28 Şubat 2017 Salı

Cemaatler insanların güvenlik arayışını karşılıyor mu?

İnsan, tıpkı diğer memeliler gibi, ihtiyaçları karşılanmadığı ya da eksik karşılandığı durumlarda yaşama devam etme becerisini yitirir. Teknoloji, sosyal medya, binlerce yıllık kültürel birikim, bunlardan hiçbiri gereksinimlerini karşılayamayan bir insanın işine yaramaz. Dolayısıyla insan, hayatta kalma mücadelesinde küçük gruplar, topluluklar oluşturur. “Birbirini kollayan insanlar”ın bir araya gelmesi ve bu durumun sağladığı avantajların aşikâr olmasıyla birlikte cemaatler de ortaya çıkmaya başlar. Geçen ay sosyolog-filozof Zygmunt Bauman’ın Cemaatler isimli kitabı Say Yayınları tarafından yayımlandı. Kitabın alt başlığı olan Güvenli Olmayan Bir Dünyada Güvenlik Arayışı, Bauman’ın konuya yaklaşımındaki temel kavramı işaret ediyor: ihtiyaç. Cemaatler’de öne sürülen argümanlar ve insanların cemaatle birlikte var olma süreçleri ile hümanist psikolojinin kurucu ismi Maslow’un ihtiyaçlar piramidi arasındaki ilişkiyi işaret etmekte fayda var; ona göre insanın kendini gerçekleştirmesi için, ilk dört adımdaki ihtiyaçlarını gerekli şekilde gidermesi gerekir. Maslow, insanın 5 temel ihtiyacını şu şekilde sıralar:

1. Fizyolojik İhtiyaçlar, 2. Güvenlik İhtiyaçları, 3. Sevgi - Ait Olma İhtiyacı, 4. Değer -Statü İhtiyaçları, 5. Kendini Gerçekleştirme.

Fizyolojik ihtiyaçlar, dünyada var olan canlıların en temel ihtiyacıdır, ilk sırada türe özgü değil varolmaya özgü ihtiyaçlar yer alır. Güvenlik ihtiyacı, Bauman’ın Cemaatler’de işaret ettikleriyle birebir ilişki içerisindedir. İnsanlar, hiçbir zaman tam olarak elde edemeyecekleri güvenceye ulaşamayacakları için bir cemaatin parçası olmak isterler.

Bauman, “Giriş ya da Zor Bulunan Cemaate Merhaba” bölümünde cemaat kelimesinin anlamına işaret ederek tartışmayı başlatıyor; cemaatin insanların zihinlerindeki anlamını, cemaatin güvenlik sağlamaktan da öte yüklendiği anlamları, yani aslında cemaatin insanlar için bir tür mağara olduğunu aktarıyor: güvenli, sıcak ve endişesiz bir yuva.

Bauman, disiplinlerarası bir açılış yaparak zihinlerde yer eden cemaat algısının mitolojik yankılarını sıralıyor. “Tantalos’un Istırabı”, masumiyetini kaybeden ve dizginleri ele alma konusunda ısrar eden çeşitli figürlerin cezalandırılmasından söz ediyor. Tantalos’un da Adem’in ve Havva’nın da belirlenen sınırların dışına çıkmaları nedeniyle suçlu bulunmasının anlamını yorumluyor: “Cemaatin dayalı olduğu anlayış, bütün anlaşmalardan ve anlaşmazlıklardan önce gelir. Bu tür bir anlayış, bitiş çizgisi değil, hep birlikteliğin başlama noktasıdır.”. Yani cemaat mensupları için bireysel seçimler ve cemaatin bütünlüğüne hâkim olan anlayıştan uzaklaşma, cezalandırma ve dışlanmayı, dolayısıyla güvenliğin yitirildiği belirsiz bir geleceği işaret ediyor. Güvenlik ihtiyacını cemaate ait olarak karşılayan bireyin özgürlük ihtiyacı silikleşiyor, devre dışı bırakılıyor.

Cemaatlerin birçoğu dışarıya kapalıdır. Cemaate dahil olmayan herkes öteki’dir, yabancıdır, tehlike arz eder. Bu yaklaşım, kötülük problemiyle ve insanın doğasındaki kötülüğe inançla alakalı değildir. Cemaatin sürekliliği, homojenliğe ve sorgulamadan uzak bir yaşam-zihin biçimine bağlıdır. Başka dünyaları, düşünceleri, eylemleri görmeyen cemaat mensuplarının zihinlerinde bu aynılığı yıkacak bir düşünce oluşması söz konusu değildir. Anlam dünyasındaki sarsıntı, dışarıdan olandan bulaşacak “başkalık”tır.

Bauman’a göre günümüz toplumunda insanlar güvenlik duygusunu da cemaatlerini de yitirdi. Özgürlüğün, esnekliğin ve seçeneklerin bolluğuna kapılan modern insan, cemaatin sağladığı güvenlikten doğan huzur ve mutluluğu günümüzde yakalayamıyor ancak bunun kişisel problemler olduğu varsayımıyla hayatını sürdürüyor. Peki sosyal medya, güvenlik ihtiyacımızın giderek arttığı dünyamızda yeni bir cemaatleşme olarak okunabilir mi? Bauman’a göre bu sorunun cevabı kesin bir şekilde hayır. Sosyal medya bize yeni bir cemaat sunmuyor, kendimizi bir kısırdöngünün tam içerisine yerleştirmemizin yolunu açıyor: “Esas diyalog sizinle aynı şeylere inanan insanlarla konuşmak değil. Sosyal medya bize diyalog kurmayı öğretmiyor, çünkü anlaşmazlıktan kaçınmak kolay. Ancak insanların çoğu sosyal medyayı bir araya gelmek veya ufuklarını genişletmek için değil, tam tersine, kendilerine kendi seslerinin yankıları olan sesleri duyacakları, kendi yüzlerinin yansıması olan yüzleri görecekleri bir konfor alanı yaratmak için kullanıyor.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

27 Şubat 2017 Pazartesi

Acımasız zamanı sabırla yenenlerin hikâyeleri

"Sabreyle gönül sabırsız olma
Cümleyi gönlüne yâr eden vardır
Darda kaldım diye umutsuz olma
Yoğ iken dünyayı var eden vardır."

- Neşet Ertaş, Sabreyle Gönül (2001)

Daha önce Unuttuğum Bütün Akşamlar, Dönüşsüz Yolculuklar KitabıEmanet Gölgeler Defteri gibi eserlerini hafızama almama rağmen bir türlü okuyamamıştım Ethem Baran'ı. Kısmet, Mart 2016'da neşredilen Evlerimiz Poyraza Bakar kitabınaymış. Sanırım hem ev hem de poyraz olunca kendimi tutamadım, öyle hatırlıyorum. Kitap isimlerini güzel seçen kimi yazarları ayrı seviyorum. Kemal Varol böyle, Hüseyin Akın böyle. İkisi de şair...

123 sayfalık kitapta 12 hikâye bulunuyor. Hikâyelerin isimleri eski yaşantılardan ve hatta filmlerden izler taşıyor. Birkaç örnek: Foto Şeyda, Bozulmayan Yazı, Murat Almak, Kaçak Vapur... Kitabın yalnız evlere değil, evi oluşturan ailelere de sadık bir yakınlığı var. Nitekim yazar, "Okuduklarından bir harfi bana verebilir misin diyen babama, okuyup yazamadıklarının hepsini susarak yeniden yaratan anneme ve sahip olduğum her harfte hakları olan kardeşlerime" ithafıyla evvela kendi ailesinin gönlünü yapıyor. Ardından okuyucunun gönlündeki hikâye açlığını dindirecek birbirinden güzel anlatımlarla, her hikâyede farklı tekniklerle ve üsluplarla adeta küçük bir edebiyat dersi veriyor. Bu dersten payıma şunu çıkardım: Ev üzerine, aile üzerine yazarken Ethem Baran'ın bu kitabı dönüp dönüp okunmalı. Fark ettim ki son zamanlarda Yozgatlı yazarlar bunu diğerlerine nazaran daha esaslı yapıyor, Mustafa Çiftci gibi (Bkz: Bozkırda Altmışaltı).  

Yalan değil, kitabın giriş epigrafında Fernando Pessoa'ya ait Huzursuzluğun Kitabı ve Cemil Meriç'in Bu Ülke'sinden alıntıları görünce melankoliye boğulacağım korkusuna kapılmadım değil. Ancak hikâyelerde dolu dolu bir iyimserlik de yok. Bazen çaresizlik, bazen umudun peşinde kayıp giden hayatlar, bazen yoldaşlık, bazen de yalnızlık var. Merhaba da var, elveda da. Her ailede, mahallede olduğu gibi.

Evlerimiz Poyraza Bakar'ın kimi sayfalarında türkülerimiz de bağdaş kurup gönül dertlerimize merhem sürmeye gayret ediyor. Neşet Ertaş'a ithaf edilen Söylerim Sözüm Almıyor hikâyesi okuyanın gözlerini sulandırıyor. Bunu yaparken bazen neşelendiriyor. Hep tadında gidiyor paragraflar. Söz ettiğim hikâyeden iki alıntı: 

"Birinin ruhunun içinde neler olup bittiğini öğrenmek için onun rüyalarına bakmak gerekir. O, rüyalarını gözlerinde taşıyordu; ruhu gözlerinden okunuyordu."

"Bir insanı gördüğünüz yer, onun, gideceğim deyip de geldiği yer değil midir? Durduğu yerde duran insan gitmeyi düşünüyorsa zaten orada değildir, onu göremezsiniz."

Kurgusuna, karakter dağılımına, üslubuna ve akışına hayran kaldığım hikâye, yani kitabın en sarsıcı hikâyesi bana kalırsa Bozulmayan Yazı. Keza hikâye epigrafında tercih edilen Eşrefoğlu Rumi'nin "Ol taş olmuş gönüllere vuram aşkın külüngünü" dizesi, anlayana ve anlamak isteyene metnin devamında nice 'sır'ların olduğunu beyan ediyor gibi. Çok güzel dörtlükler var bu hikâyede. Kâh Âşık Nuri'ye ait "Bürüm bürüm büktürüyon alnını / havalara kaldırıyon burnunu / şekerle mi doyurdun karınını / ah dinsiz imansız ölesi seni", kâh hepimizin az çok bildiği "Mağrur olma mala mülke / deme var mı ben gibi / bir muhâlif rüzgâr eser / savurur harman gibi", kâh nefis bir hikâyesi olan, ilk dizesi Yavuz Sultan Selim'e ikinci dizesi Vehbî'ye ait "Bütün dünyâ benim olsa, gâmım gitmez nedendir bu / ezelden gâm turabıyla yoğurulmuş bedendir bu"...

Kadim hikâye anlatma usulünden muhabbet ehli zâtların bu topraklarda bıraktığı izlere kadar, tarihin tozlu sayfaları arasına kayıp gitmiş fakat hatıralardan çıkması mümkün olmayan dinamiklere dokunuyor yazar. Bunlar öyle dinamikler ki aslında ülkemizin kurucu dinamikleri de denebilir. Nedir onlar? Gönül, muhabbet, sevgi, hürmet, cesaret, sadakat, merhamet... Bozulmayan Yazı'dan devam etmek isterim: 

"Eskiden zengin evlerinde mumlar yanardı, yoksul evlerinde de isli lambalar vardı. Böyle elektrik, televizyon, telefon, böyle debdebe yoktu efendi. Eski gidişat yok gayrı. Şimdi ilerledik, fen ilerledi. Bu oturduğun yerde, nerede ne var, ne oluyor görüyorsun, konuşulanı duyuyorsun. Elinde bir telefon, herkesle oturup konuşuyorsun. Dur bakalım daha neler çıkacak! Fen ilerledikçe ilerliyor. İşte, peygamber efendimize, asrısaadette, sahabelerden biri sormuş: Ya Resulallah, kavga nasıl olur, kavga ne ile olur? Şöyle buyurmuş: Kavga kılıç ile, kalkan ile, taş ile, değnek ile olmaz. Kavga, vaktin silahı ile olur, vaktin durumu ile olur."

Ethem Baran, özellikle genç kuşaklara çok güzel bir 'yaşantılar kitabı' hediye etmiş oluyor Evlerimiz Poyraza Bakar'la. Nasıl yaşanırmış, neler söylenirmiş, saygı sevgi neymiş, dünya telaşından ne anlaşılırmış... İnsan düşünüyor mesela, şimdiki dertlerimiz ne kadar dert? Gerçekten dünya derdi mi yoksa kendimizi oyaladığımız koca bir yalandan dert mi?.. Ansızın gelen misafirine kolonya dökmeyi unuttuğu için boynunu büken insanlar varmış eskiden. Eski evlerle birlikte göçüvermiş bu ve buna benzer birçok incelik...

Yağız Gönüler

23 Şubat 2017 Perşembe

Kaderine razı olmuş Yozgatlıların hikâyeleri

Sanırım hikâyenin bir 'okunma zamanı' var. Tam o zaman geldiğinde, insan kitaplığının önünde ne okusam diye bakınırken tütüveriyor dumanı hikâye kitaplarının üzerinden. Elbet biri çıkageliyor okuyucunun ellerine. Hikâye ve öykü tıpkı şiir gibi, farklı bir dünyanın, farklı bir âlemin rüzgârı. Tadı ve kokusu başka, anlamı ve derdi başka. Okunuşu ve lezzeti bambaşka. Bu sebeple her ikisi de okunduğu zamanda, yani 'okunma zamanı'nda yalnızca kendisiyle ilgilenilmesini, üzerine titrenmesini istiyor gibi. Yani bir şiir ya da öykü kitabını okurken başka şeyler de okumak, sanki derine doğru bir dalış yapacakken tüpün bitme tehlikesini sezmek gibi bir tedirginlik oluşturuyor. Dolayısıyla vazgeçilebiliyor. Elbette bunlar kişisel düşünceler, herkesin zevk dünyası farklı. Algılama ve yönelme biçimleri değişik. İnsan dediğinin en güzel tarafı da bu biricik olma hâli zaten.

Mustafa Çiftçi, hikâyelerini hayatın içinden, ama daha çok görünmeyen tarafının en insanî bahçesinden yazan bir kalem. Biyografisinde yazdığına bakılırsa ilk ve orta öğrenimini Yozgat'ta tamamlamış. İşte Bozkırda Altmışaltı da hepsi birer Yozgat hikâyesi olan, nadide bir hikâye kitabı. Mayıs 2014'te ilk baskısını yapmıştı, Şubat 2017'de 4. baskısına ulaştı. Bir hikâye kitabı için ne güzel bir ilgi, ne sade ve doğal. İletişim Yayınları'ndan çıkan kitabın kapağında Türk insanını en güzel anlatan -belki de yakalayan- fotoğrafların ustası Ara Güler'in bir çalışması yer alıyor. Akıp giden 160 sayfa, yazarın "içimden geldiği gibi sevgimi gösteremediğim Annem'e" ithafıyla başlıyor. Yedi adet hikâye var: "Handan Yeşili", "Kara Kedi", "Ensesi Sararmış Adamlar", "Ankara'daki Evlatlar", "Bir İğne Bin Kuyu", "Elif, Tina, Tolga" ve Piç Sevi" hikâyelerin isimleri. Hepsi samimi ve içten, ama en güzeli de için içindekini keşfe sürükler nitelikte. İnsanın sadakatine, samimiyetine, saflığına, sevgisine, saygısına, sözüne.

Hikâye kitapları hakkında yazarken, karakterleri birer birer anlatmak, neler olduğundan bahsetmek pek sevdiğim bir şey değil. Neredeyse okuyucuya bir şey kalmayacak kitap yazıları yazmaktan imtina ederim. Çünkü okuyucu o karakterin adıyla bile ilk defa kitapta tanışmalı. Çok sonra, tıpkı Oğuz Atay'ın, Tanpınar'ın, Sabahattin Ali'nin karakterlerindeki gibi bir bilinirlik, okuyucunun ilgisiyle orantılı olarak artacaktır şüphesiz. Tıpkı hikâyelerin temel konuları, dikkat çekmek istedikleri problemler ve biçimi, tekniği gibi.

Bir yuva teması var Çiftci'nin hikâyelerinde. Yuva kurmanın güzelliği, hayalleri, zorlukları, mahremiyeti, çileleri ve nicesi. Yozgat'ın kendine has kelimeleri, deyimleri ve tepkileriyle kurulu, hep okuyanı çocukluğuna, o yıldız gibi parlayan mahalle günlerine döndürecek temposuyla; hem bir gün içinde okunabilecek hem de günlere yayarak tadına daha fazla varılabilecek bir zarifliği var Bozkırda Altmışaltı'nın.

"Ben sabah kalkınca gözlerim çapaklı, karnım yarı aç yarı tok dükkâna düşmeye ne zaman başladım hatırlamam. Okul, dükkândan fırsat kalırsa gidilen yerdi benim için. Okul sıralarında dalar giderdim bazen. Babamın lafları vardı hep aklımda. "Okuyacaksak oku ben yok demem. Gözünün önüne bak. Bana güvenme." Benim lise bitip de üniversiteye niyet edince dedi ki bu üniversitenin açığı varmış, orayı oku. Benim kimim var. Burayı bırakma. Aha sana kurulu bir düzen. Anladım ki Sansar Sami bize usul usul liseyi okutmuş. Okuturken de planı yapmış. "Şu düzen bırakılır da gidilir mi? Okuyanları görüyon işte boyunlarında kravat, varıyo geliyo bir kuru maaş. Gine de sen bilin..." Sen bilin demek, sıkıyorsa bırak da git demektir. Git de gör gününü, Sansar Sami adamı kurutur vallaha... Ben okusaydım avukat olacaktım dedim bir gün. Ağzının dolusunca güldü babam. "Vay yavrum aklın bu kadar işte. Avukatlık iş mi la? Milletin yemediği bok kalmayacak, sen paraynan onu temizleyeceksin he mi? Bunun için okunur mu la?"

Bozkırda Altmışaltı'yı okurken Yozgat şivesini enine boyuna keşfetmek mümkün. Oradaki insanımızın hayata bakışındaki değerler, kırmızı çizgileri, ahlâk anlayışları, yaşam savaşı verirken besledikleri umutları, hayal kırıklıkları, korkuları, aşkları, tutkuları, yalnızlıkları, muhtaçlıkları çok latif bir biçimde Çiftci'nin kaleminden akıyor. Mesela Niyazi Usta'nın hayatına dair bir paragraf:

"Hakikaten de ilçeye kim gelse bazen birkaç tane takım elbise diktirmeden ayrılmazdı. Niyazi Usta iğne ucuyla araya araya ev de buldu. Eş de buldu. Düzen de kurdu. Bazen gece yarısına kadar çalışırdı. O zamanlar elindeki iğneye bakar, "Kim der ki senin o bicimcik ucun her kapıyı açacak," derdi. Sonra aklına kendi ustası Alâeddin Usta gelirdi. Hemen ensesi acırdı. "Yahu ben usta oluncaya kadar enseme yediğim tokadı hâşâ huzurdan eşeğe vursalar hayvan o saat telef olur be. Ama işte o ensemize vura vura bizi ekmek sahibi etti." Sonra rahmet okurdu ustasına. İşte o rahmet okuduğu gecelerden birinde aklına ustasının kızı Memnune geldi. "Tül perde gibi kız." Sonra içinde bir ışık yanıp söndü. Elindeki işi bıraktı. Sahi, bizim deli oğlana Memnune'yi alsak kim ne der?"

Esnâf hikâyeleri nihayetinde iyimser bir şekilde bitse de ve hatta kitabın arka kapağında "iyimser hikâyeler" dense de öyle her şeyin güllük gülistanlık olduğu tablolar yok Mustafa Çiftci'nin metinlerinde. Yalnızca şunu söyleyebilirim; karamsar ve umutsuz hikâyelerdense yaşamın her anında, ne olacağını bilinmez tüm zamanlarında bizi bekleyen nice hadiselerin olduğu ve bunların iyi neticelenmesinin şifresinin de aslında insanda bulunduğu okunabiliyor. Arka Kapak'taki bir röportajda yazara nedir bu esnafları merkeze alış sebebi diye sorulmuş. Yazarın yanıtı şöyle: "Ödenemeyen BAĞ-KUR borçları, toptancıya verilmiş senetler, kötü çıraklar, hain kalfalar, borcunu vermeyen müşteriler, kurnaz köylüler, yalancı memurlardan oluşan dünyalarında çocuklarını düşünürler. Çocukları için iki seçenek vardır. Ya bu dükkân denen delik ya da aha Ankara oku kurtar kendini. Bazen çocuklar iki seçeneği de seçmez kendince bir yol tutturur. Biri Almanya’daki dayı kızıyla evlenir gider. Diğeri Antalya’da kuaför olur, askerde uzman çavuş olarak kalır, ne de olsa her yerde ama her yerde Yozgatlı vardır. Gittiğin yerde tutarsın bir ucundan…"

Röportajda, kitabın isminde geçen altmışaltının Yozgat plakası olması dışında iskambil oyununu çağrıştırması da var. Çünkü yazar, hikâyelerinde "ille de şu anlaşılsın" gibi bir kaygı gütmediği için kitabın adında da bunu uygulamak istemiş. Bir de kitapta ancak görebilene mahsus bir kadın vurgusu var. Derinde, arkada ve tüm kutsallığıyla. Tam da böyle, ana yüreğinin eşsiz iklimiyle bezenmiş bir paragrafla yazımı bitirmek isterim:

"Zeliha her gece ettiği duayı çocuklarının üzerine üfler de öyle yatarmış. Erkan gittikten sonra "Bursa ne tarafta Müslüm?" diye sormuş. "Şo tarafta," diyen Müslüm'ün tarif ettiği tarafa, Erkan'a doğru üfleyerek yatmış yerine."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

17 Şubat 2017 Cuma

Yaralarımıza cesurca neşter vuran satırlar

Müslümanların, İslami varoluş ilkeleri temelinde bir hayatın içinde olmadıkları, olamadıkları bir vakıa. Varolmak yalnızca biyolojik bir varoluş olarak değerlendirilemez, maddi varlığa indirgenemez. Bugün dünya üzerinde milyarlarca müslümanın varlığı söz konusu ama bu sadece sayısal bir durumu gösteriyor. Bu varlığın söz konusu olmasına rağmen kültür, medeniyet, yaşayış bağlamında baskın bir İslami paradigmadan söz etmek imkânsız. Nicelik, niteliğin maalesef üstünü örtmüş durumda. Müslümanlar bir yığın haline dönmüş, şehirlerimiz virane…

İslam’ın dirilten, direnen, insanı her dem uyanık tutan, insana âdem olma sorumluluğu yükleyen çağrısı akis bulmuyor dünyamızda. Hakikatin yittiği, gerçeğin boz bulanık bir Batı postmodernliğinde başını taştan taşa vurduğu bir dönemdeyiz. Bütün muhalif seslerin birbirine benzediği, hiçbir şeyin diğer bir şeyden seçilemediği, insanoğlunun neoliberal, kapitalist bir faşizmle sarmalandığı, bütün büyük anlam dünyalarının yağmalandığı, yerel oluşumların yok edildiği bir dönem… Muhammedî ruhun geri çekildiği, çıkarın, menfaatin, adam kayırmacılığın tavan yaptığı, gemisini yürüten herkesin kaptan olduğu bir allak bullak anlayış. Bireyi öne çıkarttığı iddiasıyla bencil, oportünist, nihilist, narsist bir insan hakları söylemi. Bir tahakküm aracı haline getirilen demokrasi…. Kolonyalist bir mantıkla susturulan, dilsizliğe, kimliksizliğe, tarihsizliğe mahkûm edilen Batı dışı toplumlar… Evet, böylesine talihsiz zamanlarda yaşıyoruz. Teslimiyetçi, muhafazakâr, konformist, mezhepçi, sağcı bir dilin egemenliğinde…

Atasoy Müftüoğlu, tam da bu vasatta Varoluşsal Kaygılar adını verdiği kitabında yeni bir sesin, yeni bir soluğun kaçınılmazlığını vurguluyor. Müslümanların yeniden İslam'a dönmesinin gerekliliğini… İslam adına üretilen hurafelerden, cemaat taassuplarından, nostaljik gelenekselcilikten, emperyal sistemin çıkarlarının bir parçası olan siyasi ve ekonomik yapılanmalardan, bencil anlayışlardan, pısırıklıktan, mitolojik hikâyelere tapınmaktan vazgeçmemizin hayati önemini hatırlatıyor. Kitabın her satırı yüzümüze tokat gibi çarpıyor. Serkeşleşen, berduşlaşan, uyuyan bilincimizi sarsıyor. Yeniden kendimize gelmemiz için bizleri uyarıyor. Artık her şeyin bittiğine, iktidarı ele geçirdiğimize, güçlendiğimize inanmaya başladığımız bir dönemde bizlere acı gerçekleri hatırlatıyor bir kez daha. Dönen dolapların aslının astarının ne olduğu cesurca gündeme getiriliyor. Batı düşüncesi karşısında yenilgisini ilan eden ve batının sapkın anlayışlarına biat eden kültürel ve entelektüel dünyamıza ve çarpıklıklarına dikkat çekiliyor.

Müslümanların çağımıza egemen olan sanal var oluşlardan sıyrılıp gerçek var oluşa dönmesi ve insanlığı da bu var oluşa davet etmesi elzem. Herkes 'online' var oluşlar peşinde. Kendinden ve hayattan kaçma… Gerçekle yüzleşmek, hakikate bağlanmak zor geliyor günümüzün tüketici insanlığına. Sorumluluk, inanmışlık ve adanmışlık da… Atasoy Müftüoğlu, zamanın akışının aksine hakikat, sorumluluk, adanmışlık diyor. İslam’ın evrensel ilkelerinden söz açıyor. İnanmaktan… Bir bilinç devriminden… Yüzyıllardır daldığımız uykudan uyanmak… Velhasıl Bir Müslüman varoluşu gerçekleştirmemiz gerektiğini söylüyor. Müslümanların, seküler insanlar gibi mal mülk peşinde koşmamaları, maddi ihtirasları ilkelerin önüne koymamaları, cemaatlerini putlaştırmamalarını, fikri derinliklerini yitirmemelerini salık veriyor.

Modern insana özgü olan konformizmin kollarında hiçbir risk almadan yaşamak, kendini var olanın koynuna atarak rahatına bakmak, her şeye katılıyormuş gibi yapmak ama hiçbir şeyin içinde olmamak gibi ahlaki durumlar Müslümanları da etkisi altına almış görünüyor. Herkes kulluğunu sırça köşklerde yaşamak peşinde. Rahat koltuklar, ağız sulandıran makamlar, alengirli ticari ilişkiler, İslam'la alakası olmayan saçma menkıbeler, teknolojiye bağlanmalar… Bütün bu söylediklerimiz İslam'dan ve onun öğretilerinden daha çok ilgimizi çekiyor. Bizim anlam dünyamız da artık sayılardan ve çokluğun egemenliğinden ibaret. Ruhsuz, bilinçsiz kalabalıklar övünç kaynağımız haline gelmiş bulunuyor. Müftüoğlu’nun dediği gibi aslında hiçbir yere gitmeyen yollarda yürüyoruz. Tükeniyoruz…

Varoluşsal Kaygılar, maharetli bir cerrah gibi dini ve toplumsal yaralarımıza cesurca neşter vuran satırlardan müteşekkil. Müslüman toplumun yaralarından cerahat fışkırıyor. Ruhsuz, modern putperestliğe söyleyecek lafı olmayan, bencil, ilkel, derinlikten yoksun, şeyhini, hocasını kutsallaştıran, hezeyanlarını din belleyen, gösteriş ve imaj çağının gönüllü kulu olan bir toplum. Varoluşsal kaygılarımızın yerini ne yazık ki cebimizi ve midemizi doldurma kaygısı almış. Artık büyük düşünmek değil, önemli olan günü kurtarmak… Çıkar ve menfaat ilişkileri içinde maçı kazanmak… Önemli olan oyunu oynamak değil kazanmak. Her ne pahasına olursa olsun kazanmak. Şerefli bir yenilgiyi alçakça bir kazanmaya tercih etmek. Atasoy Bey, bir Müslüman vicdan olarak böylesi ortamlara ve anlayışlara karşı duruyor. Yalnız bırakılmayı, dışlanmayı göze alarak…

Müftüoğlu meseleleri değerlendirirken mistik hayalleri, nevrotik bekleyişleri, duygusal sağanakları bir kenara bırakıyor. Gerçeği gizleyen bu tür ruh durumlarıyla işi yok. İşte bu yüzden söyledikleri bazen çok sert gelebilir. Karamsarlıkla eleştirilebilir. Hele ki eleştiri kültüründen çok uzak olan dini cemaat ve anlayışlarla çepeçevre sarmalandığımız günümüzde. O, kendine tevhidi referans noktası olarak alıyor. Müslümanlar olarak hepimizde bir alışkanlık haline gelen naif iyimserliğin boğucu hayal kırıklıklarına yol açtığını da söylemeden geçmiyor. Kitapta kişilerin, kurumların eleştirilmesinden ziyade bir mantalitenin, bir paradigmanın, daha doğrusu son zamanlara egemen olan ve modern zamanlara karşı söyleyecek bir şeyleri olmayan hatta modern zamanlara eklemlenen dini düşüncenin eleştirisi… Bu düşünüş içinde yer alan ve değişmek için hiçbir gayret göstermeyen, modern sapmalara karşı insanlığı uyarmayan cemaatlerin, tarikatların, yapıların eleştirisi… Kültürel yabancılığa karşı sesini çıkarmayan, derinliğini kaybeden, nitelikten ziyade niceliğe yaslanan, ahlakiliği göz ardı eden, bir ilim irfan ocağı olmanın dışında ticari işletme, holding gibi çalışan cemaat ve yapıların eleştirisi… Nitekim burada söz edilen yapıların gayriahlaki uygulamalarına bizzat şahit olmaktayız.

Varoluşsal Kaygılar, klişe ve sığ bilgilerden, çatışmacı ve oportünist siyasal gündemlerden uzak durmamızı tavsiye ediyor. Kitle iletişimin kafalarımıza doldurduğu malumatlardan, gündelik dedikodulardan sıyrılarak gerçek gündemimize, varoluşsal kaygılarımıza dönmeyi…

Atasoy Müftüoğlu’nun mevcut çalışmasını okurken küresel dünyada Müslümanlar olarak yeni varoluşsal ufuklara ihtiyacımız olduğunu bir kez daha idrak ediyoruz. Yeni derken yeni dünya düzeniyle bir bağlantısı olmayan ufuklar. Yeni dünya düzeninde, yeni medya düzeninde egemenlik kâr ve çıkar mücadelesinin kullanımında. Biz insani, ahlaki, toplumsal bir sorumluluktan ve düzenden bahsediyoruz. Her türlü ideolojik, seküler, neoliberal, kapitalist vahşetin ötesinde… Müslümanlar olarak medeniyetimizin değerlerini, anlamlarını, bilgeliklerini, hikmeti, insanlığı, merhameti, erdemi, adaleti yeniden güncelleştirmemiz şart. Bugünün neoliberal, bireyci, emperyalist, ırkçı, ahlaksız, faşist, pornografik, sapkın anlayışına karşı insanlık diyoruz.

Günümüzde güçlülerin, müstekbirlerin, sömürgecilerin, medya tiranlarının, sermaye sahiplerinin sesi yükseliyor. Müslümanlar olarak hepimiz dinliyoruz, susuyoruz. Coğrafyamıza yapılan saldırıları, tecavüzleri, yıkımları sadece izliyoruz. Mezhep, meşrep kavgaları… Cemaat tokuşturma… Senin şeyhin benim şeyhimi döver havaları… Bürokrasi köşelerinde koltuk kapma kavgası… Evet, bizim uğraşılarımız, meşguliyetlerimiz de bunlar. Müftüoğlu’nun vurguladığı gibi bu tip basitliklerden kurtulup kendimizi ümmet çapında yeniden inşa etmeliyiz. Hayatımızı söylemsel anlamda karşı olduğumuz kapitalizm, fanatizm gibi ideolojilere kurban etmeden İslami ilkeler etrafında kurmalıyız. Atasoy Müftüoğlu’na kulak vermeliyiz!...

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

16 Şubat 2017 Perşembe

Hafıza kaybı, yeni bir yaşam başlatabilir mi?

İnsan, hayatı boyunca birçok şey yaşar, birçok eşyaya, mal, mülke sahip olur. Hatta bu mülkiyetler çoğu zaman bir güven hissi oluşturur, gelecek kaygısını azaltır. İnsanın en geniş ve ömrü boyunca kendisiyle kalan mülkiyeti ise anılarıdır: Çocukluk, ilk gençlik yıllarındaki telaşlar, üniversite anıları…

Hafıza, kişiye kimlik kazandıran bir toplamdan oluşur. Arkadaş sohbetlerinde, günlüklerde, kitaplarda anlattığımız ve bize ait olan bu yaşanmışlıklar, bir gün, yakalandığımız bir hastalıkla hazinemizden bir bir kaybolabilir. Arno Geiger, Yaşlı Kralın Sürgünü isimli romanında, babasının Alzheimer hastalığına yakalanmasından sonraki dönemde yaşadıklarına, geçmişi ve hastalıkla birlikte yaşamaya başladığı günleri çerçevesinde tanıklık ediyor ve bu tanıklığını okurla paylaşıyor.

Roman, ‘yaşlı kral’ın Alzheimer hastalığının başladığı dönemde bunun hiçbir şekilde anlaşılmadığına vurgu yaparak açılıyor. Gün geçtikçe kendi kabuğuna çekilen yaşlı adama, ailesi ve çevresi tarafından ‘emeklilik sonrası çevreye olan ilgisini yitirmek’ teşhisi konuluyor, birkaç yıl içerisinde hayatlarına dahil olacak yaralayıcı hastalıktan henüz kimsenin haberi yok. Yataktan çıkmak, giyinmek, yemek saatinin geldiğini anlamak gibi birçok insan için otomatikleşmiş eylemler bile yaşlı kral için yardım alması gereken süreçlere dönüşüyor. Ailesi ama en çok da kendisi bu hastalığın etkileri karşısında nasıl bir yol izlemesi gerektiğini bilemez halde. Alzheimer, kılavuz kabul etmiyor çünkü hastalık her hasta ve her durumda farklı çözüm önerileri bekleyecek kadar acımasız ve oyunbaz. Yazar, durumu şöyle açıklıyor: ­"Demans hastaları diğerleri gibi değildir, genelleme yapmak zordur. Hastalığa yakalananlar doğası gereği anlaşılmazlar. Her biri kendi yetileri, duygularıyla ve hastalığın herkese göre değişen ilerlemesiyle kendi başına bir olaydır."

Yaşlı adam anılarını, hobilerini, deneyimlerini, yani yaşam içerisinde geliştirdiği tüm alışkanlıklarını kaybettiği bu dönemde en çok da güven duygusunu kaybediyor. İnsanlar ve mekân onun için büyük bir bilinmezlik; bulunduğu yer öylesine yabancı geliyor ki sürekli olarak çevresindekilerden onu ‘evine’ götürmelerini istiyor. Onu terk eden ve geriye büyük boşluklar bırakan hafızası, gün geçtikçe hayata tutunduğu ipleri bir bir elinden alıyor. Neyse ki yanında ailesi var. Hastalığı sonucu koca inatçı bir çocuğa dönüşen yaşlı kralın dirençleri zaman zaman ailede gergin anların yaşanmasına neden olsa da roman boyunca aile olmak ve hayata birlikte devam etmek duygusu, okura samimi bir şekilde yansıtılıyor. Okur, hayatta karşılaşacağımız tatsız sürprizlerle baş ederken sevgiyle, incelikle hareket etmenin akışına kapılıyor. Aynı zamanda, ‘Bu neden benim başıma geldi?’ sorusunun bir cevabının olmayışıyla da yüzleşiyor.

Geiger’in otobiyografik öğeler taşıyan romanı Yaşlı Kralın Sürgünü’ndeki zorunlu kabulleniş, yazarın sıcak ve duygusal anlatımıyla birleşiyor çünkü yazar, bu hastalık aracılığıyla babasını daha yakından tanıma ve anlama şansına erişiyor. Yıllardır yan yana olan ve bir hayatı paylaşan iki insan, yaşlı kralın anılarının silinmesinin peşinden bambaşka anılar ve bir tür kader ortaklığının inşasına başlıyor: "Muhakkak ki Alzheimer hastalığının babama kattığı bir şey yoktu ama çocukları ve torunlarına öğreteceği birkaç şey vardı. Ebeveynlerin görevi de çocuklarına bir şeyler öğretmek değil miydi?"

Yaşlı Kralın Sürgünü, ebeveyninin bakımını üstlenen bir çocuğun gözünden yaşananları aktarıyor. Yazarın anlatımındaki samimiyet, romana yansıyor ve okur için empati kuracağı bir yolculuğun kapısı aralanıyor. Okuru bol olsun.

Özge Uysal
twitter.com/ozgelerinuysal

Çirkin bir mekân bizi ne kadar geliştirebilir?

"İnsan bazen bir tesadüfle güzel işler yapar. Bazende bu güzel işleri isteyerek değil, herhangi bir baskı altında yapmış olur. Böylece yapılan işler mutluluk getirmez."
- Farabî

"Güzellik fazlalıktan arınmışlıktır."
- Michelangelo

Özellikle Amerikan kapitalist sisteminin hegemonyası altına girmiş ülkelerde artık mimarî üzerine yalnız yöneticilerin değil, yaşayan herkesin düşünmesi, okuması ve yazması gerekiyor. Zira mimarî, diploma gerektiren bir zanaat olmaktan çıkmış, merhum Turgut Cansever'in tabiriyle "proje mimarlığı" olmuş durumdadır. Sadece rant hedefiyle bir takım projeler üretmekle görevli kişi durumuna düşmüştür mimar ve bunda şüphesiz evvela kendilerinin, sonra da yöneticilerin suçu/basiretsizliği/adaletsizliği vardır. Mimarî, ne batıda ne doğuda asla insanların maddî gereksinimlerini karşılama maksadıyla ortaya çıkmamıştır. Güzel, insanca, hak yememe (adalet) esaslı bir zanaat olagelmiştir tarihten bu yana.

Burada güzellik kavramı üzerine de yeniden düşünmek gerekiyor. Bizde olduğu gibi Avrupa'da da güzellik ölçüsü tarihin tozlu sayfaları arasında kaldı, bir terazi yok, filtre yok. İnsanlar önlerine konan her şeyi güzel buluyorlar. Ambalaj onları etkilemek için yeterli. Bizdeki kentsel dönüşüm geliyor hemen akla. Ambalaj yeni/çekici ama ürün zararlı/gereksiz. Doyurucu ama sağlıksız. Hızlı ama soğuk. Tıpkı fast-food gibi.

Mutluluğun Mimarisi (The Architecture of Happiness) adlı bu Alain de Botton kitabı, Sel Yayıncılık tarafından ve Banu Tellioğlu Altuğ'un güzel çevirisiyle dilimize kazandırıldığı 2007 tarihinden bu yana okunmaya devam ediyor. Ocak 2017'de 7. baskısını yaptı. Stendhal'in "Güzellik bir mutluluk vaadidir" sözünü motto edinerek yola çıkmış Alain De Botton. Temel meselesi ise şu: İnsanın ihtiyaçları ve arzuları çerçevesinde mimarînin neler verebileceği. Bir soru hâline çevirirsek şöyle olabilir: Mimarî, insanların (temel) ihtiyaçlarını ve (güzel) arzularını nasıl (doğru olarak) karşılayabilir?

Kitabın beklenenin üstünde ilgi görmesinin sebebi, Alain de Botton'un genç yaşının verdiği enerji, farklı bakış açılarıyla düşünce dünyasını esneterek kullanabilmesi ve tüm bunların yanında Japon, İslâm, Hristiyan, Kuzey, Güney mimarîleri üzerine gerçekten gösterilmesi gereken iyi/kötü örnekleri gösterebilmesi söylenebilir. Kitap 2006'da dünya okurlarıyla buluştuğunda Boston Globe'un emektar mimarlık eleştirmeni Robert Campbell "günümüz için mimarlığın en doğru anlatımı" demiş. O zamanlar ülkemiz okuyucuları bu kitaptan pek haberdar değildi. Ta ki yönetmen koltuğunda Marc Webb'in oturduğu Aşkın 500 Günü (500 Days of Summer) vizyona girene kadar. Filmde Joseph Gordon-Levitt'in oynadığı Tom Hansen karakterinin elinde sık okuduğu bir kitap olarak gördük Mutluluğun Mimarisi'ni.

Sonraki yıllarda kitabın sansasyonel etkisi Living Architecture gibi ilginç bir projeyle taçlanmıştı. Olay şu: İngiltere'nin en iyi mimarlarına ülkenin güzel yerlerinde birer modern ev inşa ettiriliyor ve bu evler yıl boyunca kiralanıyor. Böylece gerçek bir mimarın ellerinden çıkmış evlerde insanların hangi duygularla yaşadığı tecrübe edilmiş oluyor. Evler son derece ilginç; kimi Henry David Thoreau'nun Walden kitabını hatırlatıyor, kimi de küçültülmüş bir kiliseyi. Tatilciler kendi arzularına göre evi seçiyor ve ustalık ürünü mekânlarda yeme-içme, dinlenme, uyuma, eğlenme deneyimlerini, daha önce yaşadıkları mekânlardaki deneyimleriyle karşılaştırma imkânı buluyor. Bir nevî farkındalık oluşturma projesi gibi. Alain de Botton bu projenin kreatif direktörü.

312 sayfalık kitap, akademik bir mimarlık kitabı gibi bol görselle süslü. Fotoğraflar, projeler ve resimlerle okuma boyunca lezzet hiç azalmıyor. Altı bölüme ayrılmış Mutluluğun Mimarisi: 1. Mimarinin Önemi 2. Binalarımızı Hangi Üsluba Göre İnşa Edeceğiz? 3. Konuşan Binalar. 4. İdeal Yuva. 5. Binaların Erdemleri. 6. Toprağın Vaat Ettikleri.

Mimarinin önemi de Botton'a göre şöyle: Değişik yerlerde yaşayan iyi veya kötü, birbirinden tamamen farklı insanları için ideal yaşantı sunmak, bu konuda fikir vermek, projeler gerçekleştirmek. İnsanın mimarîye aşırı duygusal bakmaması gerektiğini de vurguluyor. Yani bir oda insanın ruh hâlini değiştirebiliyor, bir duvar rengi mutlu edebiliyor, kapının şekli neşe veriyorsa bir de şu açıdan bakmak gerekir mevzuya: Tüm bunların olmadığı bir yerde nasıl yaşayacak o insan? Dolayısıyla "tek başına güzelleştirmeyi beceremeyeceğimiz ortamlara karşı fazla duyarlı olmak, bunlardaki kusurları tek tek arayıp bulmak da olacak iş değil" diyor. Haklı. Hele ki büyük şehirlerde. Gerçi biz yine de elimizden ne gelirse diyerek kederimizi paylaşıyoruz, olsun.

Freud ile Rilke'nin bir bahar günü yürüyüşünden bahsediyor yazar. Nefis manzarası olan bir kıyıda uzun uzun yürüyorlar. Freud her yere bakmaya çalışır, yorumlar, memnundur. Fakat Rilke daima yere bakarak yürür. Bunun nedeni Rilke'nin çevresine karşı duyarsızlığı değil, her şeyin gelip geçici olduğunun bilincini kavramasıdır. Freud'un deyişiyle Rilke'nin unutamadığı şey şudur: Kış gelince bu güzelliklerden geriye hiçbir şey kalmayacak, bu güzellikler de insanların güzellikleri gibi, insanın yarattığı ya da yaratabileceği bütün güzel şeyler gibi yok olup gidecek, buna mahkûm.

"Güzel evler, yalnızca mutlu olmamızı sağlamakta yetersiz kaldıkları için değil, içlerinde yaşayanların kişiliklerini düzeltmeyi beceremedikleri için de suçlamalara hedef olabilir" diyor de Botton. Şimdiki evlerimiz birer ev değil, konut. Evden yani yuvadan apartmana, oradan da beton konutlara terfî(!) ettik. Açıkçası bir umut yok güzel şeyler görmeye dair lakin yine de umudu diri tutmak için kendimize meşgale bulmalıyız. Hiç değilse iyi ve güzel olanı düşünebilmeliyiz. Fakat ne yaparsak yapalım ciddi olmalıyız. Şimdi görünen felaketlerin başı, ciddiyetsizlikten geliyor. Sonrası hiç düşünmemekten. Oysa dünya bizim ömrümüzce sürmeyecek, kıyamete dek gidecek. Çocuğumuzu ve hatta onun torununu bile düşünmeyeceksek hâlimiz nic'olur?

De Botton'un yorumuna göre ilk dinbilimcilerden itibaren Tanrı'yı daha iyi kavramanın yolu güzellikten geçiyor zira bütün güzelliklerin yaratıcısı yalnız O'dur. Kitaptan okuyalım: "Güzel binalar içinde yaşarsak, bu binaların asıl yaratıcısı olan Tanrı'nın zarafetinden, inceliğinden, zekâsından, bilgeliğinden ve ahenginden biz de payımızı alabilirdik. 11. yüzyılda yaşamış Müslüman filozof İbn-i Sina'ya göre, bir çini süslemedeki kusursuzluğa, düzene, simetriye hayran olmak demek Allah'ın zaferini teslim etmek demekti çünkü 'Bütün güzelliklerin kaynağı Allah'tı. 13. yüzyılda yaşamış Lincoln Piskoposu Robert Grosseteste ise farklı bir inanca gönül vermiş olmakla birlikte İbn-i Sina'nınkine benzer bir görüş dile getirmişti: 'Güzel bir ev düşünün, bir de bu güzel evrenimizi. Bu güzel evren ile o güzel nesne. Sonra 'bu', 'o' sıfatlarını atın bir kenara. 'Bu'nu ve 'o'nu güzel kılan nedir diye sorun kendinize. Güzelliğin ne demek olduğunu anlamaya çalışın... Eğer bunu başarırsanız, bütün güzel şeylerin özü olan saf Güzelliği, yani Tanrı'nın kendisini bulmuş olacaksınız."

Alain de Botton'un Mutluluğun Mimarisi kitabı, alanının belki de en eğlenceli ve sürükleyici kitabı. Üstelik mizaha hiç bulaşmadan son derece hakikatli bilgilerle ilerliyor ve bazı çözüm önerileri de sunuyor. Kitap çıkar çıkmaz batıda evvela mimarlık öğrencilerine okutulması gerektiği belirtilmiş, bizde ise herkesin okuması gerekir. Çünkü mimarî yok, mutluluk uzak, dolayısıyla mutluluğun mimarîsini yakalamak halkın elinde. Okuyalım...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Şubat 2017 Pazar

Doğayla girilen her mücadeleyi insan, kaybetmeye mahkumdur

“Çağdaş ve gelişmiş denilen batı toplumu, yaşadığımız yüzyılı bir dünya savaşları dönemi yapmakla yetinmemiş, kendi içinde sürekli mutsuzluklar yaratarak kendi bireylerini kendisine yabancılaştırıp umutsuzluğun götüreceği en son iskeleye, ölüme sürüklemiştir.”
- Attila İlhan

“Batı her zaman senin bildiğin gibi barış ve adalet diyarı değildi, kadın ve erkek haklarının, doğanın üstüne titrenmiyordu. Senden bir önceki kuşaktan olan ben, bambaşka bir Batı tanıdım.”
- Amin Maalouf

‘Medeniyet’ denince herkesin aklına olumlu şeyler geliyor. Refah bir yaşam, ilkellikten uzak bir hayat, daha iyi işlerde kazanılan paralar, teknolojinin üst düzeyde kullanılabilmesi vs. Örneğin köylerde yaşayanlara, (özellikle dağ köylerinde) medeniyetten uzak diyor bazı insanlar. Ya da cep telefonu kullanmayanlara, ‘bu çağda, bu medeniyette telefonsuz durulur mu’ diyerek alayla karışık bir tepki gösteriyor insanlar. Dünya binlerce yıldır var, insanlar binlerce yıldır yaşıyorlar ve ölüyorlar yer küre üzerinde. Fakat medeniyet adına sayılan şeyler ne kadar süredir var deseler ne diyebiliriz: iki yüz yıldır, üç yüz yıldır. Daha ilerisi değil. Dikkat edersek medeniyet demedim, medeniyet adına sayılan şeyler dedim. Hal böyleyken etrafımızı ‘medeniyet’ kelimesiyle kendini bağdaştırarak bizi sarıp sarmalayan ve onlarsız yaşayamayacağımız noktaya, daha da kötüsü onlarsız bir hayatı düşünemeyeceğimiz noktaya getiren nedir? Kimdir? Bu sorular herkesin malumu. Cevabı da belli aslında: Batı ‘medeniyeti’. İtiraz edenler, karşı çıkanlar olacak olsa da benim bu konuda cevabım nettir. ‘Batı’nın tekniğini alalım, kültürünü değil’ diyenlere karşılık da, bu konuda bulunduğum yer İkbal’in, Akif’in çizgisi değil, İsmet Özel’in çizgisidir. Batı medeniyeti diyerek ülkemizi ayırıyorum gibi bir şey anlaşılmasın. Maalesef, özellikle tanzimattan itibaren başlayan süreç şu anda bizi batıdan tamamen farksız bir noktaya getirdi. Batı’dan daha çok batıcı olduk. Batı’dan daha çok batıyı savunur olduk. Batı’dan daha çok kapitalist olduk. Batı’dan daha çok seküler bir hayat yaşamaya başladık. Bu durumu yıllardır ayarlamaya çalışanlar bile bu kadarını beklemiyordur diye düşünüyorum. İşin kötüsü bu şekilde, freni boşalmış kamyon gibi yokuş aşağı daha da hızlanarak gidiyoruz. Sonumuz hayırlı olsun.

"Göğü Delen Adam", ilk kez 1920 yılında yayımlanmış ve yayımlandığı zaman büyük etki oluşturmuş bir kitaptır. Batı medeniyetini, Avrupa’daki insanların yaşayışını yerden yere vuran, Avrupa’daki yaşamla dalga geçen ve okura, Avrupa’daki hayatla ilgili büyük farkındalıklar kazandıran bu eser Erich Scheurmann tarafından bize kazandırılmıştır. Türkiye’de ilk kez 1988 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan neşredilmiştir. Bendeki baskısı da 2016 baskılıdır ve yine Ayrıntı Yayınları etiketiyledir. 103 sayfa eser ve 7 sayfa da Erich Sceurmann’ın biyografisiyle birlikte toplam 110 sayfalık, incecik bu kitap, Batı medeniyetini ciltlerce anlatan birçok kitaptan daha kıymetlidir benim gözümde. Bu kitapta yazan şeylerin gerçek değil de hayal ürünü olduğunu söyleyenler de vardır; ancak kitabın sonunda Erich Scheurmann’ın biyografisini okuduğumuzda bunun gerçek olmasının daha ihtimal dahilinde olduğunu anlıyoruz. Kitap kapağıyla, rengiyle oldukça başarılı; ancak arka kapağa konulan yazılar kitaba ‘American bestseller’ havası vermiş. Gazetelerdeki bazı kişilerin kitap hakkındaki fikirlerinin yer verilmesi hatasına maalesef Ayrıntı Yayınları da düşmüş. Arka kapakta her zaman kitaptan ufak bir pasaj dışında hiçbir şey olmaması taraftarıyım.

Kitap, yazarın ön açıklaması ve kabile reisi Tuiavii’nin on bir farklı konudaki düşüncesinden oluşuyor. Tuiavii, bir Samoa yerlisi. Belli bir süre Avrupa’da yaşamış, oradaki hayatı gözlemlemiş, kendi kabile hayatıyla kıyaslamış ve daha sonra görüşlerini kendi kabilesine bir konuşmayla bildirmiştir. (Kitapta bu bir konuşma şeklinde geçiyor ancak Tuiavii bu düşüncelerini kendi dilinde sadece yazmış, konuşma olarak halkına iletmemiştir. Bu konuşma daha sonra Almanca’ya çevrilmiştir.) İşte bu konuşma, ‘Göğü Delen Adam’ kitabını oluşturmuştur. Tuiavii’nin amacı, yaşadıkları yere gelen ve ‘size medeniyet getireceğiz’ diyen ‘Papalagi’ye karşı, ilk misyonere karşı halkını bilinçlendirmektir. İlk gelen bu misyonere Tuiavii, Papalagi demiştir. Kelimenin anlamı ‘beyazlar’ ya da ‘yabancılar’ demek olsa da birebir çevrildiğinde ‘göğü delen adam’ şeklindedir. Kitabın orijinal ismi de zaten ‘der Papalagi’dir.

Bu konuşmayı yayımlamasının sebebini Erich Scheurmann kitabın başındaki ön açıklamasında “Bu konuşmayı Avrupa’da yayımlamak ya a bastırmak gibi bir niyeti kesinlikle yoktu Tuiavii’nin. Bunlar sadece kendi Polinezyalı halkı için düşünülmüştü. Ben onun bilgisi dışında ve kuşkusuz ona rağmen bu yerlinin konuşmalarını Avrupa’nın okur çevresine yine de aktarıyorsam bunun elbette bir nedeni var: Doğayla henüz iç içe bir insanın bizim kültürümüze hangi gözlerle baktığını öğrenmek biz beyazlar ve akıl insanları için bir değer taşıyor olsa gerek. Kendimiz, artık yitirdiğimiz bir bakış açısıyla görme imkanı buluyoruz, onun gözüyle baktığımızda. Kimi uygarlık tutkunları Tuiavii’nin bakışını çocuksu, çocukça, hatta budalaca bulacaktır mutlaka; ama sağduyulu ve daha alçak gönüllü olan kimileri ise Tuaivii’nin sözlerine katılacak ve kendilerini yeniden gözden geçirmeye mecbur hissedecektir. Çünkü onun bilgeliği herhangi bir eğitime değil, doğal bir yalınlığa dayanmaktadır.” şeklinde açıklıyor.

Tuiavii, halkını çeşitli konular karşısında Papalagi’ye karşı bilinçlendirmeye çalışırken, Avrupalı’nın kıyafetlerindeki dengesizliği, evlerindeki farklılığı, paraya verdiği önemi hatta paraya tapmasını, zaman kavramına yüklediği anlamı, mülkiyet kavramına bakış açısını, sinema, gazete, kitap hakkındaki düşüncelerini, Tanrı konusundaki çıkmazını ve çelişkilerini insanın suratına bir bir vuruyor. Tuiavii muhtemelen 1900’lerin başlarında Avrupa’da bulundu. O zamandan bu zamana kadar dünya inanılmaz bir şekilde değişti. Tuiavii eğer şu anda Avrupa’da bulunsaydı, neler yazardı tahmin bile edemiyorum. Sinema veya kitabı bile eleştirebilen, daha doğrusu bunların insanlar üzerindeki etkisini eleştiren kabile reisi, televizyona neler derdi tahmin etmesi güç. Gazete için “Gazete aynı zamanda bir tür makinedir. Her gün yeni düşünceler üretir. Tek bir kafanın üretebileceğinden çok daha fazlasını. Ama bu düşüncelerin çoğu gururdan ve güçten yoksun zayıf düşüncelerdir. Kafamızı bol besinle doldurur, ama güçlendirmez. Kafamızı aynı şekilde kumla da doldurabilirdik. Papalagi de kafasını böyle işe yaramaz kağıt besinleriyle yükler. Daha birini boşaltmadan bir yenisini yükler. Onun kafası kendi balçığına boğulan Mangrove bataklığı gibidir. İğrenç dumanların yükseldiği, sokucu sineklerin uğuldadığı, hiçbir yeşilin bitmediği, bereketin uzak durduğu bir bataklık.” diyen Tuiavii, şimdiki medya ve televizyon hakkında neler konuşurdu acaba?

Tanrı birine fazla meyve vermişse, o kişi meyveler elinde çürümemesi için ondan kardeşlerine vermelidir” diyen kabile reisi, Avrupalının mülkiyet kavramını da “Doğru düşünseydi, elimizle sıkı sıkıya tutamadığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sıkı sıkıya tutamadığımızı da. Sonra, Tanrı’nın bu büyük evini herkes içinde kendine bir yer bulsun ve mutlu bir yaşam sürsün diye verdiğini de görebilirdi. Bu evin yeterince büyük olduğunu, herkesin payına bir lekecik de olsa güneş ışığı, bir tutam mutluluk düşeceğini; herkes için hiç yoksa küçük bir palmiye gövdesi ve tabii ayaklarını basabileceği bir yer olduğunu görebilirdi. Tanrı’nın istediği ve belirlediği şekilde. Tanrı nasıl olur da çocuklarından birini unutur? Ama yine de birçokları, Tanrı’nın onlara bahşettiği topraktan küçük bir parça edinmek için didinip durur” şeklinde eleştiriyor. “Beyaz adamı gerçek tanrısı, kendisinin ‘para’ adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kağıttan başka bir şey değildir” şeklinde belirten kabile reisi, Avrupalının Tanrı kavramına bakışının nasıl da ‘sakat’ olduğunu, Tanrı’nın onlar için sadece teorikte olduğunu, yaşamın içinde hiç yer bulmadığını, yalnızca başlarına bir felaket geldiğinde Tanrı’yı hatırladıklarını söylüyor. Haksız olduğunu söyleyemem. İşin daha da endişe verici kısmı bu durumun ülkemizde de bu hale gelmeye başlaması. Allah’ı bilmeyen, umursamayan, hiç ibadet etmeyen (az-çok, arada ibadet eden değil, hiç) ama Müslüman olduğunu iddia eden, İslam’ı sosyal hayattan ayırıp, dinin yaşamın içinde olmaması gereken bir şey olduğunu düşünen bir nesil meydana geliyor. Buna etken olarak iktidarları, eğitim sistemini, kurumları sayıp kimseyi masum ilan edemeyiz. Bireysel olarak bir yozlaşmadan bahsediyorum. Maalesef. İnsanlar Avrupalı hayat tarzının etkisine kendini öyle kaptırdı ki bize rızık verenin şirketler olduğunu söylemeye başladı.

Kitapta, yukarıda verdiğim örnekler gibi birçok can alıcı tespit var. Erich Scheurmann’ın ön açıklamada bahsettiği gibi bu konuşma, Avrupalı insanlara budalaca gelebilir. Benim de katılmadığım kısımlar yok değil, özellikle kıyafet konusu. Ama Tuiavii bu eleştirileri kendi kabilesi üzerinden gerçekleştiriyor ve böyle olunca da insan ister istemez hak veriyor kabile reisine. Üstelik bu kitaptaki eleştiriler, dayanaksız sözler veya eleştiri olsun diye eleştirilmiş şeyler de değil. Tuiavii, Avrupa medeniyetini eleştirip, kendi yaşamlarının bu medeniyet karşısındaki üstünlüğünü de insanlarına anlatıyor. Böyle yaptığı için de havada kalan şeyler olmuyor.

Yıllarca okullarımızda, sokakta, iş yerlerinde duyduğumuz ‘insan doğayla bir mücadele halinde, insan doğaya karşı olan mücadelesini kazandı’ teraneleri edenler de keşke bu kitabı okusa. Doğayla girilen her mücadeleyi insan, kaybetmeye mahkumdur.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10