21 Nisan 2017 Cuma

Savaşın tahribatı, kaçışlar, kaçamayışlar

İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya. Harabeye dönmüş bir şehir. Dehşetengiz bir yıkım. İnsanı ümitsizliğe sevk eden derin bir yoksulluk. Bir adam ve bir kadın, ve çocukları, ve korkuları, ve kaçışları/kaçamayışları…

Alman yazar Heinrich Böll, cephedeki savaştan sonra evlerde-evliliklerde, insanlar arası ilişkilerde başlayan savaşın yol açtığı tahribatı Fred ve karısı Kaete’nin bakış açılarından anlatıyor.

Fred, savaş sonrası karşılaştığı sefaletten kurtuluşu evinden, karısından, çocuklarından, sorumluluklarından kaçmakta bulacağını sanıyor. Yoksullukla çepeçevre kuşatılmışlığını, hırçınlığı ve kaçışı için bahane olarak görüyor. Otel odalarında, izbe yerlerde kalıyor. Uzaktan uzağa gördüğü çocuklarına duyduğu özlem ise giderek büyüyor. Ailesi için yapabildiği tek şey ise kazandığı paranın büyük bir kısmını onlara vermek oluyor.

Kaete çocuklarına kol kanat germeye çalışıyor. Yuvası dağılmasın diye çırpındıkça yorgun düşüyor ve yaklaşmaya çalıştığı kocasından yavaş yavaş uzaklaşıyor. Çünkü Fred’in kaçışına dair sorduğu sorular sanki onu evliliklerinin sonuna doğru götürüyor.

Ve O Hiçbir Şey Demedi’yi okuyup bitirdiğimde yani barutun kokusu üstüme sinmiş bir vaziyette yıkık duvarların arasından çıkıp geldiğimde, İsmet Özel’in Of Not Being A Jew şiirindeki şu mısralar zihnime sökün etmeye başladı:

"Herkesin bahanesi var senin yok
günahlı bir gölgenin serinliğinde
biraz bekleyebilirsin daha sonra
burada kalamazsın, başa dönemezsin
ama dön
Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!
Şarkıya dön! Kalbine dön! Eve dön!
Kalbine dön! Eve dön! Şarkıya dön!"

İyi okumalar.

Fatih Siren
twitter.com/CevfLeyl

20 Nisan 2017 Perşembe

Ahlâklı olmak, erdemli kalmak

İletişim Yayınları'ndan Fransa’da en çok satanlar listesinde yer alan Andre Comte-Sponville’nin “Kapitalizm Ahlaki midir?” adlı kitabıyla tanışmıştık. Türkiye’de en son 2004 yılında basılan Büyük Erdemler Risalesi, Işık Ergüden tarafından Türkçemize kazandırılmış

"Ya dostlarımızı, onlarda bizi sevdiği için değilse ve biz kendimizi sevdiğimiz için değilse, niçin severiz?"

İnsan kendinden memnunsa, dostlarını ve bütün insanları sevmekten geri durmaz.

"Bağışlanmalı, herkes bağışlanmalı! Yine de bu her şeyin birbirine denk olduğu anlamına gelmez; kişinin kendi karşısındaki kötü niyeti asla ahlaki olarak yansız ya da önemsiz kabul edilemez."

Neticede insan önemlidir. Söz konusu olan gerçeklik bile olsa:

"Çünkü kişinin kendi doğruculuğuna başkasını tercih etmesi, özellikle o ıstırap çekiyorsa, özellikle zayıfsa, meşrudur. Ama kendini hakikate tercih etmek, asla meşru olmaz."

Avrupa fundamantalizmin tehdidiyle baş başayken, içten içe nihilizmle mücadele etmektedir. “Değerler ve erdemler” üzerinde durmak Comte için iddialı bir durumdur. Sponville’nin tercih ettiği filozoflar Aristoteles ve Spinoza’dır. Kant’ı tercih etmez. Politikadan ümidini kesen gençliğin erdemlere ışık yakması bizim için de örnek teşkil edebilir. Kültürümüze olan o büyük yabancılaşmanın getirdiği çarpıklıklar üzerinde düşünmemizi sağlayacak ufuk açıcı bir kitaptan bahsediyorum. Yeni cevaplara açık zihinleri besleyecek bu kaynak, yalnız kalmış toplumlara yargıdan bahsetmenin abesliğini vurgular mesela:

"Yargılamak, her zaman için az çok karşılaştırmaktır ve bu nedenle, her adalet, düşünümsel bile olsa toplumsaldır. Toplum olmadan hiçbir adalet yoktur, bunu gördük ve bu durum Hume'a hak verir: Mutlak yalnızlıkta adalet diye bir şey olamaz."

Kitapta kasıtlı olarak bol alıntı ve referanslara yer verilmiş. Yazar bunu meraklısına yol göstermek için yapıyor.

"Sevmek, gerçekten sevmek, saf olarak sevmek, almak değildir: Sevmek, bakmaktır, kabul etmektir, vermek ve yitirmektir, sahip olunamayan şey ise sevinç duymaktır, bizde olmayan(ya da sahip olmak istediğimizde eksilecek) şey için, bizi son derece yoksul yapan şey için sevinç duymaktır ve tek iyilik budur, tek zenginlik budur."

Korkaklık ile gözüpekliğin ortası cesaret, yağcılık ile bencilliğin ortası ise haysiyettir.

"Küçük erdem, ama gerekli. Küçük bilgelik, ama erişilebilir."

Öfke ile duygusuzluk arasında yumuşaklık vardır derken Sponville, vasatlığı değil, orta yolu yüceltmiştir. Bu eserini özellikle her yaşa, mesleğe hitabedecek düzeyde kaleme almış. “Niçin dünya?” diye soran Comte, insan olarak ahlaklı olmayı, erdemli kalmayı açıklıyor ve bunu iddialı olarak yapmıyor. Aksine entelektüel bir sorgulamayı beraberinde getiriyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

19 Nisan 2017 Çarşamba

Parka ve pardösü ve 1980'ler ve özeleştiri

"Herkes biliyor, geminin su aldığını
Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini."
- Leonard Cohen, Everybody Knows

"Girmem, girmedim mangalara 
Yer etmedi adalet duygusu 
İçimde benim 
Çünkü ben 
Ömrümce adle boyun eğdim."
- İsmet Özel, Sebeb-i Telif

1980'lerdeki metinlere bakınca, şimdikilere nazaran daha fazla "hayatın içinden" olduğunu görebiliyoruz. Bu görüş şüphe yok ki bizlere meseleleri daha samimi bir şekilde okuyabilme ve diğer metinlere yönelme şevki veriyor. Geleceğe doğru yürürken geçmişte bir şeyler bırakmak ne kadar doğalsa, geçmişten bir şeyler almak da o kadar elzem. Bu çemberi rahmetli Erol Güngör şöyle izah etmiş: "Geriye doğru bütün zaman ve mekân eskiye aittir, ileriye doğru olan ise devamlı bir şekilde eskiye eklenmektedir. En yeni diye öğrendiğimiz şeyler bile maziye aittir çünkü bizim onları öğrenmiş olmamız bu yeniliğin artık geçmiş bir zamanda kaldığını gösterir."

Mehmet Efe'nin internet sayfasında yer alan tüm yazılarını okumaya gayret ediyorum. Mangalara girmeyen, kendince bir itaatsizlik sınırı çizmiş, duruşunu türlü işler karşılığında kesip biçip yontmamış kimselere büyük saygı duyuyorum. Bu cümleye "düşünceleri ne olursa olsun" diye bir eklemede bulunmayacağım çünkü varoluşunu kendi gönlünün yollarında anlamlandırmış kimselerin düşünceleri birçok noktada aynı. Farklı oldukları noktalar bile aynı. Bu aslında çok uzun bir hikâye. Mahatma Gandhi'den başlıyor, Martin Luther KingDalai LamaRosa Parks ve Henry David Thoreau gibi nice isimler dallanıp budaklanıyor. Türkiye'deki 'bu tarz kafalar' ise iki elin parmağını geçmiyor...

Mızraksız İlmihal'in ilk baskısı Mayıs 1993'te Vural Yayınları tarafından yapılmış. Aradan geçen 24 senede Türk siyasetinde olduğu kadar toplumsal dinamiklerde de birçok değişiklik oldu ancak kitap değerinden hiçbir şey kaybetmedi. Kapı Yayınları bu kitabı Mayıs 2016 yayınlayarak özellikle gençler için çok iyi bir şey yapmış. Kitap kapağındaki "80'li Yıllar İslamcı Genç Kuşağın Roman'tik Öyküsü" patlangacı her ne kadar yeni ve popüler kitap izlenimi yaratsa da, Mızraksız İlmihal'in mazisini ve etkilerini bilenler biliyor elbet.

Her şeyden önce Nilüfer Göle'nin kitap hakkındaki "Kızları insanlaştırmıştı. Sembolden insana dönüştürmüştü." sözüne tamamen katılıyorum. Henüz ilk sayfalardan itibaren bu doğrultuda bir metinle karşılaşmış olmak beni şaşırttı. Çünkü o zamanlarda bu zihnî yeteneği ortaya koyan çok az yazarın olduğunu biliyorum.

"Herkes bize bakıyor. Herkes bizi konuşuyor. Gazetelerin objektifleri o iğrenç bir şekilde subjektif olan objektifleri üzerimize çevrili! Başörtülerimiz; iktidarın, muhalefetin, basının, solcunun, sağcının, burjuvanın, işçinin köylünün, memurun amirin, hepsinin dikkatle baktığı bir şey oldu. İnsanlar bizi anlatıyor. Militanlar bizi bayrak yapmış, ağabeyler bize kader çiziyor. Stratejilerin, taktiklerin, komploların, hesapların; amacı ya da nesnesi olduk! Gerçek olamaz bunlar! Sıradan bir insanım ben! Ama bunları bilerek nasıl yürürüm sokakta, nasıl otururum, nasıl kalkarım, içimden gelerek nasıl konuşur ya da gülerim? Korkunç bir şey bu!"

Mızraksız İlmihal, İrfan'la Nurhan'ın aşkından çok daha ötesi. İslâmcılığın ve İslâmcıların yozlaşma yolunda ciddi yol aldıkları, aynı zamanda yollarını da buldukları bir dönemi anlatıyor. Kadınların dimdik yürüyüşünü ve onların gölgelerindeki erkeklerin gayet 'pasif' desteğini. Mehmet Efe kitabını "Roman'tik Deneme" olarak tanımlıyor. Doğru, çünkü başlıklar arasında önemli analizler olduğu gibi konuşma metinlerinde de işaret edilen nokta belirgin. Kitabı bitirdiğimden beri zihnimde "Siz ücret istiyorsunuz İrfan'cığım..." cümlesi savrulup duruyor. Hiçbir yere oturtamıyorum. Çünkü o İrfan'ların 'sınıfı' artık hem ücret istiyor hem de ücret alıyor. Çok büyük bedeller ödeyeceklerini bilmelerine rağmen...

Dininin emrini (âdetini değil) yerine getirdiği için okullara alınmayanlar, okullardan atılanlar, sınıfta sözlü/yazılı ve hatta fizikî tacizlere maruz kalanlar, nice büyük psikolojik sınavları atlatanlar ve atlatamayanlar, çalışmakla çalışmamak arasında kalanlar, erkek egemen toplumda kadınların kıymetinin iyice yitirilmesi ve harcanması dolayısıyla fikrî felçlerin iyice ortaya çıkması derken İslâmcılar için korkunç bir zihin kırılmasını hatırlatan yıllar: 1980'ler...

"Benim çocuklarım, insanlara egemen olmayı, tabiata egemen olmayı değil; ağaçların, dağların ve denizlerin bir parçası olmayı öğreneceklerdi. İnsanlarla aynı kaderin ve aynı yolculuğun içinde olduklarını bilip soluyacaklardı hayatı. Ama şimdi, bu düşlerden eser yok bende! Her şey karardı ruhumda, her şey soldu! Çocuklarım olsun istemiyorum. Neden mi? Onları sizin gibilerin egemen olduğu, kararttığı bir sürgitliğin içine nasıl salarım? Onları size karşı nasıl korurum? Kendimi koruyamadıktan sonra!? Neden düşman kazanmak için bu kadar heveslisiniz? Sizin de düşleriniz var mı hocam? Yoksa okuduğunuz gazete, masanızdaki tüzük, sicilinizdeki rakamlar kadar mı sizin gökyüzünüz?"

1980'lerde en çok hangi kitapların çantalarda yahut elden ele gezdiğini objektif bir zihinden okumamıştım. Mehmet Efe, "Kitapların adında saklıdır hikâyemiz" başlıklı yazısını tamamen kitap adlarından oluşturmuş. Bir Değirmendir Bu Dünya ile başlayan bu bölüm, yalnızca kitap adlarıyla dolu ve 8 sayfa. Okuduktan sonra meğer dedim, farkında olmadan ne çok "İslâmcı kitabı" okumuşum...

Psikolojik açıdan tekrar çözümlenmesi gereken bir roman olduğunu düşünüyorum Mızraksız İlmihal'in. Çünkü dönem romanları arasından okuduğum en gel-gitli, med-cezirli, lodoslu, poyrazlı, cereyanlı kitabı belki de. İmanın yanında sorgu, inancın yanında sual. Dolayısıyla zihin sürekli çalışıyor. Aradaki aşk ise yaşamın yaşanabilir tarafında, bir nefeslik mola. Bu aşkı tehlikeli bulan kafaların hiç roman okumaması lâzım. Çünkü yapılan eleştiriler arasında başı çekiyor. "Müslüman zihnine aşk zehri sokuldu" gibi. Bu zihniyete aklım ermez, o yüzden yorum yapamıyorum. Ve inanıyorum ki bu zihniyet; bir yürekten ziyade arsaya, ihaleye, ranta, mevki ve makama âşık oluyor, olabiliyor.

"- Ne istiyoruz biz? İnsanlardan, insanlar için ne istiyoruz? İnsanların yaşanmaya değer bulacağı ne var bizde?

Donup kaldım. Düşünmeye başladım. Yaşanmaya değer ne var biz de? Düşünmeye değer bulduğumuz şeyleri bile kendimiz aktarmaktan aciziz. Kitaplar dağıtıyoruz millete."

Evet, Mızraksız İlmihal "roman'tik bir deneme" olabilir. Ancak olduğu gibi duruyor. Beton gibi, tuğla gibi duruyor. Kendince yürüyor ve nice kalabalığın ilmihali olmaya devam ediyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Gösterişten uzak dupduru bir anlatımla gelenek-modernizm çatışması

“Her şey yok olmuştu, eski yoksulluklarından büyük bir sabırla, bitmez tükenmez bir maharet ve ustalıkla kurtarmış olduğu her şey; tahripkâr zamanı kandırma becerilerinin hiçbir tanığı kalmamıştı geriye.”

İçinde bulunduğumuz modern zamanlara hakim olan hırs ve kazanma tutkusu hepimizi öylesine hızlı ve baş döndürücü bir çarka kaptırıyor ki insanın çocukluğunun uçsuz bucaksız maviliğini yaşayabildiği, kendisine dair sorular sormak suretiyle hayatına anlam katıp zindelik elde edebildiği, yalnızlığını ve yaşlılığını temaşa edebildiği sahici zamanlar çok gerilerde kaldı.

Iza’nın Şarkısı’nda, Macar yazar Magda Szabó durulmamızı salık veriyor. Üzerimize eğilerek bir şeyler fısıldıyor. Kulak kesilmemiz gereken bir ses, bir burukluk, bir sitem var ortada. Kırık bir kalp var.

Iza’nın Şarkısı, bizim pek öyle yabancısı olmadığımız bir meseleyi konu ediniyor, pek öyle yabancısı olmadığımız insanlarla. Kocasının ölümünden sonra Etelka Szöcs, kasabasından ayrılarak gayet başarılı bir doktor olan kızı Iza’nın yanına taşınıp Budapeşte’ye yerleşiyor. Bayan Szöcs’ün yanında taşıdığı bavulda aslında sadece hatıralar vardır. Yepyeni bir hayata adım atarken tutunabildiği tek şey buğulu gözlerle hatırlayabildiği işte bu yaşanmışlıklardır. Fakat Bayan Szöcs yerini yadırgamıştır. Buralar kök salınabilecek yerler değildir. Zaman ilerledikçe uyumsuzluğu artar. Özlemini çektiği şey sadece ölen kocası değildir artık. Kendi hikayesini anlatabileceği komşularıdır, yağmur sonrası yükselen toprağın kokusunu duyabileceği küçümen kasabasıdır, birer hazine olan geçmişidir. Nihayet belki de hafızasızlığa mahkum olacağı bu yaşam tarzına sırt çevirmeye karar verir.

Türk okuyucusu nezdinde yitip gitmesine gönlümün razı olmayacağı bu kitap için "gelenek ile modernizmin çatışmasının ele alınması" desem kabaca, biliyorum çok kaba kaçacak. Ama Szabó ince ince dokuyarak müthiş bir zarafet örneği ile ele alıyor meseleyi. Gösterişten uzak dupduru bir anlatımla olabildiğince görkemli bir eser vücuda getiriyor.

Bu çok önemli, unutmadan eklemeliyim ey okuyucular! Etelka Szöcs, içinde gerçek bir buz kalıbı yok diye buzdolabına güvenmiyordu.

İyi okumalar.

Fatih Siren
twitter.com/CevfLeyl

18 Nisan 2017 Salı

Durup düşünmek için sızıya ihtiyacımız var

Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği topluma yabancılaşmadan ele almış olan Necdet Subaşı, gezi, anı, öykü, hikâye ve denemelerinden harmanladığı son kitabı “Söz Uçar Sızı Kalır” ile yaşadıklarını içtenlikle aktarmaya, tanıklıklarını samimiyetle dile getirmeye devam ediyor.

Söz Uçar Sızı Kalır”, bilindik sosyal bilimlerin dilinden değil de daha çok güçlü bir edebiyat damarından beslenen bütüncül bir perspektif ile 17 Ocak 2014’ten 17 Haziran 2016’ya değin aralıklarla kaleme alınan 71 fragman metinden oluşuyor.

Yaz Dediler Ânı” ile başlayan sürecin son basamağını teşkil eden “Söz Uçar Sızı Kalır”da Subaşı, olağanüstü bir çaba ve dikkatle geldiği yolları, mecra ve güzergâhları gözden geçirmekte. Kendi ifadesiyle mahallesinde apartmanların, sokakların görünürde dile getirdiğinden daha farklı, derinlikli bakışın gözden kaçırmayacağı bir şeyin peşindedir. Yol, yoldaşsız yürünmez anlayışınca muhatabını bu arayıştan mahrum bırakmamayı, hatta bizzat onu bu arayışa ortak etmeyi arzular. Herkesin birbirinden farklı olmak için birbirine benzediği bir ortamda aynada kendini görme cesareti bulanlara seslenir: “Biz orada şenlik şamata senin gelmeni bekliyoruz. Bağırmamız sana kendimi duyurmak istediğimizden. Kaybolduğumuzdan değil, korktuğumuzdan hiç değil. Hem öyle olsaydık ıslık çalardık. Ordayız bekliyoruz.

Subaşı, kitabını edebiyatta kendine yer açmak için, kritikçilerin insafına teslim olmak ya da can sıkıntısından ne dediği belli olmayan karalamalarla milletin tadını tuzunu kaçırmak için yazmamıştır. Kendi kontratıdır “Söz Uçar Sızı Kalır”. Bundan sonraki yaşamında kişiliğini rehin vermemek, kimseye gereksiz yere “eyvallah” dememek için aklı başında, kalbi temiz, vicdan sahibi dostlarına, rehin bıraktığı kaporadır. Mesleği gereği dünyası hiçbir artistliğe meydan vermeyecek şekilde kitapla ve onun etrafında yer alan farklı okumalarla ilgili olduğundan, bu alanda sahtekârlıkların da geçer akçesinin kitaplı oluşunun gayet farkındadır. Ceketinin bir cebinde ajandası, öbür cebinde Kutsal Kitab’ı, astarında Kur’an’ı eksik olmayanların; ceketinden de, içindekilerden de vazgeçemeyenlerin durduğu yeri gayya kuyusu görür Subaşı, oralardan beri durmaya çalışır, Allah’a sığınır. Onun kaporası ki, işlerin ahbap - çavuş ilişki ağlarıyla örülerek yürütüldüğü bir dünyada ayağının kaymaması, kalbinin kararmaması, ruhunun daralmaması, aklının devre dışı kalmaması, burnunun bir karış havada olmaması duasına denk düşer.

Gördükleriyle, duyduklarıyla, hissettikleriyle başı dertte olan Subaşı, Gülten Akın’dan mülhem, itip onu, balına dadanan bu çağı sevmemiştir. Dertli kekliğin dertsizlere dert açması gibi muhatab bildiğine sormadan edemez: “İnsan varlığından emin olmadığı bir dünyada nasıl kendisi olarak kalabilir?

Bünyamin gibi elinde bir kitap, sırtında büyük bir yükle evine yüz çevirip de sözü düşürmez. Çünkü bilir söz düşerse dünya düşer. Durup düşünmek, etrafı kolaçan etmek için sözün bıraktığı sızıya ihtiyacımız vardır, onu da bilir. Felsefe okumuş, sosyoloji ile ilgilenmiş, antropolojiyi ihmal etmemiştir. Psikolojide derinleşmeyi çok istemiş, siyasete bulaşmamış; ama neyin siyaset olduğunu anlayacak kadar hakikatle temas aralığı hep olmuştur. Bütün bu ilgilerini sürdürürken dinden ve imandan da bir haber olmamıştır. Başkaları ne düzeyde kendilerine sahip çıkar bilinmez; ama o, koskocaman bir maziyi ardına almıştır. Mazisi olmayanın ufku olmaz, ufku olmayanın da nazarı olmaz.

Söz Uçar Sızı Kalır”, içeridekilerin sustuğu dışarıdakilerin de haksız ithamlarla üzerine yürüdüğü mahalleye bizzat mahalleden birisi olarak içeriden bir göz atma telaşesinin ürünüdür. En makbulü de içeriden bakabilmekte ya zaten. Yoksa nasıl bahsedebileceğiz aidiyetten, samimiyetten, iyi niyetten. Subaşı, mahallesine indikçe dünyayı konuşmayı devam eder. İnsanda fiziki olduğu kadar entelektüel anlamda da eski mekânlara yer var mıdır, sorgular. Eski evlere, eski yaylaklara olduğu kadar eski düşünsel mecralara ve duraklara nostaljik bir gezi yapar. Yeni dünyanın değer ve iklimleriyle karşılaşınca yüzleşmek yerine kendi havzalarında yaşamaya ikna edilmişcesine herkesi yerli yerinde bulur. Eski usulde işleyen bir dil, inançlar, teminatlar, sadakatler… Her şeyin aynı olduğunu yerinde müşahede eder. Müşterisi olduktan sonra değiştirmenin hiçbir anlamı ve kadir kıymeti olmadığına kanaat getirir. Feuerbach’ın dediği gibi biz biraz da yediklerimiziz. Dolayısıyla ağzı kelimelerle tıka basa dolu olmaktan konuşamayan elçilerden ziyade mahallesine doymuştur Subaşı. Tok bir şekilde konuşur. Sözü yere düşürmez; ama kıymet bilene sızısını bırakır.

Haydar Barış Aybakır