında, sahibi hakkında her türlü bilgiye erişebilen (duyguları, düşünceleri, gündelik işleri vb. birçok başlık sayabiliriz) bir robotu ana kahraman olarak karşımıza çıkarıyor ve 24 saatlik bir zaman dilimini bu robotun gözünden okuma fırsatına sahip oluyoruz. Fransız yazar ve filozof Eric Sadin, teknolojinin küresel sistemler üzerindeki etkileri ve gündelik yaşam üzerindeki etkileri üzerine yürüttüğü araştırmalarıyla da tanınıyor. Dolayısıyla, romanın satır aralarında, okuru araştırmaya ve konuyla ilgili derinleşmeye iten detaylar var.

Yarının Aşkı’nın konusundaki heyecanı, kitabın üslubunda yakalamak zaman zaman zor oluyor. Romanda, bir nano-robotun hizmetinde olduğu kişiye aşık olmasının sıra dışılığına vurgu yapan ve okuru sürükleyen akıştan koptuğumuz bölümler var. Bunun nedeninin, Sadin’in konu hakkındaki akademik ve profesyonel bilgisinin, yazara, kurgudan ziyade rasyonel bir zeminde ilerleme kararı aldırması olduğunu düşünüyorum.

Romanda dikkatimi çeken ve en vurucu olduğunu düşündüğüm şey, sahibine hizmetin sınırlarını zorlayan nano-robotun ufak bir hatası nedeniyle varlığının sonlandırılması, yani “güncellenmesi” detayıydı. Sahibine verdiği hizmetteki ufak bir hata, platonik aşka düşen nano-robotu “güncelleme” istemeye zorluyor. İşler planlandığı gibi gitmiyor, hata yapan bir robotun mükemmelleşmeye iman edilen bir dünyada varlığını sürdürebilmesi kabul edilir gibi değil.

"İnsan ömrüyle karşılaştırıldığında kısa olan yazgım ortalama olarak 6 ila 8 ay biçilen yaşam sürem her bir yeni sürüm ile birlikte sürekli eksiliyor." [sf. 73]

Kusurluluğuna rağmen hizmet verdiği kişiye aşık olduğu için dünyadaki varlık zamanı azalsa da beslediği aşkı bitkinlik içinde artıyor.

Günümüz dünyasındaki “mükemmele övgü” sevdasına bir eleştiri olarak okunabilecek bu detay, dünyanın artık bizi kusurlarımızla kabul edebilecek bir yer olmadığının altını çiziyor. Bu yeni dünyada tek hedef var: herkesin ve her şeyim mükemmel olması. Tesadüfe, hesapsızlığa, aniden başlayan yağmurun altında ıslanıp sırılsıklam olduktan sonra halimize gülebilmeye yer yok. Bunun yerine, “güne ışıldayan bir yüzle başlama operasyonunu başarıyla tamamlayan” teknolojilerin hayaliyle yaşıyoruz.

Sahi, bizim raf ömrümüz de hızlı tükenmeye başlamadı mı? Yaşlılık belirtilerimizi saklayamaz duruma geldiğimizde, sabahlara kadar süren mesailer sonrası hastanenin yolunu tutmaya başladığımızda, tüketme çılgınlığının anlamsızlığını keşfettiğimizde birileri bizi de “güncelleme”ye çalışmıyor mu? Daha iyisini yapamadığımız için (daha iyisi, sistemin belirlediği “daha iyi”yi işaret ediyor), daha mükemmel görünemediğimiz için, daha çok şeye sahip olamadığımız için şikâyet etmediğimiz günlerin sayısı ne kadar?

Okurları, teknolojinin hayatımızdaki işgaliyesi ve kanıksadığımız dünya sistemiyle ilgili sorular sorduracak ve ürkütücü cevaplar bulduracak çarpıcı bir okuma yolcuğunu bekliyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

22 Mayıs 2017 Pazartesi

Bizim büyük milli romantizm sevdamız

"Milli tarih telâkkisinin romantik devrini, Türk nasyonalizmi de tabiatiyle görmüştür. Avrupa tarihçiliğinin Türkler hakkında hiçbir ilmî esasa dayanmıyan çok haksız menfî telâkkileri karşısında, bizim romantik tarihçiliğimizin aksülameli de ister istemez çok müfrit ve mübalağalı oldu."
- M. Fuad Köprülü, 1940

Tanzimat'tan itibaren hem siyasî hem de edebî olarak müthiş malzeme üretti Türk politik kültürü. El'an üretmeye de devam ediyor. Nâmık Kemal'den Cemil Meriç'e kadar çalışmaları yeniden incelenmesi gereken birçok isim, aynı zamanda romantizmin kalemlerini, seslerini oluşturuyor. Yalnız kitaplarda değil, halk masallarında, efsanelerde, fıkralarda ve elbette mitlerde derin bir romantizm tütüyor. Türk Muhafazakârlığı ile söylenmeyen gizemleri koca bir tepside okuyucuya sunan Hasan Aksakal, eylül 2015'te İletişim Yayınları tarafından neşredilen Türk Politik Kültüründe Romantizm'de; milliyetçi, muhafazakâr, İslâmî tarafı ağır basan bir yolculuğa çıkıyor. 312 sayfalık bu yolculuğun sol şeridinde Kemalist, halkçı, devrimci romantikleri de okumak mümkün.

Romantizm öyle büyük bir soru işareti ki Friedrich Schlegel, 1793 yılında kardeşi Wilhelm’e gönderdiği mektupta “Sana en az 125 sayfa tutacağı için romantik kelimesine dair açıklamamı gönderemiyorum” diye yazmış. Aksakal, kitabın girişinde romantizmi tanımlamanın "karmaşık doğası gereği, en başından itibaren daima sorun"lu olduğunu söylüyor ve kitabının tabiri caizse nasıl bir yükün altına girdiğini şöyle ifade ediyor: "Sistematik bir birlikten ziyade başına buyruk sanatçı ve düşünürlerin şekillendirdiği bir hareket, bir yaklaşım, bir felsefe, bir dünya görüşü olarak Romantizm, Kartezyen düşünce geleneğine karşı bir tepki olarak doğdu ve birkaç on yıl içinde tek bir tanıma sığdırılamayacak kadar farklı çehrelere sahip oldu. Bugün bile Romantizm, aradan geçen 250 yıla rağmen belirsiz sınırları ve çözümlenemez karmaşıklığı nedeniyle hâlâ bir “muamma”dır."

Aksakal, beş bölüme ayırdığı eserinin ilk bölümünde modernleşmenin çelişkileri içinde Türk romantiklerini masaya yatırıyor. Türk romantizminin ne olduğu, Nâmık Kemal kültü, romantiklerin sürgün hayatı, trajik acıları ve erken ölümlerini anlatıyor. Gençlik, ortaçağ, Rousseaucu toplumsal düzen tasavvuru, tercüme, melankoli, mâzi, rüya, antikapitalist tavır eksikliği; Türk romantizminin ana temaları olarak irdeleniyor. Yazara göre Türk düşüncesini romantikleştiren sorunlar da bu bölümde yer alıyor: Entelektüel pusulasızlık, aydınlanma eksikliği, çelişkili modernleşme. Bölümün sonunda ise şarkiyatçılığa karşı tutulan garbiyatçılık aynasının, yani batıya karşı tutturulmuş üstünlük türküsünün garabeti, tuhaflığı, anlaşılamaz inatçılığı yorumlanıyor: "Son yüz elli yıllık tarihe bakıldığında, Romantik akımın, belli ölçüde değişim ve dönüşüme uğramakla birlikte, dâhil olduğu Türk sanat ve fikir dünyasında kendisine merkezî bir yer bulduğu anlaşılıyor. Bu noktada Türk aydınlanmasının ne ölçüde Aydınlanma'nın temel değer ve ilkelerini sahiplendiğine  dair yapılacak bir değerlendirme, Türk Romantizminin de ne ölçüde Avrupa Romantizmine sadık kaldığını gösterecektir." [sf. 80]

İkinci bölüm, "Volksgeist: Herder'den Bu Ülke'nin Ruhuna" başlığını taşıyor. Kanaatimce kitabın en kritik bölümü. İlk defa Gottfried Herder'in kullandığı ve "halk ruhu", "milli karakter", "ortak kültürel doğa", "müşterek mensubiyet" gibi anlamları karşılayan volksgeist, Türk edebiyatında cumhuriyetin kuruluşundan Cemil Meriç'in Bu Ülke'sine kadar hiç vazgeçil(e)memiş bir kavram. Yazarlar, şairler, tarihçiler ve çoklukla yönetici sınıf sık sık 'muhteşem mazi'den bahsederken karşı tarafın başvurduğu kavramlar ise daha çok taşra romantizmi, folklor, köycülük ve pastoral değerler oluyor. Bu bölümde çok net biçimde görülen bir şey var ki romantizmin sağ kanadına forsa kazandıran ruh, elbete 'milli' ruh: "1772 tarihli "Dilin Kökeni Üzerine" başlıklı meşhur makalesinde Herder, "Bir şair çevresinde bir ulus yaratır, insanlara görülecek bir dünya verir ve onların ruhunu bu dünyaya yönlendirmek üzere elinde tutar" diye yazmıştı. Bu anlamda, İskoçların milli ruhunu şair Scott'un hikayelerinin, Almanların milli ruhunu şair Goethe'nin Faust'unun, Türklerin milli ruhunu Vatan şairi Nâmık Kemal'in üflediğinin sıkça söylenmesi, bu birikimde üzerinden yeniden yorumlandığında görüleceği gibi, tesadüf değildi. Kemal, ruh-u milli'yi bulmak adına, Celâleddin Harzemşah'ın önsözünde "konuların tarihten seçilmesi, milli hayatın köklerinin oradan çıkarılması, halka iniş, büyük kütlenin diliyle temas" gibi ifadelere başvurarak, Türk romantizminin 'beyanname'sini yazıyordu." [sf. 93]

Kitabın sol romantizm ağırlıklı bölümü, üçüncü bölüm; Romantizmin Taşrası: Folklor, Popülizm ve Köycülük. Burada masalsı bir anlatı olarak memleket romantizasyonu, Jön Türklerin folkloru keşfi, erken cumhuriyet dönemindeki folk kültür araştırmaları, Anadoluculuk ve memleketçilik, sol romantizm, büyülü gerçekçilik, popülizm, milli devletin temsilcisi olarak öğretmen, Demokrat Parti etkisi, devrimci romantizm, köyün ve çobanıl değerlerin görünürlüğü konuları irdeleniyor. Bu bölümde, "Bizim Köy" adlı, bir dönemin gizemli kitabı üzerine Aksakal'ın çok önemli değerlendirmeleri mevcut. Öte yandan yine Bizim Köy'le birlikte coşkulu bir biçimde artan köy romantizmi ve köy edebiyatı da önemli bir konu. Sabahattin Ali, Mehmet Başaran, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Necati Cumalı gibi isimlerin özellikle belli eserleri üzerine Aksakal şu yorumda bulunuyor: "Tüm bunlar toplumcu-gerçekçi olarak nitelense de, esasen duygularıyla, duyarlılıklarıyla, geri kalmışlığın melankolisiyle, vicdanî bir sorumlulukla kaleme alınmış ve iyilerin hepten iyi kötülerin hepten kötü olduğu alışılageldik romantik kasvete boğulmuş eserlerdi. Hemen hepsi popülizme yakın bir kanalda ilerlemekte; hepsi mevcut toprak sorunundan kaynaklanan "bozuk düzen"e, isyankâr bir ses ve umutsuzca bir arayışla yaklaşmaktaydı." [sf. 160]

Tarihimizin romantik sayfaları oldukça ironik örneklerle dolu. Bunlardan bazılarını Hasan Aksakal'ın zengin dipnotlarından birinden çekip aktarıyorum: "1850'lerde, Kırım Savaşı'nda Osmanlı askerine destek olmak üzere İstanbul'da konuşlanan İngiliz, Fransız ve İtalyan askerlerinin kahramanlıkları, Şeyhülislâm fetvasında "şehitlik" payesiyle mükâfatlandırılmalarına dek varmış, Müslüman halk, kâfirlikten şehitliğe terfi eden Avrupalı Hıristiyan askerler için gıyabî cenaze namazları kılmıştır. İstiklâl Savaşı sırasında Bolşevik liderler, Anadolu'daki Kuva-yı Milliye birliklerine verdikleri destek sebebiyle Allah'ın rızasına kavuşmaları yönünde dualarla anılmış; 1990'larda bir çocuk olarak benim de katıldığım bir Cuma namazında, vaizin el açıp "Bosna'daki Amerikan askerlerine sen yardım eyle Allah'ım" dualarına bütün cemaat tarafından "âmin" diye karşılık verilmiştir. Dinin Makyavelci bir yaklaşımla ilişkilendirilmesi, politik iradenin elinde işte bu denli etkilidir." [sf. 181]

Romantik devlet ve vatan mitolojisi başlığı, dördüncü bölümün içeriğini tamamıyla karşılıyor. Burada mitolojisinin sihirli dünyası, politik mitoloji ve romantikler, devlet mitosu ve Türk politik mitolojisi, Türk devletine dair bazı mitolojik vasıflar gibi konular yer alıyor. Hem Çanakkale Savaşları'nı hem İstiklâl Harbi'ni kuşatan bir devirden bahsediyor Aksakal. 'Politik sözlüğümüz'de hâlâ sık sık vurgulanan "nizâm-ı âlem" mitinden Ziya Gökalp'e atfedilen "cumhuriyetin akıl hocası" olma durumu yeniden sorgulanıyor. Altını çizdiğim şu paragrafa dikkat: "Devlet mitolojisi zaman ve mekân mefhumlarını yırtıp atarak, insanları insan-üstü varlıklarla muhatap kılar. Ölüleri canlılarla sürekli olarak konuşturur; büstlerle, heykellerle, marşlarla ve şiirlerle sürekli bir ayin hâlindedir. Bu derece büyük bir teslimiyet isteyen dogmatik ilkeler bütünü olan Devlet'in modern zamanların Tanrısı olduğunu söyleyen genişçe bir literatürün varlığından söz edilebilir. Muhtemelen bu yüzden Devlet mitolojisi, alabildiğine ilahiyatçı bir dil kurgulayarak kendini ifade eder. Böylece, ona ilişkin yapılan her faaliyet, sarf edilen her söz, sevap ve günah gibi kavramlarla da açıklanabilir hâle gelir." [sf. 226]

Son bölümde romantik tarihyazımı ve Türkiye'de tarihi romantizm ele alınıyor yazar tarafından. Özellikle edebiyatçılar için harikulade bir metin zenginliği ve yeni yazılar yazdırabilecek materyaller var. Aksakal'ın dipnotları ve kitabın sonundaki kaynakça da bu yönde bir kullanım imkânı sunuyor. Bu bölüm aynı zamanda yazarın 'uzmanlık' alanını konuşturduğu bir bölüm. Batı'da ve Türkiye'de tarihyazımı, edebî romantizmde tarih merakının doğuşu ve yükselişi, Türkiye'de romantik tarih anlayışı ile Türk edebiyatında tarihin romantikleştirilmesi ve romantik tarih görüşünün edebileştirilmesi gibi alt başlıklar var. Özellikle Türkiye'de romantik tarih anlayışı bölümü, zenginliği itibariyle öne çıkıyor. Burada Nâmık Kemal ve döneminin romantik tarihçiliğini, Türkçülüğün yükselişi ve romantik tarihçiliği, erken cumhuriyet döneminde tarih ve romantizmi kronolojik boyuta yakın bir biçimde okumak mümkün. Ömer Seyfettin'den Ahmet Hamdi Tanpınar'a, Yahya Kemal'den Abdülhak Şinasi Hisar'a, Samiha Ayverdi'den Cemil Meriç'e Türk romantiklerinin inişli-çıkışlı metinlerini gözden geçirmek, okuyucuya yeniden sorgulama imkânı sağlıyor. "Tıpkı Abdülhak Şinasi Hisar'daki gibi Ayverdi'de de, Çamlıca romantizmi, Boğaz'ın güzelliği ve Bostancı'dan ötesiyle pek alâkadar olmayan -olması da gerekmeyen- eski İstanbulluluğun ayrıcalıklı günlerine duyulan eğreti bir nostalji göze çarpar. Bu da onu politik-ekonomik-toplumsal gerçeklik yönü bulunmayan bir tür estetik eleştiriyle sınırlandırır" diyen Aksakal, bir nesli 'yetiştiren' kitapları Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtlar Diriliyor ile Nihal Atsız'ın Jacop M. Landau'ya göre İskoç romantizminin kurucusu babası sayılan Walter Scott'un kahramanlık romanlarını anımsattığını ve onun Alman romantizminden etkilendiğini belirtiyor. Aksakal'ın bölüm sonu değerlendirmesinden bir paragraf ise şöyle: "Türkiye'deki romantik tarih anlayışının milliyetçiliğin doğuş, gelişim ve evriminde her daim başat unsur olduğu aşikârdır. Çok milletli ve çok sesli bir İmparatorluktan "kaynaşmış bir kitle" var etmeye çalışılacak olan ulus-devlete geçişe çoğu kez mübalağalı, yer yer irrasyonel, kimi zamansa fantastik tarihsel değerlendirmelerde bulunulduğu da kolayca görülebilir. Üstelik bu çarpıtmayı yapmakta herhangi bir beis görülmediği de bellidir." [sf. 280]

Netice-i kelam, Hasan Aksakal üç evreye ayırdığı Türk romantizmini (1860-1910, 1910-1960, 1960'lardan günümüze) Türk politik kültürü çerçevesinde analiz ederken, önemli bir yükün altına girse de bundan alnının akıyla çıkıyor. Birçok ismin ve eserin yeniden yorumlanmasının, hem onları daha anlaşılabilir kılacağı hem de bazı sayfaların artık kapatılması gerektiği bariz biçimde ortaya çıkıyor. Geriye, artarak devam eden bu romantizm rüzgârından sağ salim çıkabilmenin umudu kalıyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Dili ve ruhu besleyen öyküler

"Yazmak, unutmak mı kendini?” diye soruyor Ayşe AldemirGeceyi Kaçıran Kuşlar” öyküsünde. Fonda Lena’nın sesi. Yağmur. Rüzgâr. Kış Tutulması’na dalıyorum.

Dergilerden aşina olduğum bir yazar Aldemir… Öykülerinin kitap hâline gelmesini epeydir bekliyordum. İncelikli bir dil, yetkin bir anlatım ve duyarlı bir atmosfer; “Maviye boyanmış pencerelerinde bir zamanlar yer çekimine yenik düşmüş hanımeli, begonya ve krizantemlerin şen şakrak uçuştuğu, Neclan’ın çocukluğunun geçtiği demhâne.

Kahramanları da bize öyle “uzak” ve “yabancı” değil hem. “Ritim” duygusu gelişmiş öyküler var kitapta. En güzel örneği de “Badem Çiçeğisin ve Eyvah” öyküsünde gizli sanki: “Badem çiçeğisin ve eyvah!/ Gölgen, sütten kesilmiş bir çocuk,/ Öyleyse,/ Beni, yontulmamış taşların karnına bırak,/ Öğreneyim orada, tenha nedir, ben kim, uzaksa uzak!

Yazar, ara ara yazı serüvenini de paylaşıyor kitabında: “Birden kendimi anlatıcının yerine koyup hikâyeler anlatmaya başladım ben de. Bu öyle bir tılsımdı ki kendimi alıkoyamadım. Yüzümde tutkuyla bağlandığım bir şeyi bulmanın parıltısını duyumsadım.

Kitabın “İçindekiler” kısmı üç bölüm hâlindeki öykülerden oluşuyor. Birinci Bölüm: Kış Tutulması, Kara Kışta Bir At Cenazesi, Ölü Balık Cenneti, Geceyi Kaçıran Kuşlar, Badem Çiçeğisin ve Eyvâh, Beni Sula; İkinci Bölüm: Sakız Ev Cinayeti, Galata Kulesi İbrahim ve Annem, Adı Leyal Olabilirdi, Sevgilim Nar, Azel’in Rüyası; Üçüncü Bölüm: Kuşbâz, Rüyadan El Alan, Sarı Kantaron...

Altı çizili birçok cümle kalıyor kitaptan geriye. “Geceyi Kaçıran Kuşlar”ın söylediği gibi, “Çünkü kimsenin nefesinin kimseye yetmediği zamanlardan geçiyordu insanlık. Senin Yusuf diye çağrılman hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çünkü kış…

Ya da “Sevgilim Nar” öyküsünde olduğu gibi, “Herhalde bir kelebek bütün mesafelerin verdiği acıyı bir anda yok edebilir, gün ışığının türlü hâllerini, gerçekliğin buğusunu doldurmaya güç yetirebilirdi bir kalbe.

Kış Tutulması’nda bulacağınız öyküler hem dilinizi hem ruhunuzu besleyecek cinsten.

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

Siyer deyince akla ilk gelen eserlerden

Abdullah ölünce, melekler Allah’a dedi ki:
Ya Rab, Resulün öksüz kaldı.
Hitap:
Onun koruyucusu ve yardımcısı benim!

Gaye âlemlerin Rabbi Allah (c.c), istikamet hak din İslâm, rehber Kur’an Azimüşşan, öğretmen insanlığın medar-ı iftiharı, Yaratıcı’nın en sevdiği ve Habibi Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa (s.a.v.).

Yaratıkların en üstünü olan insanlar dâhil bütün mahlûkatın, canlı ve cansız her şeyin, yüzü suyu hürmetine yaratıldığı âlemlerin nuru Hz. Muhammed için ne söylense az; bütün kelimeler kifayetsiz; methiyeler O’na olan hayranlığı tarif edebilmekten uzak. O’nun hakiki kıymetini anlatmak mümkün değil. Ruhumuzda gizli olan, aklımızın alamadığı sevgiyi anlatmakta sözlerimiz, samimi olduğu ölçüde yetersiz. O’nun halk edilişinin hikmetini bilmekten aciziz. O eşref-i mahlûkat, O Habibullah… Allah’ın Sevgilisi… Şereflerin daha üstünü var mı?

Evrenin Sahibi, en güzel eseri için şöyle diyor: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!

Bu O’nun için ne büyük şereftir ve bize ne büyük bir lütuftur ki, O’nun ümmeti olarak yeryüzünün seçilmiş insanlarıyız. Bu şerefe lâyık olabilmektir müminin muradı.

Kuran’ın her fırsatta adını zikrettiği O güzel varlığın sevgilisi Allah, en yakın dostu meleklerin en büyüğü Cibril. O zatıyla bizim gibi bir insan, ruhaniyetiyle bir ulviyet, varlık sebebiyle aşk… Ah kelimeler aslında O’ndan ve O’na ne kadar uzak!

Bu, bin dört yüz küsur yıllık bir aşkın öyküsü. Bu, mümine ‘anam, babam sana feda olsun!’ dedirtecek kadar teslim olunmuş bir imanın öyküsü.

Ezelde diğer peygamberler Allah’a sordular:
Ya Rab, bizi kuşatan bu nur, kimin nurudur.
Allah dedi ki:
Sevgilimindir! O’na iman ederseniz peygamber olursunuz!
Ve Hz. Âdem sordu:
Allah’ım, beni niçin Muhammed’in babası diye künyeledin?
Hitap:
Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım!
O, peygamberlerin babası İbrahim (a.s.)’in duası, kardeşi Hz. İsa’nın müjdesi, annesi Âmine (r.a.)’nin rüyasıydı.

Ey mümin insan, şimdi düşün sen nesin? Sen bu evrende, Habibullah’ın, Resul-i Ekrem’in nurunun gölgesinin gölgesi, O’ndan sebeb-i vücut, esasında hiçten az bir mertebe yüksekte, deryalarda bir kum taneciği değil de nesin?

O’na doğru uzat elini ey mümin; O’nu biraz olsun anladıkça kıymetini bulursun. O’nu sev, anla ve örnek al; umulur ki şefaat olunursun.

Bizzat yaratılışı, hayatı ve şahsiyetiyle bir mucize olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’i tanımak anlamında yayınlanmış olan birçok kitap arasında özel olan birinin ismini anmak istiyorum. Siyer deyince akla ilk gelen eserlerden biridir Necip Fazıl Kısakürek’in Çöle İnen Nur'u. Üstad Necip Fazıl, yıllar süren çalışmaları sonucunda kaleme alabildiği bu eserde, Efendimizi anlatmada büyük bir hüner göstermiştir. Üstâd, eserini, âlemlere sevgi ve rahmet elçisi olarak gönderilen Allah’ın Sevgilisi’ne büyük bir hasretle, büyük bir aşkla ve kendi ifadesiyle: “İzin ver; herkesin boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yani kendimden uzaklaşabilmek manasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere dönemesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış olurum,” şeklinde bir tevazu, bir teslimiyet ve O’nda yok olarak var olma şevkiyle kaleme almıştır.

Üstad, her cümlesinde, her kelimesinde, uğruna göklerde bir yıldız yaratılan, gökteki ismiyle Ahmed, yerdeki ismiyle Muhammed’e, yani kendisine pek çok hamd ü senalar olunmuşa, zatıyla bir Nur olana aşkını dile getiriyor. Ve O’nun yanında, ne kadar küçük, ne kadar önemsiz olduğumuzun sık sık altını çiziyor.

Çöle İnen Nur ismi, ezelden beri vaad olunan ve doğumundan ölümüne, ölümünden bugüne bizzat bir mucize olan Sevgililer Sevgilisi’ni tarifte kullanılabilecek en güzel sıfatlardan biri. O bizim çölleşmiş idrakimize ve maneviyatımıza gönderilen bir nurdu; dünyayı karanlıktan çekip kurtaran bir aydınlıktı O.

Üstâd, bütün müminler adına O’na olan bağlılığını ne de güzel ifade ediyor:
Keşke sahiden, topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olsaydım!

Çöle İnen Nur da mutlaka okunması gereken başlıca siyer eserlerinden biridir.

Üstâd’ın da dediği gibi:

O ki olmasaydı, topyekûn oluş olmayacaktı. İşte o…
O kadar evvel ve o kadar üstün…
Bir arada sebep ve netice…
O ki varlık o yüzden."

Ya Rab, bizden Habib’ine selam olsun!

Emre Miyasoğlu
twitter.com/emremiyasoglu