16 Mart 2016 Çarşamba

Safları ne zaman sıklaştıracağız?

"Ve (Allah), onların kalplerini birleştirmiştir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin, yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.
- Sûre-i Enfâl [8/63]

"On derviş bir kilimde uyurken iki padişah bir dünyaya sığmaz."

- Şeyh Sadi-i Şirazi

Bölünmenin, parçalanmanın, tefrikanın, şiddetin, edepsizliğin ve her türlü dalaverenin at koşturduğu Türk topraklarında; gam, keder ve hüzün içindeyiz. Dertliyiz ve Allah'ın dertli gönülleri sevdiğini, onlara merhamet ettiğini de biliriz. Güvenimiz O'nadır ve O'ndan başka da ilah yoktur. Hz. Pîr Abdülkâdir Geylânî'nin buyurduğu gibi de "Allah’tan başka her şey puttur". Tüm bunları yaşasak da bilsek de farkında olmadığımız alışkanlıklarımız giderek puta dönüşüyor. Gönlümüzdeki putları yıkamadığımız için de hakiki olanla, hakikatle, Hakk ile buluşamıyoruz. Bir bunalımın içindeyiz ama bu Batının sahte bunalımları gibi değil. Elest Bezmi'nden beri O'ndan ayrıyız ve bu ayrılık bizi bize unutturuyor. Biz, bizi unuttuğumuz için O'nunla buluşamıyoruz. Oysa "Men arafe nefsehu fekad arafe Rabbehu" hadis-i şerifinde her şey ne kadar da açık: "Nefsini (kendini) bilen, Rabbini bilir."

Mahmud Erol Kılıç, katıldığı her televizyon programında, söyleşide ve konferansta olduğu gibi kitaplarıyla da tasavvuf düşüncesinin ne olduğunu anlatıyor. Gönüllere aslında tasavvufun ne olmadığını anlatıyor ki ne olduğunu daha iyi bilip, nice hikmeti gönlümüze yerleştirebilelim. Çünkü bu hikmetlerden Batı nasibini almaya çoktan başlamışken; bize daha yakın olan, bizim içimizden çıkan, asırlarca Anadolu'yu Anadolu yapan tasavvuf düşüncesinden biz neden istifa etmiyoruz sorusu zihinlerde çınlamalı. Mahmud Erol Kılıç bu meseleye, Kanal 35'de katıldığı Buluşma Noktası adlı programda sıklıkla değinmişti. Söze "Avrupa'da "Ben Müslümanım" deyince herkes sizden kaçıyor. Ben bir Müslüman olarak Müslümandan korkuyorum. "Allahûekber" diyen adam kafama ne zaman odun indirecek diye korkuyorum kırk yıllık bir Müslüman olarak. Batılı niye korkmasın?" başlayan Kılıç, "Tasavvuf sevginin şiddetli yaşanma biçimidir. İlahi aşk insan-ı kâmile giden mübarek bir yoldur" diyerek başvurmamız gereken rehber(ler)i de belirtmişti: "Dünyanın birçok ülkesinde Hz. Mevlânâ ve Muhyiddin İbn Arabî okuyarak insanlar Müslüman oldular. Dünyanın sufî geleneğine ihtiyacı var."

Biz şifayı çok yanlış yerlerde arıyoruz. Şifanın ne olduğunu belki de bilmiyoruz. Reçetelerde, Google'da, lüks evlerde ve arabalarda, tüketim çılgınlığından kendimize mutluluklar çıkartmaya çabalıyoruz. Kitaptan devam edelim: "Tıp bilimi, insanlara şifa vermekten uzaklaşmaya, insan genleriyle oynayıp etik değerlerden kopmak suretiyle bir canavar olmaya başlamıştır. Teknik, vahşi bir mekanizma hâline gelmiştir. Bugün kimi Batılı düşünürler, artık "ilerleme" unsurlarının insanların rûhânî değerlerine katkıda bulunamadığını tartışıyor ve kendi "ilerleme"lerinden rahatsız olarak değerlerine dönmeye çağrıda bulunuyorlar... Batılı insan, kutsala olan referanslarını göz ardı etti ve bunun sonucunda da kalbini şeytana rehin etti. Batı'da insan artık üretmek istemeyen, intiharlarla yüzleşen bir varlık hâline geldi. Varlık krizinden kurtulmak için kaybettiği insanlık dersini, bir Hint gurusunun önüne diz çökerek bulmaya çalışıyor. Şunu asla unutmayalım ki gerçek gelişme, manevî tekamüldür."

Ken'an Rifâî Hazretleri "Hiçbir şey üstadsız olmadığı gibi nefsin terbiyesi de üstadsız olmaz. Bu üstad da işte kâmil insandır. Mutlak bir kâmil insanın yardımına ihtiyaç vardır. Onu bulunca da hemen Hakk’ı buldun bil." diyor. Manevi tekamülün insan için ne kadar önemli olduğunu günümüzde Mahmud Erol Kılıç sık sık dile getiriyor. İnsanın tek başına çıkacağı yolun zorlu, ıssız ve sapa olacağını söylüyor. Bir kamile ulaşmadan çıkılan yol, çıkmaz yol olabilir. Öte yandan kamil mürşid bulmanın zorluğu da insanı yorabilir. Burada şifreleri iyi çözmek gerekir: "Bazen bir kedi, o insanın mürşidi olabilmektedir. Cüneyd-i Bağdâdî'de olduğu gibi. "Mürşidin kim?" demişler, "Bir kedi" demiş. İbn Arabî de bu manada şeyler söylemiştir. O açıdan bazı insanlarda mürşid, kendinde var olan cevheri gösteren herhangi bir hadise, bir olay, bir varlık olabilmektedir. Mürşidin vazifesi yol göstermektir, yolun önüne dikilmek değildir. Herkes bana gelsin, diyen mürşid olamaz. Bebek nasıl önce tay tay durur, sonra adım adım atarken babasının parmağından tutar. Mürşid, müridle yan yana yürüyüp onun düzgün, düşmeden yürümesini sağlayan, yürüdükten sonra da, hadi aslanım yolun açık olsun diyen kişidir. Gayemiz Hak Teâlâ'dır. Gayeyi bulun... Gerçek mürşide baktın mı Hakk'ı görürsün. Hak Teâlâ'yı gösterene mürşid denir. Aynasından Hak Teâlâ gözükmüyorsa o kimse mürşid değildir. Onun için dikkatli olmak gerekir."

Bütün bu çabanın ilk meyvesi birliktir. Birliğe, tevhide ulaşmak için âriflerle beraber olmak şarttır. Topluma kendini ve Rabbini bildirecek olan "görevli"lerin en başında ârifler gelmektedir. Âriflerin nasıl bir görev üstlendiğini Mahmud Erol Kılıç şöyle aktarıyor: "Bir ârifin gayesi, gayelerin en üstünüdür. Fânî olandan yüz çevirip bâkî olana yönelen ârif, gayesini bulan/bilen kimsedir. "Men arefe" sırrını müşahede edip kendini tanıyan ve oradan da Rabbini tanımaya çıkan kimsedir. Ârifler, vahdeti bilendir. Bütün bu görüntülerin ve kesretin arkasındaki Bir'i müşahede eden kimselerdir. Kendileri birliği müşahede ettikleri için topluma da her zaman birlik tavsiyesinde bulunmaktadırlar. Bütün farklılıkları izafî alana indiren ârifin mesajı, "Birlik, birlik, birlik" olur ancak."

Kasım 2015'te Sufi Kitap'tan çıkan "Ayırmaya Değil Birleştirmeye Geldik", adını Hz. Mevlânâ'nın bir sözünden alıyor. İki bölümden oluşan kitabın ilk bölümünde Mahmud Erol Kılıç'ın toplumsal birlik ve tasavvuf üzerine söyleşileri yer alıyor. İkinci bölümde ise günümüzde en çok konuşulan hadiselerden biri olan Sünni-Şii diyaloğunda irfanın rolü üzerine konuşmalar var. Çatışma ortamına bir bakış açısı olarak Kılıç şöyle diyor: "Kadın-erkek, gece-gündüz, hastalık-şifa, iman-küfür gibi zıdlıklar devamlılık için gereklidir. Allah isteseydi küfre izin vermezdi, hiç kimse kâfir olmazdı. Herkes mümin olurdu. Allah küfre bile izin veriyor. Tâ ki imanın farkı ortaya çıksın."

İkinci bölümde hilafet savaşlarının başlayacağından İslamcıların Osmanlı tecrübesini dışlamasına kadar Mahmud Erol Kılıç'ın siyasi yorumları da oldukça önemli. Mümkün mertebe tasavvuf üzere yaşayan insanların dalmaya ya cesaret ya da tenezzül edemediği siyaset sahasında Kılıç tabiri caizse at koşturuyor. Son derece önemli tespitleri bulunuyor. Gelenekteki çizgiye dönülmesi gerektiğinden tutun da kavramlarla parçalanmanın nelere sebep olacağına dair birçok analiz mevcut. Horasan'dan Anadolu'ya, oradan da Balkanlara uzanan manevî hat üzerine söyledikleri, işin hem tarihi hem de coğrafi tarafını keşfetmek açısından oldukça kıymetli: "Türkleri Müslüman edenler doğrudan Araplar değildi. Araplar İranlıların, İranlılar da Türklerin Müslümanlığına vesile olmuştur. Dolayısıyla Türklerin İslam anlayışında Farisî etki çok fazladır. Mesela çok ilginçtir, Türkler namazdan önce "vuzû" almazlar, "abdest" alırlar. Bu eylem için Arapça değil Farsça bir tabir kullanmayı tercih ederler. "Namaz kılmak" bile Farsçadır. Kisra'nın önünde perestiş etme, hafif eğilme anlamına gelen Pehlevice kökenli "nemaz" kelimesini biz "namaz" şeklinde söylüyoruz. Mesela "nebî" demek yerine daha çok "peygamber" demeyi tercih etmişiz. Peygamber, peyâm "haber", ber "getiren" anlamında Farsça bir terkiptir."

Türklerin Orta Asya'dan geldikleri konusundaki itirazlar gittikçe artıyor, bu sevindirici bir gelişme. Meselenin aslına değinmek için Mahmud Erol Kılıç'ın da söyleyecekleri var kitapta: "İran'ın tarihine baktığımız zaman, İslâm'ın geldiği dönemde Sasanilerin bir düşüş içerisinde olduğunu görürüz. Türkler Orta Asya civarından bir çırpıda gelmiyor Anadolu'ya. Aslında Orta Asya'dan geldiği hususu da tartışmalıdır. Anadolu'ya ilk gelen Türkler, Uygur ve Kazak Türkleri değildi. Bugünkü Türkmenistan'ın güneyi, İran'ın kuzeyi Kayı aşiretinin asıl yaşadığı yerdir. Kayı Köyü, Kuzey Doğu İran toprağındadır. Osmanlı'nın son dönemlerinde İran'da Kaçar Hanedanı hüküm sürmekte idi ki bunlar da Türk asıllı idiler. Genel açıdan bakıldığında iyi ilişkiler içerisinde idi bu iki devlet."

Kitabın değeri olmaz, kıymeti olur diyerek 160 sayfalık bu kitapta okuyucunun çok fazla şey bulacağını düşünüyorum. Hem tasavvufî manada hem de siyasî konularda. Tam da şu zamanda okunacak bir kitap. Neden? Bir misalle cevap verip bitirelim:

"Kan davasından dolayı 60 senedir birbirini öldüren bir aşireti bölgenin valisi, kaymakamına kadar siyasi mekanizma ne kadar çaba sarf ettiyse başaramıyor. Ama yöreye çağrılan bir şeyh efendi, 60 yıllık kan davasına son vermiştir. 1970'li yıllarda olmuştur. Yeri, ili, ilçesi her şeyi tarafımızdan biliniyor. Kaymakamın verdiği raporda "Sakın ha bu işi şeyh efendi çözdü raporu gitmesin Ankara'ya, bizim karizmamızı çizer, bunu yine biz çözdük gibi görülsün" denilmiştir. Geçmişte manevi önderlerle devlet birlikte hareket ederlerdi. Çözülme önce içten başlar. Siz safları gevşetmeye başladığınız zaman açılan açığa şeytan girer. O açığı işleri bu olanlar, açık bekleyenler doldurmaya çalışıyorlar.
"

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

14 Mart 2016 Pazartesi

İki filozof yazar, bir büyük roman ve bunların öyküsü

Hay bin Yakzan, sadece İslam Doğu edebiyatı içindeki eşsiz yeri ile değil dünya edebiyatı üzerindeki etkisiyle de dünya kültür tarihinin en önemli eserlerinden biridir. Birçok versiyonu bulunan bu güçlü anlatının en önemlileri ise İbn Sina ve İbn Tüfeyl’e ait olanlar… İki eser de felsefi öykü olarak kaleme alınmıştır ve Doğuda felsefi öykü yazma geleneğinin temeli bu Salaman ve Absal hikâyesidir. İbn Sina bu tarzda hikaye yazmış ilk kişi kabul edilmektedir.

Hüseyin bin İshak’ın (ö 873) Yunanca’dan çevirdiği, Absal ile Salaman öyküsündeki alegori anlatım tekniği İbn Sina tarafından öyküleştirilerek, daha sonra bir anlatı geleneğine dönüşmüştür. İbn Tüfeyl’in (ö.1186) Hay bin Yakzan öyküsü geleneğin en ünlü yapıtıdır. Sühverdi’nin (ö.1191) El Gurbetü’l Garabiyye'si; İbnü’n Nefis’in (ö.1288) El Risaletül-Kamiliyye fi’s Siyeri’n–Nebeviye’si ve Molla Camii’nin (ö. 1492) Salaman ve Absal yapıtları, bu geleneğin diğer önemli örnekleridir.

Hayy, Allah’ın isimlerinden biridir ve diri, canlı anlamına gelir. Yakzan ise uyanık, dikkatli, gözü açık anlamlarına sahiptir. Soyut felsefi kavramların somut kişi nesne ve olaylarla temsil edildiği bu tür hikayeler, bir yandan somuttan soyuta yönelerek düşünmeye alışmış insan zihni için anlama imkanı sağlamakta, diğer taraftan işaret edilen fikri, kavram düzeyinden imaj düzeyine indirerek felsefi görüşler ışığında, yeni bir te’vil imkanı sunmaktadır.

Hay bin Yakzan’dan esinlenerek yazılan kitapların ortak noktası, belli bir felsefi aydınlanma öğretisine dayanmalarıdır. Söz konusu felsefi aydınlanma öğretisi, kişinin melekelerinden, duyularından yola çıkarak, yaratıcı-dünya-insan ilişkilerine dair temel felsefi hakikatlere ulaşabileceği ön kabulüne dayanır.

M. Şerefeddin Yaltkaya ile Babanzade Reşid’in Arapçadan çevirdiği ve N. Ahmet Özalp’in yayına hazırladığı; Yapı Kredi Yayınları’nca basılan İbn Sina ve İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan kitabı 170 sayfadan oluşuyor.

Kitap, yazarların, çevirmenlerin ve yayına hazırlayanların kısa tanıtımından sonra N. Ahmet Özalp’in kısa bir sunuşu ile başlamakta, Şerefeddin Yaltkaya’nın İbn Sina’ın Hay bin Yakzan’ı ile ilgili verdiği bilgiler ve yaptığı zengin değerlendirmelerle devam etmektedir. İbn Sina’nın Hak bin Yakzan eseri, hemen bu bölümü takip etmektedir.

Bu edisyondaki ilk Hay Bin Yakzan’ın yazarı İbn Sina, 980 yılında Buhara’da doğmuş ve 1037’de Hamedan’da ölmüştür. En büyük İslam bilginleri arasında yer alan İbn Sina hem bir filozof hem de bir hekimdir. İbn Sina, İslam düşünce dünyasında Farabi ile başlayan Aristotalesci geleneğin en önemli ismidir. Onun en önemli iki eseri, kapsamlı bir felsefe ve bilim anksiklopedisi olan Kitabü’ş - Şifa ile hem Doğu’da, hem Batı’da, tıp alanında, uzun yıllar boyunca tek başvuru kaynağı olan el Kanun fi’t Tıb kitabıdır. Diğer önemli yapıtları arasında Kitab fi’s Siyaset Risale fi’l aşk, Hay bin Yakzan, el Hediyye isimli eserleri sayılabilir.

İbn Sina’nın Hay bin Yakzan eseri, bir gün arkadaşları ile gezintiye çıkan bir filozofu konu ederek başlar. Bahsi geçen filozof, burada ‘gösterişli, sevimli ve muhteşem bir ihtiyar’ görür. Bu adam, ilerlemiş yaşına rağmen, şaşılacak kadar dinçtir. Filozof, bu adam ile tanışarak adının Hay bin Yakzan olduğunu öğrenir. Hay bin Yakzan, ona, evrenleri gezdiğini, tüm gerçekliği kavradığını ve her nesneyi bildiğini söyler. Bunun üzerine, filozof ile yaşlı adam, ilmi meseleler hakkında derin bir sohbete başlarlar.

Bu sohbetin ilk konusu, feraset ilmidir. Hay bin Yakzan, feraset ilminin, insanları tanımada ve onlara karşı takınılacak doğru tavıra ulaşmada çok önemli bir yol gösterici olduğunu söyler. Bu ilmin ışığında filozofa verdiği ilk tavsiye, kendisine ayak bağı olan arkadaşlardan kurtulmasıdır. Bunun yanı sıra Hay, insan tabiatına ve hasta tabiatlı insanların özelliklerine dair kimi bilgileri aktarmakta ve bu tabiatlarında çeşitli hastalıklar bulunan insanlarla baş etmenin yollarına dair tavsiyeler vermektedir.

Hay, “kendisi gibi yolculuk etmenin” metodunu soran filozofa, bunun filozof ve arkadaşları için mümkün olmadığını söyler. Bunun ancak tek başına kalmakla mümkün olabileceğini söyleyen ve eserde olgun, dinç görünüşlü bir erkek olarak portreleştirilen Hay Bin Yakzan, filozofun sorusuna cevap olarak, kendi yolculuğunu ve gördüklerini anlatmaya başlar.

Hay, yerin üst ve göğün altında bulunan sınır, biri mağribin arkasında ve diğeri meşrik yönünde bulunan (iki) batı sınırı olmak üzere üç sınır olduğunu anlatır. Bu sınırların özellikleri, bu sınırlarda bulunan ülkeler, iklimleri ve insanları oldukça sembolik, bir anlamda da masalsı bir dil ile ortaya konur. Son bölümde gitmesi zor, ulaşması meşakkatli bir yerden ve bu bölgenin yöneticisinden bahsedilerek bu bölgenin insanlarının olağanüstü, güzel özellikleri övgüyle anlatılır. Övgüden en büyük payı alan, bu bölgenin yöneticisidir. Hay’ın son sözü, filozof istediği takdirde, kendisini ona ulaştırabileceği vaadidir.

N. Ahmet Özalp’in hazırlayarak, okuyucuya takdim ettiği Hay bin Yakzan kitabının diğer bölümünde, Özalp’in İbn Tufeyl ve Hay bin Yakzan Üzerine kaleme aldığı yazısında gerek İbn Tufeyl’e gerekse eserine dair önemli bilgiler yer almaktadır. İbn Tufeyl, 1105’te Gırnata yakınlarında Vadiü-l Aş'ta doğmuş, 1185’te Marakeş’te ölmüştür. İbn Tufeyl, bilgiye insanın sezgisel manada keşfettiği bir şey olarak yaklaşan İşrakilik felsefesinin Endülüs’teki en önemli temsilcilerindendir. İbn Tufeyl, özellikle tıp, felsefe ve astronomi konularına odaklanmıştır. Günümüze ulaşan en önemli eseri, 14. yüzyıldan itibaren tüm dillere çevrilen ve Daniel Defoe’yu Robinson Crusoe eserinde derinden etkileyen Hay bin Yakzan ya da diğer adıyla Esrarü’l Hikmeti’l Meşrikiye’dir.

Özalp’in kapsamlı değerlendirmelerini, İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan eseri izler. İbn Tufeyl’in eserindeki Giriş bölümünden sonra Hay bin Yakzan’ın hikayesi yer alır. Hikayenin birinci bölümünde, Hay bin Yakzan’ın doğumuna dair iki varsayım yer alır. İlk varsayıma göre, Hay, bir orta kuşak adasında, organik özellikler kazanmış, tüm elementleri muhteşem bir biçimde dengelenmiş bir çamurdan meydana gelmiştir. İkinci varsayım ise komşu adadaki hükümdarın kız kardeşinin yaptığı gizli bir evlilik sonucu dünyaya gelmiştir ve ardından annesi tarafından bir sandığa konulmuş, sandık bu adaya ulaşmıştır.

İkinci bölüm, bir ceylanın Hay’ı bularak onu büyütmesine ayrılmıştır. Bir gün anne ceylan ölür. Hay’ın soru sormasına sebep olan olay, çok sevdiği annesi ceylanı kaybetmedisir. Bu noktadan sonra Hay’ın çeşitli akıl yürütmeleri ve gözlemlerine dayarak sahip olduğu bilgiler ışığında ölümü anlama çabasına yer verilmiştir. Hay’ın bizi canlı kılan şeyin ne olduğunu anlamanın peşine düşer. Ateşi farketmesi, alet yapmaya başlaması ise devam eden yolculuğunun parçalarıdır.

Üçüncü bölümde, günlük hayat pratiklerini belirli düzene sokmayı başaran Hay’ın, varlığın özüne doğru yaptığı yolculuk konu edilir.

Dördüncü bölümde, artık Hay, ruh ve neslere dair yaptığı akıl yürütmelerle birlikte astronomik gözlemlere de başlamıştır.Tüm duyulara ve akla dayalı pratiklerden sonra Hay, bir yaratıcı zorunlu olduğu çıkarımına ulaşır. Bu, herşeyi yaratarak, aleme mükemmel bir düzen veren mutlak ve tek yaratıcıdır.

Beşinci bölüm, insanın gerçekliği ve mutluluğu, insanın mutluluğu, eylemin üç aşaması, eylemin nasıl gerçekleştirilebileceği konularıhakkında Hay’ın kattettiği mesafeler detaylı olarak ele alınmıştır.

Altıncı bölüm, Hay’ın kendisi gibi bir insanla yani Absal ile ilk karşılaşmasını, bir peygamber olarak Absal’ı tanımasını ve kabul etmesini, Hay’ın insanlara hakikati anlatmak arzusu ile Absal’ın eski adasına gitmeleri ve burada Hay ile Salaman’ın karşılaşmalarını detaylarıyla anlatır. Bu bölümde Hay, insanların kendi istek ve arzularına kapılarak hayatlarını geçirdikleri gerçeği ile yüzleşir. Hikayenin sonunda Hay ve Absal’ın, Salaman ve arkadaşlarıyla vedalaşarak adalarına döndüklerine, Hay’ın kendi yöntemlerini izleyerek yine eski makamlarına eriştiğine ve Absal’ın da Hay’ın yöntemlerini izleyerek yüksek makamlara çıktığı belirtilerek, hikayeye mutlu bir son verilir.

Son Söz’de İbn Tufeyl, herkese açıklanmayan önemli hikmet ve sırların anlatıldığının, bu bilgileri herkesin anlayamayacağının altını çizer.

Gerek İbn Sina’nın gerek İbn Tufeyl’in Hay bin Yakzan’ı hem hikayesi hem etkileriyle oldukça ilginçtir. Bir hikmet ve hakikat yolculuğunun hikayesi olması yanında, insan-doğa, insan-insan ve insan-Tanrı ilişkilerini ele almasıyla da dikkat çekici bir eserdir. Farabi’nin El Medinet’ül Fazıla eserinden sonra Doğu’da öne çıkan, insan eli değmemiş tabiatta fıtri akıl ile nelerin ortaya çıkarabileceğini ortaya koyan, en önemli ütopya örneğidir. Anlaşılacağı üzere, oldukça geniş bir alan ve coğrafyada etkilere sahip bu eseri, mukayeseli yorum ve yaklaşımıyla yeniden basan N.Ahmet Özalp’a teşekkür ediyoruz.

Hüseyin Sefa Ak
twitter.com/huseyinsafaak

9 Mart 2016 Çarşamba

Hiçliğini düşün ve hiç ol

"Kavrayışla yaratma arasına
Coşkuyla yanıt arasına
Düşer o gölge."

- T. S. Eliot, Oyuk Adamlar

"Gönlüm uçmak dilerken semavi ülkelere;
Ayağım takılıyor yerdeki gölgelere."

- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyü

"Göklerde ve yerlerde bulunanlar da, onların gölgeleri de, sabah akşam sadece Allah'a secde eder."

- Sure-i Ra'd [13/15]

Okuduğumuz birçok kitap arasından bazılarıyla kalbî rabıta kurarız. Zor zamanımızda bize şifa olabilir, uzun yol arkadaşlığı yapabilir, uykusuz gecelerimizin devriye nöbetçisi olabilir, dostlarımızla hasbihal etmemize ve hatta sıla-i rahim yapmamıza vesile olabilir. Muhyiddin Şekûr, Türkçeye çevrilen ilk kitabı Su Üstüne Yazı Yazmak'la aslında okuyucusuyla arasında bir bağ kurmuştu. Çünkü manevi yolculuğunu açık yüreklilikle anlattığı bu günlüğünde kapalı sandığımız kapıları muhakkak çalmamız gerektiğini, bu kapıların bizi ne olduğumuz sorusunun peşinden götüreceğini, dolayısıyla da yola çıkarak insanlığımızı ve ruhumuzu yeniden keşfedebilme imkânına sahip olabileceğimizi anlatmıştı. Öğüt değildi bu kitap, rica da değildi. Sadece "Eğer başkalarını yargılamaya başlarsanız sıra hiç kendinize gelmez" diyen bir sûfinin, hayatını dininin içine yerleştirme gayretiydi. Gölgeler Koridoru'yla bu gayret devam ederken hem imtihanlar artıyor hem de hikmetler. Öykü Özer'in son derece titiz ve başarılı çevirisiyle, Türk okuyucusu bir kez daha Muhyiddin Şekûr'un yürüyüşüne sırdaşlık ediyor. Bu sırdaşlığı yoldaşlığa çevirme için ise Şekûr'un şeyhine kulak vermek gerekiyor: "Şayet benim kulağa tatlı gelen fısıltılarımı işitemiyorsan, o hâlde hayat öğretsin sana öğrenmen gerekenleri..."

Su Üstüne Yazı Yazmak kitabında; lavabonun tıkanmasının, biriken günahlar karşılığında bir uyarı olduğunu söyleyen Şekûr, Gölgeler Koridoru'nda yine günlük hayattan imtihan örnekleri veriyor. Hiç bilmedik bir ormanda yapılan gece yürüyüşünden, bir ateşböceğinden, veranda inşaatından, fitneden, Saraybosna'daki savaşın ortasından tefekküre, irfana ve hikmete uzanan bir yolculuk. Bu yolculukta hasret, vuslat ve gurbet tüm lezzetiyle okuyucuya sunuluyor. Gönül erlerine hakikat iştiyakı sunuluyor. Fatih Sultan Mehmed'in veziri, şair Ahmed Paşa'nın bir beyti düşüyor yüreğe: "Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr / öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim."

Prolog bölümünde Şekûr, "Kendime baktığımda, karşımda yegâne umudu, zincirlerinden kurtulmak olan bir mahpus görüyordum" diyor ve on dört bölüm boyunca zincirlerini birer birer kırmaya çabalıyor. Kitap, ismini Furkan Suresi’ndeki "Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmedin mi? Eğer dileseydi, onu elbet hareketsiz kılardı" ayetinden alıyor. Şekûr, tüm görememelerinin kaydını düşüyor. Önce iç, sonra da dış âleme yapılan dalışlarda, şeyhinin oksijen tüpüne sarılıyor. Tüm bu sarılmalar Niyâzî-i Mısrî Hazretlerinin "Mürşid gerektir bildire Hakk’ı sana Hakk’al‐yakîn / mürşidi olmayanların bildikleri gümân imiş" sözünü akla getiriyor. Aklı bir kenara bırakıp kalple yapılmaya çalışılıyor tüm dalışlar. Çünkü Yunus Emre Hazretlerinin dediği gibi: "Bu akıl fikr ile Mevla bulunmaz."

Tasavvuf büyükleri el'an tasavvufun asla kitaplar vasıtasıyla öğrenilemeyeceğini söylüyor. Bu durumda biz okuyucular da şunu sormakta haklıyız: Öğreneceğimiz "adresler" nerelerdir? Bir kamil mürşid ararken bize faydası olacak kitapları okumak en azından meşrebimizle yüz yüze gelmemizi sağlayabilir. "Dervişlik demir leblebi gibidir" buyuruyorlar. Çiğnemesi ayrı, yutması ayrı zor. Bu zorluklara bu çağda göğüs germek de zor. Okuyucunun bu sebeple tasavvuf kitaplarına yönelmesi son derece doğal. Adresleri, kapıları, şahısları bilmiyor. Evvela tanımak istiyor. İnsanın tek başına manevi tekamül göstermesi muazzam zor. Bir mürşide ihtiyaç var. Kim? Nerede? Nasıl? Sorular, sorular, sorular... İşte bu tip kitaplar, bu soruların "sorgu" olmaması için bir araç. Maksat ise amaca, Hakk'a ulaşmak. Maksat belli, yol meşakkatli, usta yaman. Allah yola çıkanları yolda komasın.

"Hak yolcularını ilim deryalarına götüren bir dizi adım vardır. Ama iş bu deryalara vasıl olmakla da bitmez. Hakkı arayanlar, bundan sonra sadece Ehad ve Samed olan Allah'ın var olduğu Ehadiyet makamına erişirler. Bu makamda, sen Allah'ın içinde, O da senin içinde var olur. Çoğu mürid bu mertebeye vasıl olamaz. Unutma ki, bu mertebeye ulaşmak için mürid, kişiliğinden ciddî anlamda feragat etmeye mecburdur. Bunun içinse, kendini enesinin ve nefsinin boyunduruğundan yeterince kurtarmış olmalıdır. Ne var ki, insanoğlu dünyaya öyle bir nefs, hevâ ve heves potansiyeliyle gelir ki, bunlarla cihad edebilmek için en azından bunlar kadar kuvvetli bir iradeye sahip olması gerekir. İnsanoğlunun bu cihadı esasen, ruhun cesede karşı verdiği mücadeledir."

İnsanın yegane çabası mana alemine yoğunlaşmak, anlamı bulmak olmalıdır. Hayatın anlamı muhakkak O'na çıkacaktır, çıkmalıdır. Eğer bizim varlığımızda manaya, anlama dair bir şey yoksa; tıpkı uzun zamandır batıda görüldüğü gibi hastalıklar, intiharlar, bölünmeler, ayrılıklar, şiddet, öfke, savaş ve her türlü felaketi yaşamak da elzem olacaktır. Şeyhinden bilhassa bu konu üzerine duyduklarını şöyle aktarıyor Şekûr: "Şeyh, bize hak yolcuları olarak şu fâni dünya hayatında varlığımızın anlamdan yoksun olmaması için ne yapmamız gerektiğini öğretiyordu. Bizi, dua yoluyla kalplerimizin en kuytu köşelerinde, bu dünyaya dair umutlarımızı keşfetmeye davet ediyordu. Şahsî sıkıntılarımıza gelince; bunları tamamen olumsuz görmüyordu. Bilakis, gündelik yaşamımızda meşakkatlerle karşılaştığımızda bunlara derc olunmuş şahsî tekamül yollarını görmemiz için bize himmet etmeye çalışıyordu. Bize, hayatımızın inişli ve çıkışlı yollarını adımlarken hep sabrı tavsiye ediyor, meşakkatlerle karşılaştığımızda Allah'tan umudumuzu kesmememizi öğütlüyordu."

Başkalarıyla, başka şeylerle ve bilhassa boş işlerle uğraşmaktansa kişinin kendi iç âlemine yapması gereken yolculukların onu er ya da geç hikmet kapılarının anahtarlarına ulaştıracağını anlatıyor Şekûr. Bu sebeple kitap şahsi bir günlük olmaktan çıkıp manevi âlemde, kendini ve Rabbini tanımak için sefere çıkmak isteyen her okuyucuya yardımcı olacaktır. Bilhassa hasbelkader kitapla buluştuğunu "zanneden" okuyucu, eminim ki Muhyiddin Şekûr ismini kalbinin bir köşesine oturtacaktır. Fakirin şaşkınlıkla okuduğu ve takip ettiği bir isimdir. Bunun sebebi de hikmeti de gönlümde "ilginçliğini" koruyacaktır. Başa dönecek olursak, onunla bununla uğraşarak kaybedeceğimiz vakitleri kendimize ayırsak, yeni umutlar ve galibiyetler önümüze serilecek belki de: "İnsan, ilk olarak kendi enfüsî âlemini tetkit etmeyi düstur edinirse, kendini nefsine yenik düşmekten kurtarabilir. Öte taraftan, nazarını ilk olarak başka insanlara ya da başka şeylere çevirmeyi alışkanlık hâline getirirse, meselelerin gerçek mahiyetini hiçbir zaman kavrayamaması muhtemeldir. Şayet bir kişi başta kendi kalbine bakar ve yine de dürüstçe kabahatsiz olduğuna kanaat getirirse, o zaman bu kişiyi, adaleti mutlaka tecelli edecek olan Âdil-i Mutlak'a havale etmek gerekir."

Tıpkı ilk kitabında olduğu gibi bu kitabını da Şekûr "Şeyh'ten deyişler" bölümüyle bitiriyor. Bazılarını buraya almaktan memnuniyet duyacağım:

- Tarikat, fırtınadan göz gözü görmezken insanlığa yol gösteren nûrdur. Tarikat, hakikati savunan insanlardan oluşur. Hakikati savunmak Müslüman'ın olmazsa olmaz özelliğidir.

- Tarikatın marifeti, Allah'ın sırları üzerindeki perdeleri kaldırmaktır. Peki bunu nasıl yapabiliriz? Elimize bir çekiç alıp her türlü alışkanlığı ve kalıbı kırıp parçalayarak. Bunu yapmazsak alışkanlıklar ve kalıplar yeni bir din hâline gelecektir.

- Kendini unut. Ayrılık acısını hisset. Ve şimdi ayrılığı da unut. Hiç olup öyle başla namaza.

- Allah, kullarını sıkıntılarla sınar. Hakkın yanında olanlar çoğu kez büyük acılar çeker, diğer taraftakiler ise hakkın sesine sağır olur.

- Gün gelir Allah kralları köle, köleleri kral yapar. Kabiliyetlerinizi kullanarak gidebildiğiniz yere kadar gidin.

- Kara sevdaya düşen ve şehvetlerinin kölesi olan kimileri âşık olduklarını zannederler.

- Bu dünya, ezel ve ebed'in arasında sıkışıp kalmış bir göz yanılgısıdır.

- Abdestinizi tam alamazsanız, namazınız da tamamlanmaz. Demek ki, bitişleri başlangıçlar belirler.

- Rüzgâr olmasaydı, bütün dünyayı örümcek ağları sarardı.

- Eğer Allah'a inanıyorsan, hiçbir şeyden korkmaman gerek.

- Siz Allah'tan ümit kesersiniz, ama Allah sizden ümit kesmez.

- Görünen, gerçek değildir; gerçek, her zaman görünür değildir.

- Ûzkûrullâhe zikren kesîrâ ayeti, tarikatın Kur'ânî temelidir.

- Arayışta olanlar muhibdir; sevdiklerini bilirler. Huzura kabul edilmişler ise müridlerdir; sevildiklerini bilirler. Dervişler müridlerin içinden çıkar.

- Giderek daha çok insanın Ehl-i Beyt'in kapısını çalacağı günler yaklaşmaktadır. Bugüne kadar, herkese hüsn-ü zanla baktık, ama kısa zaman sonra kapılar bir daha açılmamacasına kapanacak, tıpkı Nuh'un gemisinde olduğu gibi. Geri dönüşü olmayan o yola girmemize az kaldı. O an gelip tufan koptuğunda, dağlar gibi dalgalar yükselecek ve düşüşler müthiş sert olacak.

Bu yazının başlığı da şeyhin bir deyişidir. Ucundan tutabilene aşk olsun...

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

20 Şubat 2016 Cumartesi

Milyon şiir varsa, milyon da eleştiri vardır

Eleştiri daha çok şiirin, öykünün ve romanın nasıl olduğunu, ne şartlarda oluştuğunu bize anlatan, anlatmaya çalışan bir sahadır. Şiir dediğimiz mesele ne kadar da başkasını tekrardan ibaret olsa da bu tekrar da başlı başına biriciktir. Dolayısıyla tekrarın tekrarında da kendine has bir ifade biçimi vardır. Eleştiri yalnızca tekrar edileni değil, tekrarın tekrarını da kendine mesele eder ve handikaplarını tespit etmeye çalışır. Milyon şiir varsa, milyon da eleştiri vardır.

Diğer yazın alanlarına nazaran eleştiri ile şiirin irtibatı daha da kadimdir. Bunu Tanzimat döneminden alıp İkinci Yeni’ye kadar getirebiliriz. Çünkü yazın dünyamızın köklerinde şiir yatmaktadır. Eleştirinin de şiire bu kadar mesai harcaması şiirin önemini biraz daha belirginleştirmektedir.

Dahası sağlıklı bir şiir geleneğinin oluşması ve tutunması isteniyorsa şiir, eleştiri ile kol kola yürümek zorundadır. Eğer bir milletin şiir birikimi kayda değer ve güçlü bir yapı arz etmiyorsa, o millet, şiir eleştirisini sağlam yapamıyor demektir.

İdris Ekinci, Ebabil Yayınları'ndan çıkan “Poetik Fiiller” kitabında alıntıladığım şekilde bir izahta ve uyarıda bulunuyor. İyi şiirin adresini tespit edebilmemiz için şiir ve eleştiri arasında bir kan uyumunun olması gerekmektedir. Kan uyuşmasının olmaması durumunda cılız, ifade edilmeyen, neye karşılık geldiği belli olmayan bir şiir çıkacaktır ortaya. Yani şiir denilen olgu köksüzleşecek, gerçekliğinden uzaklaşacaktır.

İyi şiirin ne şartlarda ve nasıl oluştuğu konusunda fikir edinebilmemiz için yine eleştirmene başvuruyoruz. Eleştirmenin şiir üzerine izahlar yaparken dayanakları nelerdir? Objektif bir yaklaşım mı söz konusu yoksa dayanaksız, sadece duygu dünyasından hareketle oluşturmuş olduğu bir eleştiri mi söz konusu?

Bir sanat eserini iyi veya kötü nitelendirilmesinde bulunmak aslında iki yaklaşım çerçevesinde mümkündür. Birinci yaklaşım, o esere herhangi bir kuram veya tutuma dayanmadan kişisel, öznel iyi-kötü yaklaşımıdır. Yani bir sanat eseri karşısında bulunan insan (eleştirmen) bir açıklama gereği duymadan, düşüncelerini temellendirme ihtiyacı hissetmeden o sanat eserine karşı sevdim sevmedim, iyi kötü yargılarında bulunabilir. Bunu yaparken de kendini herhangi bir kural, kaideyle sınırlı tutmaz.

Ekinci eleştirmenin serbestliğini izah ederken eleştirmene niyetini ayan etmesini salık vermektedir. Eleştirmene öznel yaklaşımından dolayı herhangi bir taarruz söz konusu olmadığı gibi eleştirmen bu konuda özgürdür. Ancak sübjektif bir iddia ile gelen eleştirmen; kaynaklara, kaidelere uymak zorundadır. Bu zorunluluk hem eleştirmeni özgürleştirecek hem de makul eleştirinin yardımıyla şiirin nasıl olduğunu bize öğretecektir.

Şiiri eleştirmek öyle her kişinin üstesinden geleceği, kolay halledilir bir iş değildir; o eleştirmen ki hem bir şair ruhu taşıyacak, hem de şiir dağarcığı vasat okuyucunun çok çok üzerinde olacaktır. Bu özellik de yetmez; eleştiri kuramlarından haberdar olacak ve nesnel olmaya, kötü niyetli olmamaya gayret edecektir. Yani önüne gelen bir eser üzerinde ileri geri, desteksiz, hercai düşünceler üretmek, eleştirmen ürünü olmayan laf kalabalığı niteliğindeki işlerdir. Eleştirmen kolay söylemek, acele davranmak marazlarından uzak durmalıdır. Kısaca komple bir duruştur eleştirmen olmak.

Alıntıladığım bu kısmın eleştiri ve şiir namıma önemli hatta çok önemli olduğunu düşünüyorum. Her kimse oturduğu yerden ben artık şairim diyemediği gibi ben artık eleştirmenim de diyemez. Aksini iddia edenin şairliği de eleştirmenliği de net bir şekilde şaibelidir. Eleştiriye niyet edildiğinde “şair ruhu taşıyacak” ifadesini, Ekinci kitabında iki isimden hareketle anlatmaktadır. Birincisi üniversite edebiyat bölümlerinde kitapları okutulan ve kaynak oluşuna başvurulan Mehmet Kaplan’dır. Kaplan, şiire yaklaşırken şiirin iç anlamından çok kaportası ile ilgilenmektedir. Dışardan, ciddiyetle bakmaktadır. Özetle Kaplan’ın eleştirmeni olduğu şiire karşı tutumu çatık kaşlıdır. Ekinci’nin vermiş olduğu diğer bir örnek ki “şair ruhu taşıyacak” kategorisine uymaktadır; o isim de Cemal Süreya’dır. Süreya’nın “Şapkam Dolu Çiçekle” kitabını okuyan bir okur, Süreya’nın kitabını yazarken meseleye içerden baktığını hemen alır. Çünkü Süreya, eleştirisini yaparken oyuna, şarkıya dâhil bir tutum izler. Kaplan ise korunun şefidir. Mesela; “Folklor Şiire Düşman” yazısını hem Kaplan’ın hem de Süreya’nın kaleminden okuduğunuzu düşünün. Biri uçta bilimsel ve ciddi, diğeri ise içkin ve yumuşaktır. Burada Kaplan’ın mesaisini kötülemek gibi bir muradı yok Ekinci’nin, sadece şiire dâhil ve hariç olma durumunu izah etmek istiyor. Ekinci, eleştirmenin vasıflarını açıklarken özellikler sayıyor; şiir dağarcığının olması, kuramdan haberdar olması, nesnel olması ve en önemlisi kötü niyetli olmaması. Bizim günümüz eleştirisini bu asgari şartlara vurduğumuzda elimizde bulunan yekûn ne olacaktır? Bir derginin diğer dergiyi çekemediğinden dolayı türlü yalanları ve bel altı çalışmalarını bize eleştiri diye yutturmaya çalışması, birçok insanın da bu dolmaları yutmasını nereye koyacağız? Bu meseleyi dallandırıp budaklandırmadan benim âcizane tavsiyem Ekinci’nin tespitlerine kulak vermemiz olacaktır. Yoksa yapıp ettiklerimiz havanda su dövmekten başka bir şeye varmaz. Elimizde iyi şiir olmadığı gibi ahlaksız bir eleştiri ile haşir neşir oluruz.

Eleştirmenin okura karşı mesuliyetleri vardır. Şiir ve okur arasında bağı kurar, bu bağ kurma aşamasının sonrasında çekip gidemez. Ölene kadar bu mesuliyet devam eder. Hata yaptım gibi bir lüksü yoktur eleştirmenin. Ekinci şöyle diyor: “Eleştirmen, şiir ve okur arasındaki en güvenilir köprülerden biridir. Biridir diyorum çünkü eleştirmen her yönüyle güvenilecek bir şahıs değildir. Onun yaptığı şiire ulaşmada, onun dünyasına girmede bir pencere, bir yol açmaktır.

Eleştirmen ağ bağlantısını sağlıyor ama sahihliği konusunda yazarın tereddütleri var. Haklı tereddütler bunlar. Doktordan dönen hastanın eczacı ile yaşadığı münasebettir bu. Eczacının hastaya doğru ilacı verip vermemesi ile ilgili bir hadise bu. Ya da uygun dozun ne kadar olduğunu tarif etmekteki hassasiyettir. Okur, eleştirmene karşı uyanık ve dikkatli olmalıdır. Tam bir teslimiyet içinde olmadığı gibi Ekinci’nin bahsettiği “pencereye” bakarken de sahih olup olmadığına dikkat kesilmelidir.

Gelelim şaire. Şairler, özellikle genç şairler -yaşlılar zaten eleştiri eşiğini atlamışlardır?!- eleştirilmekten pek haz etmezler. Şiir yazan, şiirle yatıp kalkan herkeste biraz kibir vardır. Yaptıklarını eşsiz ve kusursuz görmek, bir şair için aşılması güç bir engeldir. Genç şairler çoğu zaman bir beğeni ve takdir beklerler. Bekledikleri gerçekleşmeyince de bir veryansın, bir kızgınlıktır alır başını gider.

 Alıntıda günümüz şiirinin durumunu izhar eden önemli tespitler var. Genç şair kibirli ve burnundan kıl aldırmaz, yaşlı şair ise -genellemeden- şiiri bitirdiği gibi, şiirine yapılan eleştirilere sürekli itiraz eder ve bir meydan okumanın içindedir. Alıntıda bahsedilen ve açıklamaya çalıştığım hasletler hastalık belirtisidir. Genç şair bu hastalığın varlığını kabul etmezse baştan yenilecektir. Yaşlı şair ise kendi namına oluşturduğu dokunulmazlık zırhını kaldırmazsa herhangi bir öğreticiliği olmayacaktır. Şiir dediğimiz hadise kendini güncelleyen, yenileyen bir durumdur. Şiire niyet edenin de bu gerçekliğe dikkat kesilmesi gerekmektedir. Güncelleme ve yenilenme durumu için de şiirde bulunan rahatsızlıkların bulunması lazım. Bunun için de imdadımıza yetişen eleştiri ve eleştirmendir. Eleştirinin uzağına düşen, yanına yaklaştırmayan, tahammül edemeyen, kibri ile yok sayan şiir yok hükmündedir. Karşılığı yoktur.

İdris Ekinci, Poetik Fiiler kitabında Cumhuriyet şiirinden Garip’e, İkinci Yeni şiirinden günümüz şiirine kadar olan atılımlarda, eleştirinin bu atılımların neresine düştüğünü açıklamaya çalışmış. Günümüz şiirine korkmadan gözdağı verirken, İkinci Yeni’nin halen borusunun öttüğünü ve günümüzde kuram diye öne sürülen girişimlerin yalnızca bireysel kalkışmalar olduğunu ifade etmektedir. “Bırak Seni Şiirin Anlatsın” yazısında pohpohlamanın, reklamın, kayırmanın iyi şiiri vermediğini, iyi şiirin kokusundan belli olduğunu ifade etmektedir. Yabancı eleştirmenlerin kitaplarını tahlile dayalı ve yerli eleştirmenlerin de kuramlarına dair önemli noktaları barındıran yazıları bizimle paylaşmaktadır. Deneme, öykü ve kuram kitapları da tahlil edilmekte ve kendine yer bulmaktadır.

Poetik Fiiller”den hareketle şunu söyleyebiliriz: Ekinci, kitabın çıtasını çatarken herhangi bir tereddüt duymuyor. Çekici indirdiğinde acaba biri bir şey der mi endişesi yok. Net, açık ve sert. Kitabın genelinde isim vermemek gibi bir yaklaşımı var Ekinci’nin. Sebebi ise çekinceleri değil edebiyat ortamını iyi bilmesinin vermiş olduğu rahatlıktır. Ortamımız eleştiriye tahammül edebilen, tavsiye kabul eden bir ortam değildir. Sanal kurguların ve furyaların meseleye dâhil olmasından sonra 140 karakterli yazın alanları eleştirinin yapıldığı, eleştirilere cevap verildiği yerler olarak görülmeye başlandı. Daha da kötüsü buradan yapılan eleştiri ve eleştiriye verilen cevaplar sahih olarak görüldü. Çetrefil, kepaze, sulu bir ortam buldu bizi. Ekinci bu kepazeliğe mahal vermeden bir eleştiri yazıyor. Yoksa elinde kılıcı, kelle almaktan yana herhangi bir çekincesi yok. Kitabı okurken bunlara dikkat etmenin faydalı olacağını düşünüyorum.

İrfan Dağ
twitter.com/irfandag6

19 Şubat 2016 Cuma

Altın yaldızla yazılıp sultanlara anlatılan hikayeler

Ferec Ba'de’ş Şidde”, zorluktan sonra gelen kolaylık ve esenlik manasına gelen bir terkib. Bu ifadeyle anılan hikayeler anlatılmış tarihte. Ve bu hikayeler geniş bir sahada okuyucu bulmuş. Ferec Bade’ş Şidde ismiyle Arapça, Farsça ve Türkçe'de muhtelif hikaye kitapları tertip edilmiş. Bu kitaplardaki hikayelerde, kahramanlar önce büyük sıkıntılarla karşılaşıyorlar. Felaketler, sürgünler, ayrılıklar ve çeşitli başka zorluklara, müşkillere maruz kalıyorlar. Ardından Allah’ın ihsanıyla bu sıkıntılardan kurtuluyorlar ve öncekinden daha iyi bir duruma yükseliyorlar. Bu hikayeler bir bakıma Rabbimizin bizi tabi tuttuğu imtihanların ardından ihsan ettiği nimetleri gösteren hikayelerdir. Türkçemiz’deki ‘Bir kapıyı kapayan, diğerini açar’ sözünün ifadesidir adeta bu anlatılar.

Ferec Bade’ş Şidde ismiyle anılan hikaye kitaplarının ilk örneği Arapça’dır. Ardından Farsça’ları gelir. Ama Fars dilinde olanları Arapça’dan çeviridir, özgün değillerdir. Arap edebiyatında bu hikayeler 9. yüzyılda ortaya çıkar. Önceleri bir kaç yaprak iken daha sonra başka hikayeler de eklenir. Farsça’ya daha sonraki zamanlarda çevirilir. 13. yüzyıla denk gelen bu çevirilerle birlikte mevzubahis hikayelerin etki alanı genişler. Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde’ler, Arapça ve Farsçalar’ından çok farklıdır. Hikayelerdeki bazı motifler Arapça ve Farsçaları’yla benzerlik gösterse de Türk zevkine göre yeniden tasnif edilir, mahiyet bakımından çok farklı hikayeler meydana getirilir. Bu hikayeler, Arap, Acem ve Hint’den gelen motiflerle ve Türk halkının gelenek ve görenekleriyle birleşerek teşekkül eder.

Bu hikayelerde masal motiflerimizin pek çoğuna rastlamak mümkün. Bizim masallarımızdaki motiflerin yanı sıra dünya masalları ile de bu motifler arasında benzerliklere rastlanır. Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde hikayeleri bir nebze Binbir Gece Masalları’nın havasını taşır. Tutiname ve Mantıku’t Tayr’ı da anımsatmakla birlikte hepsinden ayrı, adeta hepsinden bir parça alınarak meydana getirilmiş bir hikayeler külliyatıdır. Türkçe’deki ilk Ferec Bade’ş Şidde musannifi belli değildir. Bu hikayeler sanki halk arasında yayılmış ve daha sonra bunları birisi toplamış gibidir.

Ahlaki dersler veren bir hikaye türü
Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde’lerde bulunan hikayelerin hemen hepsinden ahlaki bir ders çıkarmak mümkün. Bazı hikayelerin sonunda bu dersler ayrıca belirtilir. Sofraya büyüklerden önce oturmamak, her zaman dualı ve Allah adını anar halde olmak ve muskasız, hamayılsız gezmemek gibi dersler verilir.

Ferec Bade’ş Şidde’lerde yer alan hikayelerin bazıları halk arasında çok yayılmış. Bir kısmı sözlü gelenek yoluyla, bir kısmı da muhtelif vakitlerde çeşitli yayınlarla zamanımıza kadar gelmiş ve zamanla yeni ilavelerle zenginleşmiş.

Bu Ferec Bade’ş Şidde hikayelerini, Türk kültür hayatına bir çok güzel eseri yeniden kazandıran Büyüyenay Yayınları geçtiğimiz yıllarda yayınladı. Eseri, Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu ve Doç. Dr. Orhan Yavuz Türkçe’deki Ferec Bade’ş Şidde'lerin çeşitli nüshalarından toplayarak hazırlamış. Kitap için 12 hikaye seçilmiş. Metin üzerinde rahatsız edici tasarruflarda bulunulmamış. Cümle yapısı aynen muhafaza edilmiş. Hikayelerin girişindeki "Râviyan-ı ahbârân ve nâkılân-ı âsâr" gibi şahane klişelere de dokunulmamış.

Altın yaldızla yazılan hikaye: Seyfül Mülük
Kitaptaki “Seyfül Mülük” hikayesinin zaptedilmesinin ise ilginç bir hikayesi var. Mevzubahis hikaye Türk hükümdar Gazneli Mahmud sayesinde ortaya çıkar. Gazneli Mahmud, güzel ve merak uyandıran hikayeler dinlemeyi severmiş. Kendisine böyle hikayeler anlatanlara ihsanda bulunurmuş. Bir gün vezirlerinden biri Gazneli Mahmud’a, "Velinimetim, her zaman böyle saçma sapan hikaye anlatanlara bu suretle ihsan bulunursanız hazineniz çabuk boşalır” der. Bu söz Gazneli Mahmud’u kızdırır ve “Ey Hace” der, “Sen benim acıklı ve garip hikayeleri dinlemekten hoşlandığımı bilirsin. Bu seyyahların hikayelerini beğenmedin ve onlara olan ihsanımı hoş görmedin. Eğer sen onlardan daha merak uyandıran, daha güzel hikayeler anlatırsan beğenmemekte haklı olduğunu kabul eder, sana yüz bin altın ihsan ederim. Aksi takdirde senin kıskançlığına vererek bütün servetini elinden alır ve seni sürerim.

Bunun üzerine o vezir adamlarından beş tanesini seçer, her birine biner altın vererek bunları Horasan, Hindistan, Mısır, Yemen ve Çin’e hikaye aramaya yollar. Bunlardan Hindistan’a gideni Serendip şehrinde bir meddahtan Seyfül Mülük hikayesini dinler. Meddah, Seyfül Mülük hikayesini vezirin adamına anlatmadan önce bazı şartları öne sürerek ondan söz alır. Bu şartlara göre vezirin adamı Seyfül Mülük hikayesini yol üzerinde oturup gelene geçene söylemeyecek, bekarlar arasında nakletmeyecek, cahil ve kıymet bilmezler arasında söylemeyecek ve Serendip’te kimseye anlatmayacaktır.

Vezirin adamı bu hikayeyi yazıp vezire getirir. O da hükümdara verir. Gazneli Mahmud hikayeyi çok beğenir. Altın hat ile yazdırır ve hazinede saklanmasını emreder. Ve zaman zaman hikayeyi okuturmuş.

Seyfül Mülük hikayesi ve en az bu hikaye kadar değerli diğer on bir hikayeden “Ferec Bade’ş Şidde Hikayeleri / Güçlükten Kolaylığa, Kederden Sevince” isimli kitap, dönüp dönüp okunası bir eser. Meraklılarına muhabbetle tavsiye olunur.

Ahmed Öztürk
(Dunyabizim, 28.01.2016)