12 Şubat 2017 Pazar

Doğayla girilen her mücadeleyi insan, kaybetmeye mahkumdur

“Çağdaş ve gelişmiş denilen batı toplumu, yaşadığımız yüzyılı bir dünya savaşları dönemi yapmakla yetinmemiş, kendi içinde sürekli mutsuzluklar yaratarak kendi bireylerini kendisine yabancılaştırıp umutsuzluğun götüreceği en son iskeleye, ölüme sürüklemiştir.”
- Attila İlhan

“Batı her zaman senin bildiğin gibi barış ve adalet diyarı değildi, kadın ve erkek haklarının, doğanın üstüne titrenmiyordu. Senden bir önceki kuşaktan olan ben, bambaşka bir Batı tanıdım.”
- Amin Maalouf

‘Medeniyet’ denince herkesin aklına olumlu şeyler geliyor. Refah bir yaşam, ilkellikten uzak bir hayat, daha iyi işlerde kazanılan paralar, teknolojinin üst düzeyde kullanılabilmesi vs. Örneğin köylerde yaşayanlara, (özellikle dağ köylerinde) medeniyetten uzak diyor bazı insanlar. Ya da cep telefonu kullanmayanlara, ‘bu çağda, bu medeniyette telefonsuz durulur mu’ diyerek alayla karışık bir tepki gösteriyor insanlar. Dünya binlerce yıldır var, insanlar binlerce yıldır yaşıyorlar ve ölüyorlar yer küre üzerinde. Fakat medeniyet adına sayılan şeyler ne kadar süredir var deseler ne diyebiliriz: iki yüz yıldır, üç yüz yıldır. Daha ilerisi değil. Dikkat edersek medeniyet demedim, medeniyet adına sayılan şeyler dedim. Hal böyleyken etrafımızı ‘medeniyet’ kelimesiyle kendini bağdaştırarak bizi sarıp sarmalayan ve onlarsız yaşayamayacağımız noktaya, daha da kötüsü onlarsız bir hayatı düşünemeyeceğimiz noktaya getiren nedir? Kimdir? Bu sorular herkesin malumu. Cevabı da belli aslında: Batı ‘medeniyeti’. İtiraz edenler, karşı çıkanlar olacak olsa da benim bu konuda cevabım nettir. ‘Batı’nın tekniğini alalım, kültürünü değil’ diyenlere karşılık da, bu konuda bulunduğum yer İkbal’in, Akif’in çizgisi değil, İsmet Özel’in çizgisidir. Batı medeniyeti diyerek ülkemizi ayırıyorum gibi bir şey anlaşılmasın. Maalesef, özellikle tanzimattan itibaren başlayan süreç şu anda bizi batıdan tamamen farksız bir noktaya getirdi. Batı’dan daha çok batıcı olduk. Batı’dan daha çok batıyı savunur olduk. Batı’dan daha çok kapitalist olduk. Batı’dan daha çok seküler bir hayat yaşamaya başladık. Bu durumu yıllardır ayarlamaya çalışanlar bile bu kadarını beklemiyordur diye düşünüyorum. İşin kötüsü bu şekilde, freni boşalmış kamyon gibi yokuş aşağı daha da hızlanarak gidiyoruz. Sonumuz hayırlı olsun.

"Göğü Delen Adam", ilk kez 1920 yılında yayımlanmış ve yayımlandığı zaman büyük etki oluşturmuş bir kitaptır. Batı medeniyetini, Avrupa’daki insanların yaşayışını yerden yere vuran, Avrupa’daki yaşamla dalga geçen ve okura, Avrupa’daki hayatla ilgili büyük farkındalıklar kazandıran bu eser Erich Scheurmann tarafından bize kazandırılmıştır. Türkiye’de ilk kez 1988 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan neşredilmiştir. Bendeki baskısı da 2016 baskılıdır ve yine Ayrıntı Yayınları etiketiyledir. 103 sayfa eser ve 7 sayfa da Erich Sceurmann’ın biyografisiyle birlikte toplam 110 sayfalık, incecik bu kitap, Batı medeniyetini ciltlerce anlatan birçok kitaptan daha kıymetlidir benim gözümde. Bu kitapta yazan şeylerin gerçek değil de hayal ürünü olduğunu söyleyenler de vardır; ancak kitabın sonunda Erich Scheurmann’ın biyografisini okuduğumuzda bunun gerçek olmasının daha ihtimal dahilinde olduğunu anlıyoruz. Kitap kapağıyla, rengiyle oldukça başarılı; ancak arka kapağa konulan yazılar kitaba ‘American bestseller’ havası vermiş. Gazetelerdeki bazı kişilerin kitap hakkındaki fikirlerinin yer verilmesi hatasına maalesef Ayrıntı Yayınları da düşmüş. Arka kapakta her zaman kitaptan ufak bir pasaj dışında hiçbir şey olmaması taraftarıyım.

Kitap, yazarın ön açıklaması ve kabile reisi Tuiavii’nin on bir farklı konudaki düşüncesinden oluşuyor. Tuiavii, bir Samoa yerlisi. Belli bir süre Avrupa’da yaşamış, oradaki hayatı gözlemlemiş, kendi kabile hayatıyla kıyaslamış ve daha sonra görüşlerini kendi kabilesine bir konuşmayla bildirmiştir. (Kitapta bu bir konuşma şeklinde geçiyor ancak Tuiavii bu düşüncelerini kendi dilinde sadece yazmış, konuşma olarak halkına iletmemiştir. Bu konuşma daha sonra Almanca’ya çevrilmiştir.) İşte bu konuşma, ‘Göğü Delen Adam’ kitabını oluşturmuştur. Tuiavii’nin amacı, yaşadıkları yere gelen ve ‘size medeniyet getireceğiz’ diyen ‘Papalagi’ye karşı, ilk misyonere karşı halkını bilinçlendirmektir. İlk gelen bu misyonere Tuiavii, Papalagi demiştir. Kelimenin anlamı ‘beyazlar’ ya da ‘yabancılar’ demek olsa da birebir çevrildiğinde ‘göğü delen adam’ şeklindedir. Kitabın orijinal ismi de zaten ‘der Papalagi’dir.

Bu konuşmayı yayımlamasının sebebini Erich Scheurmann kitabın başındaki ön açıklamasında “Bu konuşmayı Avrupa’da yayımlamak ya a bastırmak gibi bir niyeti kesinlikle yoktu Tuiavii’nin. Bunlar sadece kendi Polinezyalı halkı için düşünülmüştü. Ben onun bilgisi dışında ve kuşkusuz ona rağmen bu yerlinin konuşmalarını Avrupa’nın okur çevresine yine de aktarıyorsam bunun elbette bir nedeni var: Doğayla henüz iç içe bir insanın bizim kültürümüze hangi gözlerle baktığını öğrenmek biz beyazlar ve akıl insanları için bir değer taşıyor olsa gerek. Kendimiz, artık yitirdiğimiz bir bakış açısıyla görme imkanı buluyoruz, onun gözüyle baktığımızda. Kimi uygarlık tutkunları Tuiavii’nin bakışını çocuksu, çocukça, hatta budalaca bulacaktır mutlaka; ama sağduyulu ve daha alçak gönüllü olan kimileri ise Tuaivii’nin sözlerine katılacak ve kendilerini yeniden gözden geçirmeye mecbur hissedecektir. Çünkü onun bilgeliği herhangi bir eğitime değil, doğal bir yalınlığa dayanmaktadır.” şeklinde açıklıyor.

Tuiavii, halkını çeşitli konular karşısında Papalagi’ye karşı bilinçlendirmeye çalışırken, Avrupalı’nın kıyafetlerindeki dengesizliği, evlerindeki farklılığı, paraya verdiği önemi hatta paraya tapmasını, zaman kavramına yüklediği anlamı, mülkiyet kavramına bakış açısını, sinema, gazete, kitap hakkındaki düşüncelerini, Tanrı konusundaki çıkmazını ve çelişkilerini insanın suratına bir bir vuruyor. Tuiavii muhtemelen 1900’lerin başlarında Avrupa’da bulundu. O zamandan bu zamana kadar dünya inanılmaz bir şekilde değişti. Tuiavii eğer şu anda Avrupa’da bulunsaydı, neler yazardı tahmin bile edemiyorum. Sinema veya kitabı bile eleştirebilen, daha doğrusu bunların insanlar üzerindeki etkisini eleştiren kabile reisi, televizyona neler derdi tahmin etmesi güç. Gazete için “Gazete aynı zamanda bir tür makinedir. Her gün yeni düşünceler üretir. Tek bir kafanın üretebileceğinden çok daha fazlasını. Ama bu düşüncelerin çoğu gururdan ve güçten yoksun zayıf düşüncelerdir. Kafamızı bol besinle doldurur, ama güçlendirmez. Kafamızı aynı şekilde kumla da doldurabilirdik. Papalagi de kafasını böyle işe yaramaz kağıt besinleriyle yükler. Daha birini boşaltmadan bir yenisini yükler. Onun kafası kendi balçığına boğulan Mangrove bataklığı gibidir. İğrenç dumanların yükseldiği, sokucu sineklerin uğuldadığı, hiçbir yeşilin bitmediği, bereketin uzak durduğu bir bataklık.” diyen Tuiavii, şimdiki medya ve televizyon hakkında neler konuşurdu acaba?

Tanrı birine fazla meyve vermişse, o kişi meyveler elinde çürümemesi için ondan kardeşlerine vermelidir” diyen kabile reisi, Avrupalının mülkiyet kavramını da “Doğru düşünseydi, elimizle sıkı sıkıya tutamadığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sıkı sıkıya tutamadığımızı da. Sonra, Tanrı’nın bu büyük evini herkes içinde kendine bir yer bulsun ve mutlu bir yaşam sürsün diye verdiğini de görebilirdi. Bu evin yeterince büyük olduğunu, herkesin payına bir lekecik de olsa güneş ışığı, bir tutam mutluluk düşeceğini; herkes için hiç yoksa küçük bir palmiye gövdesi ve tabii ayaklarını basabileceği bir yer olduğunu görebilirdi. Tanrı’nın istediği ve belirlediği şekilde. Tanrı nasıl olur da çocuklarından birini unutur? Ama yine de birçokları, Tanrı’nın onlara bahşettiği topraktan küçük bir parça edinmek için didinip durur” şeklinde eleştiriyor. “Beyaz adamı gerçek tanrısı, kendisinin ‘para’ adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kağıttan başka bir şey değildir” şeklinde belirten kabile reisi, Avrupalının Tanrı kavramına bakışının nasıl da ‘sakat’ olduğunu, Tanrı’nın onlar için sadece teorikte olduğunu, yaşamın içinde hiç yer bulmadığını, yalnızca başlarına bir felaket geldiğinde Tanrı’yı hatırladıklarını söylüyor. Haksız olduğunu söyleyemem. İşin daha da endişe verici kısmı bu durumun ülkemizde de bu hale gelmeye başlaması. Allah’ı bilmeyen, umursamayan, hiç ibadet etmeyen (az-çok, arada ibadet eden değil, hiç) ama Müslüman olduğunu iddia eden, İslam’ı sosyal hayattan ayırıp, dinin yaşamın içinde olmaması gereken bir şey olduğunu düşünen bir nesil meydana geliyor. Buna etken olarak iktidarları, eğitim sistemini, kurumları sayıp kimseyi masum ilan edemeyiz. Bireysel olarak bir yozlaşmadan bahsediyorum. Maalesef. İnsanlar Avrupalı hayat tarzının etkisine kendini öyle kaptırdı ki bize rızık verenin şirketler olduğunu söylemeye başladı.

Kitapta, yukarıda verdiğim örnekler gibi birçok can alıcı tespit var. Erich Scheurmann’ın ön açıklamada bahsettiği gibi bu konuşma, Avrupalı insanlara budalaca gelebilir. Benim de katılmadığım kısımlar yok değil, özellikle kıyafet konusu. Ama Tuiavii bu eleştirileri kendi kabilesi üzerinden gerçekleştiriyor ve böyle olunca da insan ister istemez hak veriyor kabile reisine. Üstelik bu kitaptaki eleştiriler, dayanaksız sözler veya eleştiri olsun diye eleştirilmiş şeyler de değil. Tuiavii, Avrupa medeniyetini eleştirip, kendi yaşamlarının bu medeniyet karşısındaki üstünlüğünü de insanlarına anlatıyor. Böyle yaptığı için de havada kalan şeyler olmuyor.

Yıllarca okullarımızda, sokakta, iş yerlerinde duyduğumuz ‘insan doğayla bir mücadele halinde, insan doğaya karşı olan mücadelesini kazandı’ teraneleri edenler de keşke bu kitabı okusa. Doğayla girilen her mücadeleyi insan, kaybetmeye mahkumdur.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Edebin, faniliğin kovulduğu günümüzde fabrika ayarlarımıza dönmek

Yaşadığımız hayat dalgalı denizler misali. Kimileyin dalgalar sert rüzgârların etkisiyle kıyılarımızı döver durur. Kimileyin derin bir sessizliğe gömülür her şey. Kimileyin de kopkoyu bir boşluk olur her ne varsa. Kimi insan yitip gider dalgalı denizlerde, derin boşluklarda... Kimi de dimdik durur bütün darbelere, en soylu savaşlardan çıkıp gelir, vakur… Arifler, bilgeler, dervişler, Hakk’a hakkıyla teslim olmuşlar her türlü yalpalamaya, yitip gitmeye, savrulmaya karşı kale gibidirler. Sıradan insanların yitip gittiği denizlerden en güzel incileri, hayattan en büyük dersleri çıkarırlar. Yüksek ahlakın, edebin, hakikatin yanında yer almanın kaviliğiyle örerler kozalarını. Ve çağırırlar bütün yolunu yitirmişleri, garipleri, kaybolmuşları…

Hazreti Türkistan”, “Arapların Kutbu”, “Acemlerin Pîri”, “Türklerin ŞeyhiHoca Ahmet Yesevi, yukarıda anlatmaya gayret ettiğimiz kalelerden biri. Yüzyıllardır insanları savrulmaktan, insanlıktan kopmaktan koruyan ve kollayan öğretilerin sahibi. Yaşamıyla, sözleriyle, Divan-ı Hikmet'iyle dalgalı denizlerden çıkardığı incileri insanlığın hizmetine sunmuş bir ulu. Hem medrese eğitimi görmüş hem de tasavvufu layıkıyla öğrenmiş. Hiç ayak basmamasına rağmen Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında katkısı büyük. Müridi olan Horasan erenleri, gittikleri her yere iyiliğin denizinden çıkardıkları incileri saçmışlar. Hoca Ahmet Yesevi çok mütevazı. Bildiğini yerli ve göçebe insanlarla paylaşmaktan, insanları irşad etmekten geri durmamış. Tam bir teslimiyet içinde. Korkusuz… Şükretmek bahsinde söyledikleri şaşırtıcı. Şöyle diyor: “Karnı tokken Horasan’ın köpekleri bile şükreder, aslolan açken bile şükredebilmek.

Yakın zamanlarda Büyüyenay Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan Cevâhirü’l-Ebrâr Min Emvâc-ı Bihâr & İyilerin Dalgalı Denizlerden Çıkardığı İnciler kitabı, Yesevilik âdâbı ve menâkıbnâmelerden oluşuyor. Kitabın müellifi Yesevi yolunun takipçilerinden bir derviş olan Hazînî. Hazînî, hayatı ve doktrinleri konusunda çok fazla kaynak olmayan Yesevi’yi anlama konusunda büyük önem arzediyor. İyilerin Dalgalı Denizlerden Çıkardığı İnciler, Yeseviliği anlama ve tanıma hususunda kaleme alınmış en yetkin eserlerden. Kitabı Prof. Dr. Cihan Okuyucu ve Doç Dr. Mücahit Kaçar yayına hazırlamış. Kitabın metinleri, akademik çevreler dışında da anlaşılsın diye Doç. Dr. Mücahit Kaçar tarafından günümüz Türkçesiyle sadeleştirilmiş. Cevâhirü’l Ebrâr, 162 yapraktan ibaret. Metnin 111 yaprağı Türkçe, geri kalan kısımlar ise Farsça ve Arapça. Kitapta orijinal metinlerle tercümeler karşılıklı sayfalarda verilmiş. Tercümede asıl metne sadık kalmaya azami önem verilmiş.

Hazînî, Tacikistan’ın Hisar bölgesinde doğmuş. Sultan II. Selim döneminde Anadolu’ya gelir ve ömrünün büyük bir bölümünü İstanbul’da geçirir. Çocukluk döneminde, 12 yaşlarında Ahmet Yesevi’ye intisap eder. Hazînî, Cevâhirü’l-Ebrâr’ı Yesevi silsilesine ait adabı tanıtmak, tarikatları ihyâ gayesine hizmet etmek, Yesevilik hakkındaki şifahi kaynaklardaki ve telif edilmiş eserlerdeki bilgileri bir araya getirmek ve Ahmet Yesevi’nin şefaatini ummak gibi gayelerle yazdığını belirtiyor.

Kitabın konusu kabaca iki temel etrafında şekilleniyor: Yesevîlik âdâbı ve Yesevîlik yolunun büyüklerinin mekıbeleri. Ahmet Yesevi ve Seyyid Mansur’un menkıbeleri ilk başta yer alıyor. Kitaba mesnevi tarzı bir metinle başlanıyor. İlerleyen bölümlerde müridlik âdabı işleniyor. Ahmet Yesevi’nin sözleri ve halleri önderliğinde tarikatın adap ve erkânı anlatılıyor. Batın ilmi yorumlanıyor. Halvetin anlamı ve gereği hakkında bilgi veriliyor. Halvet kelimesini oluşturan harflerde birçok gizli hikmetin bulunduğu ve bu hikmetler sayesinde manevi makamlara ulaşılacağı söyleniyor. Gerçek bilgiye sahip olanlar halvet kelimesindeki Hâ'yı yalnız olmaktan, Lâm harfini leyl (gece)den, vâv harfini vuslattan ve hâ harfini hidayetten alarak halvet kelimesini tarikatın amacına işaret kılarlar. Ahmet Yesevi, uzletin ve halvetin en mükemmelinin kırk gün sürdüğünü söylüyor. Hazînî, eşyanın ekserisinin kırk günde olgunluğa erdiğini, çile ve halvetin de insanı kırk günde olgunlaştırdığını, maneviyatını nurlandırdığını, beşeri kusurları temizlediğini ve kederleri yok ettiğini belirtiyor.

Yesevi öğretisinde cömertliğin altı çokça çiziliyor. İç ve dış temizliğe dikkat edilmesi ve Hz. İbrahim gibi cömert olunması… Azalara ve vücut organlarına abdest aldırılarak tertemiz olunması ayrıca tembihleniyor. Beş tür abdestten bahsediliyor. Ruh abdesti deniyor. Ruhun abdesti hayvanlık cehaletinden, Allah’tan başkasını görmekten ve bedenin kötülüklerinden arınmak manasında kullanılıyor. Sır abdesti ise iki yüzlülük, kendini beğenme, makam sahibi olma gibi dünyaperestlikten korunma manasında. Kalp ve gönül abdesti münafıklık, azgınlık ve kötü ahlaktan arınma. Dilin abdesti yalan, gıybet, iftira ve boş lakırdıdan korunmak. Zahir abdesti ise şeriatın emrine göre azaların temizlenmesi olan abdest.

Zikir türleri ve zikir âdâbı babında Yesevî’nin tavsiyeleri dillendiriliyor. Yesevî şunu söylüyor: “Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerinden olan 'Allah' ism-i şerifi, bütün sıfatları kendinde toplar. Allah ismini seçtik ve böylece Allah’ın yardımıyla 'Hû' atına binerek 'Hû' makamına erişiriz. Bu zikir kişiyi velilik derecesine çıkarır.”. Yesevilikteki zikrü’l-âdet, zikrü’l-heybe, zikrü’l-müşahede hakkında da gerekli bilgiler veriliyor.

Yesevilikte edebin önemi büyük. Hatta büyükler tarikat bütünüyle edepten ibaret diyerek bunun altını çiziyorlar. Edep olmadan vuslat olmazmış. Yesevî, “Edep, ilâhi nurdan bir taçtır.” diyor. Gizlilik de çok önemli olgulardan. Fakirliği gizlemek, cömertliği gizlemek, öfkeyi gizlemek, sıkıntıyı ve zorluğu gizlemek, hastalığı gizlemek, iyi amelleri gizlemek… Bu saydığımız olgular insanın hem diğer insanlar tarafından yanlış tanınmasını, hem de insanın savrulmasını engeller.

Hazînî, Yesevi tarikatını çok ince bir yol ve derin bir deniz olarak betimliyor. Burada gizli ve açık zikirlerin yapıldığı, fakirlik ve fâni olma yolunun öğretildiği gönül açıcı bir iklimin var olduğu dile getiriliyor. Evet, etkisi yüzlerce yıldır azalmayan, daima gönüllerde kendine yer eden, dünyanın değişik bölgelerindeki Müslümanların gönül coğrafyasında müstesna bir yeri olan Hoca Ahmet Yesevi’yi tanımak ve anlamak için Hazînî ve yazdıkları gerçekten önemli. Cevâhirü’l Ebrâr, Yesevilik alanında en önemli kaynaklardan. Suyu pınarın gözünden içmek isteyenler için kaçırılmayacak bir kitap.

Edebin, mütevazılığın, yoksulluğun, faniliğin kovulduğu günümüzde fabrika ayarlarımıza dönmek gerçekten gerekli. Yeryüzünün geçiciliğinin farkında olmak elzem. Dünyaya kazık çakacakmış gibi bir psikoloji içinde yaşayan insanlığa kadim çığlığın yeniden haykırılması icap ediyor. Sahici bir çığlık ise geçmişteki sahici çığlıklara kulak vermekle olacak.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

7 Şubat 2017 Salı

Tasavvufun on esası

Büyük İslâm âlimi Şeyh Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’nin kaleme aldığı ve Celvetî şeyhi, Rûhu’l Beyân yazarı İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri tarafından tercüme edilen “Şerhü’l-Usûli’l-‘Aşere” eseri, Bedir Yayınları tarafından “Tasavvufun On Esası” adıyla basılmış. Bu kısacık ve fakat kallavi eserinde Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri, tasavvufun on esası olan tövbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, devamlı zikir, teveccüh, sabır, murakabe ve rızayı anlatıyor.

Tövbe
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tövbe “kulun kendi iradesiyle Allah’a dönmesidir ki bu dönüş ‘Sen Rabb’inden, Rabb’in senden razı olduğu hâlde O’na dön’ emrinde olduğu gibi ölünün kendi iradesi olmadan Allah’a dönmesi” gibi olmalıdır. Şeriatte tövbe günahlar için edilir. Tasavvuf perspektifinde ise günah sadece “şer’i kâidelerle yasaklanan şeyler değildir. Günah: Kalbin ve nefsin meylettiği her şeydir. Nitekim yüce Kur’an’da ‘Rabbim, beni ve neslimi puta tapmaktan koru’ denir. Bu ayette geçen ‘esnam’ yani putlar kelimesini İmam Gazali, dünyalık ve para olarak tasvir eder.”. Dolayısı tasavvuf perspektifinde günah, insanın eşyaya bağlanmasıdır.

Zühd
Zühd, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun ikinci esasıdır. Zühd, dünyada mal, şehvet ve her türlü maddi istek ve arzularımızdan -az olsun çok olsun- tıpkı bir ölünün uzaklaştığı gibi uzaklaşmaktır. Bu hususta Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri, “tasavvuf hayatına adım attığım yıllarda Şeyh-i Ekber Muhyiddin b. Arabi Hazretleri beni üç şeyden men etti” buyurmuştur. Bunlar: “Alaca kıyafet giymek. Asâya yani bastona dayanmak ve aşırı cinsel ilişkide bulunmaktır.”. Bu üç hususu Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri şöyle açıklar: “Alaca kıyafet giymek, vahdeti arzulayan kişinin elbisesinin renginde de bir vahdet olmalıdır. Mâna ve suret birliği gereklidir. Asâya yani bastona dayanmak ise mâsivaâya dayanmak demektir oysa dayanılacak tek şey Allah’tır. Aşırı cinsel ilişkiden sakınmak gerektir. Hz. Üftade de Aziz Mahmud Hüdai’ye sülûkunun ilk yıllarında evine ancak haftada bir gitmesine izin veriyordu.”. Dolayısı ile zühd başka bir deyişle “dünyayı zihnen terk etmek” demek anlamına gelir.

Tevekkül
Tevekkül, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun üçüncü esasıdır. Tevekkül, “bir ölünün dünyadan kopması gibi kulun Allah’a güvenip bütün sebep ve tedbirlerden uzak kalması” demektir.

Kanaat
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun dördüncü esası kanaattir. Kanaat ise “insanın zaruri ihtiyaçlarının dışında tıpkı bir ölü gibi nefsani ve hayvani istek ve arzularından arınmasıdır.” Kelime manası olarak kanaat, insanın kısmetine düşenlere razı olmasıdır. Ehl-i tasavvufun yüklediği ıstılâhi anlam ise “bolluk veya darlık söz konusu olmaksızın her hal ü kârda kalbin temiz olmasıdır.

Uzlet
Bir insanın tıpkı bir ölü gibi inziva ve ayrılık suretiyle insanlardan ayrı yaşaması anlamına gelen uzlet, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun beşinci esasıdır. Tasavvufta ise uzlet “sâlik gaybu’l – guyûb’a yönelen kişilerin hâlleridir.”. Bunun için uzlete giren kişi dünyanın mal ve mülkünden kendini arındırıp sadece Allah’ı düşünmelidir. Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri bu hususta “kişi yâr için ağyarın sohbetini bırakmalıdır” buyurur çünkü kişi dünya hâliyle hâlâ ağyar âlemindedir. Tasavvufta “müridin kendisini terbiye eden şeyhine yaptığı hizmet de uzlet hayatına dâhildir.” Uzletin aslı ise halvet yoluyla beş duyu organlarını bazı tasarruflardan uzak tutmaktır.

Devamlı zikir
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun altıncı esası devamlı zikirdir. Zikir her şeyi unutarak sadece Allah’ı zikretmektir. Kuran-ı Kerim’de “unuttuğun zaman Allah’ı zikret” denmiştir. Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri buradaki “unutmak” kelimesinin “Allah’tan başkasını unutmak” anlamına geldiğinin altını çizer. Hazrete göre devamlı zikirden maksat ehl-i zikrin dil ile yaptığı zikirdir. “Sesli zikrin çok faydası vardır. Zikr-i cehrinin gayesi Allah’ı nefse duyurmaktır çünkü nefis sağırdır ve bağırmaya muhtaçtır. Yoksa bunun amacı Allah’a duyurmak değildir. Sesli zikre müdahale eden, onu iyi görmeyen, aksine onu gereksiz görenler tasavvufun makamlarından ve sırlarından habersizdirler.

Teveccüh
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun yedinci esası tamamen Allah’a yöneliş olan teveccühtür. Tamamen Allah’a yönelmek, O’nun dışındakilere çağıran her şeyi tıpkı bir ölü gibi terk etmektir. Burada salik sadece Allah’ı ister. Onun dışında ne bir mahbub ne matlub ve ne de bir maksadı vardır.

Sabır
Nefsin isteklerinden tıpkı bir ölü gibi uzak durmak anlamına gelen sabır, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun sekizinci esasıdır. Sabır mücâhede ile yapılmalıdır. Nitekim Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri “cennetin etrafı sıkıntı ve güçlüklerle, cehennemin etrafı ise istek ve hazlarla doludur” hadis-i şerifini hatırlatarak, kişinin sıkıntı ve güçlüklere sabretmesi ve böylece cenneti hak etmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Murâkebe
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun on esasından dokuzuncusu murakabedir. “Murâkabe müridin her türlü havl (değişim) ve kuvvetten bir ölü gibi kendini tecrid etmesidir.”. Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri murakabenin bir mevhibe-i İlâhiye olduğunun altını çizer. Ona göre murakabe hâlinde olanların şu vasıfları taşıması gerekir: Mâsivâdan yüz çevirmek, O’nun aşkının deryasına dalmak, O’na kavuşma özlemi duymak, sadece O’na güvenmek, sadece O’ndan yardım dilemektir.

Rıza
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun on esasından sonuncusu rızadır. “Rıza nefsin isteklerinden tıpkı bir ölü gibi kendini tecrid ederek hiçbir itiraz ve münakaşada bulunmadan Allah’ın ezeli tedbirlerine teslim olmaktır.

Metin Erol
twitter.com/metinerol_

3 Şubat 2017 Cuma

Dostlarının hatıralarındaki Yahya Kemal

"Ne zaman ki biz Itrî'yi gerçek manada tanırız, içselleştiririz, temellük ederiz, ciddi manada yani, Itrî'yle düşüp kalkmaya başlarız, o zaman Yahya Kemal'i anlayacağız. Ve bunu yapmadan da biz bir yere varamayacağız."
- Sadettin Ökten, Türk Düşüncesi: 1, 2012

Doğup büyüdüğüm semtten mütevellit Yahya Kemal ile ilk tanışıklığım Koca Mustâpaşa şiirini okuduğum yıllara dayanır ki takriben ilkokulun son sınıfına rast gelmesi lâzım. Akabinde lise yıllarıyla birlikte pederim vesilesiyle temas kurduğum Türk sanat mûsıkîsi ve bilhassa Münir Nurettin Selçuk besteleri, şüphe yok ki Yahya Kemal isminin gönlüme iyice yerleşmesine imkân sağladı. Fakat bu ismin fikrî dünyasının kavrama çabalarımda, şiirlerine daha fazla hassasiyetle yaklaşmamda Sadettin Ökten hocanın yerini (bkz: Yahya Kemal'in Rüzgarıyla Düşünceler ve Duyuşlar, Ötüken Neşriyat) ayrıca zikretmem gerekiyor. Bundan bahtiyarım zira İstanbul sevgimin, 'eski' şiirimize olan merakımın temelinde Yahya Kemal etkisi yatar. Onun rüzgârıyla İstanbul daha güzel okunur, daha anlamlı yaşanır gibi geliyor bana her zaman. Günümüzde hâlâ eserlerinin vazgeçilmez oluşu, fikirleri üzerindeki düşünme gayreti dahi bu ince ruhlu, nevi şahsına münhasır şairimizi tanımaya kafi gelmemiştir. Hâlâ onun geçmişinde sır gibi kalmış meseleler, yaşayışlar olduğunu düşünüyorum.

Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen ve Yusuf Turan Günaydın'ın hazırladığı "Yakın Dostları Yahya Kemal'i Anlatıyor" adlı eser, şairimizi daha yakından tanımaya vesile oluyor. 1 Kasım 1958'deki vefatından hemen sonra gazeteci Şemsi Kuseyri, şairin yakın dostlarıyla görüşmüş ve bunu bir dizi hâlinde Yeni Sabah gazetesinde tefrikâ etmiş. Yusuf Turan Günaydın, hazırladığı bu kitapla, gazetedeki diziyi derlemiş oluyor. Peki Şemsi Kuseyri kimlerle görüşmüş? Bu isimler şöyle: Melel Celâl Hanım, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Abdülkadir Karahan, İhsan Şükrü Aksel, Münir Nurettin Selçuk, Fahrettin Kerim Gökay, Fahriye Ali Sami Yen, Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, Ord. Prof. Sadi Irmak ve Fatma İzzet Melih Devrim (Fahrünnisa Zeyd).

Kitap evvela Yusuf Turan Günaydın'ın "Bir ölümün hemen ardından" yazısıyla başlıyor. Akabinde Şemsi Kuseyri'nin üç alt başlıklı sunuşu var: Büyük şair, Paris'te geçen seneler ve Büyükelçi Yahya Kemal. Kuseyri'nin merakı da tıpkı bizler gibi, bu karmaşık ruh sahibini daha yakından keşfetmek üzerine. "Yahya Kemal'in her şiirinde ayrı aşk terennüm ettiğin iddia edenlerin yanında, hiç kimseyi sevmediğini söyleyenler, şiirlerinin çok hissiî olduğunu iddia edenler yanında onları çok aklî bulanlar, onun çok toleranslı, çok yumuşak olduğuna inananlar karşısında çok kıskanç ve çok alıngan olduğunu iddia edenler... elbette bulunacak. Ve belki de herkes kendi zannında kendince haklı olacak. Çünkü her büyük adamda olduğu gibi herkes onda biraz kendini, kendi gerçeklerini görecek. Aslında Yahya Kemal, bütün bu çeşitli ruh hâllerinin örüldüğü, bünyeleştiği bir terkipti..." diyor Kuseyri ve dizisinin gayesini de şu sözleriyle açıklıyor sanki: "Pek çok dostu vardı ama en iyi, en yakın, en hakikî dostu kimdi? Dostlarına kendinden, kendi hakikatinden ne kadarını ve nasıl vermişti?"

Melek Celâl Hanım, Yahya Kemal'in çok kibar, âşıklara karşı hürmetkâr olduğunu belirtmiş. "Vuslat"isimli şiirini büyük aşkı Celile Hanım için yazdığını, en büyük aşkını ona beslediğini anlatmış. Birçok kez âşık olmuş ama hiçbiri Celile Hanım'ın yerini tutmamış. Üstelik şairimiz, aşkına karşı oldukça da kıskançmış. Yine Melek Hanım, şairin bir eve hasret olduğunu, "Bir evim olmalıydı. Koltuklarına kurulup İstanbul'u seyretmeliydim" dediğini söylüyor. Moda'nın baharına doyamadığını, her fırsatta Üsküdar'a gittiğini, bir büstünün yapılmasını çok istediğini de bu bilgiler vesilesiyle öğreniyoruz. Sanat anlayışını Melek Hanım kısaca şöyle izah ediyor: "Kemal Bey sanatkârın tabiat karşısında bir şeyler duyup onları ifade eden insan olduğunu söylerdi. Şiirler ise onun tabiriyle, ağacın üstünde duran kuş gibidir. Öter, ötmesini bilirse şairdir."

50 yıllık dostu Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mustafa Kemal Paşa'yla Yahya Kemal'i buluşturan, aralarındaki dargınlık bulutlarını sıyıran isim. "Sevenleri çok olmakla beraber yalnızdı, bir aile kuramadı" diyerek uzun uzun anlatmış eski dostunu. Zarif anlatımı şöyle bitiyor: "Zaman mesafesi zayıfları küçültüyor, eziyor ve siliyor; mekân mesafesi dağı ufuktan indiriyor ve yavaş yavaş, sindire sindire göze görünmez bir hâle getiriyor. Zaman manevî kuvvetlerin farkındadır; küçültmüyor, büyütüyor. Yahya Kemal gelecek nesiller için, bizim için olduğundan daha aziz, daha kıymetli görünürse kim şaşabilir? Biz 50 sene onun mütemadî büyüdüğü seyrettik. 100 sene, 150 sene sonra, 200 sene sonra elbet şimdi bildiğimizden daha büyük olacaktır."

Doç. Dr. Abdülkadir Karahan, Yahya Kemal'in kendisinin en büyük şair olduğuna inandığını, şiirlerinin bilhassa gençler tarafından eleştirilmesine hiç gelemediğini anlatıyor. Bunlar edebiyat tarihimiz açısından da müstesna bilgiler. Bilhassa Mehmed Âkif ile bir mukayese var, okuyalım: "Bir gün Mehmed Âkif hakkında bir ihtifal yapılmıştı. Bana defalarca bu ihtifali anlattırdı. Kendisiyle Mehmed Âkif'i mukayese etmemi istedi. Ben her ikisinin de Türk şiirinde ayrı ayrı ölçülerde büyük sanatkâr olduklarını, dindar ve milliyetçi şiiri ayrı iki zaviyeden terennüm etmekle beraber hedefte birleşmiş göründüklerini, ancak söyleyiş tarzı ve üslup güzelliği bakımından kendisinin daha  kuvvetli olmakla beraber Âkif'in de eserlerinin sayısı cephesinde fâikiyeti olduğunu belirttim. Biraz alındı. "Aman canım!" dedi. "Âkif Avrupa ölçülerini kavramış ve saf şiiri terennüm etmiş değil ki!"

Tüm isimlerin neler anlattığını buraya sığdırmak hem mümkün değil hem de okuyucunun heyecanını kaçırabilir. Bu yüzden daha nice teferruatlı bilgiler için kitaba başvurulmasını salık veririm.

İçinde daha önce görülmemiş Yahya Kemal fotoğraflarının da yer aldığı kitap 176 sayfadan oluşuyor. Dostlarının anlatımından sonra "Bilgilik" başlığıyla görüşülen isimlerin kısa biyografileri var. Peşinden kitabı hazırlayanın yayın kaynakları, yazı dizisinin kaynakçası ve gayet geniş bir dizin de bulunuyor. Titizlikle, özenle hazırlanmış bir kitap olduğu her yerinden belli. Büyüyenay Yayınları'nı ve Yusuf Turan Günaydın'ı tebrik ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Bilinç akımının sıklıkla kullanıldığı öyküler

Bazı yazarlarla ve kitaplarla yollarınızın kesişmesi boşuna değildir. Pencereden yağan karı izlerken “Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak” üzerine düşünüyordum. Ankara’ya gelene kadar ömrümde sadece iki kez kar gördüğümü anımsadım. İlk gençliğimin o kadim şehri de kelimeleriyle eşlik ediyor şimdi yazıma.

Elimdeki kitabın ilk öyküsü, kitapla aynı adı taşıyor: “Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak” …

Bir tek hikâyem olsun istiyordum, açık, net, dürüst…” diyen anlatıcının dili ne kadar da ‘tanıdık’: Uzun Çarşı’daki dükkânın taş eşiğinden atladığı gibi Affan’a koşan çıraklar, Rima’nın penceresi, Sabah’ın o dünyalar güzeli süt kızı, Atraş Ferit, karısı Nesibe, Sütçü Elize

Eski evin bahçesinde portakal ağacının dibine oturdum, beni çiftdilliliğe mahkûm eden yazgımı temize çektim, bahçe kenarında sanki sonsuz bir zamanın içinden çıkıp gelmiş gibi dolaşan yaşlı kaplumbağayı gördüğümde sarıldım ağaçların gölgesine…”. Bizim oraları anlatıyor sanki, dedim.

Bir yazgıyı temize çeker gibi onun anlattıklarını temize çektim.

Sonra, Asi Nehri’nin kenarındaki toprak yollardan Sabah’ın evine doğru koşarken buldum kendimi bir anda.

Eski odanın, yüksek tavanının altında uyumuş, ne zamandır içinde yaşanılmayan, kahvaltılık peynirlerin, çökeleklerin, zeytinyağı tenekelerinin, hububatın, kurutulmuş kırmızı biberlerin, nar ekşisi dolu kavanozların beklediği odada yatmış, örtmemiş üstünü, boynu tutulmuş sedirde. Duvarlara bile sinmiş saklı kokularla dolu her yer.

Geriye bir ünlem kaldı sadece!” diyen “Zamanhane” öyküsündeki anlatıcıyı merakla izledim. Kimi zaman acı, kimi zaman tatlı, kimi zaman da kekremsi bir dil eşlik etti yol boyunca. Dildeki şiirsellik akıcılığı sağlarken, anlamdaki kapalılık da sorgulamaya yol açtı. Küçük notlar düştüm.

Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak”ı okurken öykülerin hayatın için(d)e bir yerlere gizlendiğini hissederiz. Karakterlerin birçoğu yaşadıkları toplumla uyumlu değildir. Dünyayı değiştirmeye kararlıdırlar. İdealleri vardır. İyi bir okuryazardır birçoğu. ‘Hapishane’ sadece parmaklıklar arasında değildir. Mesela, “Plak Fabrikası” öyküsünde bir başına kalanlar/ yalnızlar anlatılır. “Zamanla yitirilir sevgi”, “Hayata duyduğun öfke, yanında yaşadığına yönelir”, “Beraber yürüyorum sanırsın, oysa o çoktan terk etmiştir seni.

Kitaptaki en çarpıcı öykülerden biri de “Gölgem Denizatı”dır. Ölüm anını anlatır sanki: “…DÜŞTÜM! Bir baş dönmesiyle ayağa kalktım ve yerdeki gölgemi gördüm… Denizde değil, toprakta debelenen bir denizatı olmuştum birdenbire. Aşağıda bir garip deniz dibi sarhoşluğu içindeydi, ara sıra yukarıya çıkıyor dans ediyordu benimle ve benden döllenmiş yavrular bırakıyordu denize.

Metaforik bir anlatımla yoğrulmuş bu metinde anlatıcı, yazmaya olan inancımızı tazeler: “Ben de onun çağrısına uydum, yaz diyen sesinin.

İkinci Kaptan” öyküsü dostluğa dair bir öyküdür. Çocuk masumiyetiyledir: “’Kaçsak Cani,’ dedim, ‘şu gemilerden biriyle çok uzaklara gitsek ikimiz.’". Babasının ikinci kaptan olduğunu söyleyip duran bir çocuğun arkadaşına kurduğu o cümleler ne de iç burkucudur: “İnan yalan söylemedim sana. Bütün arkadaşları, kaptan derlerdi ona: İKİNCİ KAPTAN!

Düş Kapısı” eski zamandan kalma o soruyla açılır: “Gitmiş mi, Fransızlar?”. Hafızası gidip gelen bir annesi olan anlatıcının iç sesini duyarız sıklıkla. Bir değil birden fazla ses hatta. “Karşıda portakal ağacının gölgesine kurulmuş masanın üzerinde kahve fincanları…”. Acı vardır, suskunluk vardır, anımsayış vardır… Paralel kurgulu bir anlatım diğerlerinde olduğu gibi bu öyküde de dikkat çeker. “Şimdi, uzakta, suları kurumaya yüz tutmuş ırmak; Asi! Asi’nin üzerinde demirden köprü… Asi’nin döküldüğü yerde, seslerin, çığlıkların gökyüzüne yükseldiği yerde, kapıları açık evlerin içinden çıkan gölgeler çılgınca koşuşturuyor dar sokaklarda.”. Atmosfer oluşturmada ve okuru o atmosfere dahil etmede oldukça başarılıdır yazar, “her şey bir rüyanın gerçeğinde şimdi” der.

Sacit İçin Dünya” öyküsünde iki kadın arasında kalan bir avukatın yaşadığı ikilem anlatılır: “Ya Nigar Hanım, duyarsa? Bugün değilse, yarın… Bu soruyu hızla zihninden uzaklaştırdığı, unuttuğu günden sonra iki ayrı evin, iki ayrı zamanın, iki ayrı kadının ortasında kaldı Sacit Bey.”. Bir yanda aralık perdeden yola özlemle bakan Mahinur’un gözleri. Diğer yanda Nigar Hanım’ın suskun duruşu, öne eğik başı…

Öykülerde imgeler göze çarpar. “Bir Tenorun Tutuklanmadan Önceki Son Günü”ndeki kuş 12 Eylül’ün habercisidir sanki. “Sessiz Sokağın Askerleri” yine bir eylül atmosferini imler. Geride kalan, hatta üstü tozlanmış anılara aittir: ‘Haki renkli parkalar’ , ‘iki tank: zırhlılardan’, ‘faşist direniş’, ’13 Eylül gecesi’, ‘Talat’ın işkenceden çıkamaması’ ve ‘Tülay’ın bedeninin Mamak’ta tükenişi’… Şimdi öykünün ana karakteri, elinde kitabıyla kitap okumaya dalmıştır: Ansızın körleşen insanların anlatıldığı o romanın atmosferi çok uzak değildir okuyana: ‘Körlük’…

Bilinç akımının sıklıkla kullanıldığı öykülerle örülü bir kitap “Küllenmiş Bir Kuşu Yakalamak”… En çok dikkat çeken unsurlar eş zamanlılık, imgesellik, anlatıcıların değişmesi, iç monolog tekniği ve kapalı/ metaforik anlatımdır. Öyle kolayca, bir çırpıda okunup geçilebilecek türden değil bu öyküler; durup üzerinde düşünülerek, kelimeler arasındaki boşluklara dahi dikkat kesilerek okunması gereken türden. Kimi zaman düşen, kimi zaman yükselen, ama kendi içinde muhakkak bir devinimi olan öyküler. Ritmi, kalbimizinki gibi… ‘Zik Zak Zik Zak’…

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

1 Şubat 2017 Çarşamba

İnsan-ı kâmilin gönlü emin şehirdir

18. yüzyılda yaşamış Kırımlı bir Türk mutasavvıfı Selîm Dîvâne Hazretleri. İstanbul’da medrese tahsilini tamam ettikten sonra, Bosna’ya kadı olarak tayin edilir. Kadı iken tasavvufa meyleder ve Kesriye’ye gelerek Kâdiriyye’den Şeyh Muhammed Efendi adında bir mürşide bağlanır. Şeyh Efendi terk-i diyar edince, Selîm Dîvâne Hazretleri, Kesriye’de bulunan Kâdirî mürşidlerinden Şeyh Hüseyin Hamdi Efendi’ye biat eder ve tasavvufi eğitimini burada tamamlar. Kesriye’deki mürşid-i azizi tarafından önce Üsküp’e, daha sonra Selânik’e gönderilen Selîm Efendi, nihai olarak Köprülü’ye gönderilir ve irşâd faaliyetlerine burada devam eder. 1757 yılında da Köprülü’de âlem-i bekâya göçer.

Köstendilli Şeyh Süleymân Efendi’nin “Meşreb-i melâmet kendilerine gâlib olup ekseri sekr ü mahviyyet ile olduğundan Selîm Dîvâne demekle ma’rûftur.” tesbitleri, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin irşadla uzun süre meşgul olamayacak kadar sekr hâlinde yaşadığını gösterir. Zaten bu hâli Selîm Dîvâne Hazretleri’nin birçok şiirine de yansımıştır: “Çaldım melâmet tablını hiçe saydım varımı/ Aşkta yakıp kârımı yönüm Allah’a döndüm.

Tasavvuf düşüncesinde vahdet-i vücûd anlayışına bağlı olan Selîm Dîvâne Hazretleri, Burhânü’l- Ârifîn ve Necâtü’l-Gâfilîn ile Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn ve Âdâbu Tarîki’l-Vâsilîn adlarıyla iki önemli eser kaleme alır. Her iki eserinde de tasavvufa buğz edenlere, tasavvufun aslen ne olduğunu anlatmaya ve bununla birlikte mutasavvıf geçinen bazı kişilerin hâl ve hareketleriyle tasavvufa verdikleri zararı tespit etmeye çalışır. Selîm Dîvâne Hazretleri, Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn adlı eserini, Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin “Müşkilim var size ey Hak dostları eylen reşâd” mısrasıyla başlayan gazelinden hareketle kaleme almıştır. Bu haseple, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin Miftâhu Müşkilâti’l-Ârifîn adlı eseri, bir Niyâzî-i Mısrî şerhi kabul edilir.

Mustafa Tatcı ve Halil Çeltik tarafından yayına hazırlanan Kırımlı Şeyh Selîm Dîvâne Hazretleri’nin Âriflerin Delili ve Müşkillerin Anahtarı başlıklı eseri iki ana bölümden oluşur. Kitabın ilk bölümü “Burhânu’l-Ârifîn ve Necâtü’l- Gâfilîn”dir. Bu bölümde nefs, mürşid-i kâmil, sâdık âşık, bu dünyaya gelmekten maksat, bâtın ve hakikat, kavuşma ve ayrılma, evliyâullahla mülhid ve zındığın farkı, Ayne’l-yakîn makamları, cemden önce fark - farksız cem ve cemden sonra fark, Hakka’l-yakîn makamları, bâtıl mezhepler ve insanın dört unsurdan meydana gelmesi konularına değinilir.

Kitabın ikinci bölümü “Miftahu Müşkilâti’l-Ârifin Âdâbu Tarîki’l- Vâsılin”dir. Bu bölümdeyse evliyânın edebi, ehlullah kime denir, havatır, gönül temizliği, tefekkür, hak ve halk, abd-i mahz, Mehdî'den gaye, kalp, belâ, talit ve hakikat konularına değinilir.

Selîm Dîvâne Hazretleri, Nahl Sûresi’nin 43. âyetine işaret ederek, bir mürşid-i kâmil arayıp bulmak ve ona bağlanmanın herkese farz olduğunu söyler. Nitekim bu tespitini, Nahl Sûresi’nin 43. âyetinde buyrulan “Eğer bilmiyorsanız ‘zikir ehline’ sorun.” hitabına dayandırır. Bu tespitinden sonra Selîm Dîvâne Hazretleri, mürşid-i kâmilin portresini çizer: “Mürşid-i kâmilin sözü özüne uygun olur. Kuvvet ve doğruluk sahibidir. Bast ve kabz sahibi olup gerektiği zaman kabz eder. İddia sahibi olmaz. Çünkü tasavvuf, davayı terk edip ilâhî sırları söylememektir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) ‘Tasavvuf davayı terk edip mânâları gizlemektir.’ buyurmuştur. Mürşid-i kâmil, çalışkan ve gayret sahibi olur. Şehvet, şöhret ve tabiat esiri olmaz. Zühd ve takvâ ile süslenir. Dünya ve âhiret muhabbeti yoktur. Şeriat elbisesini sırtına giyip eline muhasebe asâsını alır. Allah’ın tecellisi ile fenâfillahtan tamamen mahvolur ve bekâbillaha ulaşıp cemden farka gelir. Dört kapısı mâmur olur. Bunlardan birisi eksik olsa mürşid olamaz, kimseyi irşad edemez.”. Bu kriterleri sıraladıktan sonra bir mürşid-i kâmil bulmanın kolay olmadığının da altını çizer Selîm Dîvâne Hazretleri.

Selîm Dîvâne, Cezbe-i Hak’ın bir insan-ı kâmilin gönlüne girmek olduğunu belirtir. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre, “İnsan-ı kâmilin gönlüne girince, eşkıya olsan bile saadete erip Hakk’a kavuşursun.” Bu minvalde Ra’d Sûresi’nin 39. âyeti olan “Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; ana kitap onun katındadır.” meâlindeki âyetin bâtın mânâsını “asıl kitap Allah’ın yanındadır ve o insan-ı kâmilin gönlüdür” şeklinde yorumlar. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre insan-ı kâmil, Allah’ın emanete lâyık gördüğü kimsedir ve gönlünde Hakk’ın emaneti vardır. Selîm Dîvâne Hazretleri bu minvalde Tin Sûresi’nin ilk dört âyetini şöyle tefsir eder: Âyetteki “İncirden maksat hakikattir ve zeytinden maksat marifettir, Tûr-i Sînâ’dan maksat marifet makamında olan âşığın sinesidir ki, o gönül müşâhede ehli olup, açıktır. Belde’den kasıt, hakikat makamında olan âşığın gönlüdür. O gönül hem mahbubun hem de âşık olunanın gözüdür. Marifetten maksat, yüce Allah’ın ulûhiyyet sırlarıdır. Hakikatten maksat, Allah’ın Rablığının kendisidir.

Bu minvalde âyetin hakikat mânâsı şöyle şekillenir: Allahu Teâlâ kendine yemin ederek şöyle buyuruyor: Ulûhiyyet sırlarım ve Rablığım hakkı için bu şehir ki hakikat ve hakka’l-yakîn makamında olan insan-ı kâmilin gönlüdür, o emin şehirdir. Belde’den maksatın hakikat makamında olan insan-ı kâmilin gönlü olduğunu ‘Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.’ hadisi ispatlar. Selîm Dîvâne Hazretleri şöyle devam eder: “İnsan-ı kâmilin gönlü emin şehirdir; çünkü orada Hakk’ın emaneti vardır ve Ali onun kapısıdır. Çünkü Muhammed’in gönlü, ledün ilminin şehridir. Ali o şehrin kapısıdır.

Selîm Dîvâne Hazretleri’nin yukarıdaki tefsiri ile ‘Ben ilmin şehriyim, Ali de o şehrin kapısıdır.’ hadis-i şerifi beraber düşünüldüğünde, "Kim Muhammed Mustafa (s.a.v)’i ararsa, kapısı Ali’dir, Ali’ye varsın yani tarikata girsin" sonucuna ulaşılır. Çünkü Hz. Ali Efendimiz on iki tarikatın pîridir.

Selîm Dîvâne Hazretleri bu tespitini, Fecr Sûresi’nin 27-28-29 ve 30. âyetleriyle de destekler. “Ey tatmin olmuş nefis, sen ondan razı, o da senden razı olarak Rabbine dön. Haydi, velî kullarımın arasına gir, cennetime gir.”. Bu âyetin bâtın mânâsını şu şekilde yapar Selîm Dîvâne Hazretleri: “Ey huzura kavuşmuş olan, nefis sahibi sâdık âşıklarım, sizin nefisleriniz asi iken imana gelerek huzura erip benim sâdık âşıklarım oldunuz. Eğer bana kavuşmak isterseniz, benim velî kullarımın gönlüne giriniz, beni isterseniz buna yol, velîlerin gönlüdür. Şimdi onların gönüllerine girip onların nazarı ve himmetiyle nefislerinizi râzıyye ve mardıyye edip, cennetime girin.

Efendimiz (s.a.v)’in buyurmuş oldukları “Âlimler peygamberlerin varisleridir” ve “Ümmetimin âlimleri, velîleri, evliyaları, Benî İsrail’in peygamberleri gibidir” hadisleri doğrultusunda düşündüğümüz vakit, Selîm Dîvâne Hazretleri’nin bu tespitleri, yerli yerine oturur.

Sanırsın ki küçük bir âdemsin, oysa hakikatte en büyük âlem sensin” düsturunca hareket edersek, insanın büyük âlem olup bütün varlıkları kendinde topladığını söyleyebiliriz. Hak ile daimî olduğu hâlde bütün yaratılmışları kendi vücudunda bulundurmaktadır insan. Bu yüzden Selîm Dîvâne Hazretleri der ki: “Mürşid-i kâmil terbiyesiyle başlangıç ve sonun sırrını bilip, kendini Hak’ta yok edip varlığını Hakk’a vermek, Hakk’ın sonsuzluğuyla bâkî olmak, yani Hakk’ın varlığıyla var olmak ile olur. İbadetin aslı budur, bu sırrı bilmektir.”. Çünkü bizler “ancak bu dünyaya rububiyyet sırrı ve hakikat ilmini bilmek için gelmişizdir. İbadetten murat ancak rububiyyet sırrını ve hakikat ilmini bilmektir. Yani nefsini bilip, Rabbi’ni bilmektir.

Varlık olarak insanın oluşum aşamasını ve varlığın evrelerini Selîm Dîvâne Hazretleri çok üst perdeden yapar “Burhânü’l-Ârifîn ve Necâtü’l-Gâfilîn” bölümünde. Bu sırlar hakkında Selîm Dîvâne Hazretleri şu notları düşer: “Erenlerin ‘maden’ dediği topraktır. ‘Sana ruhtan sorarlar, de ki o Rabbimin emrindedir.’ (İsrâ, 85) âyetindeki ruhtan murat, insanı gezdiren ruh değildir. İnsanı gezdiren ruha ‘emir’ demezler, ‘izafî ruh’ derler. Bu ruh Hakk’ın emridir. Bu ruha hayvanî ve bitkisel ruh derler. Bu ruhtan murat Allahu Teâla’nın emridir.

Selîm Dîvâne Hazretleri’nin düştüğü bu nottan anlıyoruz ki İsrâ Sûresi’nde Allah-u Zülcelâl’in işaret ettiği ruh, izafî ruhtur. "Toprak toprağa gitti" sözü etrafında bu sırlı konuyu değerlendirmeye devam eder Selîm Dîvâne Hazretleri. “Şimdi ruh madene geldi dedikleri, Allah’ın emri toprağa geldi. Madenden bitkiye geldi dedikleri, Allah’ın emri tarafından bitkiye geldi, yani topraktan ot bitti. Ruh bitkiden hayvana geldi dedikleri, Allah’ın emri hayvana geldi, otu hayvan yedi. İnsan hayvanı yedi, damağında kalan kuvveti meni oldu. Cinsel ilişkide bulunduktan sonra ana rahmine düşüp cenin oldu. Sözün kısası vakti gelince, ‘ve ben ona ruhumdan üfledim’ mânâsına göre, izafî ruh üfleyip diri kıldı, insan oldu, dünyaya geldi.”. Dört unsur olan ateş, su, hava ve toprak, insanda mündemiçtir. Hakk’ın emri de bu dört unsurun insanda birleşmesi için toprağa gelmiş ve buradan yukarıdaki silsile vasıtasıyla ‘insan’a ulaşmıştır. İşte bu geliş aşamasında aktarılan şey, izafî ruh olan unsurlardır aslında. Dört aşamada gerçekleşen aktarım toprak ile başlar, bitki, hayvandan geçip insan olarak son bulur ki bu aşamalarda aktarılan ‘dört unsurdur’.

Kitabın ikinci bölümü olan “Miftahu Müşkilâti’l-Ârifîn Âdâbu Tarîki’l-Vâsılîn” (Müşkillerin Anahtarı) kısmında Selîm Dîvâne Hazretleri, ilk kısımda altını çizdiği insan-ı kâmil olan evliyânın edebini şöyle aktarır: “Öncelikle bilinmelidir ki, tarikata girip mürşide teslim olmaktan maksat, Allah’ın velîlerinin edebiyle edeblenip kötü huyları terk ederek hayvanî özelliklerden arınıp iyi huylarla huylanmak, böylece marifetullaha ulaşıp enfüsî ve âfâki cehennem azabından kurtulmaktır.” Bu bilgi dahilinde Selîm Dîvâne Hazretleri, velîlerin ahlâkını on sıfat üzere sıfatlandırır. Selîm Dîvâne Hazretleri’ne göre Allah’ın velîleri işlerinde sâdık olurlar, halkla daima iyi geçinirler, nefislerinin isteklerine uymazlar, büyüklere hizmet ederler, emirlerindeki kişilere şefkat ve merhamet gösterirler, düşmana yumuşak davranırlar, âlimlere karşı tevazu gösterirler, dervişlere cömert davranırlar, cahillerle konuşmazlar.

Yeryüzü macerasında insanın kalbine gelenler, başına gelenlerden çokçadır. Kalbe gelen düşünceler, hisler, vesveseler karşısında insan kimi zaman ne yapacağını bilemez. İslam bu nevi düşüncelere - hislere ‘havâtır’ der. Selîm Dîvâne Hazretleri, havâtırı üçe ayırır: Nefsâni, melekî ve rahmanî. Bu üç havâtır çeşidinden ilki olan nefsâni havâtır, fâsit bozuk fikirleri içerir. Melekî olanlar, namaz kılmak, oruç tutmak, zikir yapmaktır. Rahmâni olan ise, Hakk’tan başka her şeyi tamamen gönülden çıkarıp Hakk’ın her yüzden zuhûru ile her fiillerini kendinde ve halkta görmektir.

Kalbe gelen düşüncelerden maâda bir de tefekkür mevzu vardır ki Kur’ân’ın da pek çok yerinde geçer. Selîm Dîvâne Hazretleri de bir şiirinde “Tefekkür bâtılı terk eylemektir/ Gönül Hakk’dan yana berk eylemektir.” der.

Selîm Dîvâne Hazretleri, bu mevzuda şu ciddi tespiti de yapar: “Tefekkür, bir senelik ibâdetten hayırlıdır; ama Hakk’ın zâtını düşünmek hatadır. Hakk’ın bu zuhûrlarını, bu garip hikmetlerinin sırlarını düşünmek gerekir. Fikirsiz zikir, bâkire olmayan bir kız gibidir.

Bu değerli eserde en çok “Mehdî’den Gaye” bölümü dikkatimi celb etti. Bugüne kadar Mehdî hakkında onlarca farklı düşünce kaleme alınmıştır. İşin hakikati ise hiç bir vakit, şu kesinlikle doğrudur, böyle olacaktır diyemeyeceğimiz kadar ‘sırlıdır’. Selîm Dîvâne Hazretleri de bu konudaki düşüncelerini, eserinde dile getirmiştir. Selîm Dîvâne Hazretleri’nin bu husustaki değerlendirmeleri, gerçekten bugüne kadar eşine - benzerine rastlanmamış türdendir. Selîm Dîvâne Hazretleri bu mevzu hakkında şunları söyler: “Nefsi terbiye edilmeyen kişide sırr-ı hafî denilen gizli sır ortaya çıkmaz. O kimse, davadan ve gururdan kurtulamaz; yalancıdır. Bu yalancı mehdîdir. Hz. Muhammed’in yoluna uymayandır. Mehdi’den maksat, hidâyet bulmaktır. İsâ’dan maksat, rûhun nefisten temizlenip Rûhü’l-kudse ulaşmaktır. İsâ’nın gökten inmesi ve Mehdî’nin çıkması budur. O âşığa o saat hidâyet erişerek kendi vücudu, kendi İsâ ve eksikliği keşfolur. İsâ gönlünün göğünden kalbe iner ve Deccâl’e Mekke kapısında mızrakla vurup öldürür. İsâ, Mehdî’ye uyup namaz kılar. İmâm olur. Yani, nefsi rûh ve rûhu rûh olursa, değişim olur. İsâ’nın Mehdî’ye uyması, Hak tarafından sırr-ı hafî tecellîsi ortaya çıkınca nefsinin rûh olmasıdır. Rûhu dahi Rûhü’l-kudse olup hidâyete uyar. Mızraktan maksat muhasebedir. Deccâl’den maksat nefistir.

Bu kodlanmış denklemi şu şekilde sonuca ulaştırır Selîm Dîvâne Hazretleri: “Gönül kapısı önünde muhâsebe mızrağıyla Deccâl olan nefsi katleder. O zaman sâlikin vücudundan gerçek Mehdî ortaya çıkar. İsâ da inip Deccâl'i katleder ve Muhammed’in şeriatına uyar. Bundan anlaşıldı ki, şeriata uymayanlar Hakke’l-yakîn makamına ulaşamaz, yalancıdır. Temkîn ve istikâmet bulmamıştır. Temkîn bulan âşık şeriatı inkâr etmez; gerektiği gibi icrâ edip her şeyin hakkını verir.

Âriflerin Delili ve Müşkillerin Anahtarları kitabı son yıllarda okuduğum en güzel kitaplardan biriydi şüphesiz. Mustafa Tatcı hocama ve Halil Çeltik’e ve kitabı yayınlayan H Yayınları’na teşekkürlerimi sunarım.

Metin Erol
twitter.com/metinerol_

30 Ocak 2017 Pazartesi

Mekânlar ve zamanlar arası yol notları

Bugün köşe yazarlarındaki ve köşe yazılarındaki seviye herkesin malumu. Bir yanda malayani dille hamaset genişletenler, öte yanda lüzumsuz derecede teskin edici ve pasif kılıcı üslupla adeta zaman geçirenler.

Böyle bir ortamda Âkif Emre'nin seviyesi, bakış açısı, özgünlüğü, gerçek sorunu kavrama ve doğrudan anlatma gayreti takdir edilesi. Kurulduğundan bu yana Yeni Şafak'taki köşe yazılarını takip edenler, onun durduğu yerden hiçbir taviz vermeyen bir zihin olduğunu rahatlıkla söyleyebilirler. İlgi alanlarıyla, yaptığı röportajlarıyla ve belgeselleriyle, ülkemizin önemli 'yeni pencere açtıran' kalemlerinden biri olan Âkif Emre, Mart 2016'da Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen Çizgisiz Defter'le mekânların ve zamanların izini sürüyor. Daha evvel gazetede yayımlanmış fakat dağınık hâldeki yazıların bir araya getirilmesiyle gayet hoş bir 'yol düşünceleri' kitabı ortaya çıkmış. Yazarın adımladığı yerler esasen her zaman kulak verdiğimiz, gözümüzün üzerinde olduğu yerler.

"Yol düşüncesi çeker insanı" derken aramanın, bulmanın, arayıp bulamamanın yahut aramadan bulmanın zevkini ve çilesini bir araya getiren bu yazıların sebeb-i gayreti 'önsöz yerine' şöyle özetlenmiş: "Yolda olmak, sonu olmayan bilinmeze doğru çıkılan yolcuğun her adımında harf harf, satır satır yazılması demektir. Yolculuk önümde açılan çizgisiz bir defterdir. Ve her yolculukta atılan ilk adım, alınan o ilk soluk bu çizgisiz defterin nelerle ve nasıl dolacağının bilinmezliği ile yeniden anlam kazanır. Defalarca gördüğümüz yerlere sefer ederken de ilk kez keşfedilmenin mahremiyetini, masumiyetini telkin eden ilk yolculuğa dönüşür..."

Endülüs denince hangimizin aklına o eşsiz medeniyet mirası gelmez ki? Düşünür dururuz hangileri yaşıyor, hangileri yok edildi, orada bizden birileri var mı hâlâ diye. Batı denince merak etmez miyiz Paris'in şehir tasarımını, Viyana'nın saraylarını ve müzelerini, Berlin'in sanat çehresini, Londra'nın parklarını ve bahçelerini, Hamburg'un denizle dostluğunu, Brüksel'in neden Ankara'yla kardeş şehir olduğunu?

Cahit Zarifoğlu, Beyrut'un gözyaşlarını neden Kudüs'ün yanına koymuştur da onun hâli karşısında "Müslümanlarsa uzakta / sanki başka / gelinmez bir dünyada" demiştir? Nerede Rumeli'ye dair bir şeyler görsek yahut işitsek gönlümüzü titretmez mi Selanik, Saraybosna, Üsküp ve Kosova? Denizlerde yeşermiş, Orta asya'nın Filistin'i olarak bilinen Patani bize ne kadar uzaktır. Hâfız-ı ŞirâzîŞeyh Sadi-i ŞirâzîFirdevsîŞems-i Tebrîzî isimleri geçince bir yerlerde, İran coğrafyasının derinliklerine dalmaz mıyız? Şiirinden müziğine, tarihinden mimarisine dönüp dolaşmaz mıyız? Peki ya yitip giden Bağdat, nice diyarlara açılan sonsuzluğuyla Dicle, 330 km2 yüzölçümüne milyonlarca halkı toplamış Erbil, son fotoğraflarıyla yüreğimizi dağlayan Halep hiç tarihimizden ayrı konabilir mi?

1517'de Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethetmesinden 1882'deki İngiliz işgaline kadar aramızda olan Osmanlı Afrika'sı Sevakin, atlarıyla olduğu kadar gecekondularıyla da gözü gönlü açan Cezayir, kentleştikçe yüreğimizde ateşler yakan Medine, bir Kâdirî zikriyle coşup kabaran Nil ve "benim muhacirim" diyebileceğimiz insanlarımızın gidip geldikleri yerler...

Zannedilmesin ki kitabın sayfaları boyunca aheste, masum "gezi yazıları" var. Tam aksine, gezerken görünmeyenleri ya da görünse bile hiç üzerinde durulmayan meseleleri, vaziyetleri tarihe not olarak düşüyor Âkif Emre. Yazıların yazıldıkları tarih önemli fakat güncelliklerini hiç kaybetmemesi zaten Büyüyenay'ın yayın politikasındaki kalitenin de bir göstergesi.

2001 yılındaki bir yazısında "Saraybosna'ya gelenler için romantizm bitmeli artık. Geçmişten kopmadan bugünün, yarının gerçeklerini görmek, yüzleşmek, hayatı doğru okumak zorundayız" diyerek Türk insanının bir şeyleri fark etmesini istiyordu yazar. Nitekim romantizm hâlâ sürüyor. Mostar köprüsünün vazifesi, niteliği üzerine hiçbir şey bilmeden önünde fotoğraflar çekiliyor ve Srebrenitsa'dan beri -aslında çok daha öncesinden- batının değişmeyen zihniyeti hiç de sorgulanmıyor. O batı, bilhassa da ABD, hiç işine gelmeyen adam Aliya İzzetbegoviç'i 'kabul etmek' durumunda kalmıştı. Müdahale aynen devam ediyor. 2001'deki bir başka yazısında Âkif Emre, yine ABD'nin 'hiç istemediği' adamlardan Hasan Cengic'in izahını, yani batının korkunç zihniyetini aktarıyor: "Batı; Müslümanları kültürel bir çeşni, renk olarak kabul etmeye hazır ama siyasi bir güç olarak asla!"

Yazarın, ruhunu kaybetmiş ve gittikçe de karışan Balkan tekkeleri konusunda hem gördüklerini hem de tecrübeli şahıslardan dinlediklerini kendi süzgecinden geçirerek anlattığı yazısı çok önemli. 'Bazı güçlerin' Bektaşîliği ayrı bir din olarak İslâm'dan koparmak istemesiyle, Balkanlardaki Müslümanlar arasında Bektaşî olan-olmayan gibi bir sınıflaşma söz konusu. Ortak bir bilince ulaşılamaması durumu daha da korkutucu bir hâle getiriyor. Mimarî olarak, içindeki yaşayan atmosfer açısından yaşayan Balkan tekkelerinden Uşşakî Hayati Tekkesi için yazar "Ohri'deki bu tarihî tekke mescidi, türbesi ve zikirhanesiyle Anadolu'daki bir tekkeden farksız. Ne var ki Anadolu'da tekke diyebileceğimiz otantik mimarisini koruyan eser kaldı mı?" diye soruyor. Cevabı ise Prizren'deki tarihi bir tekkede çaylar yudumlanırken Kosovalı bir dostundan alıyor: "Burada tekkelerin binaları ayakta, dışı sağlam ama içi boş. Türkiye'de ise binalar yıkılsa da içini dolduran hâlâ canlı..."

Şehirlere modernleşerek kentlere dönüşünce, şehir ruhu yerini otomatik bir kent ruhuna bıraktı. Kısacası, yazarın diliyle şehirler helâk oldu. "Kapitalizmin kriziyle tanık olduğumuz modern şehirlerin helakı olgusu, maddi uygarlığın ve önerdiği toplum modelinin, siyasaların da çöküşünün habercisidir" diyor Âkif Emre. Medeniyetimizin ortaya koyduğu mimarî eserler hâlâ ilham verici niteliğe sahipken biz bunları değerlendirmek yerine Amerikanvari beton yığınları inşa ettik. Yazar özellikle Balkan topraklarında bu durumun kıyaslamasını yapıyor: "Mostarlıların barbarlara karşı direnmesi gibi, modern dönemde bir savaşla yıkılan bir İslâm şehrinin, Mostar'ın, yeniden eski görünümüne kazandırılmış olması bir ilktir ve bu da mimari ve kültürel direnişle mümkün olmuştur. Mostar Köprüsü başka şehirler için de bir umuttur. Şehirlerin ruhu şehirleri terk etmez."

Modern yıkımla birlikte en çok zarar gören yerler İslâm şehirleri oldu. Balkanlardan Anadolu topraklarına ve orta doğudan Afrika'ya kadar tüm İslâm şehirleri tahrip edilerek bir dönüşüme maruz kaldı. İki tür değişimden bahsediyor yazar. Birincisi Balkanlarda, Sovyet uygulamasında olduğu gibi Müslüman egemenliğinin kaybıyla ortaya çıkan radikal bir kimlik değişimi zorlaması. İkincisi ise ulus-devlet sürecinde pozitivist-ilerlemeci yaklaşımla şehirlerin geleneksel dokusunun tahrip edilerek modernleştirme baskısına boyun eğmesi. Yunanistan'da 1925 yılında çıkarılan bir kanunla Selanik gibi şehrin silületini oluşturan birçok minare yıkılmıştı, yazarın hatırlattığı gibi. Bu bir örnek. Diğeri ise çok daha tanıdık: "Batıcı seçkinler eliyle modernleş/tir/me projeleri, şehirlerin dokusunu büyük ölçüde tahrip ederek, seküler şehircilik anlayışı ile geleneksel şehir yapısı yeniden dizayn edildi. Bunun sonucu olarak tarihi şehirlerin yerine kimliksiz kaotik metropoller ortaya çıktı. Tarihin gördüğü en büyük tarihi yıkımlardan birinin İstanbul'da gerçekleşmiş olması seküler seçkinlerin bu modernleşme anlayışlarının bir uzantısıdır."

Mekanizmanın işleyişini izah eden yazılarıyla Âkif Emre okurlarına bambaşka pencerelerden yeni bir umut oluyor. Ağustos 2006'da kaleme aldığı "Bir Şişe Suda Ahlâk Dersi" başlıklı yazısı bir sualle bitiyor. Bu sual bana İsmet Özel'in Üç Mesele'sinin bitiş sualini hatırlattı. İsmail Kara'nın söylediği gibi İsmet Özel'in "Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı, Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız?" sorusu olduğu yerde duruyor. Oysa İsmet Özel, "Üzerinde anlaşmaya varmamız gereken ana konu budur" diyordu. Âkif Emre ise yazısını gayet açık bir sualle, şöyle bitirmiş: "Küresel kapitalizmin çıkar ilişkileri kendi ahlaki normlarını da beraberinde getirmektedir. Ekonomik ve finansal açıdan sisteme entegre olarak kendi ahlâkî ölçülerinizi savunmak ne kadar mümkün?"

"Medine'nin Kentleşmesi" başlıklı yazı hangimizin ruhuna dokunmaz ki... Kâbe'nin etrafına o yüksek binaları yapan zihinlerle İstanbul gibi nice kadim şehri istila eden zihinler aynı, birbirlerinden hiçbir farkları yok. Yazardan okuyalım: "Ortaya konan çözümlerin biçimi modern dünyanın "kutsal turizminin" gereklerini gözetiyor. Bütçeye göre, her şeyin otellere göre dizayn edildiği, kutsal olanla profanın adeta kol kola sokulduğu bir düzenleme... Elbette günümüz Medinesi ilk dönemin hayatını yansıtmaz; yine de şehir-kutsal-mekan ilişkisini koparan düzenlemelerin Medine'nin ruhuna aykırı olduğunu söylemeliyiz. Medine'nin kentleşmesi sorunu, Müslümanların yaşadığı derin şehir ve medeniyet krizinin bedeli çok ağır biçimde tezahür etmiş biçimidir."

Çizgisiz Defter'i şehir üzerine okumalar yapmak maksadıyla yorumlamak mümkün. En azından kendi adıma bunu söyleyebilirim. İstifade ettiğim şeylerin başında geliyor şehir, mekan, insan ve zaman yorumları. Nitekim Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) tarafından, "şehir yazıları" ödülünü almış bir kitap Çizgisiz Defter.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

27 Ocak 2017 Cuma

Geçmiş fantezisinden gerçek tarihe uyanmak

Bir yanda yoksullar diğer yanda zenginler. Bir yanda ezilenler diğer yanda yükselenler. Bir yanda kaybedenler diğer yanda kazananlar. Bir yanda güzeller, diğer yanda çirkinler. İyiler ve kötüler. İşte küreselleşme denen sözde bütünleştirici anlayışın ortaya çıkardığı iki sınıf. Ortası yok. Bir de bunun algı tarafı var. Olaylara tek bir pencereden, süzgeç kullanmadan baktıran bir algı. Tahayyüle, tasavvura, tedbire yer yok. Her şey hemen olup bitiyor, bakılıp geçiliyor ve unutuluyor. Küresel çağda hafızaya, hatırlamaya yer yok. Küresel zihniyet anlamı, varoluşu, manayı reddediyor. İnsan kayboluyor.

Batı zihniyetinin dayattığı hakim kurgu bu yönde. Peki doğuda, hadi biraz daraltalım "muhafazakâr" olarak tanımlanan coğrafyada durum ne? Durum içler acısı. Daraltılmış bilinçler birbirini katlediyor. Sömürgeci, seküler ve sinsi planlar doğu coğrafyasını hem tehdit hem de taciz ediyor. Yeryüzü korkunç bir batı baskısı altında kıvranıyor. Vicdan, ahlak, merhamet, şefkat ve sevgi gibi kavramlar insan kalbinden uzaklaşıyor. Sağduyu, hoşgörü yanlış tanımlanıyor. Tevhid mazideki bir yapıymış gibi tanımlanıyor. Öte yandan tek bir ideali benimseyerek; soran, sorgulayan, şüphe eden yani akleden kalpler heba oluyor.

"Hepimizi kuşatan ve tehdit eden gelişmeleri büyük bir duyarsızlık içerisinde takip ediyoruz. Miâdını çoktan doldurmuş kimi tartışmaları sürdürüyoruz. Sorgulayıcı bir zihne sahip olmadığımız, sorgulama yetisi kazanamadığımız için yüzeyin ötesine geçemiyor, olayları ve gelişmeleri parça parça ele alıyoruz. Bütün gelişmelerden alelacele sonuçlar çıkarmaya çalışıyoruz. Hepimizi olumsuz yönde etkileyen geleneksel romantizmlerimiz hepimizi çok ciddi algılama yanlışlarına, hatalarına sevkediyor, çok abartılı ve tehlikeli beklentiler içerisine giriyoruz." [sf. 32]

"Başkalarının iradeleri tarafından kısıtlanmak, biçimlendirilmek, yönetilmek, itaatkârlığa ve teslimiyetçiliğe zorlanmak, konumlarını başkalarının kararları doğrultusunda tayin etmek İslamî cemaatleri, tasavvufî cemaatleri rahatsız etmiyor." [sf. 37]

Kişiler ululanırken adeta putlaştırılıyor. Cemaatler örgütleşiyor. Kaderci bir yaşama şekli yerleştiriliyor. Şehirler kentlere, evler konutlara dönüşüyor. Kalpler aydınlık birer sığınak olmaktan çıkıyor, daha çok mağara gibi karanlık, umutsuz bir yer hâlini alıyor. Devreye bu aldatıcı, şaibeli ve kapkara yaşamı yeniden yorumlamak kalıyor. Atasoy Müftüoğlu böyle bir isim: sorgulayan, eleştiren, yorumlayan, fikir üreten. Kimileri için bu karamsar, kötü, umutsuz bir tutum. Oysa itaat ve biat arasında gidip gelen mümin duruşunun şu sıralar en çok ihtiyaç duyacağı şey belki de bu: varoluşunu gözden geçirmek, belki de yeniden anlamlandırmak.

Küresel Çağda Kaybolmak, yarı yarıya eleştiren yarı yarıya çözüm üretmeye gayret eden makalelerden oluşuyor. Müftüoğlu üslubundan, düşünce yapısından, mütalaa anlayışından asla taviz vermiyor. Gerektiğinde keskin yazıyor, yüksek sesle konuşuyor. Özellikle inananları 'her ne olursa olsun' susmaya, sükunete, sakinliğe davet eden ve dolayısıyla pasifleştiren, silikleştiren ve uzun vadede yok eden zihniyete kendince savaş açıyor. "Hoşgörü" kavramını yeni baştan düşündürüyor. Onun tasavvufî oluşumlara(?) yönelik eleştirileri zaman zaman yanlış anlaşılıyor, daha doğrusu anlaşılmak istenmiyor. Çünkü o kesimin işine gelmiyor eleştiriler.

"Cihat ve içtihad, direniş ve muhalefet ruhunu öldüren, Ümmettin ve direniş mücadelelerinin yanında değil, müstekbirlerin yanında yer alan cemaat hareketlerinin, tevhidî bilince dayalı sorgulamalara tabi tutulmaları gerekirken, kutsallaştırılmaları anlaşılabilir bir durum değildir. Günümüzde hoşgörü temelinde sürdürdükleri İslâmi hizmetleri yüzyıllarca önce yaşamış kimi âlimlerin, âriflerin tasarrufları doğrultusunda yaptıklarına inananlar "insanlar için kendi çalıştıklarından başkası yoktur" ilahî hakikatini unutuyor." [sf. 63]

"Hayatımızı maskelerle sürdüremeyiz. Kendimiz olamadığımızda, kendimiz olmaktan çıkarıldığımızda, kendimiz için de bir yabancı hâline geleceğimizi unutmamalıyız. Sahte meşruiyet biçimlerine ihtiyaç duymamalıyız. Evde Müslüman, sokakta laik konumuna düşmemeliyiz. Koşullara göre değişen tak-çıkar kimliği, insanı kişiliksizliğe mahkum eder. Beğenilerimizin, tercihlerimizin reklam ve propaganda araçları yoluyla şekillenmesine izin vermemeliyiz. Popülizme dayalı ödünler vererek sayılar çoğaltılabilir, ancak nitelikleri çoğaltmak için özgün ve özgür bilinç yapılarına ihtiyaç vardır." [sf. 65]

Günümüzde insan, birey olarak var edilmeye çalışılıyor. Oysa insan, birey değildir, biriciktir. Kendi şahsının, ruhunun, kalbinin tekliğini bilmeli ve bu doğrultuda düşünmeli, tasavvur etmeli ve yaşamalıdır. Bu kişisel birlik, genel bir birliğe, tevhide ulaşma yolunda hakiki bir gayrettir. Kendini belirli kurumların, kuruluşların, şirketlerin, cephelerin, safların, sınıfların içine gömüp o yapıların varlığıyla var etmeye çalışanlar, bataklıkta yüzmeye çalıştıklarının farkında değillerdir. Atasoy Müftüoğlu buna dikkat çekiyor: "Ahlâkî ilkeleri, temelleri, sorumlulukları ihmal ederek, cemaat çıkarına tapınan unsurlar, ahlâki alanın dışında ne tür başarılar kazanırlarsa kazansınlar, bunların herhangi bir değeri olamaz. Kendilerini yalnızca bir mezhebin, cemaatin, hizbin ufkuna kapatanlar, özgür ve eleştirel düşünmeyi başaramazlar, kendi kendilerini hapsederler ve soluksuz kalırlar." [sf. 93]

Bu kitabı okuyan bir zihin, 'yolundan gidiyorum' dediği tüm fikirlerin, kişilerin ve ideallerin üzerinden yeniden düşünme yüksekliğine varmalı. Bunu yaparken Müslüman duruşundan asla taviz vermeyip yegane önderin Resul-i Ekrem (s.a.v) olduğunu unutmamalı. Aşırı duygusallık bizleri romantizme, o da lüzumsuz bir efkâra götürüyor. Bununla soluksuzca savaşılmalı. Biz hayallere değil, düşüncelere tutkun olmalıyız. Düşünmeliyiz, daima düşünmeli.

"Romantik bir tarih yaklaşımı, tarihin ve tarihsel kişiliklerin kutsallaştırılması sonucunu doğuruyor. Bu konuda eleştirel bir bilinçle hareket edilmelidir. Tarihe, geleneğe bağlılık ve saygı, tarihsel sapmaları sahiplenmek anlamına gelmemeli. Herhangi bir tarihsel kişiliğe, düşünür, âlim ya da ârif'e saygı duymakla dünyayı bu kişiliklerden ibaret bilmek aynı şey değildir." [sf. 128]

"Her şeyi bilen cemaat lideri anlayışı gerçekten çok büyük bir sapkınlık biçimidir. Putlaştırıcı hiçbir yaklaşım ve eğilime kesinlikle müsamaha edilemez. Varoluşumuzu erdemli, onurlu, bağımsız tanıklıklarla anlamlı kılabiliriz. Bilincin çöküşünü durdurabilmeliyiz." [sf. 128]

Ekim 2011'de Hece Yayınları tarafından neşredilen Küresel Çağda Kaybolmak, büyük resmi görebilme yetisi kazandırmak için yazılmış, bu niyetle ortaya çıkmış bir kitap gibi görünüyor. Okunuşu gayet kolay fakat idrak etmek için ciddi bir mesai istiyor. Atasoy Müftüoğlu her yazısında olduğu gibi bu kitabında insana düşünmek, akıl yürütmek, eleştirmek, sorgulamak, muhalefet edebilmek, tahayyül etmek gibi hayati yeteneklere sahip olduğunu hatırlatıyor. Koşullara göre hareket eden, her yeni koşulla birlikte değişen benliklerin, büyük bir kültürel ve ruhsal yokluk, yetersizlik içinde bulunduğunu hatırlatıyor. Son sözü ise şöyle söylüyor: "Herhangi bir alanda mücadele hâlinde olmamak, hiçlik içerisinde yaşamak anlamı taşır."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

"Çılgın Gibi" bir aşk hikâyesi

Daha çok Fosforlu Cevriye’siyle ve Kara Kitap’ıyla tanıdığımız Suat Derviş’in Çılgın Gibi adlı romanı İthaki Yayınları tarafından okurun beğenisine sunuldu.

Unut(tur)ulmuş ve izleri silinmeye çalışılmış, bu yüzden de günümüz okuru tarafından pek bilinmeyen bir yazar Suat Derviş. 1903 doğumlu bir yazar olduğunu düşünürsek, Derviş’in yazdıklarını ‘cesur’ diye tanımlayabiliriz. Her dönemde benzer eserler ortaya çıkmıştır çıkmasına, ancak onun yaşadığı dönemlerde böylesi bir eser ortaya koymak oldukça cesaret isteyen bir işti.

Hâlbuki şimdi, otuz beş senelik hayatında yapmadığı şeyi yapıyor, egzotik bir tango havası içinde dans ettiği bir erkeğin kolları arasına vücudunu ve bu vücudun bütün vaatlerini tereddütsüzce bırakıyordu. Hiç utanmadan… Tıpkı bu işe alışmış bir bar kızı gibi hiç çekinmeden… Ve içinde iffetinin en ufak bir isyanı, en küçük bir hicabın gölgesi yoktu. Bilakis, içinde kabahat işleyenlerin azabı değil, ibadet edenlerin huzur ve sükûnu vardı. İçinde ne bir nedamet, ne bir vicdan azabı, ne de başka bir düşünce vardı.

Çeşmiahu Hanımefendi, Fazıl Bey, Seyfullah Efendi, Nazikter Kalfa, Kuyumcu Mardirosyan ve diğerleri… Bir devrin kapanış hikâyesindeki kahramanlardan bazıları… Yaşadıkları hem çok tanıdık hem çok yabancı. Saraylar, yalılar, savaş zenginleri ve arka fonda dönemin İstanbul’u… Celile ve Muhsin ise bu romanın başkahramanları…

- Bu gece niçin öyle mahzunsunuz?
- Sana bu kadar yakın ve senden bu kadar uzak olduğum için.
diye başlayan Çılgın Gibi günümüzde de yaşanan bir konuyu ele alıyor: ‘Aşk-ı memnu’.

Atmosfer oluşturmada ve dili kullanmakta mahir bir yazar olan Derviş, önce kahramanların yaşadığı hayatı anlatıyor. Anlatırken bizlere tutumlarının sebeplerini sezdiriyor, daha sonra da gerekçelerini… Davranışlarının neden kaynaklandığını anlayınca daha bir başka şekilde bakıyoruz onlara. Bir kadının neden bambaşka bir kadına dönüştüğünü, zamanla nasıl kendini bile tanıyamaz hale geldiğini ve ne uğruna onca yıllık evliliğini bitirdiğini, toplumsal normları niçin hiçe saydığını anlar gibi oluyoruz.

Celile, Nişantaşı’ndaki eski bir sadrazam konağında hayata gözlerini açmıştı. Babası bu sadrazamın torunu olan bir hariciye memuruydu. Annesi Abdülhamid nazırlarından Veli Paşa’nın kızı…

Celile hayatının ancak dört beş senesini bu konakta geçirmişti ve bunun için, bu konaktaki hayata ait hatıralarından ancak pembe bir karyola, pembe cibinliğe işlenmiş mavi kuşlar, leylak kokan dantel ve ipekle süslücilgin-gibive saçlarının arasında küçük taştan yapılmış bir yıldız pırıldayan, yüzünü hiç hatırlamadığı halde dünyadaki kadınların en güzeli olduğunu bildiği bir kadından, annesinden ibaretti.

Yazar, olayları anlatırken arada kişilerin tahlillerini yapıyor ve insanların o olay karşısında neden öyle davrandıklarını flaşbeklerle açıklıyor.

O hiçbir zaman hayatın içine girmemişti. Yıkılan, çürüyen ve mahva mahkûm bir muhit olan yalıda, o körpe varlığı, hayatiyeti gelişen benliğiyle bu yıkılışa ait bir unsur olmaktan çok uzaktı.” diye anlatıyor Derviş, romanının kahramanını… Şöyle devam ediyor: “Onunla diğer insanlar arasında daima bir mesafe var gibiydi. Kimsenin hayatının içine girmiyor, kimsenin hayatını kendi hayatı olarak kabul etmiyor, her muhitte inanılmaz derecede o muhitten dışarı duruyor, hiçbir insanla kaynaşamıyordu.

Celile başka bir kadın. Onu anlatmak için “mesafeli” en uygun sözcüklerden biri galiba.

Yirmi beş yaşına kadar işte böyle amcasının, yengesinin ve onların çocuklarının arasında yaşadı. Ve günün birinde amcazadesi Refik’in bir mektep arkadaşı Ahmet’le tanıştı ve onunla evlendi.

Çılgın Gibi, mahzun bir konuşmayla başlayan ve sorgulamalarla süren dramatik yapısıyla dikkat çekiyor: “Bu solgun kadın yüzü, ıstırap ve azap çekmiş bir mânâ taşıyan bu yüz hakikaten kendisine mi aitti?” Romanı okurken okumakla kalmıyorsunuz, gözünüzde de canlanıyor. Gayet akıcı ve sinematografik bir dili var Suat Derviş’in. Okur için bir kolaylık da sağlanmış kitapta: Yazarın zamanına ait bazı kelimelerin yanına bir yıldız işareti konmuş ve o kelimelerin bulunduğu sayfanın altında anlamları da eklenmiş.

Çılgın Gibi kronolojik bir roman değil. Gidiş gelişlerle örülü bir kurgusu var. Konu olarak yalnızca “aşk”ı ele almıyor elbet. Hem toplumsal hem bireysel çöküşleri, zor zamanlarda zengin olanların amaçlarına ulaşmak için kullandıkları yöntemleri, toplumsal statü uğruna nelerden vazgeçilebileceğini, gündelik yaşamdaki zengin-fakir ayrımını, kadın-erkek ilişkilerindeki “sadakat” kavramını da sorguluyor. Okurken her ne kadar yazarla birlikte çağına tanıklık etseniz de, günümüzde de geçebilirdi, diyorsunuz. Asıl hikâyesi tam da burada sanki Celile’nin:

Ahmet susmuştu. Fakat sözü bir tılsım gibi bütün bu sihri çözmüştü. Artık ne rüya vardı, ne pırıltılı ve renkli ışıklar, ne de leylak kokusu.

-Bu mucizeyi siz yaptınız Muhsin Bey. O kotra gezintisi, geçen iki akşam sofrada o kadar geç kalışlar… Hep sizin mucizeniz. Benim merdümgiriz karımı hayata siz alıştırıyorsunuz.

Çılgın Gibi’yi okumadan önce yazarı Suat Derviş’in hayatını okuyanlar, kitabın otobiyografik ögeler içerdiğini fark edecektir. “Her metin biraz otobiyografiktir.” yargısını pekiştiren bir kitapla karşı karşıyayız anlayacağınız.

Selim İleri 2006’da yazdığı bir yazıda şöyle diyor: “Günümüzün yoldan çıkmış ortamında bile has edebiyat okurlarının -kaç kişilerse- Çılgın Gibi’yi arayıp tarayıp ille bulacaklarına hâlâ inanıyorum. Suat Derviş’e ve eserlerine günümüz okurunun sahip çıkmasını gönülden diliyorum…

İleri’nin bu dileğine katıldığımı belirtip romanın en vurucu cümleleriyle bitirmek istiyorum yazımı:

Muhsin: “Celile, senden korkuyorum.
Celile: “Ben zararsız kadınım Muhsin; sen aşktan kork!

Merve Koçak Kurt
twitter.com/mervekocakkurt

26 Ocak 2017 Perşembe

Acının derinliği ölçülebilir mi?

Yaşam sürprizlerle doluydu ve bazen en sıradan mekanlar, heyecan verici maceraların başlangıcı olabiliyordu.

Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu, ismini görür görmez arka kapağını dahi okumadan satın aldığım kitaplardan. Bugüne dek beni hiç yanıltmayan bu içgüdüsel yaklaşımım bir kez daha haklılığıma cila çekti ve harika bir kitap okumama vesile oldu.

Roman 41 yaşındaki Fransız yazar Romain Puértolas’ın kaleminden elimize ulaşıyor, ama okunuşu esnasında kendinizi bir çeşit Aamir Khan senaryosunun Monty Python tipi sürrealleştirilmiş sahneleri arasında gezinirken buluyorsunuz. Kitapta Racastan’lı Hint Fakiri Ajatashatru Lavash Patel’in allem edip kullem edip kandırdığı küçük cemaatinden topladığı parayla Fransa’daki Ikea mağazasına çivili yatak almaya gidişi ile başlayan olaylar dizisi konu ediliyor.

Eğer hikayenin basit bir gidiş-dönüşten ibaret olacağını sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Zira yazar karakterini ustalıkla birbirine bağladığı trajikomik geçişlerle neredeyse tüm Avrupa’da dolaştırıyor. Hatta Kaddafi sonrası Libya’nın içinde bulunduğu fotoğrafı kendine özgü perspektifiyle çekme biçimi hikayede en etkileyici bulduğum noktaydı. Yolculuk aslında Hint Fakiri’nin bir yazara dönüşmesini, aşkı bulmasını, hayatı sorgulamasını acılarının derinliğini ölçme becerisi kazanmasını da anlatıyor. Peki acıların derinliğini ölçmek gerçekten mümkün mü? Yazar bu sorunun cevabını metninin son sayfalarında eleştirdiklerini çok yaralamadan yanıtlamaya çalışıyor.

Anlatıda Hint Fakiri’nin içine sıkıştığı Ikea dolabı ana imge olmakla beraber simgelerle çarpıtılmış üstü örtük onlarca gönderme var. Bunlardan en dikkat çekeniyse hiç kuşkusuz kapitalist toplumun reklamlar aracılığıyla yücelttiği metafetişizme doğru parmak sallanarak yapılıyor. Örneğin Hint Fakiri’nin gözleriyle yarattığı etki ‘Coca Cola bakışlı’ benzetmesiyle sunuluyor. Can Yayınları tarafından basımı gerçekleştirilen 237 sayfalık kitapta olaylar hızlı ama yormayacak bir ritimde ilerliyor. Ajatashatru’nun zoraki gittiği her ülke için başlıklar açıp orada yaşananları kısaca anlatan yazar finalde tüm ülkeler ve karakterler için yarattığı soru işaretlerini sımsıcak parantezler açarak yanıtlıyor.

"Yürek dediğin, biraz da büyükçe bir dolap gibidir."

Fransa’da başlayıp yine orada noktalanan macerası boyuna Ajatashatru gayri resmi yollarla seyahat ederken tanıştığı türlü insandan çeşit çeşit maceralar dinliyor. Bu tanışıklıklar sayesinde kurulan köprüler üzerinden ise yoğun bir mültecilik, insan kaçakçılığı ve emek sömürüsü, daha doğrusu umut tüccarlığı eleştirisi yapılmaya başlanıyor. Yazar adeta kendi barış pankartını sırtına geçirip edebiyat dünyasının eleştiri sahasına iyimserliğiyle çıkıyor. Bir de böyle eleştirelim silah değil çiçek uzatalım mantığını güdüyor. Günümüz koşullarında zenginin daha zengin fakirin daha fakir hale getirilişi her fırsatta eğlenceli bir dille de olsa altında yatan acı gerçeklerle okurda farkındalık yaratabilmek adına ısrarla tekrar ediyor. Bu tekrarlar beni hiç rahatsız etmeyip aksine mutlu etmiş olsa bile 36 ülkede yayımlanıp 33 farklı dile çevrilen kitap bazı çıkar gruplarını fazlasıyla tedirgin etmiş olacak ki yazarı tehdit mektupları almış.

Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu göçmenlik konusuna dair bugüne dek okuduğum kitaplar arasında belki de en hassas yaklaşıma sahip olanı. Buna rağmen böylesi şiddetli tepkiler alması birilerinin gömülü kalmasını istediği ve hiç keşfedilmeyeceğini düşündüğü kirli gerçekleri yeniden gündeme getirdiği için olabilir diye düşünmeden edemiyorum.

"Neden kimileri şurada, kimileri ise burada doğuyordu ki? Neden kimileri hayatlarını yaşarken diğerlerinin ve daima aynı kişilerin, ancak susmaya ve ölmeye hakkı vardı?"

Aslında tam da kitabın özeti niteliğinde verdiğim alıntıda yazar umudunu hep taze tutan karakteri üzerinden eşitsizliklerin, gelir dağılımındaki bozulmanın ve sosyolojik açıdan yaratılan ırksal kaosun sonuçlarını anlatıyor. Kitapta; çingeneler, zenciler, Hintli, Afrikalı, Fransız, İngiliz… gibi pek çok etnik kökenden ve ülkeden insana yer veriliyor. Onlara atfedilen ‘kodlaştırılmış’ özellikler ise birer satırla bile olsa gayet net açıklanıyor. Ajatashatru yolculuğu sırasında en dibi de, en zirveyi de görme şansı yakalıyor. ‘Birini tükenmez kalemle de öldürmek mümkünken, neden uçakta çatalla seyahat etmenin yasak olduğunu pek anlayamıyordu. Business Class yolcularına, tepside sunulan yemeklerini seçkin bir şekilde yiyebilsinler diye hem de metal bıçaklar verilirken, uçak kabinine bıçak sokmanın neden yasak olduğunu pek anlayamıyordu. Aslında, birini parmaklarıyla öldürmek o kadar kolayken, tüm bu güvenlik önlemlerini anlayamıyordu. Bu mantıkla, bizleri uçağa almadan önce ellerimizi, bu tehlikeli silahları da kesmeleri gerekmez miydi? Ya da bizleri, bunca göz dikilen pilot kabininden yeterince uzakta hayvanlarla birlikte uçağın bagaj bölümünde yolcu ettirmeleri?’

Roman aynı zamanda hikaye içinde hikayenin de anlatımı. Hint Fakiri’nin bir türlü anlam veremediği uçuş güvenliği önlemlerini sorguladığı yolculuğu sırasında yazmaya başladığı kitabını ve onu nasıl bitireceğine karar veremeyişini de okuyoruz. Puértolas merakı canlı tutmayı gerçekten başarıyor. Heyecan unsurlarının düşüşe geçip, durum anlatılarının yoğunlaştığı noktalarda Fakir’in kendi kaleminden dökülen öyküsüne çekiliyoruz. Son olarak ise Ajatashatru’nun kalbine kendisini bulup nasıl bir insana dönüşeceğini kavrama aşamasında yazarın beş elektroşok akımı isabet ettirişi var ki okuru felsefi zevkin çok ince sınırlarında dolaştırıyor. Doğup büyüdüğü, medeniyetten uzak bölgede şartlar yüzünden dolandırıcı, yalancı, güvenilmez bir insan olmak zorunda kalan Ajatashatru kalbine isabet eden beşinci ve son elektroşok darbesinden sonra içine dokunabiliyor. Okur olarak bizlerse her darbenin ardından acaba sıradaki ne olacak diyerek hikayeyi tek solukta bitiriyoruz.

"Hayatında ilk kez birisi Ajatashatru’ya güveniyordu, öylesine, aşağılık bir strateji, adi bir dümen uydurmasına gerek kalmadan, sadece doğruyu söylediğinde. Bu ‘güzel ülkeler’ gerçekten de sürprizlerle dolu bir çikolata kutusuydu. Üstelik, karşılama komitesi de her zaman polislerden oluşmuyordu. Sıla özlemi bir an için uçup gidiverdi. Fakir’in, maceranın başından beri tam kalbine isabet eden dördüncü elektroşok akımı bu oldu. Ona yine yardım etmişleri. Peki onun birine yardım etme sırası ne zaman gelecekti?"

Ömrünün büyük bir bölümünde çalan, kandıran, göz boyayan Fakir maruz kaldığı elektroşoklar sayesinde içindeki ‘insan’ yanlarını tozdan arındırıyor. Acılarının karanlığı yüzünden görmekte zorlandığı iyilikleri acıdan aydınlanıp, acının anlamını öğrenip cisimleştirdikten sonra kucaklıyor. Aslında Fakir hikayenin sonunda özüyle buluşuyor. Kendisini kucaklıyor. Değiştirip değiştiremeyeceklerinin sınırlarını keşfediyor. Dolayısıyla kitap hem felsefi, hem sosyolojik hem de kusursuz bir politik-siyasal hiciv örneğine dönüşüyor. İnsanlık acılarının farklı kesitleriyle yeniden yüzleşmek isteyenlere sağlam dersler çıkartabilecekleri bir okumalık.

Gürcan Öztürk
twitter.com/gurcanozturk_

24 Ocak 2017 Salı

Güldüren, ağlatan, hayret ettiren tarihçimiz

Reşad Ekrem Koçu için en çok da tarihi sevdiren adam derler. Evet, tarihçiliği soğuk, sıkıcı metinlere hapsedilmiş bir olgu olmaktan çıkarıp, genelde başka tarih kitaplarının asık suratlı suretlerini, vakıalarını kendi kitaplarında, tarihi romanlarında adeta tebessüm ettirir. Tarihimizin, özellikle de Osmanlı tarihinin kıyıda köşede kalmış, dikkat çekmeyen ayrıntılarına projeksiyon tutar. Gâh güldüren, gâh ağlatan, gâh hayret ettiren… Bazen hayran hayran bakarız satırlara bazen de böyle şeyler olabilir mi diye şaşırırız.

Tekmili birden İstanbul’u anlatır, İstanbul anlatılır köşe bucak… Köy köy, semt semt, sokak sokak İstanbul… Yalnız zenginlikler, yalılar, saraylar, köşkler, bağlar, bahçeler anlatılmaz. Şehrin öteki yüzü de dile gelir. Garibanlar, berduşlar, ayyaşlar, dilenciler, çingeneler, bohçacılar, incik boncukçular, kabadayılar, gayrimüslim kantocular, destancılar, kayıkçılar, külhanbeyleri, dalkavuklar, çıraklar, kalfalar…

Tarihin güler yüzlü anlatıcısı, tarihi tek düze anlatımdan kurtaran tarihçi dedik Koçu’ya ama bu, tarihi gerçeklere aykırı, kurgucu, gerçeklerin uzağında bir profil akla getirmesin. Tarihle uğraşanların kahir ekseriyetine göre yazdıklarında gerçeklerin aksine bir durum yok. Gerçekleri kafasındaki kurgulara kurban etmiyor. Gerçekleri dile getirme konusunda çok titiz. Ayrıca Türkçeyi çok iyi kullanıyor. Türkçeye hâkim bir üslubu var. Şehrin öteki yüzünü anlatıyor fakat lakaytlık, gevezelik, saygısızlık kesinlikle yok. Murat Bardakçı’nın da ifade ettiği gibi şehrin diğer yüzünü, sokakları anlatırken orada olan bitenler konusunda okuyucuyu özendirmez, sadece nakleder. Anlatılarında yazı geleneğine saygı çerçevesinde hareket eder. Edebi sanatları, coşkun karakterini satırlara aksettirir ama tarihi gerçeklerin hilafında bilgilere rastlayamayız.

Bir dönem yolu üniversiteye düşse de bu akademik serüven uzun sürmemiş. Hayatının sonuna kadar liselerde öğretmenlik yapmış. Kitaplarından müteşekkil bir dünyası var. Çok çalışkan; yazı yazdığı dergi ve gazetelere yazılarını hep zamanında göndermiş. Onun İstanbul sevgisi ve yazıya tutkusunu tek başına, bin bir zorlukla hazırlayıp yayınladığı İstanbul Ansiklopedisi gösterir. Ansiklopediyi G maddesine kadar yayınlıyor. Aslında ansiklopediyi tamamlamış ama yayınlamak için para bulamadığından bu projesi akim kalmış. Gerçi ansiklopediyi tamamlayamamış deniyordu ama 2006 yılında Murat Bardakçı 70-80 koli içinde saklanan ansiklopedinin Koçu tarafından hazırlanan ama yayınlanamayan bölümlerine ulaşmış. Kalan bölümlerin yayınlanması için girişimler olmuş ama telifte anlaşılamadığı için bir türlü hayata geçirilememiş.

Reşad Ekrem Koçu’nun romanları hakkında İlber Ortaylı’ya kulak verdiğimizde şu değerlendirmeleri duyarız: “Üstadın romanları bizim bildiğimiz roman değildir, daha çok çeşni kazanmış bir vakayiname, hayat boyu okuyup hatmettiği Tayyarzade, Hançerli Hanım tipindeki 18. asır halk hikâyelerinin getirdiği bir üslup hâkimdir. İşte cılız tarihi roman edebiyatımızda, üstadı özgün ve lezzetli kılan niteliği de budur. Üstelik ‘Romancı tarihçiye sadık kalmak zorunda değil’ tümcesini, ‘Romancı cahil olup istediğini uydurur’ hükmüne çevirenlerin ortamında Reşad Ekrem, sağlam tarihi bilgisiyle nesillere tarihi sevdirip tarih öğreten biridir.

Onun üslubu hakkında fikir vermesi maksadıyla Fatih Sultan Mehmed adlı kitabındaki “İstanbul’un Fethi” bölümünden bir pasajla yazımızı bitirelim: “Çanlar mütemadiyen çalıyor ve dakikalar geçerken, bir veya birkaç tanesi susuyordu. On beş dakika içinde yetmiş bin kadar Türk askeri girmiş bulunuyordu. Sultan Mehmed, Topkapı karşısında dikilmiş, büyük sancağın altında, at üzerinde bu muhteşem girişi seyrediyor ve sevincinden ağlamamak için kendisini zor tutuyordu. Şehrin müdafii İmparatoru Konstantin’e gelince on asırlık bir imparatorluğun son hükümdarına yakışan ulvi bir kahramanlıkla, kılıcı elinde ölmüştü. Şöyle ki, şehrin alındığını görünce bir Arap kısrağının üzerine atlamış, arkasında dört sadık silahşör Fransuva dö Tolet, Teofilos Paleologos ve İlliryalı Jan’la dörtnala Likos vadisinden sur boyunca şimale Edirnekapı’ya doğru çıkmıştı.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

Batının gözünü diktiği bir yer olarak Kenya

"Aslanlar kendi hikayelerini yazmadıkça, avcıların hikayelerini dinlemek zorundayız."
- Afrika atasözü

Kenya. 1980'de Muhammed Ali'nin siyasi bir girişim için gidip, Moskova Olimpiyatları’na katılmama yönünde ikna ettiği memleket. Neden Muhammed Ali böyle bir şey istemişti? Çünkü Sovyetler, Afganistan'ı işgali etmişti. O zamanlar dirençli Müslümanlar böyleydi. Kenetlenir, birbirlerinin dertlerine tek bir yumrukla karşı koymak isterdiler. Hepsi geride kaldı...

Atasoy Müftüoğlu, Firak adlı kitabında Asya ve Afrika topraklarındaki sürekli büyüyen toplumsal zaafların; batıyı ve batılı düşünce sistemlerini güçlü kılan şey olarak görür. Fakat yine de umutludur, "Bütün bu olumsuzluklara rağmen, Allah'ın dilemesiyle zayıf bıraktırılmış toplumlardaki batı imajı giderek bütün çekiciliğini kaybetmektedir" der. Elbette umudumuz bu yönde fakat işleyen mekanizmaların perde arkasındaki geçmişini araştırırsak, umudun ne kadar yakın ya da ne kadar uzak olduğunu da az çok kestirebiliriz. Görünen köy şöyle ki batı tesirini gittikçe arttırmıyor, artık doğrudan operasyon yaparak işgalden de öte bir zihniyet değişimine yol açıyor. Ne kiralıyor ne de medeniyet götürüyor. Tapuyu olduğu gibi alıp, çatışma kültürünü sonuna kadar kullanarak 'ilgili' diyarı hükümranlığı altına alıyor.

Afrika'da insanlar her geçen gün daha da köleleştiriliyor. Yüzümüze gözümüze sevimli çığlıklar atan markalar, dünyanın en yoksul halklarını korkunç ücretlerle çalıştırıyorlar. İşin en kötü tarafı ise insanların bu işleri yapmak zorunda oluşları. Öte yanda açlık, susuzluk, muhtaçlık ve elbette batının umursamazlığı. Peki ya biz? Bir zamanlar elimizin kolayca uzanabildiği bu kadim topraklar için neler yapabiliyoruz? Hiç değilse onları düşünebiliyoruz? Gelecek hayalleri kurarken onları da bu hayallerin içine alabiliyor muyuz? Tüm bunları yapmadan evvel, Afrika'nın kolonyalizm tarihindeki yerini, din ve sermaye ikilisinin Kenya'da nasıl bir müstemleke hâline getirdiğini biliyor muyuz? İşte Kaknüs Yayınları tarafından neşredilen kitabında Cafer Talha Şeker, Kenya'nın Müstemleke Tarihi'ni anlatıyor. 221 sayfalık kitapta harita, tablo ve resim bolluğu var. Bu hem kitabın okunuşunu kolaylaştırıyor hem de tarihi bilgilerin yanına coğrafi bilgileri de katarak hafızayı zenginleştiriyor.

Kitap, Prof. Dr. Mohamed Bakari'nin önsözüyle açılıyor. Kitabın mukaddime mahiyetinde olsa da tafsilatlı, tarafsız, ilmî ve iyi yazılmış akıcılta olduğunu belirtiyor. Daha sonra Şeker, mukaddime başlığıyla eserini kısaca tanıtıyor. 2013 yılında National Archives'in yayınlanmış ve yayımlanmamış arşiv kayıtlarını incelemesi neticesinde bu kitabın ortaya çıktığını söylüyor. Şu ifadeleri önemli: "Misyonerler Afrika'ya iki şey getirdiler: Medeniyet ve ihtilaf. Birincisi vahşi olan yerli halkın eski âdetlerini terk etmesine yol açtı. İnsan yiyen, ikizleri öldüren, beyaz renklileri şeytan veya tanrı zanneden, hastaları yakan ve daha pek çok vahşi âdetleri tatbik eden bazı yerli kabileler, misyonerlerin uzun vadeli ve sabırlı faaliyetleri sayesinde bu vahşi hayatı terk edip daha medeni bir seviyeye ulaştılar. Bunu çoğu Afrikalı da kabul etmektedir. Ancak Afrika'da Hristiyanlaştırılar yerliler zamanla teşkilatlanarak Afrika'nın Müslüman halkları ile hasım oldular. Batılı ülkeler tarafından Hristiyan oldukları için veya Batılı şirketlere ucuz insan kaynağı oluşturacakları için desteklendiler. Kuvvetlendiler ve Müslümanlar ile zıtlaşıp onlara saldırmaya başladılar. Bu düşmanlık bitmek bilmeyen ihtilafları beraberinde getirdi. Dolayısıyla Batılı misyonerlerin Afrika'nın Müslüman olmayan yerli halkına faydası olduğu gibi zararı da olmuştur."

Günümüze doğru geldiğimizde şunu hatırlatmak fayda var: Britanya ekonomisinin adeta göz bebeği konumundadır Kenya. Bilhassa petrol gibi yer altı kaynak arayışında önemli bir yer tutar. Müşterek menfaatleri vardır. 2012'de bir İngiliz şirketi tarafından Kenya'da petrol bulunmuş ve Kenya tarihindeki İngiliz nüfusu kısa sürede artmıştır. Çin'in de 2014'te Mombasa'yı Güney Sudan'a bağlayacak olan Doğu Afrika Demir Yolu Projesi'ni alarak enerji kaynaklarına yoğunlaşmasıyla ABD'nin de gözleri Kenya'ya çevrilmiştir. Obama'nın baba ocağıdır Kenya, zira 2015'te memleketine bir ziyareti olmuştur ABD başkanının. 19. yüzyılın sonlarından beri Afrika toprakları küresel sermayenin ve dünya kapitalist sisteminin ilgi odağı olmuş, bu topraklar 'yeni oyunların' merkezi hâline gelmiştir. Cafer Talha Şeker'in yorumuna göre Kenya, Afrika'daki stratejik önemini giderek artıracaktır.

İki kısımdan oluşan kitabın ilk kısmı Kenya tarihinde kabileleri, Arapları ve Sevahili milletini anlatıyor. Buradaki "Lizbon-Mombasa-Açe Hattında Osmanlı-Portekiz Mücadelesi: 1498-1698" makalesi oldukça önemli. Kitabın ikinci kısmı oldukça uzun çünkü bütün mesele burada saklı. Kenya'da kolonyalizmin tarihini (1862-1962) anlatan bu kısımda genel bölüm başlıkları şöyle: A) Kenya'nın batılılaşması ve Hristiyanlaşmasına dair teorik nazariyeler. B) İlk misyonerler, kolonyalist yayılma ve İngiliz-Alman rekabeti: 1862-1895. C) İşgal, kolonyalist idare ve siyonist teşebbüsler: 1895-1914. D) İki dünya harbi arasında Kenya müstemlekesi. E) Kenya'nın bağımsızlığına doğru siyasi hareketler: 1945-1963.

Kitabın son makalesi Türkiye-Kenya münasebetleri üzerine. Burada özellikle 2014 yılıyla birlikte yeni hamleler görülmeye başlanıyor. Dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün iki ülke halkı arasındaki tarihi münasebete dikkat çekmesi, yine dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Kenya cumhurbaşkanı ile görüşmesi gibi konular var. Ticari adımların yanında güvenlik hususunda bazı adımların atıldığı görülüyor. Mesela Kenya polislerinin Türk polisi tarafından eğitilmesi ve Somali güvenlik meselesine dair işbirliği yapılması için imzalanan anlaşma gibi hususi meseleler var. En son olarak Aralık 2015'te T.C Başbakanlığının desteğiyle ve ORDAF'ın (Ortadoğu ve Afrika Araştırmacıları Derneği) katkılarıyla tertip edilen ilk "Türk-Afrika Düşünce Kuruluşları Zirvesi" de İstanbul'da gerçekleştirilmişti. Öte yandan Türkiye'nin yeni cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, Haziran 2016'da Kenya, Uganda ve Somali'yi ziyaret etmişti.

Kenya ve çevresiyle irtibatımız daimi olmalı. Orada olup bitenler takip edilmeli. Yeni imkânlar oluşturulmalı ve kollanmalı. Kaknüs Yayınları tarafından neşredilen Kenya'nın Müstemleke Tarihi, hem güncel olmasıyla hem de stratejik öneme haiz konuları irdelemesiyle civar topraklar hakkındaki fikirlerin yeniden gözden geçirilmesini sağlayabilecek nitelikte.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf