16 Şubat 2017 Perşembe

Çirkin bir mekân bizi ne kadar geliştirebilir?

"İnsan bazen bir tesadüfle güzel işler yapar. Bazende bu güzel işleri isteyerek değil, herhangi bir baskı altında yapmış olur. Böylece yapılan işler mutluluk getirmez."
- Farabî

"Güzellik fazlalıktan arınmışlıktır."
- Michelangelo

Özellikle Amerikan kapitalist sisteminin hegemonyası altına girmiş ülkelerde artık mimarî üzerine yalnız yöneticilerin değil, yaşayan herkesin düşünmesi, okuması ve yazması gerekiyor. Zira mimarî, diploma gerektiren bir zanaat olmaktan çıkmış, merhum Turgut Cansever'in tabiriyle "proje mimarlığı" olmuş durumdadır. Sadece rant hedefiyle bir takım projeler üretmekle görevli kişi durumuna düşmüştür mimar ve bunda şüphesiz evvela kendilerinin, sonra da yöneticilerin suçu/basiretsizliği/adaletsizliği vardır. Mimarî, ne batıda ne doğuda asla insanların maddî gereksinimlerini karşılama maksadıyla ortaya çıkmamıştır. Güzel, insanca, hak yememe (adalet) esaslı bir zanaat olagelmiştir tarihten bu yana.

Burada güzellik kavramı üzerine de yeniden düşünmek gerekiyor. Bizde olduğu gibi Avrupa'da da güzellik ölçüsü tarihin tozlu sayfaları arasında kaldı, bir terazi yok, filtre yok. İnsanlar önlerine konan her şeyi güzel buluyorlar. Ambalaj onları etkilemek için yeterli. Bizdeki kentsel dönüşüm geliyor hemen akla. Ambalaj yeni/çekici ama ürün zararlı/gereksiz. Doyurucu ama sağlıksız. Hızlı ama soğuk. Tıpkı fast-food gibi.

Mutluluğun Mimarisi (The Architecture of Happiness) adlı bu Alain de Botton kitabı, Sel Yayıncılık tarafından ve Banu Tellioğlu Altuğ'un güzel çevirisiyle dilimize kazandırıldığı 2007 tarihinden bu yana okunmaya devam ediyor. Ocak 2017'de 7. baskısını yaptı. Stendhal'in "Güzellik bir mutluluk vaadidir" sözünü motto edinerek yola çıkmış Alain De Botton. Temel meselesi ise şu: İnsanın ihtiyaçları ve arzuları çerçevesinde mimarînin neler verebileceği. Bir soru hâline çevirirsek şöyle olabilir: Mimarî, insanların (temel) ihtiyaçlarını ve (güzel) arzularını nasıl (doğru olarak) karşılayabilir?

Kitabın beklenenin üstünde ilgi görmesinin sebebi, Alain de Botton'un genç yaşının verdiği enerji, farklı bakış açılarıyla düşünce dünyasını esneterek kullanabilmesi ve tüm bunların yanında Japon, İslâm, Hristiyan, Kuzey, Güney mimarîleri üzerine gerçekten gösterilmesi gereken iyi/kötü örnekleri gösterebilmesi söylenebilir. Kitap 2006'da dünya okurlarıyla buluştuğunda Boston Globe'un emektar mimarlık eleştirmeni Robert Campbell "günümüz için mimarlığın en doğru anlatımı" demiş. O zamanlar ülkemiz okuyucuları bu kitaptan pek haberdar değildi. Ta ki yönetmen koltuğunda Marc Webb'in oturduğu Aşkın 500 Günü (500 Days of Summer) vizyona girene kadar. Filmde Joseph Gordon-Levitt'in oynadığı Tom Hansen karakterinin elinde sık okuduğu bir kitap olarak gördük Mutluluğun Mimarisi'ni.

Sonraki yıllarda kitabın sansasyonel etkisi Living Architecture gibi ilginç bir projeyle taçlanmıştı. Olay şu: İngiltere'nin en iyi mimarlarına ülkenin güzel yerlerinde birer modern ev inşa ettiriliyor ve bu evler yıl boyunca kiralanıyor. Böylece gerçek bir mimarın ellerinden çıkmış evlerde insanların hangi duygularla yaşadığı tecrübe edilmiş oluyor. Evler son derece ilginç; kimi Henry David Thoreau'nun Walden kitabını hatırlatıyor, kimi de küçültülmüş bir kiliseyi. Tatilciler kendi arzularına göre evi seçiyor ve ustalık ürünü mekânlarda yeme-içme, dinlenme, uyuma, eğlenme deneyimlerini, daha önce yaşadıkları mekânlardaki deneyimleriyle karşılaştırma imkânı buluyor. Bir nevî farkındalık oluşturma projesi gibi. Alain de Botton bu projenin kreatif direktörü.

312 sayfalık kitap, akademik bir mimarlık kitabı gibi bol görselle süslü. Fotoğraflar, projeler ve resimlerle okuma boyunca lezzet hiç azalmıyor. Altı bölüme ayrılmış Mutluluğun Mimarisi: 1. Mimarinin Önemi 2. Binalarımızı Hangi Üsluba Göre İnşa Edeceğiz? 3. Konuşan Binalar. 4. İdeal Yuva. 5. Binaların Erdemleri. 6. Toprağın Vaat Ettikleri.

Mimarinin önemi de Botton'a göre şöyle: Değişik yerlerde yaşayan iyi veya kötü, birbirinden tamamen farklı insanları için ideal yaşantı sunmak, bu konuda fikir vermek, projeler gerçekleştirmek. İnsanın mimarîye aşırı duygusal bakmaması gerektiğini de vurguluyor. Yani bir oda insanın ruh hâlini değiştirebiliyor, bir duvar rengi mutlu edebiliyor, kapının şekli neşe veriyorsa bir de şu açıdan bakmak gerekir mevzuya: Tüm bunların olmadığı bir yerde nasıl yaşayacak o insan? Dolayısıyla "tek başına güzelleştirmeyi beceremeyeceğimiz ortamlara karşı fazla duyarlı olmak, bunlardaki kusurları tek tek arayıp bulmak da olacak iş değil" diyor. Haklı. Hele ki büyük şehirlerde. Gerçi biz yine de elimizden ne gelirse diyerek kederimizi paylaşıyoruz, olsun.

Freud ile Rilke'nin bir bahar günü yürüyüşünden bahsediyor yazar. Nefis manzarası olan bir kıyıda uzun uzun yürüyorlar. Freud her yere bakmaya çalışır, yorumlar, memnundur. Fakat Rilke daima yere bakarak yürür. Bunun nedeni Rilke'nin çevresine karşı duyarsızlığı değil, her şeyin gelip geçici olduğunun bilincini kavramasıdır. Freud'un deyişiyle Rilke'nin unutamadığı şey şudur: Kış gelince bu güzelliklerden geriye hiçbir şey kalmayacak, bu güzellikler de insanların güzellikleri gibi, insanın yarattığı ya da yaratabileceği bütün güzel şeyler gibi yok olup gidecek, buna mahkûm.

"Güzel evler, yalnızca mutlu olmamızı sağlamakta yetersiz kaldıkları için değil, içlerinde yaşayanların kişiliklerini düzeltmeyi beceremedikleri için de suçlamalara hedef olabilir" diyor de Botton. Şimdiki evlerimiz birer ev değil, konut. Evden yani yuvadan apartmana, oradan da beton konutlara terfî(!) ettik. Açıkçası bir umut yok güzel şeyler görmeye dair lakin yine de umudu diri tutmak için kendimize meşgale bulmalıyız. Hiç değilse iyi ve güzel olanı düşünebilmeliyiz. Fakat ne yaparsak yapalım ciddi olmalıyız. Şimdi görünen felaketlerin başı, ciddiyetsizlikten geliyor. Sonrası hiç düşünmemekten. Oysa dünya bizim ömrümüzce sürmeyecek, kıyamete dek gidecek. Çocuğumuzu ve hatta onun torununu bile düşünmeyeceksek hâlimiz nic'olur?

De Botton'un yorumuna göre ilk dinbilimcilerden itibaren Tanrı'yı daha iyi kavramanın yolu güzellikten geçiyor zira bütün güzelliklerin yaratıcısı yalnız O'dur. Kitaptan okuyalım: "Güzel binalar içinde yaşarsak, bu binaların asıl yaratıcısı olan Tanrı'nın zarafetinden, inceliğinden, zekâsından, bilgeliğinden ve ahenginden biz de payımızı alabilirdik. 11. yüzyılda yaşamış Müslüman filozof İbn-i Sina'ya göre, bir çini süslemedeki kusursuzluğa, düzene, simetriye hayran olmak demek Allah'ın zaferini teslim etmek demekti çünkü 'Bütün güzelliklerin kaynağı Allah'tı. 13. yüzyılda yaşamış Lincoln Piskoposu Robert Grosseteste ise farklı bir inanca gönül vermiş olmakla birlikte İbn-i Sina'nınkine benzer bir görüş dile getirmişti: 'Güzel bir ev düşünün, bir de bu güzel evrenimizi. Bu güzel evren ile o güzel nesne. Sonra 'bu', 'o' sıfatlarını atın bir kenara. 'Bu'nu ve 'o'nu güzel kılan nedir diye sorun kendinize. Güzelliğin ne demek olduğunu anlamaya çalışın... Eğer bunu başarırsanız, bütün güzel şeylerin özü olan saf Güzelliği, yani Tanrı'nın kendisini bulmuş olacaksınız."

Alain de Botton'un Mutluluğun Mimarisi kitabı, alanının belki de en eğlenceli ve sürükleyici kitabı. Üstelik mizaha hiç bulaşmadan son derece hakikatli bilgilerle ilerliyor ve bazı çözüm önerileri de sunuyor. Kitap çıkar çıkmaz batıda evvela mimarlık öğrencilerine okutulması gerektiği belirtilmiş, bizde ise herkesin okuması gerekir. Çünkü mimarî yok, mutluluk uzak, dolayısıyla mutluluğun mimarîsini yakalamak halkın elinde. Okuyalım...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

12 Şubat 2017 Pazar

Doğayla girilen her mücadeleyi insan, kaybetmeye mahkumdur

“Çağdaş ve gelişmiş denilen batı toplumu, yaşadığımız yüzyılı bir dünya savaşları dönemi yapmakla yetinmemiş, kendi içinde sürekli mutsuzluklar yaratarak kendi bireylerini kendisine yabancılaştırıp umutsuzluğun götüreceği en son iskeleye, ölüme sürüklemiştir.”
- Attila İlhan

“Batı her zaman senin bildiğin gibi barış ve adalet diyarı değildi, kadın ve erkek haklarının, doğanın üstüne titrenmiyordu. Senden bir önceki kuşaktan olan ben, bambaşka bir Batı tanıdım.”
- Amin Maalouf

‘Medeniyet’ denince herkesin aklına olumlu şeyler geliyor. Refah bir yaşam, ilkellikten uzak bir hayat, daha iyi işlerde kazanılan paralar, teknolojinin üst düzeyde kullanılabilmesi vs. Örneğin köylerde yaşayanlara, (özellikle dağ köylerinde) medeniyetten uzak diyor bazı insanlar. Ya da cep telefonu kullanmayanlara, ‘bu çağda, bu medeniyette telefonsuz durulur mu’ diyerek alayla karışık bir tepki gösteriyor insanlar. Dünya binlerce yıldır var, insanlar binlerce yıldır yaşıyorlar ve ölüyorlar yer küre üzerinde. Fakat medeniyet adına sayılan şeyler ne kadar süredir var deseler ne diyebiliriz: iki yüz yıldır, üç yüz yıldır. Daha ilerisi değil. Dikkat edersek medeniyet demedim, medeniyet adına sayılan şeyler dedim. Hal böyleyken etrafımızı ‘medeniyet’ kelimesiyle kendini bağdaştırarak bizi sarıp sarmalayan ve onlarsız yaşayamayacağımız noktaya, daha da kötüsü onlarsız bir hayatı düşünemeyeceğimiz noktaya getiren nedir? Kimdir? Bu sorular herkesin malumu. Cevabı da belli aslında: Batı ‘medeniyeti’. İtiraz edenler, karşı çıkanlar olacak olsa da benim bu konuda cevabım nettir. ‘Batı’nın tekniğini alalım, kültürünü değil’ diyenlere karşılık da, bu konuda bulunduğum yer İkbal’in, Akif’in çizgisi değil, İsmet Özel’in çizgisidir. Batı medeniyeti diyerek ülkemizi ayırıyorum gibi bir şey anlaşılmasın. Maalesef, özellikle tanzimattan itibaren başlayan süreç şu anda bizi batıdan tamamen farksız bir noktaya getirdi. Batı’dan daha çok batıcı olduk. Batı’dan daha çok batıyı savunur olduk. Batı’dan daha çok kapitalist olduk. Batı’dan daha çok seküler bir hayat yaşamaya başladık. Bu durumu yıllardır ayarlamaya çalışanlar bile bu kadarını beklemiyordur diye düşünüyorum. İşin kötüsü bu şekilde, freni boşalmış kamyon gibi yokuş aşağı daha da hızlanarak gidiyoruz. Sonumuz hayırlı olsun.

"Göğü Delen Adam", ilk kez 1920 yılında yayımlanmış ve yayımlandığı zaman büyük etki oluşturmuş bir kitaptır. Batı medeniyetini, Avrupa’daki insanların yaşayışını yerden yere vuran, Avrupa’daki yaşamla dalga geçen ve okura, Avrupa’daki hayatla ilgili büyük farkındalıklar kazandıran bu eser Erich Scheurmann tarafından bize kazandırılmıştır. Türkiye’de ilk kez 1988 yılında Ayrıntı Yayınları’ndan neşredilmiştir. Bendeki baskısı da 2016 baskılıdır ve yine Ayrıntı Yayınları etiketiyledir. 103 sayfa eser ve 7 sayfa da Erich Sceurmann’ın biyografisiyle birlikte toplam 110 sayfalık, incecik bu kitap, Batı medeniyetini ciltlerce anlatan birçok kitaptan daha kıymetlidir benim gözümde. Bu kitapta yazan şeylerin gerçek değil de hayal ürünü olduğunu söyleyenler de vardır; ancak kitabın sonunda Erich Scheurmann’ın biyografisini okuduğumuzda bunun gerçek olmasının daha ihtimal dahilinde olduğunu anlıyoruz. Kitap kapağıyla, rengiyle oldukça başarılı; ancak arka kapağa konulan yazılar kitaba ‘American bestseller’ havası vermiş. Gazetelerdeki bazı kişilerin kitap hakkındaki fikirlerinin yer verilmesi hatasına maalesef Ayrıntı Yayınları da düşmüş. Arka kapakta her zaman kitaptan ufak bir pasaj dışında hiçbir şey olmaması taraftarıyım.

Kitap, yazarın ön açıklaması ve kabile reisi Tuiavii’nin on bir farklı konudaki düşüncesinden oluşuyor. Tuiavii, bir Samoa yerlisi. Belli bir süre Avrupa’da yaşamış, oradaki hayatı gözlemlemiş, kendi kabile hayatıyla kıyaslamış ve daha sonra görüşlerini kendi kabilesine bir konuşmayla bildirmiştir. (Kitapta bu bir konuşma şeklinde geçiyor ancak Tuiavii bu düşüncelerini kendi dilinde sadece yazmış, konuşma olarak halkına iletmemiştir. Bu konuşma daha sonra Almanca’ya çevrilmiştir.) İşte bu konuşma, ‘Göğü Delen Adam’ kitabını oluşturmuştur. Tuiavii’nin amacı, yaşadıkları yere gelen ve ‘size medeniyet getireceğiz’ diyen ‘Papalagi’ye karşı, ilk misyonere karşı halkını bilinçlendirmektir. İlk gelen bu misyonere Tuiavii, Papalagi demiştir. Kelimenin anlamı ‘beyazlar’ ya da ‘yabancılar’ demek olsa da birebir çevrildiğinde ‘göğü delen adam’ şeklindedir. Kitabın orijinal ismi de zaten ‘der Papalagi’dir.

Bu konuşmayı yayımlamasının sebebini Erich Scheurmann kitabın başındaki ön açıklamasında “Bu konuşmayı Avrupa’da yayımlamak ya a bastırmak gibi bir niyeti kesinlikle yoktu Tuiavii’nin. Bunlar sadece kendi Polinezyalı halkı için düşünülmüştü. Ben onun bilgisi dışında ve kuşkusuz ona rağmen bu yerlinin konuşmalarını Avrupa’nın okur çevresine yine de aktarıyorsam bunun elbette bir nedeni var: Doğayla henüz iç içe bir insanın bizim kültürümüze hangi gözlerle baktığını öğrenmek biz beyazlar ve akıl insanları için bir değer taşıyor olsa gerek. Kendimiz, artık yitirdiğimiz bir bakış açısıyla görme imkanı buluyoruz, onun gözüyle baktığımızda. Kimi uygarlık tutkunları Tuiavii’nin bakışını çocuksu, çocukça, hatta budalaca bulacaktır mutlaka; ama sağduyulu ve daha alçak gönüllü olan kimileri ise Tuaivii’nin sözlerine katılacak ve kendilerini yeniden gözden geçirmeye mecbur hissedecektir. Çünkü onun bilgeliği herhangi bir eğitime değil, doğal bir yalınlığa dayanmaktadır.” şeklinde açıklıyor.

Tuiavii, halkını çeşitli konular karşısında Papalagi’ye karşı bilinçlendirmeye çalışırken, Avrupalı’nın kıyafetlerindeki dengesizliği, evlerindeki farklılığı, paraya verdiği önemi hatta paraya tapmasını, zaman kavramına yüklediği anlamı, mülkiyet kavramına bakış açısını, sinema, gazete, kitap hakkındaki düşüncelerini, Tanrı konusundaki çıkmazını ve çelişkilerini insanın suratına bir bir vuruyor. Tuiavii muhtemelen 1900’lerin başlarında Avrupa’da bulundu. O zamandan bu zamana kadar dünya inanılmaz bir şekilde değişti. Tuiavii eğer şu anda Avrupa’da bulunsaydı, neler yazardı tahmin bile edemiyorum. Sinema veya kitabı bile eleştirebilen, daha doğrusu bunların insanlar üzerindeki etkisini eleştiren kabile reisi, televizyona neler derdi tahmin etmesi güç. Gazete için “Gazete aynı zamanda bir tür makinedir. Her gün yeni düşünceler üretir. Tek bir kafanın üretebileceğinden çok daha fazlasını. Ama bu düşüncelerin çoğu gururdan ve güçten yoksun zayıf düşüncelerdir. Kafamızı bol besinle doldurur, ama güçlendirmez. Kafamızı aynı şekilde kumla da doldurabilirdik. Papalagi de kafasını böyle işe yaramaz kağıt besinleriyle yükler. Daha birini boşaltmadan bir yenisini yükler. Onun kafası kendi balçığına boğulan Mangrove bataklığı gibidir. İğrenç dumanların yükseldiği, sokucu sineklerin uğuldadığı, hiçbir yeşilin bitmediği, bereketin uzak durduğu bir bataklık.” diyen Tuiavii, şimdiki medya ve televizyon hakkında neler konuşurdu acaba?

Tanrı birine fazla meyve vermişse, o kişi meyveler elinde çürümemesi için ondan kardeşlerine vermelidir” diyen kabile reisi, Avrupalının mülkiyet kavramını da “Doğru düşünseydi, elimizle sıkı sıkıya tutamadığımız hiçbir şeyin bizim olmadığını bilmesi gerekirdi. Aslında hiçbir şeyi sıkı sıkıya tutamadığımızı da. Sonra, Tanrı’nın bu büyük evini herkes içinde kendine bir yer bulsun ve mutlu bir yaşam sürsün diye verdiğini de görebilirdi. Bu evin yeterince büyük olduğunu, herkesin payına bir lekecik de olsa güneş ışığı, bir tutam mutluluk düşeceğini; herkes için hiç yoksa küçük bir palmiye gövdesi ve tabii ayaklarını basabileceği bir yer olduğunu görebilirdi. Tanrı’nın istediği ve belirlediği şekilde. Tanrı nasıl olur da çocuklarından birini unutur? Ama yine de birçokları, Tanrı’nın onlara bahşettiği topraktan küçük bir parça edinmek için didinip durur” şeklinde eleştiriyor. “Beyaz adamı gerçek tanrısı, kendisinin ‘para’ adını taktığı yuvarlak metal ve ağır kağıttan başka bir şey değildir” şeklinde belirten kabile reisi, Avrupalının Tanrı kavramına bakışının nasıl da ‘sakat’ olduğunu, Tanrı’nın onlar için sadece teorikte olduğunu, yaşamın içinde hiç yer bulmadığını, yalnızca başlarına bir felaket geldiğinde Tanrı’yı hatırladıklarını söylüyor. Haksız olduğunu söyleyemem. İşin daha da endişe verici kısmı bu durumun ülkemizde de bu hale gelmeye başlaması. Allah’ı bilmeyen, umursamayan, hiç ibadet etmeyen (az-çok, arada ibadet eden değil, hiç) ama Müslüman olduğunu iddia eden, İslam’ı sosyal hayattan ayırıp, dinin yaşamın içinde olmaması gereken bir şey olduğunu düşünen bir nesil meydana geliyor. Buna etken olarak iktidarları, eğitim sistemini, kurumları sayıp kimseyi masum ilan edemeyiz. Bireysel olarak bir yozlaşmadan bahsediyorum. Maalesef. İnsanlar Avrupalı hayat tarzının etkisine kendini öyle kaptırdı ki bize rızık verenin şirketler olduğunu söylemeye başladı.

Kitapta, yukarıda verdiğim örnekler gibi birçok can alıcı tespit var. Erich Scheurmann’ın ön açıklamada bahsettiği gibi bu konuşma, Avrupalı insanlara budalaca gelebilir. Benim de katılmadığım kısımlar yok değil, özellikle kıyafet konusu. Ama Tuiavii bu eleştirileri kendi kabilesi üzerinden gerçekleştiriyor ve böyle olunca da insan ister istemez hak veriyor kabile reisine. Üstelik bu kitaptaki eleştiriler, dayanaksız sözler veya eleştiri olsun diye eleştirilmiş şeyler de değil. Tuiavii, Avrupa medeniyetini eleştirip, kendi yaşamlarının bu medeniyet karşısındaki üstünlüğünü de insanlarına anlatıyor. Böyle yaptığı için de havada kalan şeyler olmuyor.

Yıllarca okullarımızda, sokakta, iş yerlerinde duyduğumuz ‘insan doğayla bir mücadele halinde, insan doğaya karşı olan mücadelesini kazandı’ teraneleri edenler de keşke bu kitabı okusa. Doğayla girilen her mücadeleyi insan, kaybetmeye mahkumdur.

Mehmet Akif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Edebin, faniliğin kovulduğu günümüzde fabrika ayarlarımıza dönmek

Yaşadığımız hayat dalgalı denizler misali. Kimileyin dalgalar sert rüzgârların etkisiyle kıyılarımızı döver durur. Kimileyin derin bir sessizliğe gömülür her şey. Kimileyin de kopkoyu bir boşluk olur her ne varsa. Kimi insan yitip gider dalgalı denizlerde, derin boşluklarda... Kimi de dimdik durur bütün darbelere, en soylu savaşlardan çıkıp gelir, vakur… Arifler, bilgeler, dervişler, Hakk’a hakkıyla teslim olmuşlar her türlü yalpalamaya, yitip gitmeye, savrulmaya karşı kale gibidirler. Sıradan insanların yitip gittiği denizlerden en güzel incileri, hayattan en büyük dersleri çıkarırlar. Yüksek ahlakın, edebin, hakikatin yanında yer almanın kaviliğiyle örerler kozalarını. Ve çağırırlar bütün yolunu yitirmişleri, garipleri, kaybolmuşları…

Hazreti Türkistan”, “Arapların Kutbu”, “Acemlerin Pîri”, “Türklerin ŞeyhiHoca Ahmet Yesevi, yukarıda anlatmaya gayret ettiğimiz kalelerden biri. Yüzyıllardır insanları savrulmaktan, insanlıktan kopmaktan koruyan ve kollayan öğretilerin sahibi. Yaşamıyla, sözleriyle, Divan-ı Hikmet'iyle dalgalı denizlerden çıkardığı incileri insanlığın hizmetine sunmuş bir ulu. Hem medrese eğitimi görmüş hem de tasavvufu layıkıyla öğrenmiş. Hiç ayak basmamasına rağmen Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında katkısı büyük. Müridi olan Horasan erenleri, gittikleri her yere iyiliğin denizinden çıkardıkları incileri saçmışlar. Hoca Ahmet Yesevi çok mütevazı. Bildiğini yerli ve göçebe insanlarla paylaşmaktan, insanları irşad etmekten geri durmamış. Tam bir teslimiyet içinde. Korkusuz… Şükretmek bahsinde söyledikleri şaşırtıcı. Şöyle diyor: “Karnı tokken Horasan’ın köpekleri bile şükreder, aslolan açken bile şükredebilmek.

Yakın zamanlarda Büyüyenay Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan Cevâhirü’l-Ebrâr Min Emvâc-ı Bihâr & İyilerin Dalgalı Denizlerden Çıkardığı İnciler kitabı, Yesevilik âdâbı ve menâkıbnâmelerden oluşuyor. Kitabın müellifi Yesevi yolunun takipçilerinden bir derviş olan Hazînî. Hazînî, hayatı ve doktrinleri konusunda çok fazla kaynak olmayan Yesevi’yi anlama konusunda büyük önem arzediyor. İyilerin Dalgalı Denizlerden Çıkardığı İnciler, Yeseviliği anlama ve tanıma hususunda kaleme alınmış en yetkin eserlerden. Kitabı Prof. Dr. Cihan Okuyucu ve Doç Dr. Mücahit Kaçar yayına hazırlamış. Kitabın metinleri, akademik çevreler dışında da anlaşılsın diye Doç. Dr. Mücahit Kaçar tarafından günümüz Türkçesiyle sadeleştirilmiş. Cevâhirü’l Ebrâr, 162 yapraktan ibaret. Metnin 111 yaprağı Türkçe, geri kalan kısımlar ise Farsça ve Arapça. Kitapta orijinal metinlerle tercümeler karşılıklı sayfalarda verilmiş. Tercümede asıl metne sadık kalmaya azami önem verilmiş.

Hazînî, Tacikistan’ın Hisar bölgesinde doğmuş. Sultan II. Selim döneminde Anadolu’ya gelir ve ömrünün büyük bir bölümünü İstanbul’da geçirir. Çocukluk döneminde, 12 yaşlarında Ahmet Yesevi’ye intisap eder. Hazînî, Cevâhirü’l-Ebrâr’ı Yesevi silsilesine ait adabı tanıtmak, tarikatları ihyâ gayesine hizmet etmek, Yesevilik hakkındaki şifahi kaynaklardaki ve telif edilmiş eserlerdeki bilgileri bir araya getirmek ve Ahmet Yesevi’nin şefaatini ummak gibi gayelerle yazdığını belirtiyor.

Kitabın konusu kabaca iki temel etrafında şekilleniyor: Yesevîlik âdâbı ve Yesevîlik yolunun büyüklerinin mekıbeleri. Ahmet Yesevi ve Seyyid Mansur’un menkıbeleri ilk başta yer alıyor. Kitaba mesnevi tarzı bir metinle başlanıyor. İlerleyen bölümlerde müridlik âdabı işleniyor. Ahmet Yesevi’nin sözleri ve halleri önderliğinde tarikatın adap ve erkânı anlatılıyor. Batın ilmi yorumlanıyor. Halvetin anlamı ve gereği hakkında bilgi veriliyor. Halvet kelimesini oluşturan harflerde birçok gizli hikmetin bulunduğu ve bu hikmetler sayesinde manevi makamlara ulaşılacağı söyleniyor. Gerçek bilgiye sahip olanlar halvet kelimesindeki Hâ'yı yalnız olmaktan, Lâm harfini leyl (gece)den, vâv harfini vuslattan ve hâ harfini hidayetten alarak halvet kelimesini tarikatın amacına işaret kılarlar. Ahmet Yesevi, uzletin ve halvetin en mükemmelinin kırk gün sürdüğünü söylüyor. Hazînî, eşyanın ekserisinin kırk günde olgunluğa erdiğini, çile ve halvetin de insanı kırk günde olgunlaştırdığını, maneviyatını nurlandırdığını, beşeri kusurları temizlediğini ve kederleri yok ettiğini belirtiyor.

Yesevi öğretisinde cömertliğin altı çokça çiziliyor. İç ve dış temizliğe dikkat edilmesi ve Hz. İbrahim gibi cömert olunması… Azalara ve vücut organlarına abdest aldırılarak tertemiz olunması ayrıca tembihleniyor. Beş tür abdestten bahsediliyor. Ruh abdesti deniyor. Ruhun abdesti hayvanlık cehaletinden, Allah’tan başkasını görmekten ve bedenin kötülüklerinden arınmak manasında kullanılıyor. Sır abdesti ise iki yüzlülük, kendini beğenme, makam sahibi olma gibi dünyaperestlikten korunma manasında. Kalp ve gönül abdesti münafıklık, azgınlık ve kötü ahlaktan arınma. Dilin abdesti yalan, gıybet, iftira ve boş lakırdıdan korunmak. Zahir abdesti ise şeriatın emrine göre azaların temizlenmesi olan abdest.

Zikir türleri ve zikir âdâbı babında Yesevî’nin tavsiyeleri dillendiriliyor. Yesevî şunu söylüyor: “Cenab-ı Hakk’ın güzel isimlerinden olan 'Allah' ism-i şerifi, bütün sıfatları kendinde toplar. Allah ismini seçtik ve böylece Allah’ın yardımıyla 'Hû' atına binerek 'Hû' makamına erişiriz. Bu zikir kişiyi velilik derecesine çıkarır.”. Yesevilikteki zikrü’l-âdet, zikrü’l-heybe, zikrü’l-müşahede hakkında da gerekli bilgiler veriliyor.

Yesevilikte edebin önemi büyük. Hatta büyükler tarikat bütünüyle edepten ibaret diyerek bunun altını çiziyorlar. Edep olmadan vuslat olmazmış. Yesevî, “Edep, ilâhi nurdan bir taçtır.” diyor. Gizlilik de çok önemli olgulardan. Fakirliği gizlemek, cömertliği gizlemek, öfkeyi gizlemek, sıkıntıyı ve zorluğu gizlemek, hastalığı gizlemek, iyi amelleri gizlemek… Bu saydığımız olgular insanın hem diğer insanlar tarafından yanlış tanınmasını, hem de insanın savrulmasını engeller.

Hazînî, Yesevi tarikatını çok ince bir yol ve derin bir deniz olarak betimliyor. Burada gizli ve açık zikirlerin yapıldığı, fakirlik ve fâni olma yolunun öğretildiği gönül açıcı bir iklimin var olduğu dile getiriliyor. Evet, etkisi yüzlerce yıldır azalmayan, daima gönüllerde kendine yer eden, dünyanın değişik bölgelerindeki Müslümanların gönül coğrafyasında müstesna bir yeri olan Hoca Ahmet Yesevi’yi tanımak ve anlamak için Hazînî ve yazdıkları gerçekten önemli. Cevâhirü’l Ebrâr, Yesevilik alanında en önemli kaynaklardan. Suyu pınarın gözünden içmek isteyenler için kaçırılmayacak bir kitap.

Edebin, mütevazılığın, yoksulluğun, faniliğin kovulduğu günümüzde fabrika ayarlarımıza dönmek gerçekten gerekli. Yeryüzünün geçiciliğinin farkında olmak elzem. Dünyaya kazık çakacakmış gibi bir psikoloji içinde yaşayan insanlığa kadim çığlığın yeniden haykırılması icap ediyor. Sahici bir çığlık ise geçmişteki sahici çığlıklara kulak vermekle olacak.

Muaz Ergü
twitter.com/muazergu
* Bu yazı daha evvel dunyabizim.com'da yayınlanmıştır.

7 Şubat 2017 Salı

Tasavvufun on esası

Büyük İslâm âlimi Şeyh Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’nin kaleme aldığı ve Celvetî şeyhi, Rûhu’l Beyân yazarı İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri tarafından tercüme edilen “Şerhü’l-Usûli’l-‘Aşere” eseri, Bedir Yayınları tarafından “Tasavvufun On Esası” adıyla basılmış. Bu kısacık ve fakat kallavi eserinde Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri, tasavvufun on esası olan tövbe, zühd, tevekkül, kanaat, uzlet, devamlı zikir, teveccüh, sabır, murakabe ve rızayı anlatıyor.

Tövbe
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tövbe “kulun kendi iradesiyle Allah’a dönmesidir ki bu dönüş ‘Sen Rabb’inden, Rabb’in senden razı olduğu hâlde O’na dön’ emrinde olduğu gibi ölünün kendi iradesi olmadan Allah’a dönmesi” gibi olmalıdır. Şeriatte tövbe günahlar için edilir. Tasavvuf perspektifinde ise günah sadece “şer’i kâidelerle yasaklanan şeyler değildir. Günah: Kalbin ve nefsin meylettiği her şeydir. Nitekim yüce Kur’an’da ‘Rabbim, beni ve neslimi puta tapmaktan koru’ denir. Bu ayette geçen ‘esnam’ yani putlar kelimesini İmam Gazali, dünyalık ve para olarak tasvir eder.”. Dolayısı tasavvuf perspektifinde günah, insanın eşyaya bağlanmasıdır.

Zühd
Zühd, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun ikinci esasıdır. Zühd, dünyada mal, şehvet ve her türlü maddi istek ve arzularımızdan -az olsun çok olsun- tıpkı bir ölünün uzaklaştığı gibi uzaklaşmaktır. Bu hususta Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri, “tasavvuf hayatına adım attığım yıllarda Şeyh-i Ekber Muhyiddin b. Arabi Hazretleri beni üç şeyden men etti” buyurmuştur. Bunlar: “Alaca kıyafet giymek. Asâya yani bastona dayanmak ve aşırı cinsel ilişkide bulunmaktır.”. Bu üç hususu Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri şöyle açıklar: “Alaca kıyafet giymek, vahdeti arzulayan kişinin elbisesinin renginde de bir vahdet olmalıdır. Mâna ve suret birliği gereklidir. Asâya yani bastona dayanmak ise mâsivaâya dayanmak demektir oysa dayanılacak tek şey Allah’tır. Aşırı cinsel ilişkiden sakınmak gerektir. Hz. Üftade de Aziz Mahmud Hüdai’ye sülûkunun ilk yıllarında evine ancak haftada bir gitmesine izin veriyordu.”. Dolayısı ile zühd başka bir deyişle “dünyayı zihnen terk etmek” demek anlamına gelir.

Tevekkül
Tevekkül, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun üçüncü esasıdır. Tevekkül, “bir ölünün dünyadan kopması gibi kulun Allah’a güvenip bütün sebep ve tedbirlerden uzak kalması” demektir.

Kanaat
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun dördüncü esası kanaattir. Kanaat ise “insanın zaruri ihtiyaçlarının dışında tıpkı bir ölü gibi nefsani ve hayvani istek ve arzularından arınmasıdır.” Kelime manası olarak kanaat, insanın kısmetine düşenlere razı olmasıdır. Ehl-i tasavvufun yüklediği ıstılâhi anlam ise “bolluk veya darlık söz konusu olmaksızın her hal ü kârda kalbin temiz olmasıdır.

Uzlet
Bir insanın tıpkı bir ölü gibi inziva ve ayrılık suretiyle insanlardan ayrı yaşaması anlamına gelen uzlet, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun beşinci esasıdır. Tasavvufta ise uzlet “sâlik gaybu’l – guyûb’a yönelen kişilerin hâlleridir.”. Bunun için uzlete giren kişi dünyanın mal ve mülkünden kendini arındırıp sadece Allah’ı düşünmelidir. Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri bu hususta “kişi yâr için ağyarın sohbetini bırakmalıdır” buyurur çünkü kişi dünya hâliyle hâlâ ağyar âlemindedir. Tasavvufta “müridin kendisini terbiye eden şeyhine yaptığı hizmet de uzlet hayatına dâhildir.” Uzletin aslı ise halvet yoluyla beş duyu organlarını bazı tasarruflardan uzak tutmaktır.

Devamlı zikir
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun altıncı esası devamlı zikirdir. Zikir her şeyi unutarak sadece Allah’ı zikretmektir. Kuran-ı Kerim’de “unuttuğun zaman Allah’ı zikret” denmiştir. Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri buradaki “unutmak” kelimesinin “Allah’tan başkasını unutmak” anlamına geldiğinin altını çizer. Hazrete göre devamlı zikirden maksat ehl-i zikrin dil ile yaptığı zikirdir. “Sesli zikrin çok faydası vardır. Zikr-i cehrinin gayesi Allah’ı nefse duyurmaktır çünkü nefis sağırdır ve bağırmaya muhtaçtır. Yoksa bunun amacı Allah’a duyurmak değildir. Sesli zikre müdahale eden, onu iyi görmeyen, aksine onu gereksiz görenler tasavvufun makamlarından ve sırlarından habersizdirler.

Teveccüh
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun yedinci esası tamamen Allah’a yöneliş olan teveccühtür. Tamamen Allah’a yönelmek, O’nun dışındakilere çağıran her şeyi tıpkı bir ölü gibi terk etmektir. Burada salik sadece Allah’ı ister. Onun dışında ne bir mahbub ne matlub ve ne de bir maksadı vardır.

Sabır
Nefsin isteklerinden tıpkı bir ölü gibi uzak durmak anlamına gelen sabır, Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun sekizinci esasıdır. Sabır mücâhede ile yapılmalıdır. Nitekim Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri “cennetin etrafı sıkıntı ve güçlüklerle, cehennemin etrafı ise istek ve hazlarla doludur” hadis-i şerifini hatırlatarak, kişinin sıkıntı ve güçlüklere sabretmesi ve böylece cenneti hak etmesi gerektiğini vurgulamıştır.

Murâkebe
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun on esasından dokuzuncusu murakabedir. “Murâkabe müridin her türlü havl (değişim) ve kuvvetten bir ölü gibi kendini tecrid etmesidir.”. Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri murakabenin bir mevhibe-i İlâhiye olduğunun altını çizer. Ona göre murakabe hâlinde olanların şu vasıfları taşıması gerekir: Mâsivâdan yüz çevirmek, O’nun aşkının deryasına dalmak, O’na kavuşma özlemi duymak, sadece O’na güvenmek, sadece O’ndan yardım dilemektir.

Rıza
Necmü’d-din Kübrâ Hazretleri’ne göre tasavvufun on esasından sonuncusu rızadır. “Rıza nefsin isteklerinden tıpkı bir ölü gibi kendini tecrid ederek hiçbir itiraz ve münakaşada bulunmadan Allah’ın ezeli tedbirlerine teslim olmaktır.

Metin Erol
twitter.com/metinerol_

3 Şubat 2017 Cuma

Dostlarının hatıralarındaki Yahya Kemal

"Ne zaman ki biz Itrî'yi gerçek manada tanırız, içselleştiririz, temellük ederiz, ciddi manada yani, Itrî'yle düşüp kalkmaya başlarız, o zaman Yahya Kemal'i anlayacağız. Ve bunu yapmadan da biz bir yere varamayacağız."
- Sadettin Ökten, Türk Düşüncesi: 1, 2012

Doğup büyüdüğüm semtten mütevellit Yahya Kemal ile ilk tanışıklığım Koca Mustâpaşa şiirini okuduğum yıllara dayanır ki takriben ilkokulun son sınıfına rast gelmesi lâzım. Akabinde lise yıllarıyla birlikte pederim vesilesiyle temas kurduğum Türk sanat mûsıkîsi ve bilhassa Münir Nurettin Selçuk besteleri, şüphe yok ki Yahya Kemal isminin gönlüme iyice yerleşmesine imkân sağladı. Fakat bu ismin fikrî dünyasının kavrama çabalarımda, şiirlerine daha fazla hassasiyetle yaklaşmamda Sadettin Ökten hocanın yerini (bkz: Yahya Kemal'in Rüzgarıyla Düşünceler ve Duyuşlar, Ötüken Neşriyat) ayrıca zikretmem gerekiyor. Bundan bahtiyarım zira İstanbul sevgimin, 'eski' şiirimize olan merakımın temelinde Yahya Kemal etkisi yatar. Onun rüzgârıyla İstanbul daha güzel okunur, daha anlamlı yaşanır gibi geliyor bana her zaman. Günümüzde hâlâ eserlerinin vazgeçilmez oluşu, fikirleri üzerindeki düşünme gayreti dahi bu ince ruhlu, nevi şahsına münhasır şairimizi tanımaya kafi gelmemiştir. Hâlâ onun geçmişinde sır gibi kalmış meseleler, yaşayışlar olduğunu düşünüyorum.

Büyüyenay Yayınları tarafından neşredilen ve Yusuf Turan Günaydın'ın hazırladığı "Yakın Dostları Yahya Kemal'i Anlatıyor" adlı eser, şairimizi daha yakından tanımaya vesile oluyor. 1 Kasım 1958'deki vefatından hemen sonra gazeteci Şemsi Kuseyri, şairin yakın dostlarıyla görüşmüş ve bunu bir dizi hâlinde Yeni Sabah gazetesinde tefrikâ etmiş. Yusuf Turan Günaydın, hazırladığı bu kitapla, gazetedeki diziyi derlemiş oluyor. Peki Şemsi Kuseyri kimlerle görüşmüş? Bu isimler şöyle: Melel Celâl Hanım, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Abdülkadir Karahan, İhsan Şükrü Aksel, Münir Nurettin Selçuk, Fahrettin Kerim Gökay, Fahriye Ali Sami Yen, Prof. Dr. Nihat Reşat Belger, Ord. Prof. Sadi Irmak ve Fatma İzzet Melih Devrim (Fahrünnisa Zeyd).

Kitap evvela Yusuf Turan Günaydın'ın "Bir ölümün hemen ardından" yazısıyla başlıyor. Akabinde Şemsi Kuseyri'nin üç alt başlıklı sunuşu var: Büyük şair, Paris'te geçen seneler ve Büyükelçi Yahya Kemal. Kuseyri'nin merakı da tıpkı bizler gibi, bu karmaşık ruh sahibini daha yakından keşfetmek üzerine. "Yahya Kemal'in her şiirinde ayrı aşk terennüm ettiğin iddia edenlerin yanında, hiç kimseyi sevmediğini söyleyenler, şiirlerinin çok hissiî olduğunu iddia edenler yanında onları çok aklî bulanlar, onun çok toleranslı, çok yumuşak olduğuna inananlar karşısında çok kıskanç ve çok alıngan olduğunu iddia edenler... elbette bulunacak. Ve belki de herkes kendi zannında kendince haklı olacak. Çünkü her büyük adamda olduğu gibi herkes onda biraz kendini, kendi gerçeklerini görecek. Aslında Yahya Kemal, bütün bu çeşitli ruh hâllerinin örüldüğü, bünyeleştiği bir terkipti..." diyor Kuseyri ve dizisinin gayesini de şu sözleriyle açıklıyor sanki: "Pek çok dostu vardı ama en iyi, en yakın, en hakikî dostu kimdi? Dostlarına kendinden, kendi hakikatinden ne kadarını ve nasıl vermişti?"

Melek Celâl Hanım, Yahya Kemal'in çok kibar, âşıklara karşı hürmetkâr olduğunu belirtmiş. "Vuslat"isimli şiirini büyük aşkı Celile Hanım için yazdığını, en büyük aşkını ona beslediğini anlatmış. Birçok kez âşık olmuş ama hiçbiri Celile Hanım'ın yerini tutmamış. Üstelik şairimiz, aşkına karşı oldukça da kıskançmış. Yine Melek Hanım, şairin bir eve hasret olduğunu, "Bir evim olmalıydı. Koltuklarına kurulup İstanbul'u seyretmeliydim" dediğini söylüyor. Moda'nın baharına doyamadığını, her fırsatta Üsküdar'a gittiğini, bir büstünün yapılmasını çok istediğini de bu bilgiler vesilesiyle öğreniyoruz. Sanat anlayışını Melek Hanım kısaca şöyle izah ediyor: "Kemal Bey sanatkârın tabiat karşısında bir şeyler duyup onları ifade eden insan olduğunu söylerdi. Şiirler ise onun tabiriyle, ağacın üstünde duran kuş gibidir. Öter, ötmesini bilirse şairdir."

50 yıllık dostu Hamdullah Suphi Tanrıöver, Mustafa Kemal Paşa'yla Yahya Kemal'i buluşturan, aralarındaki dargınlık bulutlarını sıyıran isim. "Sevenleri çok olmakla beraber yalnızdı, bir aile kuramadı" diyerek uzun uzun anlatmış eski dostunu. Zarif anlatımı şöyle bitiyor: "Zaman mesafesi zayıfları küçültüyor, eziyor ve siliyor; mekân mesafesi dağı ufuktan indiriyor ve yavaş yavaş, sindire sindire göze görünmez bir hâle getiriyor. Zaman manevî kuvvetlerin farkındadır; küçültmüyor, büyütüyor. Yahya Kemal gelecek nesiller için, bizim için olduğundan daha aziz, daha kıymetli görünürse kim şaşabilir? Biz 50 sene onun mütemadî büyüdüğü seyrettik. 100 sene, 150 sene sonra, 200 sene sonra elbet şimdi bildiğimizden daha büyük olacaktır."

Doç. Dr. Abdülkadir Karahan, Yahya Kemal'in kendisinin en büyük şair olduğuna inandığını, şiirlerinin bilhassa gençler tarafından eleştirilmesine hiç gelemediğini anlatıyor. Bunlar edebiyat tarihimiz açısından da müstesna bilgiler. Bilhassa Mehmed Âkif ile bir mukayese var, okuyalım: "Bir gün Mehmed Âkif hakkında bir ihtifal yapılmıştı. Bana defalarca bu ihtifali anlattırdı. Kendisiyle Mehmed Âkif'i mukayese etmemi istedi. Ben her ikisinin de Türk şiirinde ayrı ayrı ölçülerde büyük sanatkâr olduklarını, dindar ve milliyetçi şiiri ayrı iki zaviyeden terennüm etmekle beraber hedefte birleşmiş göründüklerini, ancak söyleyiş tarzı ve üslup güzelliği bakımından kendisinin daha  kuvvetli olmakla beraber Âkif'in de eserlerinin sayısı cephesinde fâikiyeti olduğunu belirttim. Biraz alındı. "Aman canım!" dedi. "Âkif Avrupa ölçülerini kavramış ve saf şiiri terennüm etmiş değil ki!"

Tüm isimlerin neler anlattığını buraya sığdırmak hem mümkün değil hem de okuyucunun heyecanını kaçırabilir. Bu yüzden daha nice teferruatlı bilgiler için kitaba başvurulmasını salık veririm.

İçinde daha önce görülmemiş Yahya Kemal fotoğraflarının da yer aldığı kitap 176 sayfadan oluşuyor. Dostlarının anlatımından sonra "Bilgilik" başlığıyla görüşülen isimlerin kısa biyografileri var. Peşinden kitabı hazırlayanın yayın kaynakları, yazı dizisinin kaynakçası ve gayet geniş bir dizin de bulunuyor. Titizlikle, özenle hazırlanmış bir kitap olduğu her yerinden belli. Büyüyenay Yayınları'nı ve Yusuf Turan Günaydın'ı tebrik ediyorum.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf