12 Şubat 2016 Cuma

Nefs, devekuşu gibi ne uçar ne de yük taşır

Klasik İslâm edebiyatının en tanınmış eserlerinden biri olan Feridüddin-i Attar'ın Pendnâme'si, asırlar boyunca defalarca istinsah edilmiş, üzerine şerhler yazılmış ve bir çok defa nazmen tercüme edilmiş ve elden ele, dilden dile dolaşmış bir şah eserdir. Eserin bir nasihatname, bir öğüt kitabı olmasının, akıcı ve samimi bir üslûpla kaleme alınmasının, bu kadar meşhur olmasında önemli bir payı olduğu zikredilir. Pendnâme'nin daha da çok halkın malı haline gelmesi, onu diğer halkların da dillerine çevirmekle mümkün olur.

Bir kısmı Diriliş dergisinde de yayınlanmıştı
Feridüddin-i Attar'ın Pendnâme'si birçok kereler Türkçe'ye hem nesir, hem de nazım olarak tercüme edilmiş. Eser sadece tercüme edildiği devre hitap etmekle kalmamış, yazıldığı zamandan itibaren her devirde en çok okunan, 19. yüzyıllarda matbaanın devreye girmesiyle de en çok basılan eserler arasında yer almış. Dolayısıyla Osmanlı toplumunun zihniyet ve ahlakını şekillendiren eserlerden biri olmuş. Türkçe'ye nazmen çevrilen bir Pendnâme, geçtiğimiz aylarda Büyüyen Ay Yayınları tarafından basıldı. Tercümenin kime ait olduğu konusunda çeşitli görüşler bulunuyor. Eserin farklı nüshalarında mütercim mahlasının geçtiği beyitler bazen Emre, bazen Emri olmak üzere 2 farklı şekilde yazılmış. Yayınevi de kitaba, en çok zikredilen ve daha sahih bulunan Emre'yi esas almış.

Kitabın daha önce bir bölümünün çevirisi, Diriliş dergisinin 4. döneminin 54. sayısında yayınlanır. Daha sonra Azmi Bilgin de bu tercümeyi yayınlar. Büyüyen Ay Yayınları'nın hazırladığı kitap ise Süleymaniye, Beyazıt Devlet Kütüphanesi ve Millet Kütüphanesindeki nüshalar karşılaştırılarak hazırlanmış. Hem orjinal nüshası hem çeviri metin hem de günümüz Türkçesi'yle hazırlanan kitap, nasihat duymaktan ve nasihat tutmaktan uzak kalan günümüz insanının kulağına insanlığın demirbaş erdemlerini fısıldıyor.

Nefsi devekuşuna benzetiyor
Feridüddin-i Attar'ın kitapta nefsle alakalı söyledikleri zaman zaman ne olduğu ile alakalı kendimle konuşmalarımda bir türlü isimlendiremediğim nefse bakışıma yeni bir soluk bahşetti. Nefsin, hevasının peşinden koşmakta hiç bir şeyle kıyaslanamayacak kadar benzersiz bir durumda olduğu hepimizin malumudur. Onun bu halinin değişmesi bir kaç hamleyle hemencek halledilebilecek bir şey değildir. Çünkü bulunduğu hal üzere kalmakta ve hatta ne kötü derekelere inmekte öyle inatçıdır ki nefs, Attar onu deve kuşuna benzetir.

Hırs ile dünyaya düşkünlük gösterenlerden kuşkusuz ki Allah hoşnut değildir. İnatçı nefis deve kuşuna benzer. Ne de uçar, ne de yük taşır o hayırsız.” beytini okuyunca, evet dedim, nefs işte bu. Deve kuşu gibi sürekli yükten kaçar nefs ve müsriftir, ömür bağının meyvelerini saçar savurur. Tevilleri ve teşvişleri ile insanı ayartmakta gayet mahir olan nefs, bu cevvalliğini Hakk'a ibadet, halka hizmet mevzubahis olunca unutur ve ağır, yerinden oynatılması güç bir kaya gibi durur. Nefsinin bu halini tam tersine döndüren insanlardır ki, onlardır arif olarak, veli olarak andıklarımız.

Zât-ı şahaneleri de bir arif, bir veli olan Feridüd'din-i Attâr Hazretleri de nefsin bu adi tuzaklarını iyi bilenlerdendir. Pendnâme'de ve yazdığı diğer eserlerde hep, müminin nefsini Müslüman etmesi için yol göstermiş ve manevi bir yola intisab etmesini sâlık vermiştir. Zira Hazreti Mevlânâ'nın ifadesiyle 'bir keser, başka bir keser olmadan kendi sapını nasıl yontabilir?'. Kitaplar her ne kadar meşayıhın tavsiyelerini ve sohbetlerini ihtiva etse de, kişiyi nefs merhalelerinde ilerletmeye kâfi değildir. Kişinin kitaplardan öğrendiği malumat, bir ariften adab talim etmeyenler için yeni bir perde, yeni bir engel olur. Ne yazık ki böylesi bir çok insana rastlamaktayız.

Ferid'üddin-i Attar'ın Pendnâme'si bendenizin sağdan soldan, bölük pörçük duyduklarımı tam olarak ve kaynağından alarak okuyucuya sunuyor. Peygamber Efendimiz kişinin nefsiyle mücadelesinin en büyük cihad olduğunu buyurmuştu kocaman bir harbin dönüş yolunda. Attar da Efendimiz Aleyhisselam'ın bu emri uyarınca nasihatlerini sıralarken, nefsin hilelerine karşı agah olmanın altını önemle çiziyor. Bir velinin nasihatlerine kulak vermek isteyen her kişinin bu kitaba mutlaka başvurması gerekiyor.

Bu mühim eseri yeniden milletimizle buluşturan Büyüyenay Yayınları da büyük bir teşekkürü hakediyor.

Ahmed Öztürk
(Dunyabizim, 12.06.2015)

11 Şubat 2016 Perşembe

Disiplin toplumunun ötesinde yorgunluk toplumu

Byung-Chul Han, günümüz toplumunun Foucault’nun disiplin toplumu ile bahsettiği hastanelerden, tımarhanelerden, hapishanelerden, kışlalardan ve fabrikalardan oluşmadığını; bunların yerini fitness salonlarının, bürolardan oluşan gökdelenlerin, bankaların, havaalanlarının, alışveriş merkezlerinin ve gen labaratuvarlarının aldığını söyler: “21. Yüzyıl toplumu artık bir disiplin toplumu değil, performans toplumudur. Sakinleri de “itaatkâr özne” değil, performans öznesidir.

Buna göre mekânları normal ve anormal şeklinde birbirinden ayıran disiplin kurumlarının duvarları günümüz toplumlarını açıklayamamakta, performans toplumunun psikolojik ve topolojik değişimlerini tasvir etmekten yoksun kalmaktadır. Yasak ve emirlerin yerini projelerin ve girişimlerin aldığı performans toplumuna değinmeden önce, konunun daha iyi anlaşılabilmesi için toplumun ve Foucault’un ona kattığı disiplinci yapının ne anlama geldiğine kısaca da olsa değinmek gerekmektedir.

İnsan gruplarının karşılıklı ilişkiler ağıyla bir bütünlük oluşturduğu toplum, kavram olarak da özgül bir tarihsel sürecin ürünüdür. Toplum, ilahi olanın yerine ikame edilerek Aydınlanma dönemi ile dünyevileştirilmiş, kendi kimliğine kavuşturulmuş ve bir birliktelik olarak ele alınmıştır. Tarihi düzçizgisel bir ilerleme şeklinde algılayan Marquis de Condorcet gibi Aydınlanmacılar, toplumu da buna göre tanımlayarak bireylerin yetenek ve kazanımlarını ortaya koydukları toplam gelişme şeklinde görmüşlerdir. Immanuel Kant ile ilerleme, tarihsel süreci tekeli altına alan bir süreç şeklinde görülmeyip bir hedefe yönelme şeklinde algılanmış, Auguste Comte da bu anlayışla endüstriyel toplumu tanımlamıştır. Toplumu organik ve uyumlu bir bütün olarak gören Comte, işbölümünü biyolojik vasıflarından çıkararak toplumsallaştırmış, bireylerin farklılıkları ve yetenekleri üzerinden tekrar tanımlamıştır. Devrimler Çağının çocuğu olan Comte, dönemin siyasi ve entelektüel gelişmelerinin yanında modern olanı özellikle endüstride görmekteydi ve modern toplum da bunun bir ürünü olmalıydı. Karl Marx da toplumu belirli bir üretim ve tarihsel süreçlerin ürünü olarak görmüş; fakat Comte gibi bütün insanların tabi olduğu bütünleşik ve yalın bir yapı şeklinde algılamamıştır. Aksine Marx, toplumu üretim tarzına bağlı iktisadi sınıfların teşkil ettiği bir yapı şeklinde analiz ederek, hâkim toplumsal yapının da egemen sınıfın özel çıkarlarına hizmet ettiğini dile getirmiştir. Dolayısıyla toplum, iktidarı elinde bulunduran egemen sınıfın kitle üzerinde kurduğu kültürel, entelektüel bir tür hegemonya alanıdır ve ağırlıklı olarak da üretim ilişkileri üzerinden şekillendirilir. Michel Foucault da hapishanelerin doğuşunu incelerken tespit ettiği disiplin toplumunun mekanizmaları ile Marx’a itiraz eder. Foucault’a göre Marx, iktidarı klasik egemenlik paradigması üzerinden okumaktadır. Bu egemenlik anlayışı iktidar ile toplumsal alanı birbirinden ayırarak iktidar olanı görünür kılarak zor yolu ile toplumsala hâkim kılmaya çalışır. Oysaki 19. Yüzyıl toplumlarında bakış açısı iktidardan iktidara tabi olanlar yönünde değişmiş; mekânsal ayrıştırma üzerinden gözetim ve buna bağlı kontrol teknikleri ile belirli normlar topluma hâkim kılınmaya çalışılmıştır. Foucault, disiplin mekanizmalarını teşhir ederken İngiliz hukukçusu Jeremy Bentham’ın Panoptikon’undan büyük ölçüde faydalanmıştır. Mükemmel toplum hayallerinin kurulduğu 18. yüzyılın sonunda Bentham tarafından ortaya atılan panoptikon, bir kişinin herkesi görünmeden izleyebileceği ve iktidarın da kendisine uygulama alanı bulduğu bir mekân şeklinde tasavvur edilmiştir. Gerçekten de, 18. Yüzyılın son çeyreği ile 19. Yüzyılın ilk yarısında Foucault, hapishanelerin yeniden düzenlenmesinde bu temanın esas alındığını belirtir. Bentham’ın bir mimari düşünce olarak sunduğu panoptikon, hiçbir şeyi dışarda bırakmayacak bir bütünlük ilkesi ile okul, yetimhane, hapishane, ıslahevi, ordu, fabrika, vs. kapalı sistemleri disiplin toplumunun aygıtlarına dönüştürmüştür.

Velhasıl günümüz toplumları Foucault’un 19. yüzyıl anlatısı üzerinden işlediği disiplin teknikleriyle açıklanabilecek özelliklere sahip değildir. Jean Baudrillard’ın çok yerinde bir tespitiyle Foucault, iş işten geçtikten sonra konuştuğu için iş işten geçmeden konuşmaya çalışanlar, 21. yüzyıl toplumlarına isim biçme yarışına girdi. Artık panoptikondaki gibi bireyin gözetiminden ziyade yeni durum bütün bir toplumun gözetimine kaymakta ve buna dair teknikler geliştirilmektedir. Zygmunt Bauman, küreselleşmenin de etkisiyle geliştirilen kitle iletişim teknolojileri yoluyla toplum üzerinde kurulan yeni iktidar mekanizmalarını tanımlamak için Thomas Mathiesen’in “Synopticon” terimine başvururken, Gilles Deleuze da, William Burroughs’un ele aldığı “Denetim Toplumu” kavramına içeriğini vererek bütünleşmiş dünya kapitalizminin beden ve arzuları kontrol altına aldığından bahseder. Bu örnekler Jean Baudrillard’ın “Tüketim Toplumu”, Stjepan G. Mestrovic’in “Duyguötesi Toplum”u, Guy Debord’un “Gösteri Toplumu” değerlendirmeleri ile çoğaltılabilir.

Byung-Chul Han’ın da disiplin toplumunun ötesinde tanımlamaya çalıştığı “Yorgunluk Toplumu” bu türlü bir kaygının ürünüdür. Han’a göre artık performans adı altında özne üzerinde kurulan tahakküm ortadan kaldırılmış; fakat kişi kendi boyunduruğu altına sokulmuştur. Bir başka deyişle sömüren aynı zamanda sömürülendir ve yaratılan bu sahte özgürlük ortamı ile gelen verimlilik ise kontrol edilemez şiddetli bir yorgunluğu da açığa çıkarmaktadır. Yorgunluk, sanayileşme öncesi toplumlarının en önemli sorunu olan kıtlık ve açlığın sanayileşmeyle aşılmasından sonra performansa dayalı yapılar ile refahın işlev bozukluğu gösterdiği sanayi sonrası toplumlarının ortak sendromu haline gelmiştir. Performansa dayalı bu yorgunluk hali fiziksel olmaktan ziyade sinirseldir; depresyon, dikkat eksikliği, hiperaktivite, kişilik bozukluğu ve tükenmişlik sendromu ile gelen patolojik bir manzarayı tayin eder. Bu haliyle de yorgunluk toplumu, deliler ve caniler doğuran disiplin toplumuna nazaran depresif ve mağluplar yaratır.

Her ne kadar bir terim olarak toplum, ilkin 1640’lı yıllarda düzenli bir cemaat içerisinde bulunan insan birlikteliğini tanımlasa da, aradan geçen dört yüzyıla yakın zaman zarfında bu birliktelikler içerisindeki ilişkileri niteleyecek şekilde birçok farklı anlamda kullanılmıştır. Bunların çoğu, toplumsal olanı soyut süreçler üzerinden tahayyül ederken yukarıda kısaca da olsa değinildiği gibi bir kısmı da dönemin güncel kurumları ve ilişki ağları üzerinden topluma somut bir anlam verme çabası içerisine girmişlerdir. Byung-Chul Han’ın çabası da bu minvalde önemli bir değerlendirmedir; şayet toplum diye bir şey varsa.

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

9 Şubat 2016 Salı

Torunlarının anılarından Mehmet Âkif

"Mehmet Âkif'in hayatı, eserlerinden çok daha muhteşem bir şiirdir."
- Hüseyin Cahit Yalçın

Bazı isimlerin büyüklüğü, vefatlarından yüz yıl geçse de kendinden bir şey kaybetmiyor, eksilmiyor. İlginçtir ki yakın dönem siyaseti yahut edebiyatından böyle isimler kalacak mı bilemiyoruz, muallak. Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Erol Güngör, Cemil Meriç, Mehmet Âkif, gibi isimler, sanki gün geçtikçe büyüyor, insanlar gerek kendi içlerindeki gerek memlekete dair düşüncelerindeki eksiklikleri bu isimlerle kapatmaya gayret ediyor. Bazı kesimler bu hâli "eskicilik" oyununa benzetse de kabul etmeliyiz ki zamanında kıymetini bilemediğimiz isimlere çok sonraları ihtiyaç duyabiliyoruz, duyuyoruz. Said Halim Paşa'nın eserleri de böyledir misal, Ahmed Cevdet Paşa'nın da.

Mehmet Âkif, İstiklâl Marşı'nı Sefahat'ine almayıp bu eseri millet yazmıştır diyerek askerimize ithaf etmiştir. Marşın yazıldığı zamanlarda kendisinin Taceddin Dergâhı'nda yaşadığını ve sık sık "milletten" birilerinin bu dergâha uğrayıp kendisiyle fikir teatisinde bulunduğunu bazı kaynaklardan öğrenebiliyoruz. Dönemin bir şairi de, milletvekili de, şeyh efendisi de, mimarı da ressamı da dergâha gitmiş, marşın yazılışına ne kadar dahil olmuş tam olarak bilemesek de en azından tahmin edebiliyoruz. Yani marş, birilerinin ısrarla söylediği bir oyundan, bir yarışmadan ibaret değildi. Böyle düşünüp de yazıp katılanlar olabilir lakin Mehmet Âkif Ersoy'daki şiir, marş, millet bilinci şüphesiz ortadadır. "Ben vatan haini miyim ki, peşime polis takıyorlar?" diyerek Mısır'da sürgün hayatı yaşamış olan merhumun cenazesine resmi bir katılım olmamış, mezarı dahi üniversiteli gençler tarafından yaptırılmıştır. Bunda aranacak sebepleri de tarihimiz "görebilene" yazmıştır. Zira tarihin asıl damarı, vicdanlarda atmıştır ve atmaktadır.

Fatih  Bayhan, daha evvel Enver Paşa'nın torunu Osman Mayatepek'le konuşmuş ve ortaya önemli bir anı kitabı çıkmıştı: Dedem Enver Paşa. Bu kez Mehmet Âkif'in biri hayatta olan diğeriyse röportajların yapıldığı zamanlarda vefat eden iki torunu Selma Argon ve Ferda Argon'la konuşarak, zorluklarla geçe bir ömrün saklı kalmış hikâyesine ses olmaya çalışmış: Dedem Mehmet Âkif. Hatırlatmakta fayda var ki Timaş Yayınları daha evvel de İsmail Kara imzasıyla bir kitap yayınlamış ve çok büyük bir arşiv açığını kapatmıştı: Elemim Bir Yüreğin Kârı Değil / Mehmet Âkif Albümü. Dedem Mehmet Âkif'de, iki torunun anılarından ve dilinden merhum büyük şairin nasıl bir eş, baba ve dede olduğundan en yakın dostlarına, meşguliyetlerine, ailesinin akıbetine, oğlu Emin'in vefatının ardındaki sırra, ailenin şimdiye kadar hep susmasındaki sebebe kadar birçok konuda kapalı kalan mevzular açıklanıyor. Kitabın sonundaki albüm de şairin mazisine yolculuk babında önemli fotoğraflar barındırıyor.

Torunlarının anlattıkları ve mektuplar vasıtasıyla şunu görüyoruz ki Mehmet Âkif ümidini asla yitirmeyen bir vatanseverdir. Her vatanseverde olduğu gibi bir karamsarlığı vardır fakat daima ümidi de vardır. Selma Argon önemli konulara temas etmiş bu konuda: "Halide Edip bir yerde, "Büyük bir vatansever, bu kadar inanmış olmak çok zor" demiş onun hakkında. Halide Edip karamsarlığa kapılıp, "Amerikan mandasına girelim" demiştir. Cenap Şahabettin'in bir şiiri var, hep okurum. Orada diyor ki, "Bu millet, Balkan Savaşı'ndan, Birinci Dünya Savaşı'ndan perişan çıktı, bu savaşı kazanacağımıza asla inanmıyorum. İnansaydım kellemi dilekçe yapıp kılıcınıza sunardım" diyor. Asla inanmıyor. Fakat dedem o zaman çıkıyor, "İmanımız var" diyor. Dedem bu savaşı kazanacağımıza ve Atatürk'e o kadar inanıyor ki en büyük yazarların, çizerlerin, herkesin kaçıp Milli Mücadele'ye katılmayı düşünmedikleri dönemde dedem şairliği bir tarafa bırakıp öne çıkıyor, Anadolu'ya gidiyor, "Şimdi susmak zamanı değil, haykırmak zamanı. İnsanları uyandırmak lazım." diyor."

Mehmet Âkif'in verdiği vaazlardan evvel özel çalıştığını yine torunlarının dilinden öğrenebiliyoruz bu kitapla. Özellikle seçtiği ayetler, o dönem milleti uyandırmak için neler düşündüğünün birer göstergesi gibi. 19 Teşrinisani 1336 (1920) Cuma günü, Kastomunu'daki camide Âl-i İmran Suresi'nin 118. ayetini okuyor ve tefsirini yapıyor Âkif. Ayet-i şerifin meali şöyle: "Ey iman etmiş olanlar! Sizden olmayanı sırdaş edinmeyin, onlar sizi şaşırtmaktan geri durmazlar, sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların öfkesi ağızlarından taşmaktadır, kalplerinin gizlediği ise daha büyüktür. Eğer aklediyorsanız, şüphesiz size ayetleri açıkladık."

Bir takım avutmalara, uyutmalara, oyunlara, hesaplara aldırış etmeden milleti uyandırmak için sözü elinden geldiğince kullanmış, hatipliğini bu yol üzere yapmış olan büyük şair, bir konuşmasında cemaate şunları söylemiştir: "Avrupalılara, Amerikalılara dinsiz derler. Size bir hakikat daha söyleyeyim mi? Dünyada din ile en az mukayyet olan bir memleket varsa o da bizim memleketimizdir. Bugün Cuma olduğu hâlde Kastamonu'nun en şerefli camisinde, görüyorsunuz ya, kaç saflık cemaat bulunuyor!

Sanatla da yakından alakalıymış Mehmet Âkif. Ferda Argon şöyle diyor: "Dedem hem resim hocası tutmuş anneme hem de müzik. Çünkü annem resim yapmayı çok istiyormuş. Ayrıca keman çalmak da istiyormuş. Dedem özellikle bu eğitimleri aldırıyor."

Kitapta Ferda Argon'dan, Mehmet Âkif'in meal çalışmasının da yakılmış olduğunu okuyabiliyoruz. Şöyle diyor Ferda Hanım: "Yakılmış. Onun, vasiyetine aykırı hareket edecek dostları yoktu. Kendi etrafında kendi gibi dostları vardı. Uzun müddet saklamış olabilirler. İşittiğim kadarıyla bir müddet saklanmış. Ancak daha sonra kurulan bir heyetle bu vasiyet yerine getiriliyor. Biz ailesi olarak bu durumdan haberdar değiliz. Ancak gelişmeleri de yakından takip ediyoruz."

Merdivenleri çıkamayan anneannesini sırtına alıp da öylece eve çıkartan Mehmet Âkif, gerektiği zaman yemek de yapar, evi de düzenlermiş. Ailesine çok düşkün olan şairin hayatı, dize dize şiirlerindedir. "Bir baksana gökler uyanık, yer uyanıktır / dünya uyanıkken uyumak, maskaralıktır" derken en yakınından uzağına, memleket derdinden uzak olan herkesi kastetmiştir. Bir kez daha ve bir kez daha Âkif'i tanımak, hayatını en yakınlarından okumak için Dedem Mehmet Âkif önemli bir başvuru kitabıdır.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

5 Şubat 2016 Cuma

Guy Standing’in prekaryası yeniden sınıf siyaseti (mi?)

Neoliberal politikalar eşliğinde dünya ölçeğinde işletilen günümüz kapitalizmi, her şeyin merkezine yerleştirdiği rekabet anlayışı ile piyasa kurallarını hayatın her alanına yayarak savunmasız bireylerin yaşamlarını sömürmeye ve denetlemeye imkân veren alternatifsiz bir hayatı seçim şansı bırakmaksızın dayatmaktadır. Politik belirsizliklerle güvenden korkuya, alternatifsiz ve muhalefetsiz bırakılmış yaşam alanlarıyla da umuttan umutsuzluğa evrildiği bu kaotik dünyaya insanlar, tepkilerini çeşitli yollardan -ama doğru; ama yanlış- dile getirerek, hiç de pasif olmadıklarını göstermektedirler. Bu tepkilerle ortaya çıkan 21. yüzyıl hareketleri de, siyaseti sınıf ve statü gruplarının dışında kalan failler ile yeniden düzenlemeye çalışarak iktidar dışı ve muhalefet üstü alanlara taşımaya çalışmaktadırlar.

Yeni kitlesel hareketlerin yükselişinin yanı sıra birçok kesimde de prekarya adıyla yeni bir toplumsal sınıfın ortaya çıktığı yoğun bir şekilde tartışılmış ve farklı tanımlamalar getirilmiştir. Günümüz dünyasında gelişmiş toplumların nüfusunun çoğunluğunu kentliler oluşturmaktadır. Ancak, nüfusun istihdam edildiği alanların endüstriden hizmet sektörüne kayıyor oluşu kentleşmeyle sanayileşme arasındaki süregelen ilişkiyi ters yönde etkilemektedir. Sermayenin dolaşım süreçlerini kentsel mekânlarla ilişkisi üzerinden değerlendiren David Harvey de, kent yaşamının üretim ve idamesinde işin ve emeğin hizmet sektörü içerisinde yeniden tanımlandığına dikkat çekerek çoğunluğunu yarı-zamanlı, örgütsüz ve güvencesizlerin oluşturduğu yeni emek sahibini prekarya olarak tanımlamıştır.

SİYASETİN GELECEĞE DÖNÜŞÜ

Etiketinden liberal Ayşe Buğra da ilgili makalesinde dünyadaki bu gelişmeleri Gezi Parkı Olayları özelinden muhafazakâr bir tutum ile siyasetin geri dönüşü olarak karşılamış ve orta sınıf tahlilleri üzerinden bir prekarya değerlendirmesinde bulunmuştur. Bu değerlendirmesinde Buğra, siyasetin geleceğini etkileme potansiyeli taşıyan prekaryayı çalışan nüfusun çoğunluğu şeklinde tanımlayan Guy Standing’in 2012’de yayınladığı 2014 yılında İletişim Yayınları tarafından Türkçeye çevrilen “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf” kitabının önemine işaret etmektedir. Prekaryanın tanımlanmasında Guy Standing, Harvey’den farklı olarak onu sınıf siyasetinin devamlılığı içerisinde okuma çabasındadır: “Tarih boyunca bütün önemli hareketler, iyi ya da kötü, sınıf temelliydi.

Kendi ifadesiyle kitabında da, prekaryayı dünyada henüz oluşum sürecinde olan bir sınıf şeklinde anlatıyordu. Esnek bir emek piyasasında eşitsizliğin giderek artmasına bağlı risk, güvencesizlik ve istikrarsızlığıyla çoğunluğunu kariyeri olmayan, göçmen, geçici işçilerin oluşturduğu küresel ve parçalı bir sınıf. Ayşe Buğra’nın Osman Savaşkan ile hazırladığı ve yine İletişim Yayınları'ndan çıkan “Türkiye’de Yeni Kapitalizm” kitabında yeni sermaye çevreleri karşısında konumlandırabileceği bir sınıf. Böylece bir toplum mühendisliği projesi olarak arkaik sınıf siyaseti, küresel emek piyasasındaki ilişkileri bağlamında yeni bir dil ile tekrardan hayata geçirilebilecekti. Bu şablon, Naom Chomsky’nin getirdiği prekarya tanımlamasına da uygun düşer. Chomsky de, prekaryayı neoliberal politikaların sebebiyet verdiği mevcut sorunların üstesinden gelinmesinde devleti önemli bir unsur olarak gören “Wall Street Eylemleri” ve “Yüzde 99 Hareketi”nden yola çıkarak ele almıştır. Böylesi bir toplumda artık sanayi proletaryasından bahsedilemeyeceğini, klasik burjuva & proleter kavramının yetersiz kaldığını belirten Chomsky, devlet faaliyetlerini belirli biçimlerde (kaynak dağılımı, hakların korunması vs.) yeniden düzenlemeye sevk etmesi için prekaryayı plütonomi sınıfı karşısına yerleştirerek tanımlar.

On sekizinci yüzyılın Aydınlanmacı düşünürlerince dile getirilen ilerlemenin çatışmaya dayalı bir toplum yapısında gerçekleşeceği inancı, sınıf anlayışına merkezi bir yer atfediyordu. Modern dünya ile toplumun daha basit bir evreden daha karmaşık ve gelişmiş bir evreye geçtiği varsayımı, sınıfı siyasallaştırarak toplumsal işbölümünü yansıtan bir kavrama dönüştürmüştür. Burjuva ideologları da, sınıf kavramı ile siyasetlerini aristokrasiye karşı mücadelelerinde gelişmeci toplum kurgusuna göre tanımlayarak meşrulaştırmıştı. Buna göre, ilk sınıflı köleci toplumdan feodal topluma; feodal toplumdan burjuvazinin düzenlediği kapitalist topluma; yani nihai aşamaya ulaşıldığı iddia edilebilecekti. İşçi ideologları, toplumun gelişmesini burjuva toplumu ile sınırlandırmayarak son aşamaya işçi iktidarı ile ulaşılabileceğini öne sürdüler. Böylece iktidar proletarya tarafından ele geçirilip toplum tekrardan düzenlenecek ve ilerleme kaydedilecekti. Buradan da anlaşılacağı üzere işçi ideolojisi, burjuva fikriyatını yadsımamış; aksine onu olumlamış ve ona eklemlenmişti.

TÜRK: KAPİTALİZMİN YIKICI ÖZNESİ

Velhasıl 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren dünyaya Fransız Devriminin gözlüğünden bakan sınıf siyaseti, yavaş yavaş terk edilecekti. Sınıflar arası çatışmayı, ilerlemenin temel belirleyicisi olarak gören siyaset anlayışına en büyük darbe feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmaları içerisinden gelmiştir. Bu tartışmalar, burjuva ideologların ve daha sonrasında Marksistlerin iddia ettiğinin aksine burjuvazinin aristokrasi ile çatışmasından ziyade, zamanını dolduran aristokrasinin burjuvalaştığını göstermişti. Ayrıca, 68 hareketi ile her türlü toplumsal kimlikten ve özdeşlikten kurtulma çabası da, birçok siyasi aktörü sınıflara göre konumlanmak yerine birbirine eşit uzaklıkta duran birçok mücadeleden biri haline getirmişti. Bu mücadeleler yeni bir siyaset arayışının tezahürleriyken, son dönemde prekarya tanımlamalarında ortaya çıkan tartışmalarda sınıf siyasetinin sürdürülme çabası hem arkaik bir tutum hem de sistemi muhalefet eliyle meşrulaştıran art niyetli bir girişimdir. Ayrıca gerek sınıf siyaseti gerekse de yeni kitle hareketleri, kapitalizmin kendi iç çelişkilerinden doğan güçlerce yıkılacağı düşüncesini paylaşırlar. Dolayısıyla geleceğin toplum tasarımında, sosyalizmin dışında başka bir dünyayı düşünemezler. Oysaki Batı’da gelişerek dünyaya musallat olan şeyin cevheri konusunda bir kavrayışa sahip olduğumuzda göreceğiz ki kapitalizm, dış bir güç tarafından yıkılabilir ve bu yıkıcı özne de Türk’ten başkası değildir.

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

1 Şubat 2016 Pazartesi

Muhatabını arayan yalnızlık

İnsanların çoğunlukla bir toprak parçasına bağlı bulunduğu VII. yüzyılın Avrupa’sında tüccarlar, yersiz-yurtsuz diyebileceğimiz bir sınıfı teşkil ediyordu. Tek başlarına yahut kervanlarla panayır ve şatolarda ticareti sürdüren bu sınıf, maddi çıkarlar peşinde başıboş, sapkın ve serseri bir hayat sürdürmekteydi. Böylesi bir hayat, onları sabit bir yere bağlı olmaktan alıkoyuyordu ve toplum tarafından da tehdit unsuru olarak görülüyor, tasvip edilmiyordu (Cipolla, 2011: 4).

Günümüzde ise bu yersizlik, XI. yüzyıl ile ticaretin farklı bir seyir izlemesine bağlı olarak ortaya çıkan ve daimi mekânları bulunan Ortaçağ fuar sisteminin aksine, “belirli bir yeri bulunmayan fuarlar” sistemini gerçekleştiren Ceneviz kapitalist sınıfını andıran ve kurumsal bir mahiyet kazanan küresel şirketler eliyle işletilmektedir (Arrighi, 2000: 133,134). Varoluşları gereği, nereden baksanız VII. yüzyıldan bugünün dünyasına -aralarında farklılıklar olsa da- belirli bir yerleri bulunmayan bu yapılar, hiçbir ülkenin söz sahibi olmadığı topraklarda, hiçbir kanuna bağlı olmadan ve hiçbir topluma borçlanmadan yaşamayı amaç edinmişlerdir.

Modern dünya ile ekonominin başat bir konuma gelmesi ve belirleyiciliğinin artması, mevcut sistem içerisinde bahsi geçen yapıların önemini artırarak, onlara üst düzeyde statü kazandırmıştır. Alt sınıfların üst sınıflara öykünmesinin bir sonucu olarak da vaktiyle tasvip edilmeyen, hor gülen, kötü gözle bakılan yersizlik/köksüzlük hâli -ahlâken de olumlanarak- özenilir bir hâl almış ve günümüz toplumlarında (Türkiye’de de olduğu gibi) bir kültür olarak yaygınlık kazanmıştır. Dünyada yaşanan gelişmeler eşliğinde yürütülen kırsızlaştırma politikaları ile hızlı şehirleşmenin baş döndürücü sosyal değişimi, insanları yurtsuzlaştırarak kayıtsızlığın sel sularına katıyor. Bir veba salgını gibi her yanımızı saran kayıtsızlık, insanları(mızı) seri üretim makinelerinden çıkma mamuller gibi bencil yaşama tarzı içerisinde irfandan nasibini almamış, feraset yoksunu hedefsiz müsveddeler haline getiriyor.

Böylesi bir dünyadan ve onun şartlarına elverdiği ölçüde uymaya çalışanlar arasından insan, ancak kendini alıkoyarak sıyrılabilir ve kendine dönerek bir şahsiyet inşâsına girişebilir. Bu inşâ, ister istemez bir yalnızlaşmayı da beraberinde getirecektir ve o “yalnız”ın muhatabı bir tek Allah’tır. İşte Cengiz Aydoğdu da yeni kitabı Yalnızlık Muhatab İster’de böylesi bir inşa arayışını, bir ömrün özeti gibi, bizzat yaşadıklarından yola çıkarak konu edinmiştir. İlk kitabı Bize Velvele Düştü’de bize dair olanı daha çok genel hatlarıyla ele alırken, ikinci kitabında iradi olarak ortaya koyduğu suskunluğunun derinliğinde, kendi iç konuşmalarında arıyor. Aydoğdu, herkesin bağırdığı ve kimsenin birbirini duymadığı; ama bağıranların seyredildiği bir konuşamama atmosferinde demlediği yazıları ile sorunun ana kaynağı olarak gördüğü şahsiyet meselesini bir süreklilik fikri içerisinde işliyor. Yunus Emre, Âşık Veysel, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl Kısakürek, Nurettin Topçu, Cemil Meriç, Erol Güngör gibi milli çınarların gölgesinde edinilen üslup, dünya görüşü ve insanlık anlayışı; F. Schuon, Octavio Paz, Pierre Emanuelle, Roland Barthes gibi yabancı isimlerden damıtılan düşüncelerle kaynaştırılıyor.

Yeryüzünde hikmet ve irfânın sözü geçmediği, gafletlerin alıp yürüdüğü günümüzde, Sâmiha Ayverdi’nin dediği gibi fikir adamları, her şeyden evvel davası ve imânı doğrultusunda görüş ve tespitlerini umumi efkâra bildirmekle mükelleftir (Ayverdi, 2013: 51). Keza, tevazuyu elden bırakmadan dünyada yerini bilme gayretiyle hareket eden Cengiz Aydoğdu da, bize bahşedilmiş bu kısacık ömrü yaradılışımıza layık ve dolu dolu yaşayabilmek için sağlam bir şahsiyet inşasının imkânlarını sürekli aramaya devam etmemizi salık verir. Bâyezîd-i Bistâmî’nin söylediği üzere, aramakla bulunmasa da bulanlar yalnız arayanlardır. “Bize düşen bu arayışta samimiyet ve ihlâsı kaybetmemek, kaybeder gibi göründüğümüzde de birbirimizi “ikaz ve ikna”ya gayret etmektir.” (Aydoğdu, 2014: 9)

Yalnızlık Muhatab İster’in nasıl bir okuyucu kitlesine hitap ettiğini “Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz / Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi” mısralarının bizi karşılamasıyla anlıyoruz. Yazar, okuyucuyu bir yolculuğa davet eder; Fethi Gemuhluoğlu’nun dostluk üzerine yaptığı konuşmasında bize hatırlattığı gibi yoldaşsız yola çıkılmaz (Gemuhluoğlu, 2013: 25). Davete icazet ise aşıya sağlam bünye gerektirir; zira herkesten de yoldaş olmaz. Yazarın okuyucu ile çıktığı yolculuk Fuzulî’nin “Kârbân-ı râh-ı tecrîdiz hatar havfın çeküp / Gâhî Mecnûn gâhî ben devr ile nevbet bekleriz.” dizeleri ile biter.

Topluma asalak bir şekilde yaşamayı marifet bilen bir azınlığın dümen suyuna girmeden, tarih boyunca edindiği, kitlelerin de öykündüğü hayat tarzı ve zihniyetine sırt çevirmek, mesuliyetini ayak bastığı toprağın kıymetinde aramaya koyulmayı gerektirir. Bundan gayrısı yalnızlıktır. Herkesin birbirinden farklı olmak için birbirine benzediği bir ortamdan kendini alıkoyarak, kendini bilmek adına kendine dönerek verilecek bir mücadelenin yolculuğunda atılan tohumların filizlendiği muhatabını arayan yalnızlık.

Kaynakça: ARRIGHI Giovanni (2000), Uzun Yirminci Yüzyıl, Para, Güç ve Çağımızın Kökenleri (Çev: R. Boztemur), Ankara, İmge Kitabevi. AYDOĞDU Cengiz (2014), Yalnızlık Muhatab İster, İstanbul, Ötüken Neşriyat A.Ş. AYVERDİ Sâmiha (2013), O da Bana Kalsın, Röportajlar-Anketler, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı. CIPOLLA, CARLO M. (2011), Neşeli Öyküler (Çev: Tülin Altınova), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları. GEMUHLUOĞLU Fethi (2013), Dostluk Üzerine, İstanbul, İz Yayıncılık.

Haydar Barış Aybakır
twitter.com/HaydarBrs

26 Ocak 2016 Salı

Gel dosta gidelim gönül

"Dünyâ gamından geçip yokluğa kanat açıp 
Aşk ile dâim uçup çağırıram dost dost."
- Niyâzî-i Mısrî [k.s]

Türkiye Yazarlar Birliği'nin İstanbul şubesindeyim. 7. Edebiyat Mevsimi'nde "İsmet Özel ve Dergiciliği" oturumunda sevgili İbrahim Tüzer konuşacak, fakir de moderatör görevini yerine getirmeye çalışacak. Bu oturumdan önce ise "Kuşakları Besleyen Dergiler" oturumu var ve Bünyamin Yılmaz'ın moderatörlüğünde Mürsel Sönmez son derece önemli tespitleriyle, yorumlarıyla güne damgasını vuruyor. Oturum sona eriyor ve kendisinin elinde küçük bir kitapçık görüyorum: Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine.

Kitabın farklı baskılarıyla daha evvel tanışmış olmama rağmen bu kitapçık sanki bana gönülden gönüle uzanan bir bildiri gibi geliyor. Okunması gerekiyormuş gibi, yeniden ve yeniden. Mürsel Sönmez çevresindeki eşe dosta, gençlere bu kitapçığı dağıtırken ben de bir köşede duranlarından üç adet alıyorum. İkisini arkadaşlarıma vereceğim, birini kütüphaneme koyacağım ki eve gelenlere de okutabileyim. Dedim ya, bir bildiri gibi.

Fethi Gemuhluoğlu'nun 1977'deki vefatından sonra hakkında yazılanlar Dostluk Üzerine adıyla bir kitapta toplanmıştı. 2001 yılında ise yine aynı adla bir kitap yayınlanmış, bu kitap da kendi yazdığı yazılardan ve mektuplardan oluşmuştu. Gemuhluoğlu'nun şiirleriyle beraber büyük bir kısmı kendine ithaf edilen şiirlerden oluşan "Gerçek Olan Aşktır" 2000 yılında, Nuri Pakdil'in ona dair yazdığı "Bağlanma" ise 1979 yılında yayınlanmıştı. Elimizde, bilhassa gençler için çok fazla bir şey yoktu Fethi Gemuhluoğlu'na dair. Bu kitapçık, sanki gençlerin kalbine yeniden onu ve düşüncelerini yerleştirmek ancak bunların dışından esas konuya dikkat çekmekti; dostluk ve sevgi.

22 Kasım 1975'te Fethi Gemuhluoğlu, yaptığı konuşmanın merkezine dostluğu koymuş, sevgi olmadan bir toplumun kaybolacağını kendi fikir ve çile dünyasından geçirerek anlatmıştı. İşte kitapçığın içeriği bu konuşmaydı. Cahit Zarifoğlu'nun "Tek başına bir okuldu", İsmet Özel'in "Bize kendi kuşağı içinde en sağlam çizgiyi aktarabilenlerden biriydi", Necip Fazıl Kısakürek'in "Fikir ve çile birliği kökünde yekpâreleştiğimiz büyük ve sevgili dostum" dediği Fethi Gemuhluoğlu şöyle diyordu:

"Batı adamının bunalımı çok tabîidir; muallâktadır. Doğu adamı yerinmez ve sevinmez, çünkü dünyada yerinilecek ve sevinilecek bir şey yoktur. Ve bizim hüznümüz Allah'adır. Biz durup dururken, kendi kendimize, kendi nefsânî oyunlarımız için, şehevâtımız için mahzûn olmayız. Bizim olsa olsa... Peygamber-i Ekber müddet-i ömründe, Devr-i Saâdet'de gülmediler, hele ağız dolusu hiç gülmediler; gülümserlerdi."

Gönüllere hemen İsmet Özel'in Naat'ı düşmeliydi bu sözlerden sonra: "Dinleyin ey vakti duymak doruğuna varanlar / sıyırın kahkaha sırçasını cildinizden / omzunuzdan vaveyla heybesini atın / boşa çıksın reislerin, kahinlerin, şairlerin kuvveti / güler yüzlü olmak neydi onu hatırlayın / neydi söğüt gölgesinde gülümsemek / ağız dolusu gülmeden taşlıkta..."

Her sözünde, her misalinde Peygamber var Gemuhluoğlu'nun. Dostluktan bahsederken "Bana komşu hakkından öyle bahsedildi ki, komşunun komşudan mîrâs yiyeceğini zannettim" hadis-i şerifini hatırlatarak diğer başka hadislerin de üzerine dikkat çekerek şöyle diyor: "Kurda kuşa dost! Görünene, görünmeyene dost! Her ân kendi raksı üzerine olan mâdde zannettiklerimize dost! Yani... "Beni Allah te'dîb etti, onun için edeb-i ilâhî ile müeddebim" diyor Peygamber-i Ekber. Bir hadîs-i kudsîlerinde de, "Allah'ın ahlâkı ile tahalluk ediniz" diyor. Allah'laşınız gibi bir şey. Sanki, Allah'laşınız diyor."

Zariyat suresinin 50. ayetinde "Fe firrû ilâllâh" buyurulmuş. Allah'a kaçın! Hakikati yakalamak uğruna ilimlerden geçmek gerektiğini söyler Gemuhluoğlu. Bu sebeple ilme de dost olmak gerekir. Mesela tarihe dostluk konusunda "Tarihe dost olacak kadar ciddî bir ilm ile ilimlenmediğimiz için, -talib olmadığımız için ilme ve irfâna- tarihe de, tarih fikrine de dost değiliz" demiştir. Ağaca, ormana, coğrafyaya da dost değiliz. Bu yüzden çevremizdeki hareketleri çözümleyemiyor, neler olup bittiğine akıl yormayı boş bir iş gibi görüyoruz. Oysa hakikati keşfetmek için her şeye ihtiyacımız olabilir. Hani Peygamber Efendimiz'in Medine'de Mescid'e girebilmek için "Mescide Ali’nin kapısından giriniz" sözü, işte bu sözde kastedilen fizikî bir kapı mıdır yoksa bir başka sözünde buyurduğuna mı dikkat etmek gerekir: "Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır."

Fethi Gemuhluoğlu'nun fakiri en çok sarstığı şey yakınlarının zikretmesiyle öğrendiğimiz dervişliğinin yanı sıra tam bir teslimiyete sahip olması ve lakin olan biten her şeye şükretmekten de imtina etmesidir. Zira zulme şükretmek, zalimlerinden yana olmaktan başka neye kapı aralar? İlim ve onun kapısına varmadan evvel "Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır!" buyruğunu tutmak gerekmiyor mu?

Bir insan, varlığının sırrına erişebilmesi için bir de kendisiyle dost olması gerekiyor. Bu hususta Gemuhluoğlu "Kendisine dost olmayanlar, gayrıya dost olamazlar. Kendileri ile barışa varamayanlar, gayrı ile barışa varamazlar. Kaldı ki, savaş yoktur. Dünya, dostluk üzerine halkedilmiştir." der. İnsanın kendisiyle dost olması için de en büyük engellerinden biri olan uykuyla arasına bir mesafe koyması gerekiyor Gemuhluoğlu'na göre. Yine fakirin zihninde nice rüyalara, sırlara kapı açan cümleleri şöyledir merhumun: "İnsanın uykuya sırt çevirmesi lâzım. Peygamber-i Ekber uyumazlardı. Eğer Türkiye'de insanlar, Türk insanı, Müslüman insan, Millet-i İslâmiyye'nin insanı, İslâm Milleti'nin insanı, yeniden bir "ba'sü ba'de'lmevt" sırrını yaşamak istiyorsa, onu ihyâ' etmek istiyorsa, yeniden bir ba'sü ba'de'lmevt'e doğmak istiyorsa, uykuyu kaldırmalıdır. Uykuya düşman mı olalım? Hayır! Uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, uykuya dost olmayalım. Her şeye dost olalım, politikaya dost olmayalım."

Diğer tehlike ise hırs ve mal, mülk sevdası. Konuşmasının bu bölümünü okurken kendimi dinleyicilerden bölümünde görüyorum. Çünkü konuşanla aramda çok ciddi mutabakatlar kuruyorum. Dinliyorum, böylece "konuşulan" oluyorum, "talip" oluyorum: "Her şeye dost olalım, hırs-ı mâl ve hırs-ı câha dost olmayalım. Ben parayı ol elleri ile tutanların destânımsı, mu'cizemsi hikâyeleri ile büyümüş bir arkadaşınızım. "Feleğin kahbe başında paralansın parası", "Ben güzel sevmeye geldim, değil ekmek yemeye" diyor büyük Hazret-i Neyzen."

Aşk diyor başka bir şey Gemuhluoğlu. Sevapta da aşk, günahda da aşk: "Beyefendiler, günâhlarınız bile şevk içinde olsun, eğer günâh işleyecekseniz. Şevki seçiniz. Aşkı seçiniz. Ben aşksız insanlar görüyorum: Huzur içinde uyuyorlar, gidiyorlar, gülüyorlar, vitrinlere bakıyorlar; hâlâ büyük büyük pazarlıklar peşindeler, hâlâ büyük büyük ihâlelere giriyorlar. Türkiye'nin içinde bulunduğu felâketi idrâk etmiyorlar, huzur içindeler. Onun için onlara küsüm, onun için onlara kırgınım. Onun için, kırgınlıkta bir feyz buluyorum. Çünkü, -vâ’d-i ilâhîde hulf yok, Allah vâ’dinde sâdıkü’l-emîn olduğu için-, Allah diyor ki, “Gönlü kırık olanlarla beraberim”. Onun için gönlüm kırık. Onun için gönlümdeki kırıklığı hiçbir şey, hiçbir şevk, hiçbir neş’e bir mânâda tashîh etmiyor. Bir felâketin eşiğindesiniz. Felâket mukadderdir, lâyetegayyer gibidir. Ola ki, kurbiyyeti olan bir zât-ı akdes iltica ede. Yoksa muhakkaktır."

Bu kitapçık bir deste gül, kelamdan selâma dönen bir kitli hazine, insana kendini bildiren bir bildiri. Gençliğimize bir umut, ihtiyarımıza bir ümid, kalanlara bir şiir, bir dua. Şiir de duadır, hele ki Yunus Emre söylerse: "Gel gidelim can durmadan / suret terkini urmadan / araya düşman girmeden / gel dosta gidelim gönül."

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Yol ayrımındaki paşalar

Yeni hükumet kurulmuş, fakat aniden olup biten bazı durumlar kafaları karıştırmaya başlamıştı. Ayaklanmalar, sürgünler, yeni çıkan kanunların oluşturduğu yankılarla sarsılan Anadolu… Cumhuriyet’in ilk yıllarında dönemin zorluğu içinde İttihatçılar, İkinci Grupçular, Hilafetçiler, Cumhuriyetçiler’in olaylara bakışları, kurtuluşa vesile olan paşaların bir bir istifa nedenleri Küskün Paşalar’da roman kurgusu içinde konu ediliyor.

Zekeriya Yıldız, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası'nın kuruluş hikâyesini anlatmış bizlere. “Vatanın bütünlüğü ve milletin bağımsızlığı tehlikededir. Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararlılığı kurtaracaktır.” denilen o dönemin çalkantılı günlerinde, alınan kararlar gayet netti. Kulaklarda çınlayan çözüm önerileri, yapılacaklara dair listeler. Mecliste ve kulislerde konuşulanlar, hararetle tartışılıyordu. Durum değerlendirmesini yapan paşalar; çözüme dair kararlar alırken, milletin menfaatlerini düşündüler. "Trablus’un, Balkanların, Dünya Harbi’nin on yıl boyunca kırmakla bitiremediği Anadolu’nun kavruk yüzlü insanları" yeni bir mücadelenin eşiğindeydi. M. Kemal, K. Karabekir, Hüseyin Rauf, Cafer Tayyar, Refet, Erkân-ı Harbiye Reisi Cevat ile İstanbul bambaşka bir geleceğe doğru adımlar attılar. Kendilerinden emin ve kararlı bir tutum sergilediler. Anadolu’nun en hareketli döneminde yeni yeni şekillenen cumhuriyet rejimin olumsuz yanları paşaların arasında da en çok konuşulan konulardandı şüphesiz. Özellikle Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabul edilmesinden sonra İstiklâl Mahkemeleri’nin kurulmasıyla başlayan gerginlikler paşaları ve gazetecileri, vekilleri farklı bir atmosfere taşıdı.

Tevhid-i Efkâr, Tanin, Vatan, İkdam gibi o günlerde en çok satılan, meşhur gazetelerde diktatörlüğe doğru yol alındığına dair yazılar çıkıyordu. Otoriterleşmenin yol açacağı zararlar üzerinde tartışmalar yapılıyordu. Yakın tarihin bu en kritik dönemeci Küskün Paşalar’da başarıyla işlenirken romana yazarın nesnel bakışının hâkim olması da son derece önemli. Okurun 1930 Yalancı Bahar, Sürgün Sultan, Hasbahçede Sonbahar, Lale Devri romanları ile tanıdığı Yıldız, Küskün Paşalar ile de Kurtuluş Savaşı kahramanlarını ve onların nasıl bir yol ayrımına girmek zorunda kaldığını gün yüzüne çıkarıyor.

Meral Afacan Bayrak
twitter.com/tarcnckmaz