20 Nisan 2017 Perşembe

Ahlâklı olmak, erdemli kalmak

İletişim Yayınları'ndan Fransa’da en çok satanlar listesinde yer alan Andre Comte-Sponville’nin “Kapitalizm Ahlaki midir?” adlı kitabıyla tanışmıştık. Türkiye’de en son 2004 yılında basılan Büyük Erdemler Risalesi, Işık Ergüden tarafından Türkçemize kazandırılmış

"Ya dostlarımızı, onlarda bizi sevdiği için değilse ve biz kendimizi sevdiğimiz için değilse, niçin severiz?"

İnsan kendinden memnunsa, dostlarını ve bütün insanları sevmekten geri durmaz.

"Bağışlanmalı, herkes bağışlanmalı! Yine de bu her şeyin birbirine denk olduğu anlamına gelmez; kişinin kendi karşısındaki kötü niyeti asla ahlaki olarak yansız ya da önemsiz kabul edilemez."

Neticede insan önemlidir. Söz konusu olan gerçeklik bile olsa:

"Çünkü kişinin kendi doğruculuğuna başkasını tercih etmesi, özellikle o ıstırap çekiyorsa, özellikle zayıfsa, meşrudur. Ama kendini hakikate tercih etmek, asla meşru olmaz."

Avrupa fundamantalizmin tehdidiyle baş başayken, içten içe nihilizmle mücadele etmektedir. “Değerler ve erdemler” üzerinde durmak Comte için iddialı bir durumdur. Sponville’nin tercih ettiği filozoflar Aristoteles ve Spinoza’dır. Kant’ı tercih etmez. Politikadan ümidini kesen gençliğin erdemlere ışık yakması bizim için de örnek teşkil edebilir. Kültürümüze olan o büyük yabancılaşmanın getirdiği çarpıklıklar üzerinde düşünmemizi sağlayacak ufuk açıcı bir kitaptan bahsediyorum. Yeni cevaplara açık zihinleri besleyecek bu kaynak, yalnız kalmış toplumlara yargıdan bahsetmenin abesliğini vurgular mesela:

"Yargılamak, her zaman için az çok karşılaştırmaktır ve bu nedenle, her adalet, düşünümsel bile olsa toplumsaldır. Toplum olmadan hiçbir adalet yoktur, bunu gördük ve bu durum Hume'a hak verir: Mutlak yalnızlıkta adalet diye bir şey olamaz."

Kitapta kasıtlı olarak bol alıntı ve referanslara yer verilmiş. Yazar bunu meraklısına yol göstermek için yapıyor.

"Sevmek, gerçekten sevmek, saf olarak sevmek, almak değildir: Sevmek, bakmaktır, kabul etmektir, vermek ve yitirmektir, sahip olunamayan şey ise sevinç duymaktır, bizde olmayan(ya da sahip olmak istediğimizde eksilecek) şey için, bizi son derece yoksul yapan şey için sevinç duymaktır ve tek iyilik budur, tek zenginlik budur."

Korkaklık ile gözüpekliğin ortası cesaret, yağcılık ile bencilliğin ortası ise haysiyettir.

"Küçük erdem, ama gerekli. Küçük bilgelik, ama erişilebilir."

Öfke ile duygusuzluk arasında yumuşaklık vardır derken Sponville, vasatlığı değil, orta yolu yüceltmiştir. Bu eserini özellikle her yaşa, mesleğe hitabedecek düzeyde kaleme almış. “Niçin dünya?” diye soran Comte, insan olarak ahlaklı olmayı, erdemli kalmayı açıklıyor ve bunu iddialı olarak yapmıyor. Aksine entelektüel bir sorgulamayı beraberinde getiriyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

19 Nisan 2017 Çarşamba

Parka ve pardösü ve 1980'ler ve özeleştiri

"Herkes biliyor, geminin su aldığını
Herkes biliyor, kaptanın yalan söylediğini."
- Leonard Cohen, Everybody Knows

"Girmem, girmedim mangalara 
Yer etmedi adalet duygusu 
İçimde benim 
Çünkü ben 
Ömrümce adle boyun eğdim."
- İsmet Özel, Sebeb-i Telif

1980'lerdeki metinlere bakınca, şimdikilere nazaran daha fazla "hayatın içinden" olduğunu görebiliyoruz. Bu görüş şüphe yok ki bizlere meseleleri daha samimi bir şekilde okuyabilme ve diğer metinlere yönelme şevki veriyor. Geleceğe doğru yürürken geçmişte bir şeyler bırakmak ne kadar doğalsa, geçmişten bir şeyler almak da o kadar elzem. Bu çemberi rahmetli Erol Güngör şöyle izah etmiş: "Geriye doğru bütün zaman ve mekân eskiye aittir, ileriye doğru olan ise devamlı bir şekilde eskiye eklenmektedir. En yeni diye öğrendiğimiz şeyler bile maziye aittir çünkü bizim onları öğrenmiş olmamız bu yeniliğin artık geçmiş bir zamanda kaldığını gösterir."

Mehmet Efe'nin internet sayfasında yer alan tüm yazılarını okumaya gayret ediyorum. Mangalara girmeyen, kendince bir itaatsizlik sınırı çizmiş, duruşunu türlü işler karşılığında kesip biçip yontmamış kimselere büyük saygı duyuyorum. Bu cümleye "düşünceleri ne olursa olsun" diye bir eklemede bulunmayacağım çünkü varoluşunu kendi gönlünün yollarında anlamlandırmış kimselerin düşünceleri birçok noktada aynı. Farklı oldukları noktalar bile aynı. Bu aslında çok uzun bir hikâye. Mahatma Gandhi'den başlıyor, Martin Luther KingDalai LamaRosa Parks ve Henry David Thoreau gibi nice isimler dallanıp budaklanıyor. Türkiye'deki 'bu tarz kafalar' ise iki elin parmağını geçmiyor...

Mızraksız İlmihal'in ilk baskısı Mayıs 1993'te Vural Yayınları tarafından yapılmış. Aradan geçen 24 senede Türk siyasetinde olduğu kadar toplumsal dinamiklerde de birçok değişiklik oldu ancak kitap değerinden hiçbir şey kaybetmedi. Kapı Yayınları bu kitabı Mayıs 2016 yayınlayarak özellikle gençler için çok iyi bir şey yapmış. Kitap kapağındaki "80'li Yıllar İslamcı Genç Kuşağın Roman'tik Öyküsü" patlangacı her ne kadar yeni ve popüler kitap izlenimi yaratsa da, Mızraksız İlmihal'in mazisini ve etkilerini bilenler biliyor elbet.

Her şeyden önce Nilüfer Göle'nin kitap hakkındaki "Kızları insanlaştırmıştı. Sembolden insana dönüştürmüştü." sözüne tamamen katılıyorum. Henüz ilk sayfalardan itibaren bu doğrultuda bir metinle karşılaşmış olmak beni şaşırttı. Çünkü o zamanlarda bu zihnî yeteneği ortaya koyan çok az yazarın olduğunu biliyorum.

"Herkes bize bakıyor. Herkes bizi konuşuyor. Gazetelerin objektifleri o iğrenç bir şekilde subjektif olan objektifleri üzerimize çevrili! Başörtülerimiz; iktidarın, muhalefetin, basının, solcunun, sağcının, burjuvanın, işçinin köylünün, memurun amirin, hepsinin dikkatle baktığı bir şey oldu. İnsanlar bizi anlatıyor. Militanlar bizi bayrak yapmış, ağabeyler bize kader çiziyor. Stratejilerin, taktiklerin, komploların, hesapların; amacı ya da nesnesi olduk! Gerçek olamaz bunlar! Sıradan bir insanım ben! Ama bunları bilerek nasıl yürürüm sokakta, nasıl otururum, nasıl kalkarım, içimden gelerek nasıl konuşur ya da gülerim? Korkunç bir şey bu!"

Mızraksız İlmihal, İrfan'la Nurhan'ın aşkından çok daha ötesi. İslâmcılığın ve İslâmcıların yozlaşma yolunda ciddi yol aldıkları, aynı zamanda yollarını da buldukları bir dönemi anlatıyor. Kadınların dimdik yürüyüşünü ve onların gölgelerindeki erkeklerin gayet 'pasif' desteğini. Mehmet Efe kitabını "Roman'tik Deneme" olarak tanımlıyor. Doğru, çünkü başlıklar arasında önemli analizler olduğu gibi konuşma metinlerinde de işaret edilen nokta belirgin. Kitabı bitirdiğimden beri zihnimde "Siz ücret istiyorsunuz İrfan'cığım..." cümlesi savrulup duruyor. Hiçbir yere oturtamıyorum. Çünkü o İrfan'ların 'sınıfı' artık hem ücret istiyor hem de ücret alıyor. Çok büyük bedeller ödeyeceklerini bilmelerine rağmen...

Dininin emrini (âdetini değil) yerine getirdiği için okullara alınmayanlar, okullardan atılanlar, sınıfta sözlü/yazılı ve hatta fizikî tacizlere maruz kalanlar, nice büyük psikolojik sınavları atlatanlar ve atlatamayanlar, çalışmakla çalışmamak arasında kalanlar, erkek egemen toplumda kadınların kıymetinin iyice yitirilmesi ve harcanması dolayısıyla fikrî felçlerin iyice ortaya çıkması derken İslâmcılar için korkunç bir zihin kırılmasını hatırlatan yıllar: 1980'ler...

"Benim çocuklarım, insanlara egemen olmayı, tabiata egemen olmayı değil; ağaçların, dağların ve denizlerin bir parçası olmayı öğreneceklerdi. İnsanlarla aynı kaderin ve aynı yolculuğun içinde olduklarını bilip soluyacaklardı hayatı. Ama şimdi, bu düşlerden eser yok bende! Her şey karardı ruhumda, her şey soldu! Çocuklarım olsun istemiyorum. Neden mi? Onları sizin gibilerin egemen olduğu, kararttığı bir sürgitliğin içine nasıl salarım? Onları size karşı nasıl korurum? Kendimi koruyamadıktan sonra!? Neden düşman kazanmak için bu kadar heveslisiniz? Sizin de düşleriniz var mı hocam? Yoksa okuduğunuz gazete, masanızdaki tüzük, sicilinizdeki rakamlar kadar mı sizin gökyüzünüz?"

1980'lerde en çok hangi kitapların çantalarda yahut elden ele gezdiğini objektif bir zihinden okumamıştım. Mehmet Efe, "Kitapların adında saklıdır hikâyemiz" başlıklı yazısını tamamen kitap adlarından oluşturmuş. Bir Değirmendir Bu Dünya ile başlayan bu bölüm, yalnızca kitap adlarıyla dolu ve 8 sayfa. Okuduktan sonra meğer dedim, farkında olmadan ne çok "İslâmcı kitabı" okumuşum...

Psikolojik açıdan tekrar çözümlenmesi gereken bir roman olduğunu düşünüyorum Mızraksız İlmihal'in. Çünkü dönem romanları arasından okuduğum en gel-gitli, med-cezirli, lodoslu, poyrazlı, cereyanlı kitabı belki de. İmanın yanında sorgu, inancın yanında sual. Dolayısıyla zihin sürekli çalışıyor. Aradaki aşk ise yaşamın yaşanabilir tarafında, bir nefeslik mola. Bu aşkı tehlikeli bulan kafaların hiç roman okumaması lâzım. Çünkü yapılan eleştiriler arasında başı çekiyor. "Müslüman zihnine aşk zehri sokuldu" gibi. Bu zihniyete aklım ermez, o yüzden yorum yapamıyorum. Ve inanıyorum ki bu zihniyet; bir yürekten ziyade arsaya, ihaleye, ranta, mevki ve makama âşık oluyor, olabiliyor.

"- Ne istiyoruz biz? İnsanlardan, insanlar için ne istiyoruz? İnsanların yaşanmaya değer bulacağı ne var bizde?

Donup kaldım. Düşünmeye başladım. Yaşanmaya değer ne var biz de? Düşünmeye değer bulduğumuz şeyleri bile kendimiz aktarmaktan aciziz. Kitaplar dağıtıyoruz millete."

Evet, Mızraksız İlmihal "roman'tik bir deneme" olabilir. Ancak olduğu gibi duruyor. Beton gibi, tuğla gibi duruyor. Kendince yürüyor ve nice kalabalığın ilmihali olmaya devam ediyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Gösterişten uzak dupduru bir anlatımla gelenek-modernizm çatışması

“Her şey yok olmuştu, eski yoksulluklarından büyük bir sabırla, bitmez tükenmez bir maharet ve ustalıkla kurtarmış olduğu her şey; tahripkâr zamanı kandırma becerilerinin hiçbir tanığı kalmamıştı geriye.”

İçinde bulunduğumuz modern zamanlara hakim olan hırs ve kazanma tutkusu hepimizi öylesine hızlı ve baş döndürücü bir çarka kaptırıyor ki insanın çocukluğunun uçsuz bucaksız maviliğini yaşayabildiği, kendisine dair sorular sormak suretiyle hayatına anlam katıp zindelik elde edebildiği, yalnızlığını ve yaşlılığını temaşa edebildiği sahici zamanlar çok gerilerde kaldı.

Iza’nın Şarkısı’nda, Macar yazar Magda Szabó durulmamızı salık veriyor. Üzerimize eğilerek bir şeyler fısıldıyor. Kulak kesilmemiz gereken bir ses, bir burukluk, bir sitem var ortada. Kırık bir kalp var.

Iza’nın Şarkısı, bizim pek öyle yabancısı olmadığımız bir meseleyi konu ediniyor, pek öyle yabancısı olmadığımız insanlarla. Kocasının ölümünden sonra Etelka Szöcs, kasabasından ayrılarak gayet başarılı bir doktor olan kızı Iza’nın yanına taşınıp Budapeşte’ye yerleşiyor. Bayan Szöcs’ün yanında taşıdığı bavulda aslında sadece hatıralar vardır. Yepyeni bir hayata adım atarken tutunabildiği tek şey buğulu gözlerle hatırlayabildiği işte bu yaşanmışlıklardır. Fakat Bayan Szöcs yerini yadırgamıştır. Buralar kök salınabilecek yerler değildir. Zaman ilerledikçe uyumsuzluğu artar. Özlemini çektiği şey sadece ölen kocası değildir artık. Kendi hikayesini anlatabileceği komşularıdır, yağmur sonrası yükselen toprağın kokusunu duyabileceği küçümen kasabasıdır, birer hazine olan geçmişidir. Nihayet belki de hafızasızlığa mahkum olacağı bu yaşam tarzına sırt çevirmeye karar verir.

Türk okuyucusu nezdinde yitip gitmesine gönlümün razı olmayacağı bu kitap için "gelenek ile modernizmin çatışmasının ele alınması" desem kabaca, biliyorum çok kaba kaçacak. Ama Szabó ince ince dokuyarak müthiş bir zarafet örneği ile ele alıyor meseleyi. Gösterişten uzak dupduru bir anlatımla olabildiğince görkemli bir eser vücuda getiriyor.

Bu çok önemli, unutmadan eklemeliyim ey okuyucular! Etelka Szöcs, içinde gerçek bir buz kalıbı yok diye buzdolabına güvenmiyordu.

İyi okumalar.

Fatih Siren
twitter.com/CevfLeyl

18 Nisan 2017 Salı

Durup düşünmek için sızıya ihtiyacımız var

Her daim konularını akademik bir ciddiyet ve entelektüel titizlik ile kültürüne, mahallesine, içinden geldiği topluma yabancılaşmadan ele almış olan Necdet Subaşı, gezi, anı, öykü, hikâye ve denemelerinden harmanladığı son kitabı “Söz Uçar Sızı Kalır” ile yaşadıklarını içtenlikle aktarmaya, tanıklıklarını samimiyetle dile getirmeye devam ediyor.

Söz Uçar Sızı Kalır”, bilindik sosyal bilimlerin dilinden değil de daha çok güçlü bir edebiyat damarından beslenen bütüncül bir perspektif ile 17 Ocak 2014’ten 17 Haziran 2016’ya değin aralıklarla kaleme alınan 71 fragman metinden oluşuyor.

Yaz Dediler Ânı” ile başlayan sürecin son basamağını teşkil eden “Söz Uçar Sızı Kalır”da Subaşı, olağanüstü bir çaba ve dikkatle geldiği yolları, mecra ve güzergâhları gözden geçirmekte. Kendi ifadesiyle mahallesinde apartmanların, sokakların görünürde dile getirdiğinden daha farklı, derinlikli bakışın gözden kaçırmayacağı bir şeyin peşindedir. Yol, yoldaşsız yürünmez anlayışınca muhatabını bu arayıştan mahrum bırakmamayı, hatta bizzat onu bu arayışa ortak etmeyi arzular. Herkesin birbirinden farklı olmak için birbirine benzediği bir ortamda aynada kendini görme cesareti bulanlara seslenir: “Biz orada şenlik şamata senin gelmeni bekliyoruz. Bağırmamız sana kendimi duyurmak istediğimizden. Kaybolduğumuzdan değil, korktuğumuzdan hiç değil. Hem öyle olsaydık ıslık çalardık. Ordayız bekliyoruz.

Subaşı, kitabını edebiyatta kendine yer açmak için, kritikçilerin insafına teslim olmak ya da can sıkıntısından ne dediği belli olmayan karalamalarla milletin tadını tuzunu kaçırmak için yazmamıştır. Kendi kontratıdır “Söz Uçar Sızı Kalır”. Bundan sonraki yaşamında kişiliğini rehin vermemek, kimseye gereksiz yere “eyvallah” dememek için aklı başında, kalbi temiz, vicdan sahibi dostlarına, rehin bıraktığı kaporadır. Mesleği gereği dünyası hiçbir artistliğe meydan vermeyecek şekilde kitapla ve onun etrafında yer alan farklı okumalarla ilgili olduğundan, bu alanda sahtekârlıkların da geçer akçesinin kitaplı oluşunun gayet farkındadır. Ceketinin bir cebinde ajandası, öbür cebinde Kutsal Kitab’ı, astarında Kur’an’ı eksik olmayanların; ceketinden de, içindekilerden de vazgeçemeyenlerin durduğu yeri gayya kuyusu görür Subaşı, oralardan beri durmaya çalışır, Allah’a sığınır. Onun kaporası ki, işlerin ahbap - çavuş ilişki ağlarıyla örülerek yürütüldüğü bir dünyada ayağının kaymaması, kalbinin kararmaması, ruhunun daralmaması, aklının devre dışı kalmaması, burnunun bir karış havada olmaması duasına denk düşer.

Gördükleriyle, duyduklarıyla, hissettikleriyle başı dertte olan Subaşı, Gülten Akın’dan mülhem, itip onu, balına dadanan bu çağı sevmemiştir. Dertli kekliğin dertsizlere dert açması gibi muhatab bildiğine sormadan edemez: “İnsan varlığından emin olmadığı bir dünyada nasıl kendisi olarak kalabilir?

Bünyamin gibi elinde bir kitap, sırtında büyük bir yükle evine yüz çevirip de sözü düşürmez. Çünkü bilir söz düşerse dünya düşer. Durup düşünmek, etrafı kolaçan etmek için sözün bıraktığı sızıya ihtiyacımız vardır, onu da bilir. Felsefe okumuş, sosyoloji ile ilgilenmiş, antropolojiyi ihmal etmemiştir. Psikolojide derinleşmeyi çok istemiş, siyasete bulaşmamış; ama neyin siyaset olduğunu anlayacak kadar hakikatle temas aralığı hep olmuştur. Bütün bu ilgilerini sürdürürken dinden ve imandan da bir haber olmamıştır. Başkaları ne düzeyde kendilerine sahip çıkar bilinmez; ama o, koskocaman bir maziyi ardına almıştır. Mazisi olmayanın ufku olmaz, ufku olmayanın da nazarı olmaz.

Söz Uçar Sızı Kalır”, içeridekilerin sustuğu dışarıdakilerin de haksız ithamlarla üzerine yürüdüğü mahalleye bizzat mahalleden birisi olarak içeriden bir göz atma telaşesinin ürünüdür. En makbulü de içeriden bakabilmekte ya zaten. Yoksa nasıl bahsedebileceğiz aidiyetten, samimiyetten, iyi niyetten. Subaşı, mahallesine indikçe dünyayı konuşmayı devam eder. İnsanda fiziki olduğu kadar entelektüel anlamda da eski mekânlara yer var mıdır, sorgular. Eski evlere, eski yaylaklara olduğu kadar eski düşünsel mecralara ve duraklara nostaljik bir gezi yapar. Yeni dünyanın değer ve iklimleriyle karşılaşınca yüzleşmek yerine kendi havzalarında yaşamaya ikna edilmişcesine herkesi yerli yerinde bulur. Eski usulde işleyen bir dil, inançlar, teminatlar, sadakatler… Her şeyin aynı olduğunu yerinde müşahede eder. Müşterisi olduktan sonra değiştirmenin hiçbir anlamı ve kadir kıymeti olmadığına kanaat getirir. Feuerbach’ın dediği gibi biz biraz da yediklerimiziz. Dolayısıyla ağzı kelimelerle tıka basa dolu olmaktan konuşamayan elçilerden ziyade mahallesine doymuştur Subaşı. Tok bir şekilde konuşur. Sözü yere düşürmez; ama kıymet bilene sızısını bırakır.

Haydar Barış Aybakır

Gönüllerde taht kurmuş bir hikâye

Tıpçı ve felsefeci İbn-i Sina, türlü esrarlara vakıf bir sima olarak bilinir tüm dünyada. Bilinmeyen birçok başka yönü de vardır. Halk tarafından efsaneleştirilmiş biri olarak dilden dile aktarıldığı görülür ele geçen nüshalarda. Hayatı birçok hikâyeye konu olmuştur. Bunların en yetkini Seyyid Ziyaeddin Yahya’nın Ebû Ali Sînâ’sıdır. Eser, Hasan bin Abdullah İbn-i Sînâ yani halk arasında bilinen adıyla Ebû Ali Sinâ ile kardeşi Ebû’l-Hâris’in (ikiz kardeşler olduğu varsayılıyor) başından geçenleri konu alır; “besmele” ile başlar, birbirinden kıymetli dizelerle nihayete erer. “Başkasına değil ey gönül, sen Allah’a bak, eğer yorulacaksan Allah için olsun bırak. Nihayet mükâfatını Allah’tan umarız, bu kadar çekilen boşa gitmesin” diyerek doğru yola çağrılan insanın hikâyesidir anlatılan.

Kâğıtları aharlı, adî halk neshi ile yazılan hikâyenin tek el yazma nüshası İstanbul’da Topkapı Sarayı müzesinde Revan Köşkü Kütüphanesi’nde bulunduğu bilinmektedir. İsmi “Gencîne-i Hikmet” olarak anılır. Yüzyıllardır halk anlatısı olarak çok sevildiğinden farklı dillerde tercümelere, nüshalara da rastlamak mümkün. 10. yüzyıldan bu yana Mısır, İstanbul, Kazan’da defalarca basılır.

Günümüze ulaşan Ali Sîna Hikâyesi uzmanlara göre, edebiyat tarihi açısından fazla bir önem arz etmiyor. Fakat halk tarafından çok sevilmiş, gönüllerde taht kurmuş bir hikâye olduğuna dair herkes hem fikir. Fantastik ve etkileyici olaylar birbiri ardına sıralanır kitapta. İçeriği, hayli hareketli ve eğlencelidir: “İbn-î Sinâ, fakirlere kötü muamele edenleri, haksız hüküm veren kadıları, rüşvet alan mahkeme memurlarını, zorbalık yapan inzibat memurlarını gülünç hallere sokar ve şiddetle cezalandırır.

Akılları hayrete düşüren türlü işler olur bu kitapta. Nasihatler dizeler halinde sıralanır…

Simya ilmi bir şey ki sihir gibi, dikkatle incelesen hep boş gibi. Anlamsız sanki alışverişi bile, ip oyunu, hayal ve gölge.

Ölüyü diriltmeye kalkışma, görünmez olma, Sultan’ın kızını helvacının oğluna kavuşturma sahneleri, göz boyama gibi haller bol bol yer almış bu hikâyede: “Ey âşık gönül, bu ancak bir düş evidir, son noktası ancak yerin dibidir.

Büyüyenay Yayınları arasında çıkan bu çeviri eser, ilgili makaleler taranarak, iki yıl süren titiz bir çalışma sonucu okuyucuyla buluşmuş. Meraklısı için, not düşelim: Bilgilendirme amacıyla yer verilen eser hakkındaki önemli iki makaleyi, önsözde bulabilirsiniz. Ayrıca ilgilisi için, kitabın son kısmında Osmanlıca nüshaların eklendiği bir özel bölüm de yer almakta.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz

14 Nisan 2017 Cuma

Kalbe dönüş için son çağrı

Bir yer var,
İyiliğin ve kötülüğün ötesinde
Seninle orada buluşacağız!

Huzursuzluk romanı, Zülfü Livaneli'nin üzerinde yoğun bilgi ve duygu mesaisi harcadığı son kitabıdır. Konu itibariyle Mardin coğrafyasının müzmin kaderi, Ortadoğu’daki terörün acı getirileri, Işid ile Yezidiler arasındaki makûs çatışmalar ele alınmıştır. Bu yönüyle edebi alanda yazılan, son dönemin güncel bir eseridir diyebiliriz.

Maalesef ki, dünyanın en kötü çıkmazlarından biri olan terör dalgası, bunun için kanayan her kalbi gün geçtikçe daha da yaralamakta. Bizler, “elimizden bir şey gelmiyor” klişesinin ardına saklanarak her gün yeni bir şeyi kaybediyoruz; yeni bir insanı, yeni bir aşkı ve yine bir kaderi toprağa gömüyoruz.

Romana girizgâh, belki de tüm okurların ilk dikkatini çekip, okudukça paylaşabileceği şu alıntı üzerinden yapılıyor: “Harese nedir, bilir misiniz? Develerin çölde çok sevdiği bir diken var. Deve, dikeni yedikçe ağzı kanar. Tuzlu kanın tadı dikeniyle karışınca bu, devenin daha çok hoşuna gider. Kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz... Ortadoğu’nun âdeti budur! Tarih boyunca birbirini öldürür; ama aslında kendini öldürüldüğünü anlamaz. Kendi kanının tadından sarhoş olur.

Livaneli, tam da bu gerçeklikten hareketle okurlarına dokunmayı amaçlamış. Bilfiil o yerleri gezip, bilgi toplayarak açık bir dille o acıları temellendirerek haykırmış. Okurken, bir duygu yükümlülüğü altına girmekle birlikte birçok konu hakkında da yaşanmış bilgileri öğrenebilme imkânımız var. Mesela, ilk önce herkesin sıkça kullandığı yanlıştan bahsedilmiş; Yezidi değil Ezidiler’in isminden de anlaşıldığı üzere onlar hakkında birçok yanlış bilgiyle hareket ettiğimiz noktasında bir giriş yapılmış. Hz. Hüseyin’i katleden Yezid ile bir ilişkilerinin olmadığını, dini yanlış işiten bir güruhun Ezidiler’i nasıl yok etmeye çalıştıklarını, onların da kendi inanışlarını ve kimliklerini nasıl korumaya çabaladıklarını tadımlık bir şekilde sunulmuş.

Altı bin yıllık geçmişleri olan Ezidiler’in kökenleri Hindistan’a dayanır. Kutsal kitapları “Mushaf-ı Reş”tir. Mavi renge özel bir anlam yüklerler ve gündelik şeylerde kullanmamaya özen gösterirler. Melek Taus, yani Tavus Kuşu en büyük melektir, o inanca göre. Işid’den zulüm çeken Ezidiler, şeytana taptıkları için, Işid’in nazarında Ezidi kanı helal olup, onları öldürenler cennetle ödüllendirilir. Tüm bu bilgileri bize yazar, toplumda imkânı pek de mümkün olmayan bir aşk hikâyesi üzerinden anlatır. Mardinli Müslüman Hüseyin ile Ezidi kızı Meleknaz

Bu hikâyeden de önce, başka bir karakteri tanıtır; romanın asıl kahramanını: İbrahim’i. Mardin doğumlu, fakat yaşamının büyük bir çoğunluğunu İstanbul’da geçirmiş bir gazeteciden bahseder. Doğasında Doğu tohumları bulunan, ama onu bir metropol şehrinde yetiştirememiş, geçmişinden kopuk yaşayan, geleceğini idame ettirme noktasında kendine ve topluma yabancılaşan bir birey.

İbrahim, çalıştığı gazetedeki üçüncü sayfa haberini görünce, tarumar olur. Cinayet olayında adından söz edilen kişi Mardin’deki çocukluğunu paylaştığı arkadaşı Hüseyin’dir. Bu olayı detaylıca incelemek için yollara düşer. Uzun yıllar sonra memleketine, arkadaşının cenazesine katılmak için gider. Olaya dair ürettiği merak silsilesi, kendisini artık araştırma meydanında bulmak ister. Cinayete kurban giden arkadaşının hatrı için ondan geriye kalan en yakınındakilerle görüşmeye başlar. İlk önce Hüseyin’in annesiyle, kız kardeşi Aysel’le, yine ortak çocukluk arkadaşı Mehmet ve onun babasıyla, bir de terk edilmiş eski nişanlısıyla konuşur İbrahim. Daha sonra, zihninde olayları birleştirerek, çevrede bulunan birkaç Ezidi’yle de görüşür. Bu olaya vakıf olan herkesten bir tutam bilgi koparmaya çalışır. Mevzuyu bütün halinde topladığında kendisini çok farklı bir yerde bulur. Çünkü o olayı çözmeye çalışırken, aynı zamanda farkında olmadan kendisini de tanımaya başlamış ve işin içinden çıkamamıştır. İbrahim’in zaten evvelinde de mevcut olan kimlik karmaşası sorunu onu bir bunalıma sürüklemiş o da beraberinde psikolojik ve felsefi yönden bir yabancılaşma sürecini getirmiştir. Mardin’in etnik çeşitliliğinden ve mitolojisinden sıyrılıp, kendisini daha da kozmopolit bir yapıda bulurken, dağılan kimliğiyle vatanından ırak; gurbette bir nevi yurdunu aramaya çalışmıştır. O yüzden İbrahim’le Albert Camus’nün kitaplarında, Zeki Demirkubuz’un filmlerinde ve “gerçek olmayan varoluş, topluluklarda ortaya çıkar” diyen Heidegger’in düşüncesinde, başrol olarak karşılaşabiliriz.

Kendini tanı!” der Sokrates. İbrahim, kendisinin farkında olan, benliğinin bilincine ulaşmış biri aslında. Onu şu cümlesinden anlayabiliyoruz: “-Mehmet için- o kök salmıştı, ben rüzgârda savruluyordum. Büyük şehrin yüzünü silerek birbirine benzettiği kimliksiz kalmış milyonlarca insandan biriydim.”. Yine başka bir konuşmada İbrahim, “keşke kendimi Batılı yerine koyarak yıllarımı harcamasaydım… Doğulular’ın Batılı, Batılılar’ın ise kendi halkına yabancılaşmış bir Doğulu olarak görüldüğü kimliksizlikten kurtulurdum!” diyerek bir serzenişte bulunur.

Yazar, tüm bu ruhsal derinlikleri ifrat ve tefritten uzak bir biçimde, orta kararında bizlere sunmuştur. Yine Livaneli’nin kendine has olan o sıcak üslubuyla, her sayfayı çevirdiğimizde o durumun getirdiği hale bürünmemizi sağlayan o güzel tasvir edası okuru daha memnun etmektedir. Bir yerde telkâri yapan insanları izliyor, bir yerde Mardin’in izbe, karanlık bir sokağında Süryani şarabının keskin kokusunu hissedebiliyoruz. Bir de arka fonda Zülfü Livaneli’nin sesinden Sevda Değil parçasını dinliyorsak, fevkalade bir ahenkle okumamızı tamamlayabiliriz. Ayrıca tekdüze bir anlatımı kıran diyaloglarla da yazar, okuruna zihinsel faaliyetlerle konuşmalardaki boşlukları doldurmaya yöneltiyor. Olaya geçiş süsü veren anlatıları bizzat aktarmayıp, ahizenin bir ucundan dinleyen mevzuya bizler müdahil oluyormuşuz da İbrahim soru sormuyormuş gibi algılayabiliyoruz.

Hüseyin…Dini bütün, halim selim, efendi, herkes tarafından sevilen biri. Ezidiler’in sığınarak kamp kurduğu alana gider ve orada yardıma muhtaç olan kişilere sınır tanımadan elinden geleni yapar. Annesi Adviye Hanım’ın tabiriyle kara kuru bir kadına, Meleknaz’a vurulur. Ama o sırada Safiye ile de nişanlıdır. Meleknaz, zulümlerden kaçabilmek için türlü cefalar çekmiş, kör körpesiyle ortalıkta kalmış çileli bir kadındır. Küçücük yaşta olan Nergis, Zilan’la birlikte türlü tecavüzlere maruz kalır. Şu ayrıntıyı da belirtmek faydalı olacaktır; kitapta çok baskın bir biçimde karşılaştığımız “kadın” olgusu mevcut. Yani doğudaki kadınla, batıdaki kadın arasındaki fark. İbrahim’in eski eşi çalışan, zevkine düşkün, asla altta kalmayan, istediği kişiyle ilişki yaşayan bir plaza kadını deyim yerindeyse. Ama Meleknaz…Namusuna halel getirmemek için çırpınan, direnen ve sonunda lekelenen bir kadın.. Öfkesiyle dağları aşan, doğumunu o çölde yapan, yeryüzünün daimi mültecisi..

En son Hüseyin’le karşılaştığı yere sığınır Meleknaz. Hüseyin, bebeğin gözlerinin tedavisi için uğraşır. Sonra bir gün Meleknaz’ı oralardan alıp kurtarır, evlenir, evine götürür. Toplum tarafından reddedilen bu evlilik, pek tabii hoş karşılanmaz; günahtır yapma derler. Aldırmaz bu söylenenlere Hüseyin, onda ne bulduğunu kendisi de bilmez; ama öyle de onları bırakamaz. Çevredeki Işid militanları yasak olan bu evliliği duyunca Hüseyin’i rahat bırakmazlar. O da yakınlarının ısrarı üzerine Amerika’ya abilerinin yanına gider. Meleknaz’a da vize işlemlerini halledip en kısa zamanda yanına aldıracağına söz verir. Ama giderken de şu sözü kazır belleklere : “Beni alıp tekrar karnına soksan bile koruyamazsın anne!”. Neticede, yanlış fikirlerin doğurduğu genellemelerden uzaklaşıp, İslam’ı doğru anlamayan ahkâm kesen kesimden kaçarken; daha da beteriyle, İslam karşıtı bir grupla karşılaşır. Bu da onun canına mal olur. Abisinin pizza dükkânında o, yerleri temizlerken bir yerde onu temizlemeye gelirler. Bu kıyım, belki de öze yönelik yapılan nefretlerin en hırpalayıcısıdır. İbrahim’in bu olayı çözümlemesi üzerine verdiği ilk tepki şu şekilde cereyan etmiştir: “İki kurşun yarasına rağmen nasıl oldu da ölümü Amerika’ya kadar ertelendi?”. Sonra İbrahim’in Meleknaz’ın izini sürmesi üzerine de yeni bir serüven başlar ve o da başlı başına bir öyküyü beraberinde getirir. Huzursuzluk noktasında kusursuz bir hikaye, acı bir ölüm. “Zaten hayatta normal olan huzursuzluk durumudur, huzur ise çok ender yakalanan geçici anlardır olsa olsa.

Kitabı okurken aklıma, olay örgüsünün benzer ögeleri barındırdığı başka bir aşk öyküsü olan Heiran filmi geldi. Başroller farklı, coğrafya farklı, fakat aşk ikliminin aynı olduğu bir film. İranlılar’ın Afgan sığınmacılarıyla evlenmesinin hoş karşılanmadığı radikal bir red; aşkın meşru kılınmayan hali. Tüm önyargılara meydan okuyan ama başarılı olamayan iki küçük genç. Her iki olayda da görülen bir gerçek: İnsan, kıyamadığının peşine perişan olmaz mı, zaten?

…Bazı acıları ölüm bile unutturamıyor, bazı davranışlar ölümden sonra bile bağışlanmıyor diye düşünüyorum.

Belki de bunların hepsi yüreklerdeki merhamet eksikliğinden kaynaklıdır. Öyle diyor ya Livaneli kitabın bir bölümünde; “merhamet, zulmün merhemi olamaz!” diye. Merhametten yoksun, vicdan muhasebesini yapamayan insan, her acıya bir sorumlu bularak rahatlama yolunu seçer. Zulüm, merhameti inhibe eden bir faktör olup, onun antitezi konumundadır.

Soluduğumuz havayı zehirleyen ve bizi birbirimize düşman kılmak isteyen zalimlere inat, merhamet!” der Kemal Sayar. Ve sonra devam eder; çünkü zalimlik ötekini utandırarak, aşağılayarak, onun saygınlığını ayaklar altına alarak, haklarını değersizleştirerek zulmünü icra eder. Merhamet insanın onur ve saygınlığının çiğnenmesine karşı durmaktır; o insan bizden olmasa da. Adalet de ancak merhametle kaimdir (Bkz: Merhamet, s.51).

Bahsi geçen insanlık ağacının kırılmış dalının onarılabilme ihtimali için, bir daha bunları yaşamamak, izlememek ve okumamak için biraz merhamet! Salt insanlık adına, Hüseyin’in şu son sözleri hatırına kalbine ve vicdanına dön!..

İnsanları pençesine almış, çöl hecirleri gibi hepimizin ağzını kan içinde bırakan "harese"den kurtulmak için yazıyorum ve zaman zaman kendimi şu sözü tekrarlarken yakalıyorum: 'Ben bir insandım! Ben sadece kendimi tedavi etmek için yazıyorum, insan denilen yaratıkların arasında yaşama gücünü tekrar bulabilmek için “ben bir insandım!

Betül Uludoğan
twitter.com/_naze_nin

Turgut Cansever mimarsa şimdikiler ne? Şimdikiler mimarsa Turgut Cansever ne?

Modernliğin ülkemize ve tüm dünyaya getirdiği en büyük felaketlerin başında, beton yığınlarına hapsettiği evlerimiz ve ruhlarımız geliyor. Bu öyle bir şey ki, sadece evlerimizle veya şehir hayatıyla sınırlı kalmıyor, bireylerin halet-i ruhiyelerini de kökünden sarsıyor. Betonlaşmanın, yanlış şehirleşmenin getirdiği çarpıklaşma, insanın dünyaya bakış açısını da tümden sarsıyor, köreltiyor, yüzeye indirgiyor. Modern şehir adı altında bize öğretilen yüksek binalar, plazalar, gökdelenlerle bize öğretilmeyenler arasında neler döndüğünü Turgut Cansever’den öğrenmek isteyenler için bu kitap biçilmiş kaftan. Beşir Ayvazoğlu tarafından Cansever’le muhtelif zamanlarda yapılan beş tane mülakatı içeren bu kitap, Türkiye’nin çok daha düzenli bir şehir olabilecekken nasıl bu hallere geldiğini yüzümüze çarpıyor.

Timaş Yayınları’ndan ilk baskısını 2012’de, ikinci baskısını 2016’da yapan kitap, aslında bundan çok daha fazla baskıyı hak ediyor. Mimariyle alakası olsun olmasın her Türk vatandaşının okumasının elzem olduğunu düşünüyorum bu konuşmaların. Çünkü Cansever’in konuşmalarında sadece bina, yapı, ev, yol gibi mimari-mühendislik terimleri değil; ahlak, vicdan, liyakat vb. gibi birçok konuda herkesin ilgilenmesi gereken kavramlar bolca geçiyor.

Eser, kaynakça ve indeks hariç 162 sayfadan oluşuyor. Bunun 125 sayfası, bilge mimarla yapılan konuşmalardan oluşurken geri kalan kısmı Beşir Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever’in sanat felsefesi ve babası Hasan Ferit Cansever hakkında yazdığı yazılardan oluşuyor. Beşir Ayvazoğlu önsözde bilge mimar için “Güzel, sağlıklı ve kullanışlı bir mimarî çevrenin oluşumu için, o çevrede yaşayacak olan insanların katılımını temel prensiplerden biri olarak gören Cansever Hoca, çevreyi koruma sorumluluk ve şuurunun ancak böyle doğabileceğine inanmıştı. Derdi ki: İnsan, çevrenin oluşumuna katılabilirse, onu daha fazla güzelleştirmek ister, böylece zaman içinde mimarîyi fark ederek anlamaya ve tadına varmaya başlar, onunla yaşar, onu geliştirir. Hatta birlikte gelişir. Batı’da mimarî başta Katolik kilisesi olmak üzere çeşitli güçler tarafından bir güç gösterisine dönüştürülmüş, devâsâ yapılar sadece Ziya Paşa gibi yabancıları değil, o ülkelerdeki insanları bile ürkütmüş ve yönlendirmiştir. Bunu fark eden totaliter rejimler de devâsâ yapılarla insanları ezmenin, ufalamanın yollarını aramışlardır. Dev şehirlerin dev ölçekli yolları ve binaları arasında küçülüp yok olan insanın, çevrenin oluşumundaki sorumluluğunu unutması kaçınılmazdır” diyor. Yazarın, bilge hoca hakkındaki bu sözleri, aslında Cansever’in, mimarînin merkezine neden insanı yerleştirdiğini ve neden her şeyi insan için düşündüğünü bize özetliyor.

Kitabın birinci bölümünde Turgut Cansever’in çocukluğu ve gençlik yılları hakkında malumat sahibi oluyoruz. Ayvazoğlu, yönelttiği sorularla bilge mimarın kendini açmasını sağlamış ve geçmiş yıllardan bilgileri okurun önüne sermiştir. Bu bölüm Turgut Hoca’yı tanıtan önemli bir bölümdür. Çünkü Turgut Cansever ülkemizde çok bilinen ve maalesef hak ettiği değeri verilen biri değildir. Hele genç nesil, bu değerli şahsiyetten tamamen bihaberdir. Ancak eline şu veya bu sebeple bu kitap geçmiş biri için ilk bölüm Turgut Cansever’i tanımak için doyurucu bilgiyi okura veriyor. Nerede doğduğu, yaşadığı yerler, ilk gençlik yılları vb. Örneğin bilge mimarın resme meraklı olduğunu, 15-16 yaşlarında daha çok resimle iştigal ettiğini ve ilk resim sergisini bu yaşlarda açtığını bu bölümde görüyoruz. Aynı zamanda bu bölümdeki bilgiler sayesinde, Cansever’in yaşadığı yerler hakkında, o yıllara özgü bilgilere de ulaşabiliyoruz. Özellikle şuurumun burada teşekkül ettiğini, yaşanacak bir şehrin nasıl olması gerektiğine dair ilk fotoğraflarını zihnime Hisar sokaklarında koşup oynarken yerleştiğini söyleyebilirim dediği o zamanki Bursa’yı tarif etmesi, bende derin bir hayıflanmaya ve üzüntüye sebep oldu. Eski dokusundan neredeyse hiçbir şey kalmayan, yüksek yüksek binalara boğulan bu güzel, bu yeşil(!) şehri Cansever Hoca “…Tipik bir Bursa evinde oturuyorduk. Dört beş odanın yan yana dizildiği uzun bir hayat, bir bahçe… Bursa o zaman şiir gibi bir şehirdi. Buna rağmen babam ‘Bursa’yı ne hale getirmişler!’ diye isyan etmişti. Çünkü onun eski Bursa’sı bizim eski Bursa’mızdan daha güzeldi. Sokaklarında su kanalları vardı, bu kanallarda şelâleler oluşur, etraf su sesleriyle dolardı. Yeşilin her tonunun köpürdüğü bir şehirdi Bursa, bir şehircilik hârikasıydı. Aydın Germen’in Amerikalı bir arkadaşı Bursa’yı görünce, ‘Dünyada şehir denebilecek iki şehir vardır; biri Floransa diğeri Bursa… Floransa bile, Bursa’nın yanında iç karartıcı, karanlık, pis bir şehir!’ demiş.” şeklinde anlatıyor.

Kitabın ikinci bölümünde İstanbul’u görüyoruz. "Dünden Bugüne İstanbul" adlı bu söyleşide İstanbul’un geçmişteki; Romalılar’daki, Bizans’taki ve en çok Osmanlı’daki ve elbette ki Cumhuriyet dönemindeki durumundan bahsediliyor. Yapılan yanlış tercihlerden, kullanılan malzemelerin kalitesizliğinden, İstanbul’un bir sanat şehriyken nasıl ticaret şehrine dönmesinden, İstanbul’luğunu kaybetmesinden ve birçok konudan bahsediliyor. Cansever Hoca, merkeze her zaman insanı koyduğu için bu bölümün en ilginç kısmı, halkın ve mimarların o zamanlarda istemedikleri bir yapı için muktedirlere nasıl karşı durduklarını anlattığı bölümdür. Şu anda, insanlarda olan bıkkınlık ve estetik zevksizliğin yerinde o zamanlar nasıl bir estetik görüş olduğunu hoca şu şekilde açıklıyor: “… Yeni Camii’nin inşasından hemen sonra Sultanahmet Çeşmesi’nin inşa edilmesi üzerine, İstanbul mimarları ve yapı esnafı iki üç gün saray etrafında nümâyiş yaptılar. Hünkârın bu zevksizliği İstanbul halkına reva görmeye hakkı yoktur diyorlardı. Takriben, altmış sene sonra, III. Selim, Kanunî’nin Sinan’a inşa ettirdiği Üsküdar (Kavak) Saray’ını yıktırıp yerine Selimiye Kışlası’nı inşa ettirmeye karar verdiği zaman İstanbul halkı yine ayaklanmıştır. … Ancak tabiî ayaklananlar gerici addediliyor, Selimiye Kışlası’nın yapılması ise ilericilik…

Bu bölümde Menderes hakkında da bazı bilgilere ulaştırıyor bizi Cansever. O zamanki politik ortamı da bize tanıtıyor kısaca. Menderes’in de mimarî açıdan birçok hatası olduğunu söylüyor; fakat bazen iyi niyetinden kaybettiğini bazen de çevresindeki kişiler tarafından kandırıldığını belirtiyor. Tarihî eserlerin göz göre göre sırf rant için, daha çok bina için, daha çok kötülük için yıkılmasına kimsenin ses çıkarmamasına, beş yüz yıllık ağaçların sırf yol geçecek diye kesilmesine siyasilerin olur vermesine karşın halkın nasıl karşı çıktığını, direndiğini belirtiyor. Bu bölümde aklıma Doğu Karadeniz’deki ve ülkenin muhtelif birçok yerindeki ‘yeşili katletmeler’ geldi. Daha çok rant için, para için insanoğlunun, daha doğrusu politikacıların her şeyi göze almaları demek ki o zamanlarda da aynıymış.

Kitabın üçüncü konuşması, "Tutumlu Kent’ Üzerine". Cansever Hoca, mimarîye sadece bina, taş, yol üzerinden bakmıyor. Her açıdan düşünüyor. Bu her açının içinde de ekonominin olması kaçınılmaz. Evlerin nasıl daha ekonomik yapılacağını ve kullanacağını bize harika tespitleriyle veriyor. Kitabın her sayfasını okurken Cansever Hoca’ya niye bilge dendiğini anlıyoruz. Elbette bu bilge mimarın, bu düşüncelerle dikey mimariyi savunması da beklenemez. Vatandaşların, daha insani ölçülerde, bahçeli, tek veya iki katlı evlerde yaşayabileceğini, üstelik herkese fazla fazla yer olduğunu kitabın her anından hissedebiliyoruz. Tabi ki bunun için devlete çok önemli işlerin düştüğünü de Turgut Cansever bolca belirtiyor. Konuşmalarında, dünyanın önde gelen çoğu mimarıyla etkileşim halinde olduğunu bildiren ve onlara atıfta bulunan Hoca, önce ülkemizin, daha sonra da dünyanın kurtarılabileceğini ve umudun hiçbir zaman bitmemesi gerektiğini belirtiyor: “Aslında, bakın, dünya sathı çok büyüktür. Biz bu hesabı yaptık. Frank Lloyd Wright’ın yaklaşımı çok daha insanîdir; 1940’larda gündeme getirdiği bir proje var: Broad Acre C,ty (Geniş Akrlı şehir); aşağı yukarı üç beş dönümlük arazi içinde evler. Düşünce şu: Ulaşım artık önemli bir problem olmaktan çıktı; o halde insanları üç-beş dönümlük araziler içerisinde evlere yerleştirebiliriz. Bu kadar arazi, bir ailenin geçinmesine imkân verecek tarım faaliyetini gerçekleştirmeye yeter. Sonra fark ettik ki Alanya tam böyleymiş. 1960’larda Alanya için bir proje müsabakası açıldı. Bu müsabaka sonunda kale Alanya’sıyla ufkî Alanya’nın böyle beş dönümlük arsalarda narenciye geliriyle çok müreffeh yaşayan bir küçük şehir olduğu keşfedildi. Frank Lloyd Wright diyor ki: ‘Bütün dünya nüfusunu rahatlıkla arz üzerine yerleştirmek mümkündür.’ Aydın Germen’le bir gün oturup bir hesap yaptık: Ankara civarında kuzey-güney istikametinden bir çizgi çekiniz ve Ege Denizi’yle bu çizgi arasındaki dağları da ova farz ediniz; her evin beş dönüm bahçesi olması kuralını da uygulamak suretiyle bütün dünya nüfusunu bu alana yerleştirmek mümkündür.

İnsanı kurban etmemek için koyunu kurban etmek nasıl çok önemli bir genel davranışı ortaya koyuyorsa, bugün de insanı kurban etmemek için yeri geldiğinde otomobili kurban etmeyi düşünmek gerekir tutumlu kent için” diyebilecek kadar insanı merkeze alan, bugünün insanlarından, mimarlarından (ya da mühendis mi demeliyim) tamamen farklı bir bakış açısından dünyaya bakan, amacı para değil daha güzel, estetik ve herkesin insanî koşullarda yaşadığı bir ülke olan Cansever Hoca’yı anlamamak için elimizden geleni yapıyoruz, maalesef ki daha da yapacağız gibi görünüyor. Turgut Cansever’in anlattığı o güzel ülke, çok gerilerde kalmadı aslında. Fakat bu kadar kısa süre içinde nasıl bu hale geldik, nasıl bu kadar barbarlaşıp canavarlaştık, nasıl bu kadar para hırsına büründük, insanın aklı almıyor. Ülkemizi sevmiyoruz. Herkes sevdiğini söylüyor; ancak kimse sahip çıkmıyor. Bahsettiğim 15 Temmuz gibi ekstrem durumlar değil. Biz bir yerden sahip çıkıyoruz ama beş yerden ülkemize gedik açıyoruz. Bu hale gelince de geri dönüşü çok zor olan yollara giriyoruz. İnsan varsa her zaman umut da vardır; ama ‘insan’ kalabilen kaç kişi var: “Avrupa’daki korumacılık şuurunu çok iyi anlatan bir örnek vermek isterim. Varşova şehrinin imar planını hazırlayan Prof. Skibniewsky anlatmıştı. Almanlar çekilip Ruslar’ın Varşova’yı istila ettikleri sırada, enkaz içinde, mağaramsı yerlerde yaşayan otuz bin insan varmış, üç ayda bu otuz bin kişi üç yüz bin kişi olmuş. Kışın bu insanlar birkaç kilometre yürüyerek donmuş nehrin buzunu kırıp kovalarla su taşıyorlarmış. İki sene hiçbir şey yapılmamış. Yalnızca bir şey yapılmış: Varşova Kalesi’nde ahşap bir mahalle var. Almanlar kaleyi bombalayınca bu mahalle de yanmış. Yanan binaların parçalarını söndürmek için bütün güç kullanılmış; söndürülemeyenleri Varşovalı gençler üzerlerine yatarak vücutlarıyla söndürmüş ve bu parçaları Varşova’nın sığınaklarında muhafaza etmişler. İnsanlara yer kalmamış, ama bu parçaları sığınaklarda muhafaza etmişler. İki sene sonra bu parçalar taşınarak Varşova Kalesi yeniden inşa edilmiş. Bir insanın yaşadığı şehri, yaşadığı ülkeyi sevmesi budur.

Kitapta ilgimi en çok çeken mülakat son ikisi olan "Mevcut Yapı Stoku" ve "Çözüm, Türk Evinde"dir. Cansever’in özellikle bu konular hakkında konuştukları, olayın vahametini bize gösteriyor. Müthiş bilgili biri Turgut Cansever Hoca. Zaman zaman dediklerini anlayamayabilir okurlar. Çünkü üst perdeden konuştuğu olabiliyor. Zaten bunu kitabın önsözünde Beşir Ayvazoğlu da belirtiyor.

Kitabın sonunda Ayvazoğlu’nun Turgut Cansever ve babası Hasan Ferit Cansever hakkında yazdığı yazılar bize Cansever ailesini, görüşlerini ve yaptıklarını doyurucu bir şekilde tanıtıyor. Yoğun bir bilgi içeren bu okumadan sonra diyebilirim ki, kitapta bir tane bile boş satır yok.

Turgut Cansever mimarsa şimdikiler ne? Şimdikiler mimarsa Turgut Cansever ne?

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10